

Hikayeye oy sınırı getirmeye karar verdim arkadaşlar. Bunun tek bir sebebi var o da kurguyu daha büyük kitlelere ulaştırmak. Saçma sapan tonlarca kurgunun milyonlarca okunduğunu görmek iyice sinirlerimi bozmaya başladı... Kurgumuz daha çok insana ulaşsın ve bir kitlesi olsun istiyorum. Daha çok okunmasını, yıllarımı verdiğim bu hikayenin daha tanınır olmasını istiyorum :)
Bu bölüm için oy sınırı 3.
3 oy gelmeden, yeni bölümü paylaşmayacağım...
3 oy nedir ki yani gerçekten anlamıyorum. Bu evren 5 kitaptan oluşuyor ve yalnızca kurgulamak bile bir yıldan fazla süre aldı ki bu evreni kurgulamak hiçbir zaman bitmeyen bir iş gibi... Uyuyamıyorum bile bazen. O yıldıza dokunmak, oy vermek ne kadar zor olabilir anlamıyorum. Yorum bile değil istediğim. Yalnızca oy! lütfen biraz daha anlayışlı olun.
Bir önceki bölüm oy sınırı geçilmemesine rağmen bekleyen bir okurum (yavas_okur) olduğunu bildiğim için bölüm paylaşıyorum. Umarım siz de oy sınırına saygı gösterirsiniz. iyi okumalar
🔮
Yüzyıllar önce Dünya bir toz ve gaz bulutuydu. Büyük Patlama sonrası yeryüzü, gökyüzü, okyanuslar ve dağlar oluşmaya başladı. Ay'dan kopan parçalar Dünya'daki mikroorganizmalara temas etti ve Elementer ırkının temelini, Primusları oluşturdu. Primuslar Dünya'ya dengeyi getirdi, onu yaşanabilir bir yer kıldı. Sanki Dünya'nın bir fitili vardı ve ateşlendiğinden beri her şey bir şekilde rayına oturuyor, yolunu buluyordu.
Dünya, hiç durmadan dönmeye devam ediyordu.
Birkaç saniye öncesine kadar.
Dudakları birkaç santim ötemde kıpırdanıp, nefesini bana üfleyene kadar.
Belimdeki eli alev alıp tüm Dünya'yı yok edene kadar.
Başım dönüyordu ve gözlerim Chris'in kahvelerinden odağını çektiği saniye kararacaktı sanki. Nefes alamıyor, konuşamıyordum.
"Sen mi başlamak istersin, ben mi?" dedi Chris gülümseyerek. Kafamı silkeledim hızlıca, yanlış duymadığımdan emin olmam gerekiyordu.
Sen mi başlamak istersin ben mi de ne demekti? Benimle aynı şeyi mi düşünüyordu?
"Burada mı? Herkesin içinde?" Bu kez de Chris afalladı. Hala hafif bir gülümseme vardı yüzünde.
"Neden? Herkesin içinde yapılabilecek bir şey değil mi bu?" birkaç kez hızlı hızlı kırptım gözlerimi.
Tabii ki değil seni utanmaz!
"Hey, korktun mu yoksa?" Duyduklarıma gerçekten inanamayarak bir adım geriye gittim. Yanaklarımın kızardığına adım gibi emindim. Yüzümdeki alevin başka açıklaması olamazdı.
Gerçekten ilk öpüşmemiz burada mı olacaktı yani? Herkesin gözü önünde?
"Korkmadım! Ama burada olmasını istediğimden emin değilim..." Chris kahkaha attı ve istemsizce yumruğumu karnına geçirdim.
"Ah!" karnını tutarak iki büklüm oldu. Sert vurmuş olmalıyım, çünkü baya canı yanıyor gibi görünüyordu.
"Özür dilerim! Bu kadar sert olmak istememiştim. Ama, hak ettin. Bunda kahkaha atacak ne var? Her şeye karşı aşırı ciddi olan Chris'in bu kadar önemli bir olaya verdiği tepkiye bak! Aptal!" Chris bir yandan kıvranıp bir yandan kahkaha atmaya devam ediyordu. Birazdan sinirden tepinmeye başlayacaktım, çok çok az kalmıştı. Sabır dilenip derin bir iç çektim. Her ne kadar sinir bozucu olsa da, bir kez daha görmüştüm kahkahasını sonuçta. İyi tarafından bakmak gerekirdi.
"Meydan okuma oyununun senin için bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum Jokey." Doğrulup ceketini düzeltti.
Meydan okuma oyunu mu?
Ah, inanamıyorum...
Aptal kafam.
Başlamaktan kastı o aptal oyundu! Günlerce dinlemediğim mesajındaki saçma oyun. William ve Emile'i ormanda gördükten sonra kabul ettiğim oyun.
Öpüşmek değildi!
Tanrım, delireceğim. Birazdan kafayı yiyeceğim ve bu odadaki herkesi Tulparıma yem edeceğim. Çok az kaldı.
Hey şakaydı! Kıpırdanma hemen!
Tulpar, tekrar yerine yerleşince bir derin nefes daha çektim içime. Hemen tetikte, herkesi yemeyi beklemesi hiç hoş değildi.
"Meydan okuma oyunu tabii. Evet, önemli. Kaybetmek istemiyorum, o kadar. Kaybetmekten hiç hoşlanmam." Chris tekrar kahkaha attı ve ben de yumruğumu tekrar karnına indirmeye hazırlandım ancak sonra kıyamadım. Canı ilk seferde baya yanmış gibiydi.
"Keşke yalan söylediğini anlamak benim için ne kadar kolay, bilseydin." Kaşlarımı çattım tekrar.
"Neden bahsediyorsun? Yalan falan söylemiyorum. Tabi ki kaybetmek istemiyorum!"
"Kaybetmek istemiyorsun, buna gönülden inanıyorum Jokey. Ama ikimiz de biliyoruz ki, olay Meydan okuma oyunu değil..." Bir kez daha yüzüme hücum eden kanla birlikte birkaç adım geriye gidip etrafıma bakmaya başladım. Chris'ten biraz uzak kalsam iyi olacaktı. Başka biriyle konuşsam, onu görmesem iyi olacaktı! Üstelik, bu kadar eğlence yeterdi. Harekete geçmem gerekiyordu.
"Benim bir işim var. Daha sonra konuşuruz. Gideyim." Yüzüne doğru düzgün bakmadan, gözlerim etrafı tararken ve yanına kaçacak birini ararken bileğimi tuttu tekrar. İstemsizce gözlerim ona kilitlendi. Gülümsemesi hiç silinmemiş, yerli yerinde duruyordu. Onun keyfi oldukça yerindeydi belli ki ancak ben burada daha fazla duramayacak kadar utanmış ve bunalmıştım. Gitmek istiyordum.
Hafifçe bileğimi oynattım, çekmek istediğimi belirtmek için. Bu kez odak noktası bileğim oldu. Sağ eliyle bileğimi tutarken, baş parmağını bileğimde gezdirmeye başladı. O da ben de aynı yere bakıyorduk. Parmaklarına.
"Burada değil..." dedi bana bakmadan. Ve nefesim de, canım da bir kere daha çekildi vücudumdan.
Ben artık onun tek bir cümlesiyle savunmasız kalmaktan çok sıkılmıştım. Ancak elimden hiçbir şey gelmiyordu... Başımı kaldırıp ona tekrar bakamadım. Parmaklarının altındaki bileğim usul usul titrerken ikimiz de kilitlenmiş gibiydik. Nasıl gidecektim şimdi?
"Bir saniye çalıyorum seni, Helena." Fernando elini güçlü bir biçimde bileğime koyup Chris'in parmaklarından da elinden de kurtardı ve beni çekiştirmeye başladı. Bana sormamıştı bile, ama minnettardım. Yoksa orada sonsuza kadar kalacaktık ve kim bilir kaç yıl sonra çürümüş bedenimizi tarihi eser niyetine Alderwild'de sergileyeceklerdi.
"Hızlı soru hızlı cevap. Evet ya da hayır. Ondan hoşlanıyor musun?"
Ondan hoşlanıyor musun...
Kulaklarımda Fernando'nun sorusu çınlarken, günler öncesine dönmüş gibi hissettim. Bu soruyu kendime sadece bir kez sormuştum ve sonrasında da üzerine düşünmemeye çalışmıştım. Ancak elbet karşıma gelecekti, biliyordum.
Düşündüm, düşündüm, düşündüm.
Düşünecek hiçbir şey yoktu. Cevabı çok iyi biliyordum. Cevabı değil, bu sorudan nasıl sıyrılacağımı düşünüyordum ki, kafam bugün ilk kez doğru düzgün çalışmaya başladı.
"Benim aşk hayatımdan çok daha önemli dertlerimiz var. Annem ve isyan. Konuşmak zorundayız Fernando. Hem de çok acil. Sen gelip beni bulmasaydın, ben sizi bulmaya gelmek üzereydim. Klaer'ı da alalım ve biraz konuşalım, olur mu?" Fernando tıslar gibi bir ses çıkardı.
"Ben gelmeseydim, senin geleceğinden pek emin değildim ya neyse. Çok üstüne gelmeyeceğim. Klaer orada, hadi." Başıyla kapının orayı işaret etti. Klaer kapının dışında, merdivenlerin tırabzanına yaslanmış duruyordu. Tam da ondan bekleneceği gibi, balolar pek ona göre değildi. Ancak bu yine de muhteşem görünmesine engel olmamıştı çünkü gecenin en şık çiftlerinden biri Fernando ve Klaer'di. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamadan ona doğru adımladım. Sohbet ne kadar kötü olursa olsun, onlarla yapacak olmam beni mutlu ediyordu. Beni aylarca takip etmeleri, aramızda saçma bir bağ kurmuş olmalıydı. Başka türlü açıklayamıyordum.
"Daha iyi bir balo eşi seçmeliydin, Fernando yanında sönük kalıyor." Fernando koluma vurdu hızlıca. Gülmeye başladım. Klaer bize döndüğünde o da gülüyordu.
"Çok fazla seçeneğim yoktu. Mecbur kaldım. Senin için aynısını söyleyemeyeceğim gerçi... Siz, oldukça yakışmış gibisiniz." Konunun bana ve Chris'e dönmesiyle, yüzümdeki alevler yine bağımsızlığını ilan edip beni kızartmayı başardı. Gülümseyerek geçiştirmek istedim konuyu ama er ya da geç bunun sorgusuna çekilecektim, orası kesindi.
"Nereden başlayacağımı hiç bilmiyorum... Burası yeri değil, bunun da farkındayım ama sizi bulmuşken konuşmak zorundayım. Daha fazla bekleyemem yoksa çatlayacağım." İkisi de kaşlarını çattı. Klaer ise elini koluma koydu.
"Sorun ne? Elimizden geleni yapacağımızı biliyorsun." Usulca kafamı sallayıp derin bir nefes aldım. Chris ve benden sonra, ilk kez biri olanları öğrenecekti ve ne tepki vereceklerini bilmiyordum.
"Beni aylarca isyancılardan, Rebelrosa'dan koruduğunuzu biliyorum. Bana onlardan önce ulaştığınızı, beni güvenle akademiye getirdiğinizi... Ancak Tempersitar yerleşkesi dışında bir yerde ilk uyuyakaldığımda, bana tekrar ulaştılar. Bunu rüyalarımla yapıyor olmalılar. Kalede, hala isyancılar var." Soluklandım. Bazı şeyleri sesli dile getirmek beni daha da germişti. Umarım, üstesinden gelebilirdik. Gözleri kocaman açılmış olan Fernando bir şey diyecekti ki elimi kaldırıp onu durdurdum.
"Bitmedi..." bir kez daha soluklandım. Bazı şeyleri bir çırpıda söylemek daha kolaydı belki de.
"Akademiye ilk geldiğimden beri, Pegasus'un Bayan Dagora ile bir derdi var. Ve bu, oldukça önemsiz bir detaydı. Birkaç gün öncesine kadar... Birkaç gün önce Chris ve ben, Pegasus'un, Tempersitar Primus'unun bekçisi olduğunu öğrendik." Konuşmaya devam etmek istiyordum ama Klaer da Fernando da iyi görünmüyordu. Onlara biraz zaman tanımak istedim. Birbirlerine bakıp, bakışlarını tekrar bana çevirdiler.
"Bundan dört yüz yıl önce, çok büyük bir isyanı bastırmak üzere gönderilmiş. Şimdi, tekrar gönderilmiş olması... Üstelik, Bayan Dagora'dan neredeyse nefret ediyor olması..."
"Tulpar'ın, isyanı desteklemeye geldiğini düşünüyorsun." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bunu ben de, ilk kez sesli dile getiriyordum. Bunu henüz Chris bile bilmiyordu.
"Tulpar'ın, Bayan Dagora'yı durdurmaya geldiğini düşünüyorum." Klaer, tırabzandan destek almak için arkasına yaslandı. İkisi de dağılmıştı, görebiliyordum. Durum tahmin edebileceğimden de kötüydü.
"Bunca zaman, yanlış tarafta mıydık Fernando?" Klaer, kafasını kaldırıp Fernando'ya baktı. Gözleri dolu doluydu. Duymayı beklediğim birçok şey vardı ancak bu onlardan biri değildi. Öncelikle, buna çok çabuk inanmışlardı. Tabii ki onlara yalan söylemeyecektim ancak bana emin olup olmadığımı bile sormamışlardı.
Yutkundum. Belli ki onların da bana anlatması gereken şeyler vardı.
Fernando elini Klaer'in koluna koyup okşamaya başladı.
"Bilemezdik..." dedi. Birinin bana, neler olduğunu anlatması gerekiyordu. Klaer kafasını tavana doğru çevirip, yaşları geldiği yere geri göndermeye çalıştı. Onu ağlarken göreceğimi hiç düşünmezdim.
"Birkaç hafta önce..." dedi ancak devam edemedi. Hala tavana bakıyordu. Ona zaman vermek istedim ve ben de diğer kolunu hafifçe okşadım.
Bir şeyler olmuştu. Anlatmaya dilinin varmadığı bir şeyler.
"Birkaç hafta önce bir kasabayı adeta haritadan sildik. Detayları bilmeden, sadece emirleri uygulayarak. Bize, orada yaşayanların Elementer alemini bir kez daha yerle bir etmek üzere toplanan yeni bir grup olduğunu söylediler. Masum görünebileceklerini, ancak asla masum olmadıklarını..." Bu kez ne tavana bakması, ne de bizim ona destek olmamız işe yaradı. Gözlerinden yaşlar birer birer süzülmeye başladı.
"Yaşlı, küçük, kadın... Kim varsa öldürdük. Bir yanlışlık olduğunu hissetmemize rağmen, yapmak istemememize rağmen yaptık." Fernando da Klaer da ne birbirlerine ne de bana bakmıyorlardı. Ben de şimdi, Klaer gibi, ağlamamakta çok zorlanıyordum. Yutkunmam ya da güçlü durmaya çalışmam bir işe yaramadı. Gözlerimi hızlıca silip boğazımı temizledim.
"Sizin... Sizin suçunuz değildi. Bilemezdi-"
"Bilebilirdik. Araştırabilirdik. Körü körüne emirleri uygulamayabilirdik. Yapmadık." Öldürdükleri onca insanı düşününce ürperdim. Ne yapıyorlarsa Akademi'nin iyiliği için yaptıklarını biliyordum. Ancak...
Kim bilir kimleri öldürmüşlerdi...
Belki birçok masumu.
Bayan Dagora onlara neden böyle bir şey yaptırmıştı?
O insanlar aslında kimlerdi?
Bayan Dagora, nasıl biriydi ki gözünü kırpmadan bütün köyün yok edilmesini emredebiliyordu?
Ondan hiçbir zaman tam anlamıyla hoşlanmasam da, hiç bu kadar güçlü bir öfke hissetmemiştim daha önce. Benim öfkem ve Pegasus'unki birbirine karışıyor, biri diğerini ateşliyordu.
"Bunun yasını daha sonra tutacağım. Söyleyeceğin başka bir şey var mı?" Klaer, biraz toparlanmış gibiydi.
Söyleyeceğim onlarca şey vardı ve sorularıma bir yenisi eklenmişti.
Önce annemle başlamak istedim.
Bildiğim bir şeyi, teyit etmek istedim.
"Annemin ölümü ile ilgili öğrendikleriniz... Hepsini, Bayan Dagora'dan duydunuz. Değil mi?" sorunun nereye gittiğini anlamış olacaklar ki, gözleri kocaman açıldı. Konuşmaya kimsenin pek hali yoktu, bu yüzden kafa sallamakla yetindi Fernando.
Bu da demek oluyordu ki, ondan duyduğumuz her şeyin yalan olma ihtimali çok yüksekti!
Annemin ölümüyle ilgili duyduklarımın yalan olma ihtimali çok yüksekti.
Dagora'nın bu zamana kadar söylediği her şeyin yalan olma ihtimali çok yüksekti!
Ne babama, ne de Bayan Dagora'ya güvenmiyordum.
Annem beni doğururken ölmemişti ve belki de, annemi babam öldürmemişti. Buna inanmayı öyle çok istiyordum ki...
Onun kötü bir baba olması ve bir isyancı olması bir yanaydı, annemi öldürmesi bir yana.
Bunun cevabını alabileceğim tek yer Tiran'ın yanı gibi görünüyordu. Fernando ve Klaer'la konuşmam biter bitmez bunun peşine düşmek zorundaydım.
"Son soru. Hepimiz eşikteyiz bence, daha fazla zorlamak istemiyorum ama bunu bilmek zorundayım. Ben akademiye gelmeden önce, aylarca beni takip ettiniz ve beni isyancılardan korudunuz. Bu şekilde takip edip, koruduğunuz başka biri var mıydı? Bunu bilmek zorundayım."
Eğer sadece benim takip edilmem emredildiyse, Bayan Dagora Tulparın bana geleceğini biliyordu demektir. Ancak bunu nasıl bilebilir ki?
Üstelik benim Akademiye gelmem ona ne gibi bir fayda sağlayacak?
Beni gözünün önünde tutmak, beni kontrol etmek istemesini anlıyordum ancak Tulpar'ın bana geleceğini biliyorsa, sessiz sedasız beni öldürmesi herkes için çok daha kolay olmaz mıydı? Sorgusuz sualsiz her dediğini yapan bir Elementer ordusu vardı elinin altında. Onun için çocuk oyuncağı olurdu.
"Biz yalnızca seni koruduk Helena. Ancak, başkalarını koruyan başka muhafızlar da vardı..." Derin bir iç çektim ve nefeslendim. Bunu duymaya hazır mıydım bilmiyordum, ama sormak zorundaydım.
"Kimler? İsim verebilir misiniz?" İkisi de birbirlerine bakıp duraksadılar. Bir şey bilip söylemekte mi kararsızlardı yoksa bilmiyorlar mıydı emin olamadım. Tahmin ettiğim bazı isimler vardı aslında. William gibi. Çünkü onun babası da isyancılar arasındaydı. Ancak bütün isyancıların çocuklarını takip edemezlerdi. Bu neredeyse, akademinin yarısı demek olurdu. Daha üst düzeydeki isyancıların çocuklarıyla ilgilendiklerini tahmin ediyordum.
"Diego, William, Emile, Clara, Siyana, Derreck ve... Chris." Dünyam tekrar hafif hafif dönmeye, yer ayağımın altından usulca kaymaya başlamıştı. Tanıdığım, tanımadığım birçok isim vardı takip edilmiş olan. Üstelik bazılarını duymayı bekliyordum. Bazılarını duymayı umursamıyordum.
Emile mesela. Kimin kızı olduğu, ne yaşadığı umurumda değildi.
Bazılarını duyduğuma şaşırmıştım.
Derreck.
Düello kulübünde tanıştığım, Chris'in hoşlanmadığı, kendini uçurumdan atan deli elementer. Demek o da güçlü bir isyancı aileden geliyordu. Peki, bunu da kaldırabilirdim ve umursamazdım.
Ama Chris...
William bana, onun isyana karşı ne kadar katı olduğunu söylemişti... Ben de onun, isyandan uzak fanatik bir Dagora'cı olduğunu varsaymıştım. Onun ailesi de mi üst düzey isyancıydı?
Neden bunları hiç konuşmamıştık?
Ona da kabuslar gördürmüşler miydi? Gördürselerdi, benden saklamazdı.
Üstelik ben hariç hiçbiri akademiye bir ay erken gelmemişti. Demek ki benim gibi isyancıların kabus bombalarına ya da yoğun takiplerine maruz kalmamışlardı. Chris ve diğerleri, habersizce korunmuş olmalıydı.
Haberi olsaydı, bana söylerdi.
Kafamı salladım usulca. Sindirmeye çalıştım.
Başkaları da vardı.
Hepsini korumuş, Akademiye geldiğinden emin olmuşlardı.
Ama neden?
Neden Tulparın gelebileceğini düşündükleri herkesi öldürüp, Tulparın gelişini engellemeye çalışmamışlardı?
Tabii eğer...
"Tulparın gelmesini istediler! Tulparın geldiğinden emin olmak istediler! Ona bir şey yapacaklar. Tanrım, delireceğim! Tulparı sonsuza kadar ortadan kaldırmak istiyor olmalılar. Bir daha gelmeyeceğinden emin olmak istiyorlar! Ona bir şey yapacaklar! Onu nasıl koruyacağım? Onu öldürecekler..." çıldırmış gibi merdivenlere yöneldim ancak Fernando beni durdurdu.
"Onu öldüremezler Helena. Eğer söylediğin gibi, Tulpar Primus'un bekçisiyse, tıpkı Primus gibi o da ölümsüz demektir. Pegasus güvende... En azından, ölmeyecek... Ama haksız sayılmazsın, onun geldiğinden emin olmak istemiş olmalılar. Onu öldürmeyeceklerse bile, bir planları olmalı." Elim kalbimde, derin derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Pegasus oldukça rahattı. Onu öldüremeyeceklerini biliyor olmalıydı.
Sana hiçbir şey yapamayacaklar Pegasus. Buna asla izin vermem. Vermeyiz. Yalnız değiliz, tamam mı?
Pegasus'un içindeki huzur yavaşça bana yayılırken nefeslerim düzene girdi.
Ona bir şey yapamazlardı. Şükürler olsun ki, canı güvendeydi. Ancak yine de, onunla bir planları olmalıydı. Bunu mutlaka öğrenmek zorundaydık.
Ivan...
Bu işin içinde olmalıydı. Her şeyi biliyor olmalıydı.
Belki yeterince zeki olursam, ondan bir şeyler öğrenebilirdim.
Ve tabii bir de, bir an önce Chris'le konuşmam gerekiyordu. Merdivenlerin oradan çekildim ve balo salonuna doğru döndüm.
"Geçmişe ulaşmanın bir yolunu buldum. Bir Kelpie. Sonrasında sizinle tekrar konuşacağım." Salondan içeri girmek üzereydim ki, tekrar onlara döndüm.
"Artık durumların ne kadar ciddi olduğunu anladığımıza göre, "bunu anlatamam, bunu sana söyleyemem" gibi şeyleri geride bıraktığımıza inanıyorum. Birlikteyiz, öyle değil mi?" Fernando gülümsedi. Klaer hala yaşananların etkisindeydi. Kolay kolay atlatabilir miydi bilmiyordum. Klaer, Fernando'dan çok daha soğuk görünüyordu aslında. Ancak ondan kat kat daha fazla sarsmıştı onu öldürdükleri insanlar...
Üstelik, masumları öldürmüş olabilecekleri düşüncesi... Onu mahvediyordu.
"Sochrular izin verdiği sürece, birlikteyiz." Ben de onlara gülümsedim ve balo salonundan içeri doğru yöneldim. Gözlerim hızlıca Chris'i aradı ve bulması da uzun sürmedi. Bunca kaosun arasında bile hala parlıyordu salonda. Ona doğru yöneldim. Aron'un yanındaydı. Cam ve Tara da onlarlaydı.
Gülümseyerek yanlarına yaklaştım. Benim bir şey söylememe gerek kalmadan Chris konuştu.
"Biraz konuşalım mı?" Bir sorun olmuş olmalıydı. Gözlerimi kıstım. Evet ben de onunla konuşmak istiyordum ancak yeni bir sorunun içine atlamak istediğimden de emin değildim. Tara ve Cam'e tekrar gülümsedim ve gözlerimi de bir saniyeliğine Aron'a çevirdim. Ondan hoşlanmayan ben miydim, Pegasus mu? Hislerimizi hiç ayırt edebilecek miydim acaba?
"Bir sorun mu var?" Chris beni eliyle yönlendirirken bakışlarımı ifadesiz yüzüne çevirdim. Bana cevap verip vermeyeceğini bilmiyordum ancak bir sorun varmış gibi de değildi. Oldukça sakin gibiydi Chris.
"Neredeydin?" gözlerimi kırptım birkaç kez.
"Fernando ve Klaer'leydim. Beni senin yanından almıştı, hatırlarsan." Chris ışık hızında bana çevirdi gözlerini.
"Hatırlıyorum, merak etme." Gözlerim kısıldı. Kızgın mıydı o?
"Ne oldu? Neden konuşmak istedin?" Chris beni az önce Klaer ve Fernando ile durduğum tırabzanların önünden geçirip koridorda yürütmeye başladı. Nereye gittiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Biraz daha ilerleyip bir balkona çıktık. Kalenin altıncı katından, muazzam bir manzaraya bakıyorduk şimdi. Tam önümüzde stadyum, onun biraz ilerisinde Düello dersinde geldiğimiz açık alan ve devamında ise Derreck'in kendini aşağı bıraktığı o uçurum vardı. Sonrası ile gözün alabildiğine okyanustu. Manzarayı izlemekten, buraya neden geldiğimizi de, Tiran'ı da, Kelpieyi de unutmuştum bir anlığına. Ancak ne yazık ki böyle bir lüksüm yoktu. Belki daha sonra, dedim kendi kendime ve zar zor gözlerimi manzaradan alıp Chris'e çevirdim.
Onun ne söyleyeceğini merak etsem de, gitmem gerektiğini söylemek için yanıp tutuşuyordum. Vakit kaybetmek istemiyordum. Daha fazla beklemeye sabrım kalmadığında ağzımı açtım ancak bunu bekliyormuş gibi elini kaldırıp beni susturdu Chris. Sonra o da başını manzaradan bana doğru çevirdi.
"Beş altı sene önce, Emerand'da, gölün orada tanıştık William ile." Chris'in geçmişle ilgili bir şeyler anlattığını fark etmemle birlikte bütün odak noktam o haline geldi. Şu an ne yeriydi, ne de sırası. Ancak Bayan Talose'un dediği şeyi de aklımdan atamıyordum. Geçmiş hiçbir yere kaçamaz... Geleceğim kaçabilirdi oysa ki.
Chris'in geçmişinden bir kesit dinlemek, onu daha yakından tanımak için can atıyordum. Bunu dinledikten sonra balodan ayrılmam kimseyi öldürmezdi. Umarım...
Chris nefes aldı tekrar. Ben onu izliyordum, o çevreyi.
"Bir blank onu sürekli dibe çekiyordu. Kapılmıştı. O zamanlar yaratıklarla aram pek iyi değildi..." dedi ve göz ucuyla bana baktı. Ufak bir kahkaha attım. O da gülümsedi.
"Hey, emin ol o zaman çok daha kötüydü. Geçmişinde yaşadığın bazı şeyler, üzerinde derin izler bırakabiliyor. Benim yaratık korkum da sanırım geçmişin bir hatırası. Ama bu başka bir günün hikayesi. Şu anın değil." Başımı salladım. Onu tabii ki zorlamayacaktım. Neyi ne zaman istiyorsa o zaman anlatabilirdi. Ama bu deli gibi merak etmediğim anlamına gelmiyordu. Geçmişinde her ne yaşadıysa ya da ne gördüyse, yaratıklardan, bekçilerden ve neredeyse bütün hayvanlardan korkmaya başlamasına sebep olmuştu. Bir süre sonra konuşmaya devam etti Chris.
"O zaman bizimkilerden öğrendiğim çok temel sochrular hariç, sochru yapmayı bilmiyordum. Belli ki William da bilmiyordu yoksa o blankın girdabında kapana kısılmazdı. Onu kurtarmak için yapabileceğim hiçbir sochru yoktu... Ve ölesiye korkuyordum." Bu hikayenin sonunda, Chris'in William'ı kurtardığını ve bu şekilde arkadaş olduklarını biliyordum ancak yine de deli gibi merak etmekten geri duramıyordum.
"Mirasları biliyor musun?" başımı iki yana salladım. Bilmediğim bir şey daha...
"Miraslar, tıpkı bekçiler gibi insanlarla nadiren de olsa bağ kurarlar. Elementerin ufak bir parçasının, cansız bir eşyaya aktarılması..." elim istemsizce koluma gitti. Annemin saatini kolumda taşıyordum. Tek bildiğim, bu saatin ona ait olduğuydu. Chris'in söylediğine göre de miras oluşumu oldukça nadirdi.
Dikkatimi saatten alıp tekrar Chris'e verdim. Elini usulca takımının cebine atıp oradan düdük çıkardı. Oldukça küçük, sevimli bir düdüktü bu. Yeşil renkliydi ve bir yandan da puroya benziyordu. Düdüğün Chris'te ne işi vardı ki?
"Kardeşimin." Dedi Chris. Büyük bir şaşkınlıkla baktım suratına. Chris'in kardeşi olduğunu bilmiyordum. O da anlamış olacak ki, benim bir şey dememe fırsat vermeden içimde bir yerleri acıtan kelimeyi söyledi.
"Vardı." Geçmiş zaman... Bir kardeşi var-dı.
Artık yok demek miydi bu?
Bir kere daha, konuşmaya cesaret edemeyeceğimi anlamış olacak ki, hafif bir gülümsemeyle söze başladı.
"Sorun yok. Alıştım. Alışmak zorunda kaldım. Her neyse, dediğim gibi o başka bir günün hikayesi." Buradan, Chris'in yaratık korkusunun, kardeşiyle bağlantılı olduğu sonucuna varmıştım.
"Göle giremezdim. William'ı öyle de bırakamazdım. Bu düdük geldi aklıma. Bir işe yarayıp yaramayacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu ama denemek istedim. İnan bana, korkunç bir ses çıkarıyor. Chelsea bunu her çaldığında evde savaş çıkardı resmen." Gülümsemeden edemedi. Ben de gülümsedim. Benimkinde şefkat, onunkinde acı vardı. Hiç kardeşim olmamıştı ama kardeşimden farksız arkadaşlarım vardı. Onları kaybetme düşüncesi bile beni böylesine üzerken, Chris'in yıllardır neler hissettiğini düşünmek...
"Nasıl başardıysa, bu düdükle bir şekilde bağlanmış ve o küçük yaşında bunu mirasa dönüştürebilmiş. Bunu bildiğim için, o düdüğü hiçbir zaman yanımdan ayırmadım. Hala da ayırmıyorum. O gün de, bu düdük sayesinde William'ı o blanktan kurtardım. Düdüğün sesiyle birlikte blank gölün dibine, geldiği yere geri döndü. Ancak William gölde blankla boğuşmaktan yorgun düşmüştü ve kendi başına çıkabilecek durumda değildi. Blankın gittiğini umarak göle koştum ve William'ı oradan çekip çıkardım." Düdük hala elindeydi ve gülümsemesi de yerli yerinde duruyordu. Elimi tereddütle uzattım düdüğe doğru, o da beni anladı ve düdüğü bana verdi.
İşlemeler vardı düdüğün üzerinde, el yapımı olmalıydı. Belki de babası ya da bir başkası bunu kardeşine hediye etmişti.
Düdüğün sesini çok merak etmiştim ancak bunu burada, baloda denemeyecektik elbette. Kendi kendime gülümsedim. Bütün dertlerimiz bitmişti ve düdüğün sesi kalmıştı sanki.
Chris, aklımdan geçenleri okumuş gibi düdüğü elimden alıp iki dudağının arasına yerleştirdi.
"Sakın!" diyerek öne atıldım ve düdüğü aldım. Gülmeye başladı.
"Merak ettiğini sanmıştım." Evet, bir kez daha aklımı okumuştu. Bunun bir sochrusu olabilir miydi acaba?
"Merak ettim, evet. Ama söylediğin kadar korkunç bir sesi varsa belki de bunu ormana saklamalıyız." Gülümsedi ve başını salladı usulca.
"Yanlış anlama, dinlemek ve senin geçmişini öğrenmekten çok zevk alıyorum. Buna emin olabilirsin. Ancak... Bunu bana bir sebeple anlattığını bilecek kadar da tanıyorum seni. Bunun sonucu iyi olmayacak, değil mi?" Chris'in gülümsemesi daha da yayıldı yüzüne. Hava tamamen kararmıştı ve üzerimizde geçmişimizin temeli ve simgesi olan Ay'dan başka hiçbir ışık yoktu. Bu bile, Chris'in gözlerinin parlamasına yetiyordu.
"Demek birbirimizi bu kadar tanıdık... Tehlikeli, değil mi?" gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Haklıydı. Tehlikeliydi.
O beni, sanki benmişim gibi okuyordu. Ben de anlaşılan yavaş yavaş onu tanımaya başlıyordum.
"Emile ile, kaç yaşımda tanıştığımı hatırlamıyorum. Oldukça küçüktük sanırım." Ortamın bütün güzelliğinin, gecenin bütün ışıltısının kaçmaması için sabır diledim. Anlatacağı şey önemli olmasa, onun adını şu an burada anmazdı, biliyordum. Sabretmek ve onu dinlemek zorundaydım ama böylesine güzel bir akşamda o cadının adını duymak beni deli ediyordu.
Onun hakkında bilmem gereken bir şey vardı belli ki.
"William'la göldeki tanışmamızdan sonra her günümüz birlikte geçmeye başladı. İkimiz de Emerand'da yaşıyorduk. Evlerimiz yakın bile sayılırdı. William'la tanıştığımız sıralarda, Emile ile arkadaşlığım çoktan bitmişti. Büyüdükçe... Anlaşamamaya başladık diyelim." Bana yandan bir bakış attı ve ne hissettiğimi anlamaya çalıştı. Ben yüzümü olabildiğince ifadesiz tutuyordum ancak içten içe kuduruyordum. Bir yandan onun adını hiç duymamak istiyordum bir yandan da Emile hayatında ne kadarlık bir yer kaplamıştı bunu bilmek zorundaydım. Tepki vermeden dinlemeye devam ettim. Bir süre sonra tekrar konuştu.
"Ancak bir gün bir şekilde denk geldik ve Emile ile William da tanıştı. Üstelik çok da iyi anlaştılar. Böylece Emile de bir şekilde bize katıldı." Derin bir nefes alıp devam etti. "Yıllar önce, değişmeye başladığı için arkadaşlığımızı bitirdiğimiz zaman bile böylesine değişik biri değildi Emile." Kafam karışmıştı. Yüzümdeki ifadeden gerekeni anlamış olacak ki, açıklamaya başladı.
"Anlaşamamaya başlama sebebimiz, Emile'in değişmeye başlamasıydı. Hırçınlaşması, bencilleşmesi, yalan söylemeye başlaması... Ancak yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda, geçmişteki hallerini mumla aratacak bir kişiliğe bürünmüştü resmen. William'ın onunla nasıl anlaşabildiğini o zaman da anlamamıştım, hala da anlamıyorum." Emile'e her ne olduysa, görüşmedikleri dönemde değişmişti ve Chris'i endişelendirecek bir kişiliğe bürünmüştü belli ki. Bu hikayenin sonu nereye bağlanacaktı, çok merak ediyordum.
"Sonradan, tesadüfen öğrendik... Emile'in değişmeye başladığı dönem ile, annesinin Captivum'dan çıktığı dönem hemen hemen aynı... İsyan zamanı, annesi de yakalananlardan biriymiş. Captivum'un insanlara neler yaptığıyla ilgili az çok fikrin olduğunu varsayıyorum. Oradan sağlam çıkmak, imkansız gibi bir şey Helena... Annesine orada bir şeyler olmuş olmalı. Ve her ne olduysa, sonrasında da Emile'e bir şeyler oldu. Bunu öğrendikten sonra, onu alttan almaya başladım. Tekrar arkadaş olmadım hiçbir zaman, ancak kovmadım da." Sadece kısa bir süreliğine de olsa, Emile'e karşı hissettiğim negatif duygular azaldı ve yerini hüzne bıraktı. Kolay bir hayatı olmamıştı belli ki. Annesi Captivum'dan çıkana kadar ona kim bakmıştı bilmiyordum ancak annesinden iyi baktığı kesindi. Annesinin çıkmasıyla, belli ki başka birine dönüşmüştü. Belki de Emile'e kötü davranıyordu annesi... Babası hakkında hiçbir fikrim yoktu. Belki annesi dönene kadar ona bakan kişi babasıydı, bilmiyordum.
Üstelik annesinin isyana olan bağlantısıyla, Emile'in neden akademiye gelmeden önce takip edilenler arasında olduğu da açığa çıkmış oluyordu.
"Babasını hiç tanımadığını söylüyordu. Ona anneannesi bakmıştı. Annesi döndükten sonra ise annesiyle yaşamaya başlamış ve her ne olduysa böyle birine dönüşmüş." Elementerler aleminde kolay bir hayatı olan, isyan yüzünden dağılmayan kimse var mıydı merak etmeye başlamıştım.
"Bana kalırsa, William ilk tanıştıkları günden beri Emile'e aşık. Bana birçok kez onunla alakalı sorular sordu. Hatta... Onu nasıl tavlayacağını bile sordu." Dudağının kenarını kıvırarak hafifçe gülümsedi. "Her seferinde bilmediğimi söyledim. Bilmiyordum çünkü, ilgilenmiyordum da. Ancak Emile; William'a, benim kendisinden hoşlandığımı ve zamanında onu tavlamak için çok uğraştığımı söylemiş." Tepkimi ölçmek için kısa bir bakış attı bana. Yüzümü ifadesiz tutarak dinlemeye devam ettim. "Benimle yüzleşmeye gelişini, iki ergen gibi birbirimize girmemizi ve yumruklaşmamızı hiç unutamıyorum." Gülmeye başladı. Şu an bunu komik bir şey gibi anlatıyordu ancak hala canını yakıyor olmalıydı. Chris belli ki William'a tahminimden daha çok değer veriyordu. Ve yıllar sonra, Emile bir kez daha aralarını bozmuştu.
Dakikalar önce hissettiğim merhametin azalmaması için çaba göstersem de, Emile'e kızmadan edemedim. Neden aralarını bozmak istiyordu ki? Chris'ten ne istiyordu?
"Hiçbir zaman onu tavlamaya çalışmak için uğraşmadım. Onunla tanıştığımda çocuktum ve iletişimi kestiğimizde de belki dokuz, belki on yaşımızdaydık. Bunu Willam'a hiç söylemedim. Aşık olduğu insanın yalan söylediğini söylemek, çok kolay değil... Ancak şimdi pişman oluyorum. Eğer zamanında söyleseydim, belki bugün William burada, bizimle olurdu. Tek istediğim, umarım Emile onun başını daha fazla belaya sokmaz..." hüzünle dinledim konuşmasını ve içimde bir yerlerde onun yaşadığı pişmanlığı paylaştım. Ben de William'ın iyi olmasını isterdim. Ve her şeyden çok, Chris'in mutlu olmasını...
"Söylemek için çok geç değildir belki?" uzunca bir sürenin sonunda bakışları bana döndü ve gözlerimiz buluştu. Üzerimizde dolunay, tenimizde rüzgar vardı ve biz bütün bu kalabalığın içerisinde bir kez daha baş başaydık. Her şeyi, herkesi unutmuş Chris'in onuncu yaşını konuşuyorduk. İstemsizce gülümsedim.
"Sanırım ilk kez okuyamadım bu gülümsemeyi... Bundan hoşlanmadım. Neye gülüyorsun?" Kahkaha attım bu kez. Demek ki arada sırada muhteşem Chris de bana karşı bir fikri olmadan kalabiliyordu!
"Şu an bunları konuşuyor olmamıza gülüyorum..." başını aşağı yukarı sallayıp gülümsedi. Birkaç adım attı bana doğru. Zaten çok uzak değildik, şimdi daha da yakındık.
"Bunu sana anlatmadan ve Emile konusunu açıklığa kavuşturmadan, ilerleyemezdik." Gözlerindeki parıltı kalbimde bir şeyleri ateşe verirken yüzüme yayılan gülümsemeye engel olamadım. Ona da, bana da bir şeyler oluyordu bu ara ve bu hiç hayra alamet değildi.
"İlerlemek...?" dedim, cevabını az çok bilsem de. Duymak istemiyordum, çünkü verecek bir cevabım yoktu. Ancak gözüm benim kontrolümde olmadan kararıyordu hep...
Elini hafifçe kaldırıp koluma koydu. Havada ılık bir rüzgar olsa da anında tüylerim diken diken oldu. Elini aşağı yukarı hareket ettirip kolumu okşamaya başladı.
"Ben başlıyorum, meydan okumaya." Eli kolumda, gözleri gözlerimde, sözleri ise hançer gibi kalbimdeydi hep. Heyecanla sıkıştı göğsüm.
"Dinliyorum..." dedim içime kaçmış bir sesle. Hızlıca toparlandım sonra, boğazımı temizledim ve duruşumu dikleştirdim. Benden isteyebileceği onlarca şey vardı ancak hiçbiri beni korkutmuyordu, aksine, hepsi nefesimi kesiyor ve beni heyecanlandırıyordu.
"Gözlerini kapat." Kalbim atmayı bıraktı ama ben nefes almaya devam etmeye çalıştım. Aklım neden sadece tek bir şeye çalışıyordu anlamıyordum. Ben böyle biri değildim kesinlikle! Ama bana her ne yaptıysa, beni tek bir amacı olan bir robot gibi programlamış, benliğimden uzaklaştırmıştı.
Bütün hücrelerim çığlık çığlığaydı ancak kendimi ona bırakmak öyle kolaydı ki... Ne diyorsa yapmaya hazırdım adeta.
Gözlerimi kapattım.
"Şimdi ilk aklına gelen yeri söyle bana... Huzurlu hissettiğin, güzel bir yeri." Kaşlarım çatıldı istemsizce. Birçok şey beklemiştim ama bunlardan biri değildi hayal kurmak. Chris'in hafifçe gülümsediğini duydum. Elini kaldırmış olacak ki, birkaç saniye içerisinde çatılan kaşlarımda parmaklarını hissettim. Kaşlarımı hafifçe çekerek çatıklığını gidermeye çalıştı. İstemsizce gülümsedim.
"Çok fazla yer gördüğüm söylenemez... Repertuarım oldukça kısıtlı." Hafifçe gözlerimi açar gibi oldum ama Chris bu kez de alnımdaki parmaklarını gözlerimin önüne kapattı.
"Açmak yok..." dedi yumuşak bir sesle. Kafamı salladım.
"Evet, nereyi düşündün?" oldukça saçma bir yeri düşünmüştüm ama yalan değildi, gerçekten de repertuarım çok kısıtlıydı.
"Hollypad'de bekçilerle ilk iniş yaptığımız o geniş araziyi..." Gülümsediğini duyabiliyordum. Gözlerimi açmak ve gülüşünü görmek istedim ama açmadım. Onun yerine koluna vurdum acıtmak için. Gülümsemeye devam etti bir süre daha.
"Peki... Gece mi gündüz mü?" gülümsemem iyice yayıldı suratıma. Ne yapıyorduk şu an burada, hiçbir fikrim yoktu. Benim düşünmem gereken öyle çok derdim, yapmam gereken öyle çok şey vardı ki...
Ama yine de, buradan ayrılamıyordum işte.
"Meydan okuma bunun tam olarak neresinde?" Bu kez de o gülümsedi.
"Her yerinde. Şu an aslında sana, bana güvenmen için meydan okuyorum..." Başımı salladım tekrar. Aslında güzel bir meydan okumaydı bu, ona güvenmek... Çok uzun süredir tanışmıyorduk ama ona tam anlamıyla güvendiğimi söyleyebileceğim bir noktadan çok uzak değildim. O noktaya gelmek, her ikili ilişkide zaman alırdı. Bu kadar kısa sürede ona bu kadar güvenmemin sebebi, karakteri olmalıydı.
"Gece. Yıldızlı, zifiri karanlık bir gece..." elini gözlerimden çekti, bu kez de belimde hissettim. İstemsizce kasıldım. Gözlerimi açmayı, yüzünü görmeyi deli gibi istiyordum ancak belli ki izin vermeyecekti.
"Şimdi ne hissedersen hisset, sakın gözlerini açmayacaksın." Kaşlarım bir kez daha çatıldı ama bu kez düzeltmedi. Ayaklarım bir anda yerden kesildi ve havalandım. Kucağındaydım! Gözlerimi açmayı deli gibi istiyordum ama meydan okuma ona güvenmemdi ve gözlerimi kapalı tutmak zorundaydım. Kaybetmemeliydim.
"Beni zorluyorsun!" dedim ona sahte bir kızgınlıkla.
"Bir süre sabretmen gerek." Diye cevap verdi ve kucağında benimle birlikte ilerlemeye başladı. Nereye gidiyorduk, hiçbir fikrim yoktu ama ona güvenmek zorundaydım. Güveniyordum da. Gözlerimi açmadım ve nefesimi tutmuş bir biçimde ilerlemesini bekledim. Sürekli merdiven inmemizden, Kale'nin çıkışına doğru ilerlediğimizi varsayıyordum ancak hiçbir şey görmemek gerçekten berbat bir şeydi! Bir süre daha ilerledik ve sonra Chris durdu. Her nereye geldiysek, varmış olmalıydık.
"Açabilirsin." Dedi ve gözlerimi açtım. Hollypad'in gerisinde kalan, bekçilerimizle ilk iniş yaptığımız arazideydik... Zifiri karanlıkta, yıldızların altında, üzerimizde balo kıyafetlerimizle... Elbisemin etekleri yerdeki otları süpürüyordu. Hafif esen rüzgar yüzümüzü okşuyordu ve ben hala Chris'in kucağındaydım. Yüzü ile yüzüm arasında, sadece milimler vardı... O kadar yakındık ki, yutkunamıyordum bile. Gözlerimiz birbirine kilitliydi, başka hiçbir yere bakamıyordum. İstemsizce aralandı dudaklarım, kelimeleri içerde tutamadım.
"Ateşle barut..." dedim. Gülümsedi. Bu kez gözlerim dudaklarına kaydı. Ciddi anlamda, nefes almak zorundaydım çünkü ciğerlerimin iflas etmesine saniyeler kaldığını hissedebiliyordum.
"Çok zamansız." Onunla bu küçük kelimelerle anlaşmaya alışmıştık, fazla konuşmamıza gerek yoktu. Ben ateşle barut derken ne demek istiyorum, çok iyi biliyordu.
Ben de onun zamansız derken ne demek istediğini çok iyi biliyordum.
İkimiz de yaptığımızın zamansız ve yanlış olduğunu biliyorduk...
İkimiz de şu an İsyanla, Tulparla, Dagorayla ya da Kelpielerle uğraşmamız gerektiğini biliyorduk. Ama burada, bu arazinin ortasında birbirimize kenetlenmiştik.
"Engel olamadık." Dedim omuz silkerek. O da kahkaha attı. Bu kez gözlerim kapalı değildi ve o güzel kahkahayı görebilmiştim. Gülümsemem daha da genişledi.
"Yeterince çabalamadık." Sonrasında ise, tek hissettiğim havai fişekler oldu. Chris'in dudakları dudaklarımdaydı ve başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Sadece birkaç saniye birbirlerine temas ettiler, ama dünyanın çekirdeğini yerinden oynatmayı başardılar.
Ben daha ne olduğunu anlayamadan, kendimi tekrar Kale'nin girişinde buldum gözlerimi açtığımda. Sanki bunların hiçbiri yaşanmamıştı ve ben hayal görmüştüm. Emin olamadım. Etrafıma baktım hızlıca.
Bir kez daha, ne düşündüğümü anında anladı.
"Hayal değil... Hayal gibi. Ama değil." Derin bir nefes aldım. Öyle kısa sürmüştü ki, bir ömür gibi hissettirmesinin hiçbir anlamı yoktu. Beni ciddi anlamda sochruluyor olmalıydı. Bana bir şey yapıyordu, engelleyemediğim bir şey. Ancak tek dağılan ben değildim, bu çok açıktı.
Bu bizim ilk öpücüğümüzdü, ve bir daha olur muydu ikimiz de bilmiyorduk. Önümüzde çok zor günler vardı ve belki de bugün, birbirimizi ilk sıraya koyabildiğimiz son gün olacaktı. Bu anı asla bozmak istemesem de, bir şekilde yapmak zorundaydım.
"Stormak'a gitmem gerek. Tiran adında biriyle görüşmem gerek. Aslında baloya katılmayıp onu görmeye gidecektim ama..." cümlemi tamamlayamadım çünkü Chris gülümsemeye başlamıştı çoktan. Koluna vurdum tekrar.
"Gidelim, hadi. Balodan alabileceğimiz bütün verimi aldık zaten." Bir kez daha koluna vurdum.
Terbiyesiz!
Ben ona benimle gel demeden, onun gidelim demesi beni gülümsetti.
"Bekçilere ihtiyacımız olacak mı?" kısa bir süre düşündüm.
"Eğer Stormak nerede bilmiyorsan, olacak. Çünkü ben bilmiyorum." Chris gülümsedi.
"Ben biliyorum merak etme. Hadi." Ay taşını çıkartıp avcuna koydu ve saniyeler içerisinde Amerikan dizilerinden fırlamış gibi bir banliyö kasabasında bulduk kendimizi. Her yerin müstakil ve bahçeli evlerle çevrili olduğu, oldukça bakımlı ve özenli duran bu evlere bakmaya başladım kısık gözlerle. Hollypad'deki evlerden bir tık daha lüks ve moderndi.
"Evler hep böyle mi? Hep bu kadar güzel mi?" Chris de benim baktığım yerlere bakmaya başladı.
"Evet, normal ev işte." Tabii o, bu alemde doğup büyümüş biri olarak bunlara alışkın olmalıydı. Para olmamasına, herkesin ihtiyaçlarının eşit karşılanmasına hala alışamıyordum!
Bizim de kendimize ait tatlı bir evimiz vardı, evet, ama Aileen ve Marva'ların eviyle kıyaslanamazdı bile. Evlerin hepsi aynı değildi. Bazı insanların evi bile yoktu!
Yuvarlak bir meydanın ortasında duruyorduk ve nereye gideceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu.
Şu an yeri de zamanı da olmadığını biliyordum, ama daha fazla içimde tutamıyordum. Dagora konusunu açmam gerekiyordu.
"Bugün Dagora ve yanındaki adamla konuştuğumda, aptal gibi daha önce fark edemediğim bir ayrıntıyı fark ettim... Pegasus, Dagora'dan hiç hoşlanmıyor Chris... Hiçbir zaman hoşlanmadı." Aramızda bir ölüm sessizliği oldu. Meydanda öylece birbirimize baktık bir süre. İlk kez, ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Usulca kafasını salladı.
Gerçekten de, bir yorum yapmayacaktı belli ki, yapamayacaktı.
"Hadi, ilerleyelim." Dedi birkaç dakika sonra. Ancak, nereye ilerleyecektik?
"Birilerini durdurup soracak mıyız? Nasıl bulacağız Tiran'ı?" Yine hiçbir planım olmadan dalmıştım bir şeylere. Chris'i de kendimle birlikte sürüklüyordum.
Chris, sağa sola bakınmaya başladı.
"Sanırım gerçekten de öyle yapmamız gerekecek, yürümeye başlayalım ve birine denk geldiğimizde soralım. Ayrıca senin Tiran diye birinin varlığından nasıl haberin oldu?" Buraya gelmeden önce bir şeyleri ona daha detaylı anlatsam iyi olurdu ama artık çok geçti.
"Bayan Talose... Annemi tanıyor olabileceğini düşündüm. Konuşmamızda garip olan bir şeyler vardı. Uyuşmayan şeyler... Tiran'ı bulup Kelpie'sinin gözünden isyan zamanını görebileceğimi söyledi." Chris'in gözleri büyüdü.
"Bunun tehlikeli olduğunu da söyledi mi peki?" kaşlarımı çattım.
"Tehlikeli mi? Nasıl bir tehlike? Bana bu konuda hiçbir şey söylemedi." Chris başını iki yana sallayıp beni durdurdu.
"Kelpie'ler öteki tarafa aittir Helena, burada sıkışıp kalmış olsalar da. Onlarla iletişime geçmek, seni öbür tarafa geçmeye zorlar. Hiçbir sorun yaşamayabilirsin, evet. Ancak iki dünya arasında sıkışmak ya da öbür tarafa geçmek gibi riskleri var! Sana bundan neden bahsetmediğine inanamıyorum. Geri dönelim. Başka bir yolunu bulalım. Bu riski alamazsın." Söyledikleri beni düşündürdü ancak vazgeçemeyeceğimi de biliyordum. Elimi koluna koydum ve gözlerine odaklandım.
"Riskler çok düşük olmalı. Yoksa bana mutlaka söylerdi Bayan Talose. Bunu yapmak zorundayım Chris. Bu isyandan öte, annemle alakalı bir şey. Onun ölümünü görmek zorundayım. Onu babam mı öldürdü bunu bilmek zorundayım." Gözlerini sinirle sımsıkı kapattı Chris. Kızgındı, farkındaydım ancak elimden gelen bir şey yoktu. Kimsenin sözüne güvenemiyordum, kendi gözlerimle görmeden bunu asla bilemezdim.
"İhtimaller ne, biliyor musun?" Chris başını iki yana salladı.
"Düşük... Ama yine de, böyle bir ihtimal var. Bunu desteklememi bekleme benden." Onu anlıyordum ama o da beni anlamak zorundaydı.
"İhtimalleri düşürmek için yapabileceğimiz bir sochru ya da benzer bir şey var mı?" Chris düşündü ama belli ki bu onun çok iyi bildiği bir konu değildi.
"Bildiğim bir sochru yok... Ama seni sürekli bu dünyada tutmak için çabalayabilirim sanırım. Seninle konuşabilirim, sana dokunabilirim... Bilmiyorum! Keşke bunu, buraya gelmeden önce bilseydim!" sesi yükselmeye başladıkça, içimdeki gerilim en tepeye tırmandı.
"Belki Tiran biliyordur. Ona soralım ve gerekirse yarın daha çok şey öğrenip gelelim, tamam mı?" Usulca başını salladı ve derin nefeslerle kendini sakinleştirmeye çalıştı.
Yoldaki eğimi arkamıza aldık ve yokuş yukarı adımlamaya başladık. Gündüz şansımız daha fazla olurdu ancak elbet birilerine denk geleceğimizi umuyordum. Üstelik yürürken, bir şeyler konuşacak da vaktimiz olmuştu ama ne o konuşuyordu ne de ben.
Aramızda bundan sonra bir gariplik, bir gerginlik olacak mıydı bilmiyordum. Her şeyi apayrı bir boyuta taşımıştık çünkü bir anda. Ama öyle bir kaosun içindeydik ki bunlara ne yazık ki kafa yoramıyorduk. Normal bir genç olmayı başarabilseydim, belki bazı şeylerin tadını çıkarabilirdim...
"Aron'dan hoşlanmadın." Başımı çevirdim hızlıca ona doğru. Bu tam olarak bir soru değildi ama yine de benden cevap bekliyordu. Belki de gerginliği dağıtmak istiyordu.
"Ben mi hoşlanmadım Pegasus mu tam emin değilim. Ama beni tedirgin eden bir şey var. Onunla ne zamandır tanışıyorsun? Senin için kardeşim gibi dedi." Başını salladı Chris.
"Uzun yıllardır. Bana çok fazla ağabeylik yaptı. Bildiğim birçok şeyi o öğretti. Annem ve babam..." devam etmesini bekledim ancak ne demesi gerektiğini seçiyor gibiydi.
"Chelsea'den sonra, çoğu şey eskisi gibi olmadı diyelim. İlk sochrularımı Aron'la öğrendim. Aile dostudur." Bu kez ben başımı salladım. Neden hoşlanmadığımı bilmesem de, Chris'in böylesine güvendiği birine karşı ön yargılı olmayacaktım.
"Tanıdıkça seveceğime eminim."
Caddenin neredeyse sonuna geldiğimizde, bir bahçenin önündeki büyük heykel dikkatimi çekti. Bir mezar taşı vardı ve arkasında da heybetli bir Hüma kuşu heykeli vardı.
"Hey, burası olabilir mi?" Chris'e heykeli işaret ettim ancak onun bir fikrinin olmaması normaldi tabii.
"Bekçisi bir Hüma'ydı. Nedense, burasıymış gibi hissediyorum. Pencerelerden bakmak, etrafı kolaçan etmek suç mu? Bir dolanıp baksak olmaz mı?" Chris gülümsedi. Ama gergin bir gülümsemeydi bu, biliyordum.
"Şu ışığın olduğu tarafa yönelelim, oradan görebiliriz belki." Işığın yanık olduğu arka tarafa doğru yürüdük ve hafif eğilerek pencereden içeriyi görmeye çalıştık. Arkası cama dönük olan bir sallanan sandalye vardı ve şöminenin önünde sallanıyordu. Kimin oturduğunu görmek imkansızdı.
Evin içine biraz göz gezdirdim ve ne kadar bakımsız olduğunu fark ettim. Ev neden bu haldeydi merak etmiştim.
"Şansımızı deneyelim. O değilse bile belki tanıyordur." Chris itiraz etmek istemediği için hafifçe başını eğdi ve ön kapıya geri döndük. Kapıyı birkaç kez tıklatıp bekledim ancak hiçbir cevap yoktu. Eğer Tiran düşündüğüm gibi yaşlı biriyse, kapıyı açması zaman alabilirdi. Son bir kez daha tıklattım ve içeriden gelen gacırtılar sayesinde kapıya doğru yürüyor olduğunu var saydım. Dışarıya bakmak için kullanılan açıklıkta beyaz bir göz göründü ve istemsizce geriye adımladım.
"Ne istiyorsun?" dedi huysuz bir ses kapının arkasından. Sebepsizce gerildim. Bakışlarım Chris'e döndü. Nedense, konuşamadım. Bir an için korkmuştum. Chris durumu devraldı.
"Bay Tiran siz misiniz? Biz Alderwild'den geliyoruz." Alderwild dememizle birlikte, o açıklığı sertçe kapattı ve bağırmaya başladı.
"Alderwild'le bir işim yok benim! Oraya cesedinizi göndermeden ikileseniz iyi olur!" Chris elimi tuttu ve hafifçe sıktı. Avuçlarımızın içinde ay taşını hissettim. Her an buradan gitmeye hazırdık. Derin bir nefes aldım.
"Bayan Talose bize yardımcı olabileceğinizi söyledi." Bayan Talose dememizle birlikte, açıklık tekrar sertçe açıldı. Aynı göz bize oradan bakmaya devam etti ancak tam olarak bize de bakmıyor gibiydi. Korktuğumu belli etmemeye çalıştım.
"Beni azat etti sanıyordum. Daha nereye kadar borçlu kalacağım?!" söylenerek kapıyı açtı ve arkasına bile bakmadan içeriye yavaş adımlarla yöneldi. Boyu kısa, oldukça zayıf ve yaşlı bir adamdı. Evin değişik bir kokusu vardı ve evin içi, dışına nazaran çok eskiydi. Her şey kirli ve dağınık gibiydi. Daha da gerilmiştim.
"Ne istiyorsanız çabucak söyleyin ve defolup gidin buradan, hadi." Chris elimi tutmaya ve ay taşını sıkmaya devam ediyordu. Salona kadar ilerleyip sallanan sandalyenin biraz gerisinde durduk.
"Dilini mi yuttun!" diye bağırdı bana. Tam olarak bana bakmadan, bana doğru.
Gözleri... Görmüyordu.
"Be-ben, Kelpie..." gözlerimi kapatıp sakinleştim ve elimi sıkan Chris'ten güç aldım. Neden korktuğumu bile bilmiyordum...
"Kelpie'nin gözünden görmem gereken şeyler var. Bayan Talose, size yönlendirdi." Bu adam öylesine huysuz bir adamdı ki, şimdi gidelim araştırma yapalım yarın geri gelelim diyemezdik ona. Eğer şimdi Kelpie'yle konuşmama izin verirse, tek şansımız buydu. Bir daha da asla bir şansımız olmayacaktı belli ki.
"Gehenna'yla konuşacaksın öyle mi? Daha benimle konuşamıyorsun!" Sıkkın bir biçimde başını önüne çevirdi. "Beni rahat bırakın, Talose'a da yakamdan düşmesini söyleyin!" iç çekip boğazımı temizledim.
"Konuşmak zorundayım. Görmem gereken şeyler var! Sadece kendim için değil, bütün elementer alemi için." Kısmen doğru, kısmen yalandı...
"Oradan asla çıkamazsın." Dedi Tiran ve Chris bana döndü hızla. Tiran izin verse, Chris buna müsaade etmeyecekti! Belki de gerçekten de yapmamam gereken bir şeydi ama engel olamıyordum. Daha fazla içim içimi yiyerek yaşayamazdım. Geçmişi öğrenmenin tek bir yolu vardı o da gözlerimle görmek. Tiran'ın Kelpie'si değilse, başka bir Kelpie bulacaktım ama bir şekilde annemin nasıl öldüğünü görecektim.
"Sandığından çok daha güçlüyüm. Hiçbir yere gitmiyorum." Tiran güldü, benimle bir kere daha alay etti.
"Keyfin bilir, yanındaki çocuk içi yenilmiş fıstığa dönen kabuğunu akademiye taşıdığında Talose'a selamımı da söylesin." Chris ona doğru bir adım attı ama onu geri çekerek durdurdum. Huysuz bir yaşlıyla kavga edemezdi. Üstelik gözleri de görmüyordu.
"Riski azaltmak için yapabileceğimiz bir şey var mı?" Dedi sıktığı dişlerinin arasından. Tiran bir kere daha güldü. Chris şimdi yumruklarını da sıkıyordu. Kendini çok zor tuttuğunu görmemek mümkün değildi.
"Riski sadece kendisi azaltabilir. Eziğin teki değilse oradan çıkar, ezikse de orada kalsın daha iyi." Chris elimi ışık hızında bıraktı ve Tiran'ı yakasından tutup havalandırdı. Hızlıca onlara atılıp ayırmaya çalıştım ancak şu an ona güç yetirebilmem kesinlikle mümkün değildi.
"Ona ihtiyacımız var Chris. Lütfen..." Tiran boğulurken bile gülmeye devam ediyordu. Chris onu usulca bıraktığında bu kez de ben boğmak istedim ama sabretmek zorundaydım.
"Onu oradan çıkaramazsan, ben de senin buradan çıkmadığına emin olurum." Tiran'ın gülümsemesi genişledi ve sonrasında da sallanan sandalyesine tekrar oturdu. Ölüm tehdidi alırken bile gülümseyecek kadar ne yaşamıştı acaba?
"Nasıl iletişim kuracağız?" Biz gerginlikten ölmek üzereyken, Tiran sürekli gülüyordu. Sakin kalmaya çalıştım.
"Tiran Kelpie'sini çağıracak ve seni ona bağlayacak. Senin aklındakilerin ona aktığına emin olacak. Görmek istediklerine odaklan ve işin bittiğinde de buraya döndüğüne emin ol Helena." Chris, beni de Tiran'ı da öldürecek gibi bakıyordu ama ona kızamıyordum bile.
Tiran'ın önüne, yere oturdum ve ona bakmaya başladım. Elini uzattı. Kısa bir süre Chris'e baktıktan sonra uzattığı eli tuttum ve elini tutmamla birlikte zihnimin bir girdaba çekilmesi, kendimi bir hortumda bulmam bir oldu. Bir anda kafamdaki her şey döndükçe dönmeye başladı. Gördüğüm şeylerin hiçbiri bana ait değildi ve ne gördüğümü, nereyi gördüğümü bilmiyordum bile. Kafamı toparlamak ve odaklanmak zorundaydım ancak zorlanıyordum. Ezik miydim gerçekten de? Zayıf mıydım?
Buraya gelirken bir amacım vardı. Bunun uğruna öteki tarafa geçmeyi ve hatta sıkışıp kalmayı göze almıştım. Zayıf değildim ve istediğimi alıp buradan çıkmanın bir yolunu bulacaktım.
Odaklandım ve babamı gözümün önüne getirdim. Annemi ilk kez görecek olmak, mideme tekmeler indiriyordu. Onu hiç görmeden on sekiz yıl yaşamıştım. Daha fazla yaşamaya tahammülüm yoktu.
Babamı ve isyanı düşünerek Tiran'ı yönlendirmeye çalıştım. O da Gehenna'yı yönlendirmeli ve bana istediklerimi göstermeliydi. Kısa bir süre daha görüntüler anlamsızca beynime doluştuktan sonra kendimi bir sahnenin içerisinde buldum. Babamın da aralarında olduğu yüzlerce elementer ve bekçi, Kale'nin dışındaki ormanın içinde olmalıydılar. Çevredeki ağaçlar öylesine zarar görmüştü ki, bu görüntü öncesi kaç gün kaç ay savaşmışlardı bilmiyordum.
Görüntüler çok net olsa da, ne yazık ki ses yoktu. Babamın bir eli havada bağırdığını ve çevredeki insanları ayaklandırdığını görebiliyordum. Kale'ye son bir kez saldırmadan hemen öncesi olmalıydı bu. Yüzlerce insan bir anda Kale'ye doğru koştu ancak babam ve birkaç kişi daha hareket etmedi. Tiran da hareket etmeyenlerden olmalıydı. Babam bir süre etrafına bakınıp bekledi ve sonra gözleri birinde sabitlendi.
Annem olmalıydı...
Gwenn Lincoln.
Ona benzediğimi hep hissetmiştim zaten...
Kızıl-turuncu saçları, yemyeşil gözleri ve üzerindeki koruyucu kıyafetleriyle nefes kesici görünüyordu. Yüzünde bir gülümsemeyle babama yaklaştı. Babam elini uzatıp annemin elini tuttu ve onu hızla kendine çekip öptü. Kısa süren öpücükten sonra ise kollarına aldı. Saçlarını okşayarak kulağına bir şeyler fısıldadı ve sonra zorlukla ondan ayrıldı. İkisinin de gözleri dolu doluydu.
Babam gülümseyerek arkasını döndü ve Kale'ye koşmaya başladı. Annem, Tiran ve birkaç kişi daha orada kaldılar. Onların neyi beklediğini bilmiyordum ama geride kalmaya devam ettiler. Bir süre ne konuştuklarını duymadan, gergince konuşmalarını izledim, derken sahne değişti ve Kale'nin bahçesinden bir ana ilerledi.
Tiran ve bekçisi, bahçede öylece duruyorlardı belli ki. Etraftaki kaos öyle büyüktü ki, görmeye dayanamadım. Yüzlerce bekçi ve elementer ölmüştü... Her yer yıkık döküktü. Tiran sola doğru döndü ve orada yerde yatan annemi gördüm... Hiçbir yeri kanamıyordu, bir şeyi yoktu ama babam yine de onu kucağına almış, başında ağlıyordu. Ne olduğuna anlam veremedim...
Babam, saçlarını okşayarak dakikalarca ağlamaya devam etti. Annem hareket etmedi, gözlerini açmadı.
Bir süre sonra isyancılar azınlığa düşmüş olacak, birer birer bağlandı elleri canlı bitkilerle. O sırada bir elementer babamın kucağından annemi çekerek aldı ve diğer ikisi de babamın ellerini arkasında birleştirdi. Bir bitki de onun ellerinin etrafına sarıldı. Hiçbir ses duyamama rağmen, annemi kucağından alırlarken attığı çığlığı en derinlerimde hissettim sanki.
Dakikalarca bağırdı, debelendi ve ağladı... O sırada ise Dagora'nın elementerlerinden biri, ellerini havaya kaldırarak karşıdaki elementerin yanındaki bekçiye döndü ve saniyeler içerisinde devasa boyutlardaki Unicornis yere yığıldı. Onun düşmesiyle birlikte, bir yanındaki Hüma'ya geçti. Ve sonra bir yanındakine, bir yanındakine. En son, sıra Gehenna'ya geldi ve görüntüler burada kesildi.
Kendimi bir anda, odanın içerisinde buldum.
Chris dolmuş gözlerle bana bakıyordu, Tiran ise... Çok iyi değil gibiydi. Onun için üzüldüm, bekçisinin öldüğü anı tekrar görmek onu yıkmış olmalıydı. Ama daha yıkılmış biri varsa, o da bendim. Gözlerim deli gibi yanıyordu. Ve boğazım da.
Chris'in neden gözleri dolmuştu?
Ben ne olduğunu anlayamadan, Chris beni nefessiz bırakacak şekilde sarıldı ve saniyeler içerisinde kendimizi Kalenin bahçesinde bulduk.
"Neden üzgünsün?" dedim Chris'e. Sesim öyle kötü çıkmıştı ki, boğazımı temizleme gereği duydum ancak bu kez de canım yandı. Chris ise beni kendisinden uzaklaştırıp yüzüme baktı. Sonra da gözlerini vücudumda gezdirdi. Ben de onunla birlikte vücuduma baktım. Sol kolum kanlar içerisindeydi ve sağ bacağım da...
"Ne oldu? Bu ne?" ben dehşet içinde kendime bakarken Chris hala çok kötü görünüyordu. Sesi öyle kısıktı ki onu zar zor duydum.
"Kendine... Zarar verdin. Şoka girdin sanırım, bilmiyorum. Ağladın, bağırdın..." Chris başını iki yana salladı. Hiç iyi görünmüyordu. Kendimi kanlar içinde görmeme rağmen onun için endişelenmeye başlamıştım.
"Seni revire götüreceğim ama önce bunu nasıl açıklayacağımızı düşünmemiz lazım..." ikimiz de çaresizce benim vücuduma bakarken, göz yaşlarıma hakim olamadım.
"Annemi babam öldürmedi Chris..." Chris buruk bir biçimde gülümsedi ve parmaklarıyla göz yaşlarımı silmeye çalıştı. Sonra da beni bir kez daha kendine çekip sarıldı.
"Bir daha ne pahasına olursa olsun, bunu yapamazsın." Oradayken, diğer tarafa çekiliyor gibi hissetmemiştim ancak gördüklerim ağır geldiği için mi yoksa bu tarafta kalabilme mücadelesinden mi kendime bunu yapmıştım bilmiyordum. Kendimi tıpkı bir kedi saldırmış gibi paramparça etmiştim...
Gördüklerim çok ağırdı, biliyordum ancak daha ağırlarıyla yüzleşmiştim. Bu hale gelmemin sebebi, bu tarafta kalma mücadelesi olmalıydı.
"Kedi yaptı diyelim." Chris derin bir iç çekti ve gözlerimi tekrar sildi. Beni kucağına aldı ve kendimizi yerleşkenin girişinde bulduk. Herkesin hala Baloda olduğunu ummaktan başka çarem yoktu. Güzelim elbisem... Kan içindeydi. Onu da parçalamıştım. Üstelik tek elle...
"Belki bayan Mirita da balodadır." Dedim gülümseyerek. Ancak ne benim, ne de Chris'in gülümseyecek hali yoktu. Beni usulca revire indirdi ve yataklardan birine bıraktı. Bayan Mirita her zamanki gibi revirde, işinin başındaydı. Önceden beri orada olduğunu tahmin ettiğim elementerlerden birini kontrol ediyordu. Bizi görür görmez hızlıca bize yöneldi.
"Yüce Primus. Sana ne oldu böyle güzel kızım?" Bayan Mirita'da, beni mahveden bir şeyler vardı... O ne zaman bana şefkat gösterse ben dağılıyordum. Tekrar ağlamaya başladım.
"Kedi..." dedim ağlayarak. Chris elime uzandı. Bana bakamıyordu. Ona çok kötü bir gece geçirtmiş olmalıydım. Bayan Mirita hiçbir şey demeden yaralarıma merhem sürmeye başladı.
"Seni burada uzun bir süre tekrar görmek istemiyorum, anlaşıldı mı?" usulca kafa sallayıp yatağa uzandım. Öyle yorgundum ki... Öyle üzgün.
Bir yandan, üzerimden müthiş bir yük kalkmıştı çünkü annemi babamın öldürmesiyle başa çıkamıyordum.
Bir yandansa... Hayatı bana zindan etmek isteyen çok güçlü bir elementer vardı iki adım ötemde.
"Hiçbir şey yapamadım..." Dedi Chris. Bütün odağımı ona verdim tekrar. Öyle kötü görünüyordu ki kendi dertlerimin hiçbirine yanamıyordum.
"Seni oradan çekip alamadım çünkü geri dönememe ihtimalin vardı! Sana müdahale edemedim! Öylece kendi kendine çabalamana ve kendini parçalamana izin verdim."
"Yapabileceğin hiçbir şey yoktu. Bu benim seçimimdi. Yapmak zorundaydım. Annemi babam öldürmedi Chris... Onu seviyordu. Bunu öğrenmeye değerdi. Bunu öğrenmek için, her şeyi yapardım. Onu öyle güzel seviyordu ki... Belki de ömrüm boyunca onu hiç ayık görmememi anlayabiliyorum ilk kez. Böylesine sevdiğin birini kaybetmek..." Chris gözlerini sımsıkı kapattı.
"Bir daha asla." Dedi. Söz veremezdim. Yine yapmam gerekirse, yine yapardım.
"Umarım."
***
Günler, haftalar geçti ve ben o süre boyunca hiç eskisi gibi olamadım. Neşemi bulamadım ve kendime gelemedim. Gördüklerimi sindirmeyi hala başaramadım, kafamı ise bir türlü toparlayamadım.
Babamla görüşmek istiyordum... Ondan bir şeyler dinlemek.
Tiran'la görüşmek istiyordum... Sormam gerekenler vardı.
Dagora'nın kafasını koparmak istiyordum.
Bunların yerineyse tüm vaktim derslere yüzde yüz dikkatimi vermekle, Chris'le ve arta kalan zamanda Pegasus'la ormanda çalışmakla, Fernando ve Klaer'le bir çıkış yolu aramakla, Ivan'ı kandırmaya çalışmakla ve en önemlisi ise akıl sağlığımı korumaya çalışmakla geçti. En azından artık çok daha iyi bir elementerdim.
Fernando ve Klaer'a olanları anlatmıştım. Klaer, içine düşen şüphe tohumundan beri bütün vaktini gizlice Dagora'nın operasyonlarını araştırmakla geçiriyordu. Kimi neden öldürttüğünü bulmaya çalışıyordu. Dikkatini ise, neredeyse haritadan sildikleri kasabaya vermişti. Orada önemli bir şey olmalıydı. Fernando da ona yardım ediyordu.
Chris ve ben, sochrular üzerinde oldukça ilerlemiştik. Beni Aron'un ekibiyle ve diğerleriyle tanıştırmıştı. Onlar da bana elementerler alemiyle ve sochrularla ilgili yardım ediyorlardı. Aron'u sevmeye bile başlamıştım. Pegasus için ise aynısı söylenemezdi. Chris Aron'a, Pegasus'tan bahsetmeyi teklif etmişti. İradesinden... Ancak Pegasus ona alışana kadar, bunu yapmamaya karar verdim ve Chris'ten biraz daha zaman istedim.
Aron'un yaklaşık yirmi kişilik bir ekibi vardı ve bir araya toplanıp çalışmayı, kendilerini geliştirmeyi seviyorlardı. Tek bir sorun vardı o da bu buluşmalara yasaklı saatlerde katılıyor olmamızdı. Yakalanmamak için üstün bir çaba sarf etsek de, Chris'ten hoşlanan Irina'nın benim açığımı kolladığının farkındaydım. Aron'dan ilk öğrendiğim şey bir illüzyonumu oluşturup, onu yatağa bırakmak ve buraya kaçmak oldu. İllüzyon yatakta öylece yatarken, ben burada kendimi geliştirebiliyordum.
Ekipteyken öğrenmiştim ki Aron gibi başkaları da vardı. Yirmi – yirmi beş kişilik ekipler halinde, yasaklı saatlerde bir araya gelip çalışıyorlardı. Bunun sebebi, her topluluktan elementerin bir arada olmasıydı. Bunu gizli yapmaktan başka çaremiz yoktu. Ve yapmak istiyordum, çünkü çok fazla şey öğrenmiştim. Aron'un sağ kolu Chris'ti. Ve en az Chris kadar sevdiği bir diğer kişi ise Philly'di. Philly tarih konusunda oldukça iyiydi. Diğer kimsenin ilgisini çekmiyor olacak ki, onu bir tek ben darlıyordum. Özellikle Dagora, isyan ve öncesi hakkında.
Onunla daha çok konuştukça, Dagora'yı daha iyi tanıyordum.
Dagora, modern zamanın elementer diktatörüydü. Kuruldaki insanlardan inanılmaz bir saygı görüyordu ve bu sebeple neredeyse bütün fikirleri kabul ediliyordu. Kurul üyelerinin tehdit edilemediği ve kararlarının etkilenemediğini bilmesem, onlara bir şey yaptığını düşünecektim ama bu düzende bunu yapamazdı. Onları ciddi ciddi, buna ikna etmenin bir yolunu buluyordu. Dagora'nın en büyük gücü, Kuruldu. Philly ve Aron bana sürekli, bunu değiştirebileceğimizi söylüyordu ancak bir avuç çaylak, bu konuda ne yapabilirdik hiçbir fikrim yoktu.
Bir diğer gelişme ise, Derreck'le olan arkadaşlığımdı. Geçen süre içerisinde, kütüphane cezamı tamamlarken ve Düello kulüplerindeyken sık sık sohbet etmiş ve iki iyi arkadaş olma şansı yakalamıştık. Hala delinin teki olduğunu düşünüyordum ve bu hiçbir zaman değişmeyecekti, ama iyi biriydi. Chris ise, tam olarak aynı fikirde değildi. İki hafta önce Düello kulübüne katılmıştı ve iki haftadır Düello kulübünde her türlü huysuzluğu yapıp bir şekilde bizim iletişim kurmamızı engelliyordu. Bu kıskançlık değildi, farkındaydım. Bu, başka bir şeydi ama bana anlatmıyordu.
Ben de, onu bana anlatmadığı için cezalandırıyor ve neyi istemiyorsa onu yapıyordum. Bana geçerli bir sebep vermediği sürece, Derreck ile arkadaş olmaya devam edecektim.
Geçen sürede yaşanan en kayda değer gelişmeler ise, Ivan'la Pegasus üzerine çalıştığımız zamanlardı.
Onu Pegasus'la tam olarak bağlamadığımıza, Pegasus'un düşüncelerini hissedemediğime ve Pegasus'un beni çok nadiren dinlediğine ikna etmiştim. Öyle ki, bunun için benim hayatımı bile riske atmıştı, ama asla renk vermemiştim.
Pegasus da öyle.
Çok zorlanmasına rağmen, ne o ne de ben Ivan'a yem olmamış, güçlü durmayı başarmıştık. Beni uçurumdan ittiğinde bile.
Son ana kadar beklemiş, son anda kendi Hüma'sıyla beni kurtarmıştı. Eğer Hüma beni son anda kurtarmasaydı, ne olacaktı bilmiyordum. Belki ölecektim, belki de Pegasus her şeye rağmen beni alıp buradan götürecekti. Ama bir şekilde, Ivan'ı yenmeyi başarmıştık.
Şimdi yine onun yanında, son bir aydır yaptığım gibi "Pegasus'la bağ kurma" egzersizi yapıyordum. Bu süreçte öğrendiklerimiz, Ivan'ın bizim aramızdaki bağı kırmaya çalıştığını anlamama yetmişti. Bize sürekli, bağı zorlatıyor ve bu şekilde güçleneceğini söylüyordu.
Eğer Pegasus'un iradesi olmasaydı...
Eğer beni anlamasaydı ve olanları bilmeseydi... bağımız çoktan kırılmış olurdu.
"Hey, sanırım bir şeyler hissediyorum. İşe yarıyor olabilir Ivan. Pegasus'la gerçekten ilerlemiş olabiliriz! Şu an, mutluymuş gibi hissediyorum!" Ivan gözlerini devirdi. Benden pek hoşlandığı söylenemezdi. Bir aydır ilerleme kaydedememiş olması Dagora'yı delirtiyor olmalıydı.
"Emin misin? Kendi hislerinle karıştırma. Ona ait olduğuna emin olmamız lazım." Tabii, sanki çok istiyorsun da!
Seni biraz delirtmenin zamanı geldi...
"Eminim. Çok net ayırt edebiliyorum bu kez. Bağımız güçleniyor sanki Ivan! Sonunda bunu hissedebiliyorum." Ivan kaşlarını çattı. Bir şeylerin istediği gibi gitmediği aşikardı. Önce aramızdaki bağı test etmek için beni neredeyse öldürmeye çalışmıştı, sonra da bağın asla kurulmaması için bize onca saçmalık yaptırmıştı. Bunların sonucunda, bağımız ilerledi demem onu kudurtuyordu, görebiliyordum. Eh, daha fazla acı çektirmek istemedim Ivan'a. Abartılı bir şekilde suratımı astım.
"Sanırım yanıldım... Haklıydın. Kendi hislerimle karıştırıyor olmalıyım. Çünkü hala dediğin gibi içimdeki boşlukta bir tamamlanma hissetmiyorum." Ivan gülümsedi.
"Sabret Helena. Çok yakında olacak, çok emek veriyoruz." Haftalardır ağzından laf almak için bin kere şansımı denememe rağmen kayda değer bir şey öğrenememiştim. Ama sürekli denemeye devam ediyordum.
"Bayan Dagora bana kızacak mı? Bağlanmamız için çok emek veriyor. Tulpar'la bağlanmam onun için önemli olmalı. Daha çok çalışmamız lazım Ivan." Ivan tekrar gülümsedi. Bu süreçte ona yakın davranmak, arkadaş olmaya çalışmak adeta midemi bulandırıyordu ama yapmak zorundaydım.
"Bayan Dagora çok çabaladığını biliyor. Önemli olan da bu, Tulpar'ın burada olması. Elbet bağ kuracaksınız. Kendini zorlama." İlk kez bir şeyler yakalamış olmanın heyecanıyla kalbim ağzımda atmaya başladı. Salak bir kız gibi davranmak, bir tehdit olmadığımı göstermek ama aynı zamanda da ağzından laf almak zorundaydım!
"Tulpar'ın burada olması Akademinin ünü için önemli, değil mi? Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Bellalar kulübü mesela. Herkes Pegasus'la bağlanamamış olmama rağmen bizden çekiniyor. Diğer akademiler de çekinecektir." Ivan tekrar gülümsedi. Hiçbir şeyden haberin yok, aptal dediğine emindim. Ancak, aptal olan kendisiydi.
"Herkes böylesine güçlü bir canlıyı kendi tarafında ister, Helena. Tulpar bizim tarafımızda olmalı. Bunun başka yolu yok." Az önce ağzımda atan kalbimin, neredeyse dışarı çıkacak olmasıyla birlikte tökezledim.
"İyi misin?" Ivan elini uzattı ancak reddettim.
"Saatlerdir çalıştığımızdan olsa gerek. Biraz dinlenmem gerek. Cuma günü görüşürüz Ivan." Bir şey demesine fırsat vermeden oradan ayrıldım ve benim yürümeye başlamamla birlikte Pegasus'un işkencesi de bitti ve kendini Septi Ferarum'a attı. O da, ben de neler döndüğünü anlamıştık.
Sonunda, istediğimiz ipucunu yakalamıştık.
Bayan Dagora, Tulpar'ı kendine istiyordu. Onu öldürmek değil, onu adeta tekrardan kodlamak istiyordu!
KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.
KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR
Instagram: byk.literatur
Tiktok: buseninkurgulari
Balonun devamıyla başlayıp, küçük çaplı bir kaosla sona eren uzun bir bölüm sizlerleydi! Umarım, beğenmişsinizdir. Dediğim gibi, sona yaklaşıyoruz bu kitap için. o yüzden lütfen benimle kalın!
Bölümü nasıl buldunuz?
Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...
Instagram : aykusagi.serisi
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.06k Okunma |
164 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |