23. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ

22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

OY SINIRI 8❤️
🔮

Şeytanın da bir melek olduğuna, masum olduğuna ve sadece ona verilen görevi layığıyla yerine getirdiğine inananlardan mısınız? Yoksa, saf kötülüğün tanımı olduğuna ve insanları yolundan çevirmekten başka bir isteği olmadığına inananlardan mı?

Ben, şeytan da dahil hiç kimsenin simsiyah olmadığına; herkesin, her şeyin içinde bir miktar da olsa beyaz olduğuna inananlardandım. Ama buna çok pişman olmama çok az kaldığından habersizdim...

Kar yağışının her zaman romantizmi yansıtmadığından, cehennemin sadece çok sıcak değil aynı zamanda çok soğuk da olduğundan, korkunun benim baş düşmanım olduğundan da habersizdim.

Sevdiklerimi korumak için ne kadar ileri gidebileceğimden, savunduğum doğrular için neleri göze alabileceğimden, korkunun yerini nasıl cesarete bırakacağından da.

Kafamı düşüncelerden soyutlayıp, bulunduğum mekana dönmem epey zaman aldı. O sırada bir şeyler konuşulmuştu ama ben kelimeleri tam seçemiyordum bile. Sadece, Chris'in küçük bir adımla hafifçe önüme geçtiğini gördüm. Apaçık bir meydan okuma değil, tam olarak kalbinin derinliklerinden gelen bir iç güdüydü yaptığı. Bir kez daha konuşuldu ve bu sefer duyabilecek kadar kendimdeydim artık.

"Noel gecesi baş başa kalmak istemiştik Bayan Dagora... Başka bir niyetimiz yoktu. Helena'ya bir hediye verecektim." Dagora kaşlarını hafifçe kaldırdı. Ne ara mesafeyi kapatmıştı bilmiyordum ama tam karşımızdaydı şimdi. Cam, Tara ve aptal illüzyonlar geride kalmışlardı. Belki de ilerlemeye cesaret edememişlerdi.

"Görelim şu hediyeyi." Dedi hala kalkık olan kaşlarının eşliğinde. Onu hiç böyle görmemiştim daha önce. Sanki, gerçek yüzünü saklamayı bırakmıştı artık. Zaman zaman yaşadığım tutulmayı yaşıyordum yine ama hiç sırası değildi. Kendimden emin durmam, onu yanlış bir şey yapmadığımıza ikna etmem gerekiyordu. Derin bir nefes aldım ve sonrasında hafifçe boğazımı temizledim. Chris'in arkasına saklanan küçük bir kız görünümünden sıyrılmak adına yana kaydım ve elimi kolyeme götürdüm hafifçe. Ağzımı açıp bir şeyler söyleyecektim ki, Cam ve Tara'nın arkasından bize doğru yürüyen üç karaltı dikkatimi çekti. Gözlerimi kısıp dikkatimi oraya verdim.

"Öğrencilere güvenim sonsuzdur, bundan şüpheniz olmasın. Ancak ben de bir zamanlar aklı bir karış havada bir ergendim, öyle değil mi? Ve inanın bana çocuklar, hiç de masum değildim. O yüzden bu tavrımı mazur görün. Kurallara uymamanın bir cezası olacağını biliyor olmalısınız, öyle değil mi sevgili Helena?" Gözlerimi peş peşe kırpıştırdım ve Dagora'ya odaklandım. Elim hala kolyemdeydi.

"Hediyem." Dedim, kendimden beklenmeyecek bir güvenle. Normalde böyle anlarda, sesimi bulmakta oldukça zorlanırdım. Ancak Dagora korkumun önüne geçen tek bir şey vardı o da annemi öldürdüğünü biliyor olmanın verdiği nefretti. Eh, bu da Dagora'yı biraz daha az korkunç yapmaya yetiyordu gözümde. Dagora bana doğru yürümeye başladı.

Sözlerimi geri alıyorum.

Dagora korkumun önüne geçen hiçbir şey yoktu.

O güçlüydü. Ben hiçbir şeydim.

Chris, hafifçe tekrar önüme geçme girişiminde bulundu ama Dagora'nın yeşil gözlerinde öyle bir şimşek çaktı ki mıhlandı kaldı. Bir an neredeyse onu sochruyla yerine kilitlediğini düşünecektim ancak gözleri kırmızıya dönmemişti. Bunu sochruyla değil bir bakışıyla yapmış olması yutkunmama sebep oldu.

"İzin verir misin, gardiyan?" dedi Chris'e. Chris'in vücudundan yayılan gerginliği iliklerime kadar hissettim ve işte tam da bu noktada denkleme Pegasus dahil oldu. Bu ana kadar bile, kendini tutması bir mucizeydi zaten. Geçen aylarda onunla yaptığımız onca eğitim sonucu, iradesini kontrol atlına alabilme yolunda epey yol kat etmiştik. Eskiden olsaydı, şimdiye çoktan buraya gelmiş olurdu. Şu an bile, Dagora bana yaklaştığı an ortamda bitmek istiyordu. Ama gerçekten, hiç sırası değildi. Ona hiçbir şey söylememe gerek kalmadan sessizce anlaştık bir kez daha. Son zamanlarda bunu çok sık yapıyorduk. Aramızdaki bağ ne denli güçlenmişti bilmiyordum ama onu artık ayrı bir varlık gibi bile hissedemiyordum. Sanki, bir gibiydik. Ve tam olarak bu sebeple bazı geceleri uyuyamıyor, o gittikten sonra nasıl yaşayacağımı düşünüp duruyordum. Onun oldukça sakin olması ve aynı endişeyi paylaşmaması ise beni çileden çıkarıyordu ancak şu an bunun sırası değildi elbette.

Chris birkaç adım geriledi ve beni Dagora ile nispeten baş başa bıraktı. Dagora aramızdaki mesafeyi bir çırpıda kapatıp elini kolyemin üzerine koydu. Suratına bakmaya ölümüne korksam da ona bunu bir an bile hissettirmemek için adeta didindim. Gözlerimi dimdik onun yeşil gözlerine sabitledim.

"Kutup yıldızı... Ne kadar da romantik çocuklarsınız... Aklı fikri aşk meşk olan, derslerine düzenli çalışan, sevimli çocuklar..." Dagora'da değişmiş bir şeyler vardı. Ters giden bir şeyler.

Onunla en son görüşmemiz birkaç gün önceydi. Ivan'la yaptığımız son dersi ziyaret etmiş ve bana çok iyi gittiğimizi, çok kısa zamanda sonuç alacağımızı zırvalamıştı. Elini sırtıma koymuş, gülümsemiş, Alderwild'i ne kadar sevdiğiyle alakalı bir şeyler saçmalamış ve bizi yalnız bırakmıştı. Şu an karşımda gördüğüm Dagora'da bir şeyler vardı. Bunun sebebi sadece illüzyonlar olamazdı. İllüzyon, akademi öğrencilerine yasaktı ancak cezası kütüphanede çalışmak, hafta sonları yerleşkeyi terk etmemek gibi şeyler olmalıydı! Ve ben nedense, çok daha fazlasının geldiğini hissediyordum.

Acaba Metallum yerleşkesinden bir şeylerin çalındığını öğrenmiş olabilir miydi? Eğer bunu öğrendiyse ve biz illüzyonlarımızla yakalandıysak, o zaman Primuslar bizi korusundu işte.

"Sevgili Helena..." diye fısıldadı kulağıma. "Şimdi bir kutup yıldızına yakışanı yap. Sessizce, kimseye bir şey belli etmeden benimle gel ve Chris illüzyon yaratmanın cezasını kütüphanede birkaç kitapla uğraşarak çeksin. Ama yok, ben sorun çıkartacağım diyorsan... Sana, Chris'e ve o çok sevimli Tulparına Captivum'dan okyanus manzaralı bir oda sözüm olsun... Oda arkadaşı olmanıza da izin vereceğim, gerçekten. Çünkü ben, çok merhametli biriyim." Ben donup kalmıştım ki, bir cümle daha ekledi vurucu cümlelerine.

"Birkaç saate birbirinizi tanıyamayacak hale gelirsiniz zaten." Nefesim, ciğerlerime ulaşmadı. Oksijen de beynime gitmeyi reddetti. Birer birer yere düşen kar taneleri, cehennemin soğuğunu temsil ediyordu şu an benim için. On dakika önce olduğum yerden de, hissettiklerimden de çok uzaktım. Gözümde biriken sıvıyı akıtmamaktan başka yapabileceğim hiçbir güçlülük göstergesi bulamadım. Gözlerine öylece bakmaya devam ettim. Dagora ise kocaman gülümsüyordu.

"Gülümse Helena. Captivum için çok genç değil misiniz yoksa?" dedi bir kere daha. Yüzümde ne kadar kas varsa bir bir zorladım ve hafifçe gülümsemeye başladım. Gözüm, arkadaki silüetleri çok net bir biçimde seçebiliyordu artık. Kalenin muhafızlarından olmalıydılar. Üstlerinde, bizim Düello kulübü için giydiğimize benzer koruyucu kıyafetler vardı.

Övünebileceğim tek bir şey vardı, o da yaşları akıtmamayı başarmış olmamdı. Bunun daha ne kadar süreceğini merak ederek Dagora'ya bakmayı sürdürdüm.

"Şimdi gidip Chris'e her şeyin yolunda olduğunu söyleyeceksin ve sonra benimle geleceksin. Ben de Chris'i aptal kitaplarla oyalayacağım. Sonra sen ve ben, biraz eğleneceğiz." Bir kez daha gülümsedim ve yüzümde gülümsemeyle arkamı döndüm. Chris, bütün güzelliğiyle ve gerginliğiyle birkaç adım geride, kısık gözlerle bize bakıyordu. Bu kez gerçek bir gülümseme gönderdim ona. En azından kısa bir süre için de olsa, güvende olacaktı. Bana ne olacağı hakkında ise gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Dagora, bir şeyleri öğrenmişti ama neyi öğrendiğini kestiremiyordum. Chris'in yanına gitmek için adımladığım o bir iki adım, dakikalarca sürmüş gibi hissettirdi. Derin bir nefes alıp kollarımı boynuna doladım.

"Sana Kale kütüphanesi cezası, bana da Dagora'nın ayak işlerini yapma cezası düştü." Dedim gülümseyerek. Chris ellerini belime koyup beni hafifçe itti. Suratıma bakmaya çalışıyordu ancak ben tam olarak bu sebeple sarılmıştım ona. Yüzüne bakıp hiçbir şey olmamış gibi yapamayacağımı bildiğim için.

"Sorun ne, Helena?" dedi aynı kısık gözlerle. Gözlerini geceden ayırt etmek imkansızdı. Bir kez daha, aslında ne kadar romantik bir ortamda olduğumuzu fark ettim. Gecenin altında, gece gibi gözleri olan biriyleydim ve üzerimize yağan kar birer birer bütün endişelerimizi çekip alıyordu sanki. Az önce bana cehennemi getiren kar, bu kez de cenneti getiriyordu. Demek ki suç karda değildi...

"Sorun, kısa bir süre için bile olsa birbirimizi göremeyecek olmamız. Noel tatilini sağda solda dedektiflik yaparak geçirmek yerine, cezalarımızla geçireceğiz ve birbirimizi göremeyeceğiz. Ayrıca sorun, bana Helena demen için illa bir şey olması gerekmesi!" Dedim ve daha fazla tutamadım gözümden akmak için mücadele eden o damlaları. Bu kez bana sarılan Chris oldu. Bir elini saçlarıma diğerini de belime koyup beni iyice kendine çekti. Saçlarımdaki eli hafifçe hareket ederek beni yatıştırmaya çalışıyordu ancak ben bir türlü ağlamamı durduramadım.

Noel tatilinde herkes ailesinin yanına dönerken biz bu fırsatı yasaklı kitapları kurcalayarak, elementerliğimiz üzerinde çalışarak ve toplayabildiğimiz kadar bilgi toplayarak harcayacaktık. Şimdi ise benim Akademide kalan günlerimin, hatta belki bu evrende kalan günlerimin bile bir garantisi yoktu. Dagora bana ne yapacaktı bilmiyordum. Chris'i bir daha görüp göremeyeceğimi bilmiyordum. Ve lanet olsun ki göz yaşlarımı bir türlü durduramıyordum.

Kısa bir süre öyle sarıldık ve sonra hafifçe geri çekildim. Dagora'yı daha fazla sinirlendirmeye niyetim yoktu. Gitmek için hareketlenecektim ancak Chris'in eli bileğimi tuttu. Diğer elini kaldırıp kolyemi tuttu.

"Birbirimizi görmemize gerek yok. Birlikteyiz. Ayrıca, anladık. Bir daha Jokey demeyeceğim sana. Lakabını sevdiğini sanıyordum. Ama bunun için ağlamadığını biliyorum Helena... Her ne oluyorsa, bana söylemenin bir yolunu bul." Dedi kararlı bakışlarıyla. Önce gülümsedim, sonra yine yaşlar süzüldü gözlerimden. Chris bir kez daha iç çekti. Beni bu kadar iyi tanımak, ilk kez bir ödül değil de ceza olmalıydı onun için. Anlam veremiyordu.

"Ben sana bir şey veremedim. Sen nasıl hatırlayacaksın beni?" Chris'in kafası bulanmaya başlıyordu ve eğer biraz daha saçmalarsam büyük bir şeylerin döndüğünü anlayacaktı. Bir an önce susmam gerekiyordu. Ama bir türlü yapamıyordum. Saçma sapan şeylere ağlamaya engel olamıyordum. Onu son kez görüyor olabilirdim ve bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. İçimde kopan fırtınanın haddi hesabı yoktu ve tek yaptığım aptal gibi gülümsemek ya da Noel tatilinde seni göremeyeceğim diyerek mızmızlanmaktı. Oysaki, kalbim yerinden sökülüyormuş gibi hissediyordum. Saatler önce batan Güneş sanki bir daha doğmayacakmış gibi hissediyordum.

"Seni hatırlamama gerek yok Helena. Seni unutmayacağım. Ayrıca, ben de kalenin kütüphanesinde olacağım. Elbet görüşeceğiz. Neden bu kadar duygusallaştığını anlayamıyorum. Başka bir şey var ama söylemiyorsun da. Seni belki de ilk kez okuyamıyorum ve bu canımı sıktı. Dagora'dan mı korkuyorsun? Sana hiçbir şey yapamaz. İzin vermem. Kimse yapamaz. Kısa bir süre sabret, olur mu?" Gözlerimi kapatıp bir süre sonra kendimi toparlamış bir şekilde açtım. Başımı salladım usulca ve gülümsedim. Bunun onu son görüşüm olabileceğinden haberi yoktu ve bunu ona söyleme şansım da yoktu. O yüzden onu daha fazla üzmenin ya da endişelendirmenin de bir anlamı yoktu. Kolumdaki saati çıkarıp ona uzattım.

"Bir sonraki görüşmemize kadar bunun camını yaptırabilir misin? Sonra bana geri verirsin. Canımı sıkmaya başladı." Dedim sahte bir bıkkınlıkla. Gözleri mümkünmüş gibi daha da kısıldı. Chris aptal değildi. Bir şeyler olduğunu anlıyordu ama ne olduğunu bir türlü anlamıyordu. O camın kırık olmasından hiçbir zaman rahatsız olmadığımı biliyordu. Ama ona bu saati, benden hatıra olması için verdiğimi bilmiyordu. Bilemezdi de.

Başını sallayıp beni onayladı ve daha fazla konuşmadı. Ben de arkamı dönüp beni bekleyen cehenneme doğru hızlıca ilerledim. Cam, Tara, illüzyonlar ve muhafızlar gitmişti. Sadece ben ve Dagora vardık şimdi.

"Gidebiliriz Bayan Dagora." Tiksindiğimi bir tek onun anlamasını umdum. O da bana gülümsedi. Bana hafifçe elini uzattı ve saniyeler içerisinde kendimi akademiye ilk geldiğimde kaldığım odalardan birinde buldum.

***

Gerginlik bedenimde başka hiçbir duygu kırıntısına yer bırakmayacak kadar büyüktü ancak bu hayattaki en büyük rakibi korkuydu herhalde. Korku ısrarla, gerginlikten rol çalmaya çalışıyordu. Pegasus'un söz dinlemeyip, beni buradan çekip çıkaracağına dair yaşadığım tarifsiz korku... Bunca saçmalık dönerken, Dagora bana karşı bir şeyler öğrenmişken, bir de irade olayını öğrenseydi beni İgniser yerleşkesinden aşağı iter ve bir kutu patlamış mısır eşliğinde atomlara ayrılmamı izlerdi.

İçimde tarifsiz bir huzursuzluk vardı. Ben Pegasus'un bir şeyler yapacağından deli gibi korksam da, onun herhangi bir gerginliği ya da bir çabası yoktu. Neden her zaman olduğu gibi buraya gelmek için çabalamıyordu? Gelmesini asla istemezdim, evet ama ondaki koruyucu tarafı sürekli görmeye alışmıştım bir kere. Şimdi bana geçirdiği sakinliğe anlam veremiyordum. Bu küçük odada ileri geri adımlamak dışında bir şey de yapamıyordum. Kurban edilmeye hazır bir koyundum ve celladın gelmesine de birkaç dakika kalmıştı. Elim boğazıma gitti istemsizce, boğulacak gibi hissediyordum.

"Yürü benimle." Dedi otoriter bir ses. Kapının ne ara açıldığını, Dagora'nın ne ara geldiğini görmedim ancak hiçbir şey söylemeden peşine takıldım. Sessiz bir yürüyüşün ardından Düello kulübüne ev sahipliği yapan bahçeye geldik. Birkaç adım ötedeki uçuruma çevrildi gözlerim. Burası beni çok ürkütüyordu.

"1600'lü yıllara şahit olmadığını varsayıyorum. Eh, ben de olmadım. Ancak büyükannem sayesinde, şahit olmuş kadar çok anı sahibi oldum. Elementerlerin büyük başarısızlık dönemlerinden biriydi yine. Haşere baskınları, onların yaydığı salgınlar ve daha tonlarca hastalık yüzbinlerce insanı yeryüzünden silip süpürdü. Önemsiz insanları, çok önemli insanları... Conrad Gessner mesela. Muhteşem, umut vaat eden bir fizikçi. Birkaç haşere tarafından alt edilemeyecek kadar önemli bir adam... Ama haşerelerin aklı bunlara ermez Helena. Sadece yok etmek için yaşarlar ve karşılarındaki insanın mükemmelliğini görmekten acizlerdir." Bakışları çok kısa bir süre için bana değdi ve dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı.

"Ama ne var ki, tarih er ya da geç haşerelere haddini bildirir." Yutkundum anlattıklarını dinlerken. Ne söylemek istediğini anlayacak kadar zeka sahibiydim. Benim onun vizyonunu anlayamayan bir haşere olduğumu düşünüyordu, daha doğrusu isyancıların. Beni de bu gruba dahil eden imalar yapıyordu. Bir şeyler öğrenmişti. Acaba, ekiplere katıldığımı öğrenmiş olabilir miydi? Dik durmaya çalıştım. Ama yükselen sesi buna engel oldu. Dagora, küçük çaplı bir sinir krizi geçirmeye başladı.

"Daha üç gündür bu evrenden haberdarsın ve her şeyi biliyorsun öyle mi?! Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu... Kimi desteklemen gerektiğini ve benim kötü olduğumu biliyorsun, öyle mi?" Yeşil gözlerinin içinden fışkıran ateşler, onu neredeyse sochru yapıyor gibi gösteriyordu. Derin bir nefes aldım. Bir şeyler çoktan açığa çıkmıştı. O yüzden inkar etmenin kimseye faydası yoktu. Bir kez daha, dürüst olacak ve bunun bedelini de sonra ödeyecektim.

"Her ne vizyona sahip olursan ol, sebebi ne olursa olsun, yaptıklarını haklı çıkaracak bir açıklaman olamaz." Ancak kartlarımı yüzde yüz açık oynayacak kadar da salak değildim. Ne öğrendiğimi, nereden öğrendiğimi bilmesine gerek yoktu. Sadece huzursuz olması ve ensesinde olduğumu bilmesi yeterliydi. Tabii bir de, ben onun ne bildiğini öğrenmeliydim. Ne öğrenmişti ki, benim bir tehlike arz ettiğimi düşünüyor ve beni kaleye kapatıyordu?

Dagora zoraki bir şekilde gülümsedi. Meydan okumamı kabul etmişti. Ellerini üzerindeki kan kırmızısı takım elbisenin arkasında birleştirdi.

"Yaptıklarımı konuşabiliriz elbette. Ama seni buraya bunun için getirmedim Helena. Yapacaklarımı konuşmak için getirdim." Kaşlarım çatıldı istemsizce. Ne demek istediği hakkında bir fikrim yoktu. Cevap vermeden konuşmasını bekledim.

"Kıymetli Tulpar'a yapacaklarım..." İstemsizce bir anda ona doğru atılmamla, beni olduğum yere çivilemesi bir oldu. Gözlerinde gördüğüm alevin eyleme dökülmesine şahit oldum saniyeler içerisinde ve hareketlerim tamamen kısıtlandı. Ağzım hariç hiçbir yerimi hareket ettiremiyordum. Bir süre öylece dişlerimi sıkarak yaptığı şeyi bitirmesini bekledim ve birkaç dakika öylece gözlerime baktıktan sonra hareket özgürlüğümü geri verdi. Bana, ne kadar aciz olduğumu kanıtlamaya çalışıyordu.

"Ona hiçbir şey yapamazsın." Dedim gülümseyerek. Bu, yüzde yüz doğru değildi elbette ama en azından onu asla öldüremezdi. Hatta belki, Tempersitar Primus'u Tulpara herhangi bir şey yapılmasına engel olurdu.

Primusların böyle şeylere ne kadar dahil olduğunu ne yazık ki bilmiyordum ama bedeli her ne olursa olsun, Pegasus'u koruyacağına inanıyordum.

"Ona birçok şey yapabilirim. Aklına dahi gelmeyecek şeyler. Hatta, ne yazık ki çoktan bir şeyler yaptığımı söylemek zorundayım. Mesele, yapabileceklerim değil. Ne yapacağım Helena. Ve bu da, bil bakalım kime bağlı olacak?" Sinirden kendimi kaybetmek üzereydim. Bütün gece Pegasus'un bu kadar sakin ve tepkisiz olmasının sebebi buydu demek ki. Ona bir şey yapmıştı!

Pegasus, sana hiçbir şey olmayacak. Ne diyorsa kabul edeceğim ve senin güvende olduğundan emin olacağım. Bana birkaç dakika ver...

Pegasus, bu evrendeki bir adet Tempersitar elementerinden, hatta birkaç tanesinden bile çok daha önemliydi. Benim yerim doldurulabilirdi ancak onun doldurulamazdı. Onu ne pahasına olursa olsun koruyacaktım.

"Pegasus nerede? Ona ne yaptın?! Bizden ne istiyorsun? Neden birden bire savaş açtın bize? Ben sana hiçbir şey yapmadım! Pegasus da öyle!" sesim benden bağımsız bütün bahçede yankılanıyordu. Öyle sinirliydim ki hiçbir etkisi olmayacağını bilmeme rağmen ona bir şeyler yapmak istiyordum. Onu bir hava kabarcığına hapsetmek ve dünyanın öbür ucuna yollamak istiyordum. Kahretsin, neyi bildiğini öğrenmem gerekiyordu!

Dagora öylece gülümsemeye devam etti ancak benim sabrımın sonuna gelmiştik artık.

"Korkaklık edip durma! Sana bir soru sordum, yüzleş benimle. 18 yaşındaki bir kıza savaş açma sebebin ne?! Söyle! Pegasus nerede?!" sözlerimi bitirmemle birlikte her şey bir anda ağır çekime geçti sanki. Onun havalanan eli, ağzından dökülen birkaç kelime ve benim arkamdaki uçuruma doğru savrulmam saniyeler içerisinde oldu. Ama bana yıllar gibi geldi. Kendimi bir anda, uçurumdan aşağı süzülürken buldum.

"Fortiter aliquem movere!" Neden olduğunu anlamadığım keskin bir acı göğsüme saplandı ve saniyeler önce ağır çekime alınan hayatım, yine aynı şekilde gözümün önünden geçmeye başladı. Neyse ki, kayda değer çok az anım vardı ve bu yolculuk sona erene kadar hepsini hatırlayabilirdim... Aileen ve Marva ile başlayan anılarım Chris'in öpücüğünde son buldu. Ancak ben Aralık ayının keskin soğuğunda kavrulmuş okyanusa bir türlü kavuşamadım ve o acıyı çekmeye devam ettim. Yolculuk, beklendiği gibi bitmedi. Sert bir zeminle buluştuğumu hisseder hissetmez gözlerimi açıp neler olduğunu anlamaya çalıştım. Pegasus'un büyüleyici kanadının üzerinde, düştüğümden çok daha hızlı bir şekilde yükseliyordum uçurumun kenarından. Bu kez ağır çekimde olmadan, ayaklarım bahçenin zeminine birikmiş karla buluştu. Pegasus kanatları hala açık konumda önüme geçti. Öyle heybetliydi ki, tek gördüğüm onun gövdesiydi. Hala deli gibi canım acıyor, göğsüme bir şeyler saplanıyordu. Düşmeden önce, beni bıçaklamış olabilir miydi? Vücudumu hızlıca kontrol ettim ve yaramın nerede olduğunu anlamaya çalıştım. Üzerimdeki kırmızı Noel elbisesi bana yardımcı olmasa da, ıslaklığı hissetmem çok sürmedi. Sol bacağımın üst kısmında bir miktar kan vardı. Ne olduğunu bir türlü anlayamadığım bir şekilde yaralanmış olmalıydım. Derken nihayet bakışlarımı kendi üzerimden çekip Pegasus'a çevirdiğimde, neler olduğunu anladım. Kan, benden gelmiyordu.

"Ona ne yaptın?!" sesimin yüksekliği, daha önce şahit olmadığım bir boyuta kadar çıktı ve boğazımdaki hırıltı içimdeki nefrete an be an ayna tuttu. Pegasus'un arkasından çıkıp Dagora'nın karşısına çıkmak için üstün bir çaba sarf ettim ama ne zaman bir tarafa geçsem, Pegasus önüme geçmeye devam etti. Ta ki, acı bir inleme ile güçlü dizlerinin üzerine çökene kadar. Koşarak yanına gidip ne olduğunu anlamaya çalıştım. Vücudunun birden fazla yeri kan kırmızısından nasibini almış ve onun bembeyaz tüylerini Noel renklerine boyamıştı. Aklımı yitirecekmiş gibi hissediyordum. Ölümsüz olması yeterli değildi, acı çekmesi beni ne olursa olsun çileden çıkarıyordu. Dagora'yı saniyeler içerisinde tuzla buz etmemek için hiçbir sebebim yoktu. Bu kez ben Pegasus'un önüne geçip keyifli bir ifade ile olan biteni izleyen Dagora'ya seslendim.

"Sen haşereleri çok hafife alıyorsun. Ama buna çok pişman olacaksın." Bu kez beklenmedik bir biçimde, gür bir kahkahayla karşıladı beni.

"Hayır, olmayacağım. Çünkü haşere tedavisi bulunalı yüzyıllar oldu. Senin tedavin de arkanda duruyor. Ne dersem, ne istersem yapacaksın çünkü mucizevi irade sahibi atının incinmesini istemiyorsun." Her şey bir anda yerine oturdu. Dagora'daki ani değişiklik, beni uçurumdan aşağı atması, tehditleri... Pegasus'un irade sahibi olduğunu öğrenmişti. Bu, çok büyük bir sorundu elbette ancak daha büyük bir sorun varsa o da bunu ona kimin söylediğiydi.

"Nereden biliyorsun?" dedim, bir cevap verip vermeyeceğinden emin olmayarak. Tek kaşını kaldırdı. Elleri hala arkasında bağlıydı.

"Arkadaşlarını iyi seç diyelim Helena." Bu olayı bilen kişiler arasında, söyleme ihtimali olan tek bir kişi vardı o da Derreck...

Eğer bu işten sıyrılırsam, onu mahvedecektim. Hiç doğmamış olmayı dileyecekti.

Usulca arkamı dönüp Pegasus'un ne durumda olduğunu görmeye çalıştım. Çok fazla kan kaybediyor gibi görünmüyordu ancak inlemeleri devam ediyordu. Canının yandığı çok belliydi. Acısının bir kısmını almak için elimden geleni yapsam da irade sahibi bekçilerin sorunu buydu işte! Vermek istemiyorsa, vermiyordu!

"Ne istiyorsun? Onu rahat bırakmak için." Dagora usulca başını salladı. Sonunda, istediği kısma gelmiştik belli ki.

"Ona veda etsen iyi olur. Onu tutmana izin veremeyeceğimi tahmin ediyorsundur herhalde. Seni kurtarabilmek için, onu sochru ile tuttuğum bir alandan kaçmayı başardı. Vücudundaki yaraların sebebi ben değilim, sensin. Ben Pegasus'u uygun koşullarda kapalı tutacağım, sen de küçük aşk yuvana geri döneceksin. Kimse zarar görmeyecek. Merak etme, yemini suyunu da vereceğiz üstelik." Dişlerimi kırılma noktasında sıkmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Onunla böyle konuşmasının bedelini de, ona yaptıklarını da, anneme yaptıklarını da, bu aleme yaptıklarını da bir bir ödetecektim. Tek yapmam gereken, çok kısa bir süre sabretmekti. Dagora'ya karşı bir isyanın eşiğindeydik. Pegasus'u kurtarmanın ve Dagora'yı Captivum'un en derin çukuruna göndermenin bir yolunu bulacaktım. O isyanın başarılı olması için ne gerekiyorsa yapacak, Dagora'nın kimseyi incitemeyeceğinden emin olacaktım. Cevap vermeden dişlerimi sıkmaya devam ettim. O da tekrar konuşmaya başladı.

"Kabul etmezsen, keyfin bilir. Captivum'a arada bir ziyaretinize gelirim elbette. Tabii... Beni hatırlayacak halde olursan." İçimdeki korkunç öfkeyi dindirmek için gücümü son damlasına kadar kullandım. Yumruklarımı öyle bir sıkıyordum ki tırnaklarım avuçlarımı talan etmişti çoktan. Yere damlayan ve karları kırmızıya boyayan kan damlalarını umursamadım. İçimdeki fırtınaya kıyasla bir hiçti bu damlalar. Ömrümde hiç tatmadığım kadar büyük bir öfkeyle dikiliyordum onun karşısında. Ve bunu, son damlasına kadar kullanacaktım. Zamanı geldiğinde...

"Kabul. Pegasus'a iyi baktığından emin olmak şartıyla, ondan vazgeçiyorum." Pegasus, geceyi ikiye bölen bir ulumayı ikimizin arasına bomba gibi düşürdü.

Senden asla vazgeçmeyeceğimi biliyorsun! Bana güven ve plana sadık kal...

"Mükemmel. Öyleyse bağ kırma töreninin hazırlıklarına başlıyorum." Bir miktar gevşemiş olan yumruklarım ışık hızında sıkıldı tekrar.

"Bağ kırma töreni mi? Ne saçmalıyorsun?" Dagora gecenin ikinci tatsız kahkahasını attı ve benim çoktan tükenmiş sabrımı son kez sınadı.

"Senin sözüne güvenip yola çıkacağımı sanmadın herhalde? Birkaç güne hazırlıklar başlar ve Noel dönüşü töreni yaparız. Sebebi ben uydururum. Sen şimdi git ve hayatınla faydalı bir şeyler yapmanın bir yolunu bul Helena. İnan bana, böyle olsun istemezdim. Seni akıllı bir kız sanmıştım." Yere damlayan kana eş zamanlı olarak, gözümden de bir damla yaş aktı ve içimdeki fırtınanın bir kanıtı olarak yavaşça süzüldü yanağımdan.

Hazır ol Pegasus, İsyanı başlatıyoruz.

***

Kulenin tepesinde, yanımda Nova ile bir ileri bir geri yürüyüp gerginliğimi atmayı denedim ancak şu an bana faydalı olabilecek hiçbir şey yoktu. Kafam binlerce devirde çalışıyor gibiydi. Asla susmuyor, duraklamıyordu. Beynimden geçen onlarca fikirden birine tutunmak ve odaklanmak öyle zordu ki. İşte tam da bu sebeple, birilerine ihtiyacım vardı. Kısa bir süre içerisinde Klaer ve Chris'in burada olması gerekiyordu. Onlara olan biteni anlatacak ve isyanı başlatmanın bir yolunu bulacaktım. O bağın kırılmasına asla izin vermeyecek, ona ne çarptığını bile anlamadan Dagora'yı tahtından edecektim.

Merdivenlerdeki hareketlilikle hızla aşağı baktım. Gelen Klaer'di. Birkaç saniye içerisinde yanıma ulaştı.

"Bu kadar acil olan ne?" dedi her şeyden habersiz bir biçimde. Ona acil bir yardım çağrısı bırakmıştım dakikalar önce.

"İsyanı başlatmak zorundayız. Hem de acilen." Klaer gözlerini kırparak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Anlamasının bir yolu yoktu elbette. Benim ne kadar delirdiğimden, ne hissettiğimden haberi yoktu. Ben oradan ayrıldıktan sonra Dagora Pegasus'u götürmüştü ve ben yapabileceğim tek şeyi yapıp onun gözünden nerede olduğunu anlamaya çalışmıştım. Tek bildiğim, kapkaranlık bir yerde bir başına olduğuydu. Onun orada kalmasına da, bağımızı kıracak bir törene de asla müsaade edemezdim. Tek bir yol vardı, o da Dagora'nın sonunu getirmek.

"Neler oluyor? Sakin ol ve bana anlat." Gecenin bütün gerginliği, bütün siniri ağzımda mermilere dönüştü ve bir bir etrafa saçılmaya başladı.

"Bana. Hiç kimse. Sakin. Olmamı. Söylemesin! Pegasus, o kadının elinde! Onun bir iradesi olduğunu biliyor ve günler sonra bağımızı kıracak!" Klaer elini yavaşça ağzının üzerine kapattı ve birkaç saniye sonra da merdivenlerde Chris göründü. Hızla yanıma gelip beni kollarına aldı. Bir yandan, yaydığı rahatlamaya minnettar olup diğer yandan beni rahatlattığı için ondan nefret ettim. Rahatlamak istemiyordum, öfkeden çıldırmak istiyordum. Ne zaman aktığını bile anlamadığım yaşları elinin tersiyle sildi ve ilk kez gördüğüm bir duyguyla baktı bana. Neydi adı, acıma mı? Her neyse, bundan hoşlanmamıştım.

"Bana o şekilde bakma. Bana acıma. Kimse acımasın. Bunun olmasına asla izin vermeyeceğim." Chris başını iki yana salladı. Eli hala yüzümdeydi.

"İzin vermeyeceğiz." Dedi. Gözlerimi bir saniyeliğine kapatıp sakinleşmeyi denedim. Sinirden başım ağrıyordu ve hiçbir şey beynimi susturmaya yetmiyordu. Yaşananlara anlam veremiyor, başıma gelenlere inanamıyordum.

"Bu... Nasıl oldu?" dedi Klaer. Konuşmaya, yanlış bir şey söylemeye çekiniyordu çünkü beni daha önce hiç böyle görmemişti. Kimse görmemişti. Ben de dahil.

"Biri ona irade olayını söylemiş. Bir uçurum testiyle bunu doğruladı. Ona zarar verdi. Ve bende kalmasına asla izin vermeyeceğini Captivum tehdidiyle açıkça belli etti. Ya ben, Chris ve Pegasus hep beraber Captivum'a gidecektik ya da bağımızı kırmasını kabul edecektim." Dişlerimi sıkmak konuşmamı zorlaştırsa da, olan biteni özetlemeyi başardım. Chris'in eli elime inmişti. Elimi hafifçe sıktı.

"Pegasus'u sochruyla bir yerde tuttuğunu ve buna rağmen kendini paramparça edip bir şekilde oradan çıktığını söyledi... Pegasus, beni kurtarmaya gelemeyebilirdi! Hatta, beklediği tam olarak da buydu! Gelebilmesine şaşırmış gibiydi! Buna rağmen, beni oradan aşağı attı! Ölecek olmamı bir saniye bile umursamadı. Onun gibi bir insan, bu okulun başında kalmaya, Kurulda kalmaya devam edemez. En kısa sürede cezasını çekmeli." Elimi istemsizce Chris'in elinden çektim. Hem sakinleşip düzgün düşünebilmek istiyordum hem de onun bana verdiği sakinlik sinirimi bozuyordu. Sinirimin bir gram dahi azalmasını istemiyordum. Öfkenin beni tüketmesini, gözümü karartmasını istiyordum. Her zamanki Helena, Dagora ile başa çıkamazdı. Başka bir Helena olmam gerekiyordu. Chris'in gözleri bir anlığına bana dönse de bir şey söylemedi. Anlaması gerekiyordu.

"Ölen çocuk hakkında söyleyeceklerim için doğru bir an gibi görünüyor." Dikkatimi yerden ve düşüncelerimden çekip Klaer'a çevirdim. Öyle ki, bugün flamma bile yakmamıştım. Kendi ateşimde ısınıyordum.

"Dagora'nın laboratuvarını keşfettik. Oraya ne denir bilmiyorum... Laboratuvar fazla modern kalıyor. Zindanı diyelim." Bakışlarımdaki kararmayı fark etmesiyle konuşmayı hızlandırdı. Detaylara takılmanın zamanı değildi.

"Birkaç sadık muhafızdan başka kimsenin oradan haberi yok. Bizim bildiğimizi de kimse bilmiyor. Orayı bulabilmek günlerimizi aldı. Çocuk öldüğünden beri bulduğumuz korkunç şeylerin hiçbiri, hiç kimseye açıklanmadı. Elbette altında başka bir şey olduğunu anlayıp harekete geçtik. İşin özü ise... Dagora zindanda kendi evcil düşkünlerini tutuyor." Klaer'in sesi, konuşmanın sonuna doğru kısılırken ben de Chris de çıt çıkarmadan devam etmesini bekledik. Klaer bir şey söylemeyince Chris konuşmaya başladı.

"Yani demek istiyorsun ki..." dedi aynı cılızlıkta bir sesle.

"Evcil düşkünleriyle, çocuğu bile isteye öldürttüğünü düşünüyorum. Sırf onları sochrulayabilme kararını Kuruldan geçirebilmek için." Duyduklarıma inanamaz bir biçimde birkaç adım geri gidip tutunacak bir yer aradım ve kumaş gerilmiş sahte duvarlardan birine yasladım kendimi. Ne kadar ileri gidebileceğini bir şekilde göstermişti Dagora. Ama bu kadar ileri gitmesi... Onun için bile çok fazlaydı. Boğazımı temizleme ihtiyacı duydum çünkü sesimin duyulacağından bile emin değildim.

"Kanıtın var mı?" Klaer usul usul başını salladı ve cebinden insan yapımı bir telefon çıkardı. Kaşlarım çatıldı anında. Klaer'in bir telefon kullanmasına şaşırsam da oldukça mantıklıydı. Kanıt toplamanın en güzel yolu elbette bir fotoğraf ya da videoydu. Sadece, bu alemde bunun kullanılabileceğini unutmuştum sanki. Telefonu bize doğru çevirdi ve çektiği videoyla bizi başbaşa bıraktı. Gördüklerimiz ise, kan dondurucu şeylerdi. Derisindeki bütün tüyler yanmış gibi görünen, ağzı köpüren ve gözleri kırmızı renkli birkaç çeşit hayvan... Farklı kafeslerde, önlerindeki bir ölü farenin başında öylece bekliyorlardı. Video çok dar bir açıda ve karanlık bir ortamda, çoğunluğu arkasına gizlendiği masayı çekecek şekilde kaydedilmişti ancak yine de o korkunç manzarayı gözler önüne sermeye yetiyordu. İçeri koruyucu kıyafetli bir muhafız girdi ve en sol kafeste bulunan düşküne yöneldi. Tam kadrajdan çıkmıştı ki kamera hafif sol yaparak tekrar onları kaydetmeye başladı. Muhafızın sesi çok net duyulmasa da dedikleri anlaşılıyordu.

"Otur!" dedi sert bir şekilde ve kafeste ölü farenin başında bekleyen düşkün, oturdu.

"Aferin, uslu çocuk. Şimdi, atıl!" düşkün saniyeler içerisinde önündeki ölü fareye atlayıp tek bir pençe ile onu ikiye böldü ve parçalardan birini yemeye başladı. Öyle bir vahşetle yiyordu ki, yüzyıllardır aç gibiydi. Derken bir komut daha geldi.

"Dur!" ve o yüzyıllardır açmış gibi fareyi yiyen köpek, anında durdu. Bu hayvanları nasıl eğitmişlerdi bilmiyordum ama, istedikleri her şeyi yapacakları bir kıvama getirmişlerdi. Muhafız cebinden çıkardığı bir mendili yerdeki farenin yenmemiş yarısına sürttü ve kafesten çıktı. Çılgın bir açlık dürtüsüyle baş etmeye çalışan köpeği orada bıraktı ve diğer kafesteki düşkünün yanına gitti. Elindeki mendili ayı olduğunu tahmin ettiğim hayvanın önüne attı.

"Kokla!" dedi ve ayı anında eğilip önündeki mendili koklamaya başladı. Birkaç saniye sonra yeni bir komut geldi.

"Atıl!" komutun gelmesiyle birlikte ayı kafesten çıkıp deli gibi etrafa bakmaya başladı. Kokuyu arıyordu. Bir an için, Klaer'in saklandığı yere gelecek gibi oldu ve Klaer'in o anki korkusunu tutulan nefesiyle sonuna kadar hissettik ancak şükür ki ayı kokunun doğru yerini buldu ve diğer kafesin içerisine koşup farenin öbür yarısını tek lokmayla midesine indirdi. Video burada son buldu.

"Dahası da var." Dedi Klaer. Daha ne olabilirdi ki? Şaşkınlıkla döndüm ona.

"Bu zindanın devamında, kafeste yüzlercesi var. Bir Düşkünler ordusu kuruyor." Başımı iki yana salladım. Dagora'nın bir düşkünler ordusu kurduğu gün, bizim sonumuz olurdu. Pegasus için bu kadar acele ediyor olmasaydım bile, vaktimiz yoktu belli ki. Bunu tahmin etmiştik... Ama asla ihtimal vermemiştik.

Kulenin tepesinde, oldukça soğuk ve karlı bir kış gününde, ortamda tek bir şey vardı o da derin bir sessizlikti. Bu gecenin uzun olacağını Dagora'yı ilk gördüğüm an anlamıştım ancak bir parçam yine de sahte bir umuda tutunmuş ve o kadar da kötü olmayabileceğini fısıldamıştı bana. O parçamın ne kadar yanıldığı apaçık ortadaydı. Dünyanın en uzun gecesini yaşıyorduk. Öyle ki, birazdan gün doğacaktı ancak benim güneşi göreceğimize dair inancım kalmamıştı.

"Babamla konuşmaya gideceğim. Herkesin, her şeyin yardımına ihtiyacımız var. Bu isyanı birkaç gün içinde başlatmak zorundayız." Klaer isyan kelimesinden ne kadar nefret ederse etsin, aksine bir şey söyleyecek cesarete şu an için sahip değildi ve bu çok doğru bir karardı. Şu an kimseyi gözümün görmediği bir an yaşıyorduk.

"Bu zindanları kaç muhafız koruyor?" Chris bir süredir ilk kez konuya dahil oldu.

"Sadece iki muhafız gördüm. Ancak vardiyalı çalıştıklarını düşünürsek en az dört muhafızın bu durumdan haberi vardır." Başımı salladım hafifçe. Klaer'a döndüm.

"Bir muhafızı yenmek ne kadar zor?" Klaer gözlerini kıstı.

"Senin için, çok zor. Bir başka muhafız için, oldukça olası." Derin bir nefes aldım. Yavaş yavaş bir plan şekillenmeye başlamıştı kafamda. İyi bir plan olmadan, başarılı bir isyan yapamazdık. Benim planlarıma göre, isyanımızın başarı oranını düşürecek tek bir pürüz kalmıştı o da ikinci kez isyanı kelpienin gözünden gördüğümde fark ettiğim şeffaf kubbe benzeri şeydi. Onun ne olduğunu, ne tür bir etkisi olduğunu bulmalı ve etkisiz hale getirmeliydik. Çünkü benim gördüğüm kadarıyla, annemin öncülük ettiği isyanın başarısız olmasının en büyük sebeplerinden biri o kubbeydi. Onları zayıflatmış, Dagora'nın tarafına ise hiçbir etkisi olmamıştı. Bunu da babamla konuşmam gerekiyordu.

Sessizliği Chris bozdu.

"Kitabın ölüm perileriyle ilgili kısmının çoğunu okuma fırsatım oldu. Ölüm perileri görünmez ve bunu zaten biliyoruz. Bilmemiz gereken diğer şeyler ise, rüya kontrolü ve zihin kontrolü üzerine olan yetenekleri. Zihin kontrolünün örnekleri oldukça nadir. Ancak rüya kontrolü peynir ekmek gibi. Neredeyse her ölüm perisi yapabiliyor." Bu da güllerle alakalı gördüğüm tonlarca kabusu resmi olarak tescillemiş oluyordu. Bir metallum elementeri, bana isyan yolunu seçmediğim takdirde mahvolacak olan hayatımı sürekli bir kabusla gördürmeyi başarıyordu. Eh, ne kadar kızsam da belli ki haklıydı. İsyanı seçmediğim takdirde, gerçekten de birçok hayat mahvolacaktı. Hala kimin gördürdüğünü bilmesek de, bir şeyler yerine oturuyordu.

"Zihin kontrolü yapabilen bir ölüm perisi bulmanın ve elementerini isyana katmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Zihin kontrolü sayesinde Dagora karşısında çok büyük bir avantajımız olur. Sen ekiple, Aronla konuş, ben de babamdan bir şeyler öğrenmek için onun kıvranmasını izleyeyim." Chris usulca başını salladı.

"Ekibe söyle, hazır olsunlar." Chris endişeli bakışlarını bana çevirdi. Neden endişelendiğini hem anlıyor, hem anlayamıyordum. Bunun olacağı en başından beri belliydi. Beni ekibe katan, Aronla tanıştıran oydu. Şu an endişelenmek için doğru zaman değildi. Bakışlarına bir miktar sinirle karşılık verdiğimde gözlerindeki duygu değişimini gördüm. İstemsizce canım sıkıldı.

"Endişelenecek bir şey yok. Bunu zaten bekliyorduk. Biraz erkene almak gerekti hepsi bu." Dedim rahat görünmeye çalışarak. Chris başını salladı ancak ikna olmadığını biliyordum. Yine de, Pegasus o haldeyken kaybedecek bir dakika bile yoktu. Acılarını almama izin vermiyor, benimle korkularını paylaşmıyor ve beni sürekli dışarı itiyordu. Karanlık bir köşede kendi başına acı çekiyor ve benim onu oradan çıkaracağıma dair verdiğim söze güveniyordu. Onu bekletemezdim.

***

Dakikalar sonra kendimi Midvale'deki boş arazide bulduğumda içimdeki sızıyı görmezden gelmeye çalıştım. Buraya her seferinde Pegasus'la gelmiştim... Şimdi ise avcumda ay taşının soğukluğu vardı. Bu lanet gece şükürler olsun ki bitmek üzereydi. Havada koyu bir ayaz ve karanlık vardı ama bu, gün doğumunun habercisiydi aynı zamanda. Hızlı adımlarla eve ilerlemeye başladım. Bir an önce babamla konuşmam ve ondan bir isim almam gerekiyordu. Zihin kontrolü yapabilen bir ölüm perisine ve onun elementerine ihtiyacımız vardı.

İlerlemem güzel gidiyordu, ta ki takip edildiğimi fark edene kadar. Gün doğumuna dakikalar kala, tam arkamdan hafif hafif gelen ve benim tempoma ayak uyduran bu ayak seslerinin başka bir açıklaması olamazdı. Hafifçe duraksayıp ayakkabımın bağcıklarıyla uğraşmaya başladım ve takipçimi görmeye çalıştım. Edindiğim tek ipucu nerede olduğu ve simsiyah giyindiğiydi ancak bunlar bana yeterdi. Klaer ve Fernando kadar iyi niyetli olmadığını varsayıyordum ve her şeye hazırlıklıydım. Birçok kez takip edilmiştim bu sokaklarda ama bu kez eskisi gibi ödü kopan, ne yapacağını bilemeyen bir kız değildim. Bu kez onları beni takip ettiklerine pişman edebilecek biri vardı karşılarında. Derin bir nefes aldım ve aklıma gelen ilk şeyi yaptım.

"Dicentra Eximia!" hızlıca arkamı dönüp sochrumu tüm gücümle takipçiye yolladım ve onu hazırlıksız yakalamayı başardım. Saniyeler içerisinde takipçim bir hava topunun içerisinde süzülür duruma gelmişti. Bu sochruyu Chris'ten düello kulübünde öğrenmiştim... Beni o gün de kurtarmıştı, bugün olduğu gibi. Hava topu yavaşça bana süzülürken ben de oraya doğru ilerledim ve içerisindekinin kim olduğunu görmeye çalıştım. Görmemle birlikte ise başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

"Gökte ararken yerde buldum. Ben sana gelecektim ama sen çoktan bana gelmişsin." Dedim yüzümde sahte bir gülümsemeyle. Derreck, çaresizce hava topunun içerisinde kıvranıyordu. Bir Territer olarak ben izin vermediğim sürece oradan çıkması imkansızdı. Oradan ancak bir başka Tempersitar, doğru sochru ile çıkabilirdi. Kötü yanı şuydu ki, söylediği ya da söylemek istediği hiçbir şeyi duyamazdım bu sebeple onu oradan çıkarmak zorundaydım.

"Seni buradan çıkaracağım ve sen de hayatında bir kez olsun korkak dövüşmeyecek ve bana her şeyi anlatacaksın! Eğer bana yalan söylersen, çok farklı bir Helena'yla tanışacaksın haberin olsun. Hele ki, Pegasus'a yaptıklarından sonra!" gözlerinden geçen kargaşayı gram umursamadım ve başını sallayana kadar öylece dikilmeye devam ettim. Bir süre sonra beni başıyla onayladı ve ben de hava topunu serbest bıraktım. Tabii serbest bırakmadan önce, topu bir miktar yükseltmeyi ihmal etmedim. Yaklaşık 2-3 metre yükseklikten yere düştü ve ellerini ovuşturarak ayaklandı hızla. Ellerim havada, herhangi bir hamlesine karşı hazırdı.

"Herhangi bir amacım yok Helena. Sadece takip ediyorum, hepsi bu." Bütün sinirimi onun üzerine akıtmaya çok hevesliydim ve o da beni buna zorlamaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Kahkaha attım.

"Beni niye takip ediyorsun? Kim için ediyorsun? Ne zamandır ediyorsun? Her şeyi sormamı mı bekleyeceksin yoksa konuşmaya başlayacak mısın?! Sabrımı sınamak istemezsin çünkü hiç kalmadı." Derreck hızlı hızlı gözlerini kırpıştırdı. Elbette şaşırmıştı. Ben de kendime şaşırıyordum. İnsanın değer verdikleri için yapamayacağı şey yoktu belli ki.

"Uzunca bir süredir takip ediyorum. Akademiden önce. Alej'in emriyle. Alej'i tanımadığını biliyorum. Ama sen, oldukça meşhursun biliyorsun ki." Ters bir bakış gönderdim ona. Demek ki birçok kez orada burada gördüğüm takipçilerden biri de Derreck'ti. Ancak bana rüyaları o gördürüyor olamazdı çünkü o bir Territerdi. Gözlerimi kıstım.

"Alej bir Metallum mu?" Derreck usulca başını salladı. Gülümsedim.

"Bingo. Demek elinde gül ile pencerenin altında bekleyen, bana o rüyaları gördüren oydu." Derreck'in yüz ifadesinden ne kadar şey bildiğini anlamaya çalıştım ve suratında koca bir şaşkınlık göremeyince, bizden çok daha fazlasını uzun süredir bildiğine emin oldum. Derreck, ölüm perilerini biliyor olmalıydı.

"Pegasus'u Alej de biliyor yani, değil mi?" onunla adeta tükürür gibi konuşmaktan başka çarem yoktu. Yaptığı şeyden tiksiniyordum.

"Pegasus'u herkes biliyor Helena. Alej neden bilmesin? Akademiden değil diye mi?" ellerimi saçlarımdan geçirdim ve istemsizce devreye giren Tempersitar yeteneklerimin kurbanı oldum. Havayı yavaşça Derreck'ten kendime doğru çekmeye başladım ve alabileceği nefesleri azaltmaya başladım. Kısacası, onu boğuyordum.

"Salağa yatma! Herkes biliyor da ne demek?! Sana güvenmiştim!" Derreck başını iki yana salladı. Elleri hafifçe boğazına giderken gözleri kızarmaya başladı. Zoraki bir biçimde konuştu.

"Anlamıyorum. Neden bahsediyorsun?" tekrar güldüm. Sinirlerim beni sonuna kadar zorluyordu. Üstelik, boğulmasına rağmen itiraf etmiyordu! Havayı biraz daha çektim. Bunu kendi istemişti.

"Pegasus'un karanlık bir hücrede, bağımızın kırılması için beklemesinin sebebi sensin. Dagora'ya iradesi olduğunu söyleyen sensin! Anlamıyorum... ne sebeple? Madem sen de isyancısın, neden böyle bir aptallık yaptın aklım almıyor! Pegasus olmadan bu isyanı nasıl başarıya ulaştırmayı planlıyorsun?!" Derreck ellerini havaya kaldırıp hızla sallamaya başladı. Birkaç saniye sonra da dizlerinin üzerine çöktü. Elleri boğazına gitti.

"Dagora'yla yıllardır tek kelime bile etmedim." Dedi zar zor. Öksürmeye başladı ve sonra tekrar konuştu. "Söyleyen ben değilim Helena. Üstelik söylediğin gibi, benim bunu söylememin hiçbir mantığı yok!" doğru mu yalan mı olduğuna emin olamasam da, doğru olma ihtimali vicdanımı zorladı ve çektiğim havayı yavaşça geri bıraktım. Derreck bir öksürük kriziyle daha nefesini toparladı ve birkaç dakika içerisinde dizlerinin üzerinden kalktı. Ben de o sırada düşünmeye çalışıyordum. Öyleyse kimdi söyleyen?

"Eğer bana yalan söylüyorsan, Primus'una bolca dua etsen iyi olur." Derreck bir şey söylemedi. Ben de yanından geçip eve doğru ilerlemeye başladım.

"Bu arada, beni bir kere daha takip etmemen gerektiğini anlamışsındır umarım. Alej'e de söyle, enerjisini daha iyi şeylere hazırlasın. Birkaç gün sonra bütün isyancılar için büyük gün gelecek." Birkaç adım atmıştım ki Derreck'in bileğimi tutan kolu beni durdurdu.

"Ne demek istiyorsun?" diğer elimle Derreck'in elini bileğimden çektim. Bunun için gerçekten vaktim de yoktu enerjim de.

"İsyan diyorum. Başlıyor. Dagora'yı devireceğiz. Git söyle, herkes hazır olsun diyorum." Tekrar yürümeye başlamıştım ki bu kez de önüme geçti. Derin bir nefes alıp sabır diledim. Onu o topun içinde bırakmalıydım.

"Kendine dikkat et Helena..." dedi kısık bir sesle. Şaşırmıştım. Bunu söylemesini beklemiyordum.

Ona cevap vermeden, hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Birkaç dakika sonra eski evim görüş alanımdaydı. Babam normal bir insan gibi bu saatte uyuyor olmalıydı çünkü güneş kendini ilk kez şimdi göstermeye başlamıştı. Saat daha çok erkendi. Saksıdaki bitkiye korkarak ilerledim. Onu yine kurumuş görmekten ölesiye korkuyordum ama korktuğum gibi olmadı. Çiçek canlıydı. Babam hala içkiye geri dönmemiş olmalıydı. Saksının altından anahtarı alıp içeri girdim ve babamı koltukta elinde bir kitapla uyuyakalmış şekilde buldum. Bu görüntü kalbime ince bir sızı saplanmasına sebep oldu. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Onu hep aynı şekilde görmüştüm. Bir şişe şarapla...

Usul adımlarla koltuğa ilerleyip onu nasıl uyandıracağımı düşünmeye başlamıştım ki ona yaklaşan karaltım saniyeler içerisinde koltuktan doğrulmasına sebep oldu. İki elimi hızla kaldırıp kendimi gösterdim. O da usulca koltuğa geri oturdu.

"Geleceğini biliyordum ama beklediğimden erken oldu." Dedi sakin bir sesle. Gülümsedim. Sahte bir gülümsemeydi bu elbette.

"Hazır olmanı söylemeye geldim." Dedim gerçek bir hazla. İsyanı duyan ya da anlayan herkesin suratına yerleşen o şaşkınlık bu gece bana keyif veren tek şey oluyordu. Yüzündeki karmaşık ifade bir süre sonra azaldı ve yerini meraka bıraktı.

"Ne zaman?" dedi sadece. Dudağımı büküp başımı yana eğdim.

"Maksimum üç gün veriyorum." Karmaşık ifade ışık hızında geri geldi ve koltuktan kalktı.

"Bu çocuk oyuncağı değil. 3 gün içerisinde isyan ilan edemezsin." Kafamı salladım yavaş yavaş.

"İzle ve gör." Dedim gözlerinin içine bakarak. Bir şeyler olduğunu anlamıştı. Sormaya çekiniyor gibiydi. Tom Lincoln bile, benden çekiniyordu. Aslında bu gerçek bir kahkahayı hak ediyordu ama günümde değildim.

"Ne yaptı?" dedi gerçek bir endişeyle. Beni tetikleyen bir şeyler olduğunu anlayacak kadar tecrübeliydi elbette. Onların da fitilini bir şeyler ateşlemiş olmalıydı zamanında.

"Pegasusla bağımı kıracak. Onun iradesi olduğunu biliyor." Dedim ve onun büyüyen gözlerine odaklandım tekrar.

"Evet, Pegasus'un iradesi var." Dedim şaşırdığı şeyin bu olduğunu varsayarak ama yanıldım.

"Sence baş isyancı olarak Tulpar efsanesini bilmiyor muyumdur? Bize neden gelmediğini merak etmiştim hep... Sana geldiğini öğrendiğimde ise bütün taşlar yerine oturmuştu. Biz, Dagora'nın iyi zamanlarıymışız meğer. Benim şaşırdığım, Tulparın iradesi olduğunu nereden biliyor?" ellerimi kaldırdım.

"Bunu öğrendiğim dakika, havai fişekler patlayacak." Babam artık biliyordu benim fitilimi neyin ateşlediğini. Derin düşüncelere daldığını gördüm ve zaman kaybetmeden asıl konuya girdim.

"Bize bir ölüm perisi gerek. Zihin kontrolü yapabilen bir ölüm perisi. Elbet tanıdığın bir metallum vardır. Ha bir de, isyancı olmaya niyetli olması lazım tabii." Babam gülmeye başladı. Gözlerimi kıstım. Ne kadar kızgın, gergin ve üzgün olduğum bütün vücudumdan akıyordu. Buna rağmen güldüğüne göre, ya çok iyi ya da çok kötü bir haberi vardı. Onu dinlediğimi gösterir gibi elimi salladım; o da boğulan, acı çeken ve konuşamayan Tom Lincoln'e dönüştü tekrar. Sabırla ağzından çıkacak kelimeleri bekledim.

"Şu an ona bakıyorsun."

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

 

Son 1!! Bir sonraki bölüm, ilk kitabımızın finali. Son üç bölümdür aksiyon dolu sahnelerle ve bambaşka bir Helena'yla geldim buraya. Ne düşünüyorsunuz? Kibar ve sakin kızımızın içerisinden çıkan kaplanı beğendiniz mi?

Valla ben çok beğendim. Sevdikleri için yapamayacağı hiçbir şey olmayan karakterlere hep hayranlık duyarım. Helena da onlardan biri :)

Instagram : aykusagi.serisi

Bölüm : 21.10.2025 09:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...