24. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 23. BÖLÜM - EPİLOG

23. BÖLÜM - EPİLOG

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

İLK KİTABIN FİNALİNDEYİZ... YORUMLARINIZI BEKLİYOR OLACAĞIM.

OY SINIRI 10❤️

10 OYA ULAŞTIĞIMIZDA, İKİNCİ KİTABA GEÇECEĞİZ ARTIK :)

🔮

Akademi'yi ilk öğrendiğim günün, Fernando'nun odamda bana tonlarca şey anlattığı günün, gizlice Akademi'ye getirildiğim günün, buradaki ilk günlerimin ve Chris'le ilk öpücüğümüzü paylaştığımız balo gününün gözlerimin önünden sırayla geçmesini bekledim bir süre. Hiçbir şeye vaktimin olmadığı bu gergin günlerde tek bir şeye vakit bulabilirdim o da beni bu noktaya getiren anılarımdı.

Kendimi bildiğim günden bu yana başıma gelen hemen hemen her şeyin, bugün olduğum yerle bir ilgisi vardı. Annemin ölümünün, babamın tavırlarının, tanıştığım insanların... Hayatımdaki her olay, beni buna hazırlamıştı. Bir Tulpar eşliğinde, elementer alemini bu pislikten arındırmaya...

Böylesine bir pislikten arınmak içinse sadece Tulpar yeterli değildi ne yazık ki. Üstelik, Pegasus şu an benim ulaşabileceğim bir yerde bile değildi. Dagora onu benden saklıyor, aleyhine kullanamayacağımdan emin olmak istiyordu. İşte tam da bu noktada, devreye muhteşem bir planın girmesi gerekiyordu. Ve şanslıyık ki, muhteşem bir plan yapacak kadar gözü dönmüş bir elementer tanıyordum. Ben.

Babam ile sabaha karşı yaptığımız konuşmada planın eksik birkaç detayını daha netleştirmiş ve hazır hale gelmiştik. Yapılacak tek bir şey kalmıştı o da bu planı bütün Ekiplere, isyancılara, Dagora'nın buradan defolup gitmesini isteyen elementerlere anlatmaktı. Burada ise, dostlarımın devreye girmesi gerekiyordu.

Neredeyse akşam olmuştu ve ben iki gündür uyumuyordum. Uykusuzluğun etkilerini hafifçe görmeye başlasam da sırası değildi farkındaydım. Babamla konuşmamdan sonra gerekli herkese Nyx'im ve ay taşım ile haber uçurmuş, yapması gerekenleri bir bir açıklamış ve sonrasında da burada, Kule'nin tepesinde görüşmeyi talep etmiştim. Ve ne yazık ki, bu o kadar da kolay olmamıştı. İzleniyordum. Tabii, buna şaşırmamıştım. Dagora beni öylece bırakacak değildi. Ancak yine de, canım pahasına bu isyanın gizliliğini korumak zorundaydım.

Kule'de birçok gergin gün geçirmiştim ancak hiçbiri bununla kıyaslanamazdı bile. Bir hava elementerine aldığı havanın yetmemesi, durumun ciddiyetini ortaya seriyor olmalıydı. Güçlü görünmekten, ne yaptığımı biliyor gibi davranmaktan öylesine yorulmuştum ki, bu yorgunluğu da içimdeki acıyı da bitirecek bir şeyler olması için Primus'a yalvarmaktan başka bir şey gelmiyordu aklıma. Pegasus'un bir yerde, ulaşamayacağım bir yerde tutuluyor olması, ciğerlerimdeki her bir hava kesesini hava yerine acıyla dolduruyordu. Soluduğum acı, nefes borumdan başlayarak geçtiği her yeri yakıyor, kanımda oksijen yerine acı geziyordu sanki. Bu, daha önce yaşadığım hiçbir şey gibi değildi. Aklımı kaybetmiş gibiydim. Düşünebildiğim tek şey onu kurtarmak, onu tekrar görebilmekti. Bir bekçi ve elementerin arasındaki bağı anlayacak kadar zaman geçirmiştim bu akademide, ancak bu bağı daha iyi anlamanın bir yolu varsa o da ikisinden birinin tehlikede olmasıydı. Ben ne zaman bir belaya bulaşsam, Pegasus çıldırıyordu. Ve ben de aptal gibi ona sürekli beklemesini söylüyor, neden iradesine karşı gelmesinin bu kadar zor olduğunu merak ediyordum...

Aynı duruma düşmeden, anlayamazmışım belli ki. Yapmak istediğim tek bir şey vardı o da Dagora'nın bir daha asla rahat nefes alamadığından emin olmaktı.

Merdivenden gelen sesle birlikte iç çekip elimi boğazıma götürdüm.

Lütfen, biraz nefes alabileyim. Odaklanmam lazım...

Zayıflamış bağımıza rağmen, Pegasus neyi var neyi yoksa kullanarak beni rahatlatmak için elinden geleni yaptı. Gözümden damlayan yaşı silip arkamı döndüm ve kimin geldiğine baktım.

Görmeyi dört gözle beklediğim ilk insan, Fernando merdivenlerdeydi.

"Buldun mu? Fernando, lütfen..." Fernando hızlıca basamakları tırmanıp yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı.

"Buldum Helena..." kelimeler ağzından dökülür dökülmez sarılışına karşılık verdim ve uzunca bir süredir tuttuğum göz yaşlarımı serbest bıraktım.

"Şükürler olsun..." diyebildim sadece. Göğsümdeki korkunç acının bir miktar azalması ile daha rahat nefes almaya başladım. Sonucu her ne olursa olsun, ilk işim her zaman Pegasus'u kurtarmak olacaktı.

"Biraz zor olacak Helena, baştan söyleyeyim. Ancak nasıl yapacağımızı öğrendim. Bize her elementten bir elementer gerekiyor, bir de Pegasus'un nerede olduğunu bilmemiz gerekiyor..." başımı usulca salladım ve kafamın düzgün çalışabilmesi için gözlerimi bir saniye için kapattım. Pegasus'un nerede olduğunu bulabilecek tek kişi bendim. Diğer elementten elementerler bulma işini ise Chris'e bırakacaktım.

"Toprak için seni, Hava için beni kullanabiliriz. Ateş, Metallum ve Su için de ekipten birilerini bulmasını söyleyeceğim Chris'e. Ne yapmamız gerekiyor?" başını usulca sallayıp cebinden katlı bir kağıt çıkardı. Kağıdın her yerinde katlanma izleri ve ufak tefek yırtılmalar vardı. Çok çok eski olduğu her halinden belliydi. Dikkatle kağıdı okudum. Açık ve net bir biçimde sıralanmış talimatlar hayatımızı kurtaracaktı.

"Tulpar ilk geldiğinde de benzer bir şey yaşanmış olmalı. Bilmiyorum. Bu kağıt, bir Primus bekçisinin üzerinde esaret kuran her türlü sochruyu kaldıran bir ayini anlatıyor." Bildiğimiz kadarıyla, biz sıradan elementerlerin arasına gönderilen ilk Primus bekçisi Tulpar'dı. Ancak bu, kütüphanelerdeki milyonlarca kitabın hepsine bakmadan, yaşayan en yaşlı elementerleri dinlemeden emin olabileceğimiz bir durum değildi. O an aklıma gelen bir şeyle kaşlarımı çattım.

"Sence neden sadece Tempersitar Primus'u bu olaylara müdahil oldu? Neden Aquasarlar, Metallumlar ya da Territerlerin Primus'u kendi bekçisini göndermedi?" İgniser Primus'unun Dagora ile aynı fikirde olduğunu varsayıyordum çünkü onun bu iğrenç sochrularının her birinin onayını veren yine o Primus'tu.

Fernando da aynı kaş çatıklığıyla karşılık verdi bana.

"Bunu elbette kesin olarak bilemeyiz, ancak Akademi'nin son senesinde alacağın Primuslar dersinde öğreneceğin bir şey varsa o da Tempersitar Primus'unun bir melekten farksız olduğu... Primusların birbirinden ne kadar farklı olduklarına inanamazsın Helena. Karakterleri, düşünceleri, görünüşleri... Belki de Tempersitar Primus'u Dünya'nın geleceğine kayıtsız kalamamıştır." Omuz silktim. Belli ki her şeyin bir sırası vardı. Önce Dagora'yı devirmem, sonra bir dördüncü sınıf öğrencisi olmam gerekiyordu. Belki o zaman, Primuslar hakkında daha fazlasını öğrenirdim...

"Her zaman, hangi Primus'a daha benzer karakterdeysek, o elementer topluluğuna seçildiğimizi düşünürdüm. Keşke bunu kesin olarak bilmenin bir yolu olsaydı." Fernando'nun, böyle şeyler üzerinde düşüneceğine hiç ihtimal vermezdim doğrusu. Hatta dürüst olmak gerekirse, Klaer dışında kafasını meşgul etmeyi başarabilen olay sayısının üç olduğuna falan inanıyordum ancak belli ki yanılmıştım. Ona gülümsedim.

"Eğer öyle olsaydı, Chris bir Tempersitar olmazdı Fernando, inan bana." Dedim ve ikimiz de gülmeye başladık. Bizi bölen, merdivenlerden gelen sinirli homurtu oldu. Başımı çevirip kimin geldiğine baktım ve Chris'i görmemle birlikte ilk düşündüğüm şey, acaba bizi duydu mu oldu.

"Duydum!" dedi Chris, sanki neyi merak ettiğimi çoktan biliyormuş gibi. Bazen gerçekten, aklımı okuyabildiğini düşünüyordum. Yüzündeki huysuz ifade daha çok gülmemi sağladı. Son zamanlarda eskisi kadar mendebur olmadığını düşünmeye başlamıştım oysa ki.

"Buraya geldiğini gören oldu mu?" Chris gözlerini devirdi.

"Çok dikkatliydim." İçim bir nebze rahattı çünkü onca elementer olarak hepimiz bu alemde tek bir görünmez canlı biliyorduk o da ölüm perileriydi. Ve yine şanslıydık ki, ölüm perileri Dagora'nın baş düşmanı Metallumların bekçileriydi. O yüzden onun kontrolünde bizi gözetleyen görünmez bir bekçi olabileceği ihtimalini elemiş ve kendimizi görünür tehditlere karşı titizlikle korumaya başlamıştık. Kule'nin yakınında herhangi bir yere ay taşı kullanmıyor, Kule hakkında kesinlikle birileriyle konuşmuyor ve küçük grubumuz hariç kimsenin burayı bilmediğinden emin olmaya çalışıyorduk.

"Tamam, Klaer'in birazdan geleceğine eminim. Babam da öyle. Sonra, başlayabiliriz." Herkes usulca kafasını salladı. Bugün burada, yeni bir tarih yazacaktık. Ben planı herkese anlatacaktım ve sonrasında da uygulamaya koyulacaktık. Merdivenden gelen bir diğer tıkırtı ile oraya yöneldim ve gözlerimin kocaman açılmasına engel olamadım.

"Tara..." dedim içime kaçan sesimle. Onun burada ne işi vardı? Cam ve Tara'yı buna bulaştırmak gibi bir niyetimiz hiçbir zaman olmamıştı. Mecbur kalmasaydık, Noel partisi gecesinde de bunu yapmazdık ama olaylar böyle gelişmişti.

"Üzgünüm, önceden haber verebilseydim daha iyi olacaktı ama son dakikaya kadar bir karar vermeyi başaramamıştım." Ne kararı olduğunu kimse sormadı ve herkes konuşmanın devamını beklemeye başladı. Tara oldukça gergin görünüyordu. Küçük bedeni mümkünmüş gibi daha da büzüşmüştü ve başındaki tatlı şapka da onu soğuktan korumuyor gibiydi. Elleriyle oynuyordu.

"Yerleşkede bulamayınca, burada olacağınızı tahmin ettim. Size katılmak istiyorum Helena." Gözlerimi kıstım. Bu bir test olabilir miydi? Dagora onu yakalamış, bir şeyler öğrenmiş ve itiraf etmemiz için aramıza salmış olabilirdi. Ne demem gerekiyordu? Çok dikkatli olmak zorundaydım. Şu an sadece kendimi değil; Tulpar'ı, arkadaşlarımı, elementerleri ve bütün insanları ilgilendiren bir görevin ortasındaydım. Ona göre hareket etmem gerekiyordu.

"Tara, bize ne için katılmak istiyorsun? Biz, bir şey yapmıyoruz." Chris'in bakışları ışık hızında bana döndü. Önce gözlerini kıstı sonra ise anlamış olacak ki bakışlarını Tara'ya çevirdi. Tara kafasını önüne eğmişti.

"Ajan değilim, Helena..." dedi kısık bir sesle. Kırılmış gibiydi ancak anlaması gerekirdi. Onunla hiçbir ilgisi yoktu durumun, kişisel değildi.

Üstelik bir ajan da, ajanım demezdi değil mi? Tabi ki ajan değilim derdi! Başımı iki yana sallayıp ne yapacağımı düşünmeye başladım. O sırada, Fernando cebinden ufacık bir cam şişe çıkardı. Hepimizin dikkati oraya çevrildi.

"Yanımda bundan tam beş adet var. Bizim için getirmiştim. Ancak belki Helena'nın payını, bu arkadaşınıza vererek sadakatini ve dürüstlüğünü tartabiliriz. Ne diyorsunuz?" bakışlarımı önce Fernando'ya, sonra da Chris'e çevirdim. Chris'in yüzündeki gerginlikten, bu cam şişenin çok da hayra alamet bir şey olmadığını anladım.

"Fernando... Bu tam olarak nedir?" dedim onu azarlamaya başlamadan önce. Çevremde dost diyebileceğim insan sayısı bir elin parmağını geçmezdi ve onları kaybetme konusunda hiçbir zaman rahat biri olmamıştım. Fevri davranmamam gerekiyordu.

"Doğruluk iksiri." Dedi Fernando. Ve hala dik dik baktığımı fark edince, konuşmaya devam etti.

"Bunu içip, birbirimize yemin ettikten sonra kimsenin birbirinden bir şüphesi kalmayacak. Bunu, size güvenmediğim için getirmedim Helena. Bunu herkes, birbirinden tamamen emin olsun ve sırtı için endişelenmesin diye getirdim. Sen benden emin ol diye." Derin bir nefes alıp durakladı. Ondan emin olduğumu söyleyeceğimi anlamış olacak ki hızla devam eetti.

"Babandan emin ol diye." Aslında ne demek istediğini, ne yapmak istediğini çok iyi anlamıştım. Her ne kadar bir yola çıksak da, aklımda binlerce şüphe olduğunu ve huzursuz olduğumu biliyor olmalıydı. Sadece babama bir iksir içirmek ise onu gerçekten aşağılamak olurdu, bizim için hava hoştu üstelik. Onlardan 20 tane bile içebilirdim.

"Ve isyanın başını sen çektiğine göre, buradaki herkesi bir araya getiren, bize bu inancı veren sen olduğuna göre, eğer bir kişiyi bu iksirin dışında bırakacaksak bu sen olmalısın. Senin payını da Tara'ya veririz böylelikle." Bakışlarımı usulca Chris'e çevirip ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. Oldukça rahatsız görünüyordu. Fernando'nun bunu neden yaptığını tam olarak anlayamadığı için onu suçlayamazdım. Chris, her zaman net bir insandı ve muhtemelen benim kadar can yakıcı güven sorunları ile büyümemişti. Ona baktığımı hissettiğinde transtan çıktı ve bakışlarını bana çevirdi. Bir sorun vardı ama ne?

"Kabul." Dedi hala bana bakarken. Gözlerimi kıstım. Şu an kendi içimizde anlaşmazlık yaşamak için en kötü zamandı ve buna vaktimiz de yoktu.

"Kabul." Dedi Tara da. Birkaç dakika içerisinde ise merdivenlerden gelen yeni sesle birlikte hepimiz oraya odaklandık. Yukarı peş peşe babam ve Klaer çıktı. Klaer, her zamanki ciddi ifadesi ve öldürücü güzelliğiyle direkt yanıma geçti. Babam da Fernando'nun soluna, kulenin en uç arka köşesine çekilmişti ve küçük grubumuz tamamlanmıştı böylelikle. Bakışlarımı babama çevirdim ancak babamın delici bakışlarının tek bir hedefi vardı o da Chris'di. Bu tavırları beni gerçekten deli ediyordu. Tanıştıkları ilk anı düşünüp iç çektim.

"Ne kaçırdık?" dedi Klaer sırayla her birimize bakarken. Bakışları Tara'ya değdiğinde kaşlarını çattı. Yüzünü bana dönüp kaş göz işareti yapmaya başladı. Ben de ona sonra konuşuruz anlamında başımı salladım. Nasıl anlaştığımızı sormayın, bir şekilde birbirimizi anladık ve Klaer Tara'ya bakmayı bıraktı.

"Eğer sen de bulduğunuzu söylersen, bu işi başaracağız demektir..." dedim endişeli çıkan sesimle. Babam yanından ayrıldığımdan beri, Tiran'ın Kelpiesinin gözünden gördüğüm kalkanı araştırıyordu. Aslında bunu yıllarca yapmıştı ve elinde bakılması gereken bir avuç kitap kalmıştı sadece. Tek ihtiyacı olan, o kitaplara bakmasında yardımcı olacak biriydi... Bu konuda, Klaer devreye girmişti.

"Bulduk Helena." Dedi benim aksime gür bir sesle. Aynı kucaklaşmayı tıpkı Fernando'yla olduğu gibi onunla da yaşadık. Kollarını hafifçe bana dolayıp içimin ısınmasına yardım etti. Onun varlığı, bana güçlü hissettiriyordu.

"O kalkanın temeli, kurul üyeleri. Onları bu savaştan uzak tutabilirsek, Dagora kalkanı rüyasında görür." İçimdeki acının her geçen saniye azalmasının tek bir sebebi vardı o da çok güçlü bir silaha sahip olduğumuzu bilmekti. Umut.

Bu kez, gerçekten ama gerçekten başarabileceğimize inanmaya başlamıştım.

Sadece, kurul üyelerini bu savaştan uzak tutmanın bir yolunu bulmalıydık.

"Yeminle başlamaya karar verdik." Dedi Fernando o sırada, elindeki iksirlere bakarak. Gözlerim istemsizce babama kaydı. Ona, güveniyordum... Yani yüzde yüz olmasa da, güveniyordum. Ancak yine de, bu iksire vereceği tepki benim için ne yazık ki çok önemliydi. Bazen, sadece sözler yetmiyordu insana. İşin güzel kısmı ise, babamın yüzünde ufak bir gülümseme belirdi.

Sanki, bizi hafife aldığının farkına varmış gibiydi. Sanki, başaracağımıza olan inancı çok değildi buraya gelmeden önce ama bu değişiyordu. Bunu görebilmiştim.

Elini hızla Fernando'nun elindeki iksire attı ve kimse bir şey diyemeden tek yudumda içindeki sıvıyı içti. Bu, resmen bir şovdu. Ancak, seyircilerin hepsi bu şovdan hoşlanmıştı belli ki. Fernando da Klaer da sırıtıyordu. Sırıtmaları bulaşıcı olsa gerek, birkaç saniye sonra ben de sırıtmaya başladım. Fernando sırayla ben hariç herkese bir iksir verdi ve sonra Klaer'in yanına gitti. Tara ise ortamda kendini kanıtlaması gereken bir diğer insan olduğunun çok farkındaydı ve babamın şovunun bizdeki etkisini görmüştü. Bu sebepten olsa gerek, aynı şekilde iksiri tek yudumda bitirdi. Geriye Fernando, Klaer ve Chris kaldı. Hepsi elinde iksiri tutuyor, birbirlerine bakıyorlardı. Chris yüzündeki ifadeyi düzeltebilecek gibi durmuyordu. Keşke baş başa olsaydık ve ona sorunun ne olduğunu sorabilseydim diye düşündüm. Belki de, alerjisi vardı?

Fernando, onun bu isteksizliğini en başından beri gördüğü için elindeki iksiri ona doğru kaldırıp ona ufak bir davette bulundu. Sonra da iksiri aynı hızla içti. Chris ve Klaer da iksiri içmek için kaldırdığı sırada merdivenlerden gelen sesle birlikte panik oldum. Toplantımız bu kadar kişiden ibaret olmalıydı. Hatta, yeterince fazlalığımız vardı. Kim geliyordu?

Korkuyla merdivenlere yönelip beklemeye başladım. Bir yandan da her şeye hazırlıklıydım. Eğer bir şekilde ifşa olduysak, buradan defolup gitmemiz gerekiyordu, farkındaydım. Elimi ay taşıma götürüp diğerlerine baktım ve herkesin taşlarını çıkarmasını bekledim. Fernando, kendi topluluğunun taşı olan Aragonit taşını eline almıştı. Herkesin hazır olduğunu görünce kafamı hafifçe eğip gelen kişiye baktım ve bütün duyularımın donduğuna şahit oldum.

Burada, ne arıyordu?

Sağ elimi kaldırıp arkamdakilere beklemelerini işaret ettim. Ne yapacaktık şimdi? Bu toplantı, git gide çığırından çıkıyordu.

"Senin burada ne işin var?" dedim istemsizce sert çıkan sesimle. Aslında, onunla bir sorunumuz olmasa da aramızın bariz bir biçimde açıldığının herkes farkındaydı. Böylesine kritik bir plana dahil edemeyeceğimiz kadar açıldığının...

Üstelik, o, Emile cadısı ile birlikteydi!

"Sadece dinle, lütfen." Dedi yalvarır gibi çıkan cılız sesiyle. Merdivenlerden geri çekilip yukarı çıkmasını bekledim. Ve belli ki, tek şok olan ben değildim. Chris, elinde iksiri ile donakalmıştı. Herkes, kaçmalı mıyız kalmalı mıyız onu merak ediyordu ama ne yazık ki bunu ben de bilmiyordum. Eski William olsa, asla kaçmamamız gerektiğini bilirdim. Ama yeni William için, söz veremiyordum.

"Söylemem gereken şeyler var." Dedi üzgün bir ifadeyle. Sinirle saçlarımı çekiştirdim.

"Acil değilse, sonra konuşalım. Şu an çok önemli bir şeyin ortasındayız." Babam kulenin en dip köşesinde, William'ın arkasına doğru bir yerdeydi. Onu henüz görmemiş olmalıydı ve bu da hala onu buradan sorunsuzca gönderebiliriz demekti. Ama eğer babamı görürse, işte o zaman buradaki bir avuç elementerin burada Noel partisi yapmadığını anlardı. Zorlukla yutkundum.

"Acil olmasaydı, burayı bulmak için o kadar uğraşmazdım." Kaşlarımı çattım. Sahi, burayı nasıl bulmuştu?

"Lütfen kısa kes, William. Gerçekten şu an hiç sırası değil." Ona karşı bu denli değişmemin temel sebebi Emile'di. Onu bize tercih etmiş olması, onu Chris'e tercih etmiş olması beni çileden çıkarıyordu. Biz onun arkadaşlarıydık ve onun iyiliğini istemiştik. O ise kaç yıllık çocukluk arkadaşı olan Chris'i geride bırakmak için bir saniye bile düşünmemişti.

"Yaptıklarım için, özür dilerim..." dedi kısık bir sesle. Bir kere daha saçlarımı çekiştirdim. Çığlık atmak istiyordum. Gerçekten! Şu. An. Sırası. Mıydı?!

"William!" dedim sabırsızca. Tom Lincoln ondan bir metre geride, bütün isyancılığıyla çığlık çığlığa planlarımızı haykırırken, William bize Emile konusunda ne kadar pişman olduğunu anlatacak değildi herhalde!

"Gözünün açılmasına sevindim! Bunu sonra konuşuruz olur mu?!" William başını iki yana sallayıp duruşunu dikleştirdi. Bu kez konuştuğunda, sesi miyavlar gibi çıkmamıştı en azından.

"Her ne planlıyorsanız, Emile'e karşı önlem almayı da ihmal etmeyin. Onun gözü dönmüş durumda." Kaşlarımı çattım. Emile bize ne yapabilirdi ki? İstediği kadar gözü dönsündü.

"Ne demek istiyorsun?" Chris, daha fazla dayanamamış ve konuya dahil olmuştu. Onun da sinirleri en az benimki kadar gergin olmalıydı. Hatta daha fazla...

"Böyle olsun istemezdim Helena. Ben, tahmin edemedim." Avuç içimi sertçe alnıma vurdum. Bütün sakinliğimi kaybetmeme üç saniye vardı. Vakit kaybediyorduk ve William'ın burada olduğu her saniye ifşa olabilmemiz için bir tehlike demekti. William nihayet, sabrımın taştığını anlamış olacak ki ağzındaki baklayı çıkardı. Nereden bilebilirdim ki, onun ölümünün elimden olacağını...

"Tulpar'ın iradesini Emile'e söyledim. Bunu Dagora'ya söyleyeceğini düşünemedim. Dagora'nın onu hapsettiğini duydum. Çok üzgünüm Helena..." söylediklerinin hiçbir önemi yoktu benim için. Tulparın iradesi diye cümleye başladığı dakika ben bütün sabrımı, aklımı, sakinliğimi kaybetmiştim. Bir anda üzerine atladım ve merdivenlerden aşağı uçmaya başladık. William'ın sırtının, neredeyse kırk metreden altımızdaki karlı zeminde patates püresi olmasını engelleyen şey onun bekçisi oldu. Pulchram iri cüssesini William'ın sırtının altına siper ederek yumuşakça yere inmemizi sağladı ancak bu benim onu öldürmeme engel olmayacaktı.

"Seni pislik! Seni öldüreceğim beni duydun mu?! Ben sana güvenmiştim! Kimseye söylemediğim bu sırrı sadece sana vermiştim! Canına susadın öyle mi? Madem ölmek istiyorsun, sana bunu vereceğim o zaman!" William bana karşı koymak için hiçbir şey yapmadığında Pulchram hariç önümde hiçbir engel yoktu. Ona asla zarar vermezdim ancak etkisiz hale getirebilirdim. Ellerimi kaldırıp tüm gücümü kullandığıma emin oldum.

"Salvia Splendens!" Pulchram saniyeler içerisinde açtığı kanatlarıyla birlikte önüme geçemeden hareketsiz kaldı. William korkuyla ona döndüğünde bağırışlarım daha da arttı.

"Ben senin gibi bir canavar değilim! Ona zarar vermedim! Asla vermem!" dedim öfkemi bir türlü kusamayarak. Ellerim bir kere daha yukarı kalktığında, bu kez hedefi William olacaktı. Keşke karşılık verseydi, o zaman her şey daha tatmin edici olabilirdi.

"Oxalis Reg-" beni engelleyen şeyin ne olduğunu görmek için gri olduğunu bildiğim gözlerimden alev saçarak arkamı döndüm. Chris'in eli usulca yüzüme uzandı.

"Pişman olacağın bir şey yapma..." dedi sakin bir ses tonuyla. Birkaç saniye gözlerine öylece baktıktan sonra ellerimi yavaşça indirdim. Bu, onu gebertmeyeceğim demek değildi. Sadece, bunu daha sonra yapacaktım. Daha az şahit varken. Tekrar merdivenlere yönelmiştim ki William tekrar konuştu ve bu kez gerçekten şansını sonuna kadar zorluyordu!

"Telafi etmek istiyorum... Yardım etmeme izin ver." İstemsizce kahkaha attım. İnanılır gibi değildi gerçekten.

"Sen kafayı mı yedin? Yardım etmek istiyormuş. Sana bundan sonra adının William olduğu konusunda bile güvenmem!" Fernando kaşlarını çattı.

"Karışmak gibi olmasın ama, alabileceğimiz her türlü yardıma ihtiyacımız olacak Helena." Dedi kısık bir sesle.

"Ondan değil! Onun yardımı olmaz Fernando, duydun mu? O, Pegasus'un o hücrede kıvranmasının sebebi! O, bu isyanı apar topar yapıp geberip gidecek olmamızın sebebi!" Fernando başını yavaşça eğdi. Bir şeyler söylemek istediğini biliyordum ama son zamanlarda içimden çıkan bu kaçıkla kimse muhatap olmak istemiyor gibiydi. Sakinleşmeye çalıştım. Herkesi korkutuyor olmalıydım. Derin bir nefes aldım.

"Ona nasıl güveneceğiz?" dedim biraz daha yapıcı olmaya çalışarak. Fernando elindeki boş iksir şişesini gösterdi. Kaşlarımı çattım. İçmeyen kalmış mıydı? Klaer'a döndüm hızla. Elindeki şişenin boş olduğunu fark ettim ve şakaklarımı ovmaya başladım.

"Ne kadar sürede yapılıyor bu iksir?" dedim huysuzca. Fernando başını iki yana salladı.

"İki günde. Ama belki, yerleşkelerdeki örneklerden birini çalabiliriz." Gözlerimi kısıp başımı salladım. Birinin acilen o iksiri çalıp getirmesi gerekiyordu ve sonrasında belki bu saçma toplantıya devam edebilirdik. O sırada Chris'e döndüm, ondan bu iyiliği istemek için. Ama o, çözümü zaten avuçlarında tutuyordu.

"İçmemişsin!" dedim neşeyle.

"İçeceğim saniye merdivenlerde William belirdi." Dedi huysuzca. Eh, zaten iksir fikrinden hoşlanmamıştı. Elindeki iksire uzandım yavaşça.

"Emin misin, Helena? Hepimizin içmesi daha doğru olacaktır. Hemen gidip yerleşkeden alabiliriz." Fernando, bu iksir konusunda neden ısrarcıydı bilmiyordum ama Chris'in en büyük fanı olmamasıyla bir alakası olabilirdi. William ile Chris arasında güven kıyaslaması teklif dahi edilemezdi.

"Yeterince vakit kaybettik." Dedim sinirle William'a bakarken. "Yakalanma riskini alamayız. Bu işi bir an önce yapmamız gerekiyor." İksiri hızla William'a uzattım ve her bir damlasını içtiğinden emin oldum. Birkaç dakika sonra, tekrar Kule'nin tepesindeydik. Karşımda, doğruluk iksiri içmiş dostlarım ve doğruluk iksiri içmiş bir fare duruyordu ama iksir iksirdi. Ona artık güvenmek zorundaydık. Yanımda da, dürüstlüğünden hiçbir zaman şüphe etmediğim Chris vardı. Onun o iksire ihtiyacı yoktu. O yüzden artık başlayabilirdik.

"Planı anlatıyorum o yüzden lütfen iyi dinleyin. Sonrasında ekiplere ulaşmamız ve hepsini bu plana dahil etmemiz gerekiyor." Derin bir nefes aldım ve konuşmaya başladım.

"Öncelikle, görev dağılımı yapacağız. Klaer ve Chris bir ekip, ben, Fernando, bir metallum, bir aquasar ve bir igniserden oluşan beşli diğer ekip, Aron ve onun grubu bir ekip, kalan bütün isyancılar ise öbür ekibi oluşturacak. Klaer ve Chris, sizin göreviniz, Dagora'nın zindanlarındaki Düşkünleri serbest bırakmak olacak." Yutkundum ve Chris'e döndüm.

"Chris, Klaer bunu tek başına yapamaz. Ona yardım etmen lazım. O düşkünleri denklemden çıkaramazsak, bu isyanı asla kazanamayız. Artık onları kullanma yetkisini ellerinde tutuyor. Bizi onlara parçalatmakta tereddüt etmeyecektir. Onları güvenli bir yere götürün ve onları nasıl iyileştirebileceğimizi daha sonra bulalım." Chris usulca başını salladı. "Sabah saatlerinde harekete geçeceğimiz için, vardiya değişimine denk gelmeyeceğiz. Bu konudaki avantajımızı kaybediyoruz. Bu sebeple iki muhafızın da etkisiz hale getirilmesi gerek. Önerim onlar üzerinde bayıltıcı tozlardan kullanmanız. Mesafeyi koruyarak ve görünmeden geçmenize olanak sağlar bu. Ancak başka bir fikriniz varsa..." diyerek ne düşündüklerini anlamaya çalıştım ikisine sırayla bakarak. Chris beni tekrar onayladı ve Klaer da Chris'e bakarak kısa bir selam verdi. Planın ilk kısmını halletmiş olmalıydık.

"Bizim içinde bulunduğumuz beşli, Düşkünlerin güvene alınmasıyla eş zamanlı olarak Pegasus'u kurtarmaya gidecek. Bunun için bir ayin bulduk. Bu noktada bize bir Aquasar, bir Metallum ve bir İgniser gerekecek. Ekiplerden en güvenebileceğimiz elementerler arasından seçmemiz gerekiyor. Chris bize bu isimleri verebilir." Bu kısımda da Fernando ile göz göze gelip onunla kısa bir selamlaşma yaşadım.

"Aron ve onun grubu, şu andan başlayarak Kurul üyelerinin yerlerini tespit etmeli ve her birinin kontrolünü sağlamalı. Onlara Klaer'daki videoyu kanıt olarak göstereceğiz. Ölen elementer çocuğun bu şekilde öldüğünü söylemeyi de unutmamamız gerek. Eğer hala bizim tarafımızda olmaya ikna olmazlarsa da, Dagora'ya yardıma gidemeyeceklerinden emin olmamız gerek. Kurul üyelerinden hiçbir şekilde yardım göremeyeceğini Dagora'ya bildirmemiz gerek. Bu savaşta yalnız olduğunu bildirmemiz gerek. Eğer bunu başaramazsak, Düşkünler olmasa dahi kazanabileceğine inanacaktır. O kalkan, bizlerin gücünü etkisiz kılıyor." Kalkanı buradaki birkaç kişiye daha önceden anlatmıştım ancak Tara ve William'ın ne hakkında konuştuğumuzdan haberi yoktu. Ama şu an, onlara anlatmanın sırası da değildi.

"Biz bunları yaparken, babam Dagora'nın rüyalarına girecek. Ve eğer kurul üyelerini bulmayı ya da ikna etmeyi başaramazsak da, Dagora'yı kurul üyelerinin onun yanında olmayacağına dair ikna etmek için zihin kontrolüne başvuracak. Zihin kontrolü elementere de bekçiye de acı veriyor. Üstelik Tom Lincoln ve bekçisi bu yeteneği çok yeni edinmiş. Kontrolleri kısıtlı. Bu sebeple işlerin o noktaya gelmemesi için ne gerekiyorsa yapacağız." Babama dönüp ona da kısa bir selam verdim. Dün gece bunu bütün detaylarıyla konuşmuştuk. Rüyasında, ona sanki geleceği gösteriyormuş gibi davranacaktı. Bize teslim olmadığı halde, Captivumda başına gelecek her bir işkenceden kesitler sunacak, benliğini ve aklını kaybedeceğini garanti edecekti. Dagora'nın, teslim olmaktan başka bir seçeneği olmadığına inanmasını sağlayacaktı. Ve eğer kurul üyelerini ikna edemezsek... İşte o zaman Tom Lincoln ve bekçisini çok zor dakikalar bekliyor olacaktı.

Derdimiz, onu öldürmek ya da savaş çıkarmak değildi. Hiç kayıp vermeden bu isyanı bitirmek ilk önceliğimiz olacaktı. Düşkünleri serbest bıraktığımızı, Tulpar'ı yanımıza aldığımızı, kalkanının artık olmadığını ve ansızın önüne dikildiğimizi fark eden Dagora, teslim olmak zorundaydı.

Plan, işe yaramak zorundaydı...

"Geriye kalan bütün elementerler, kalenin önünde toplanmalı. Dagora rüyasından uyanır uyanmaz onu bizlerin sesi karşılamalı. Pegasus'u alır almaz biz de oraya geleceğiz ve babam onunla konuşmaya başlayacak. Ona kalkanının ve düşkün ordusunun artık olmadığını, Pegasus'un yanımızda olduğunu söyleyecek. Teslim olursa adil bir biçimde yargılanacağını ve kesinlikle onun üzerinde güç kullanılmayacağını garanti edeceğiz. Bu, onu durdurmaya yetmeli." Bakışlarımı bu kuledeki her bir elementerin üzerinde birer birer gezdirdim. Boyumuzdan kat kat büyük, devasa bir işe girişmemize saatler kalmıştı. İçimdeki korkutucu heyecan, yaramaz tarafımı beslerken, uslu tarafım çığlık çığlığaydı. Hayatta isteyeceğim son şey bile olamazdı düzeni bozmak, isyan çıkarmak. Ama buna mecburduk. Ortada bir düzen yoktu. Freni patlamış bir tır vardı ve yokuş aşağı ilerliyordu sadece. Onu durdurmazsak, bütün elementerler ve insanlar korkunç bir duvara toslayacaktı. Derin bir nefes aldım.

"Sanırım şimdi, yemin etme zamanı." Dedim gülümseyerek. Kulenin uzak köşelerinde duran ve birbirlerine hiç benzemeyen elementerler yavaşça merkeze doğru yürüdü. Bakışlarımın her birine değdiğine ve ne kadar sıra dışı bir tabloya baktığıma emin oldum bir kere daha. Fernando bir anda elini hepimizin ortasına doğru uzattı. Klaer da elini onun elinin üzerine koydu. Gülümsedim.

Bunu gerçekten yapacak mıydık?

Çattığım kaşlarıma ters ters baktı Fernando ve merkezdeki ellerini işaret etti kafasıyla. Elimi Klaer'in elinin üzerine koydum. Beni sırayla Chris, Tara ve William takip etti. Herkes babama döndü o sırada.

"Aklınızdan bile geçirmeyin." Dedi kısık ve tehditkar bir sesle. Kimse, onun üzerine bir şey deme cesareti gösteremedi ve bu küçük saçma çemberin dışında kalmasına göz yumduk. Fernando konuşmaya başladı o sırada.

"Elementer aleminin iyiliği için, bütün Dünya'nın iyiliği için plana sadık kalacağıma ve elimden geleni yapacağıma söz veriyorum!" dedi oldukça yüksek bir sesle. Gözlerimdeki hafif ıslaklıkla birlikte yukarı bakıp gelecek yaşları önlemeye çalıştım.

Herkes bir bir yeminlerini ettiğinde bakışlarımı Chris'e çevirdim. Sıra ondaydı.

"Bu alemin Dagora'dan kurtulması için ne gerekiyorsa yapacağıma yemin ederim." Dedi sade bir biçimde. Herkes Fernando'nun sözlerini birebir tekrarlarken o kendi yeminini etmişti. O, Chris'ti sonuçta. Gözlerine gülümseyerek baktım. Bir iki kelime de ben söylesem fena olmazdı.

"Sizi son ana kadar koruyacağıma, Pegasus'un gücünü kötüye kullanmayacağıma ve Dagora'nın hak ettiği çukurda çürüyeceğine yemin ederim. Her canlının hak ettiği gibi bir hayatı yaşayabilmesi için, başlayalım o zaman!"

***

Birkaç saat sonra, Kule'nin tepesinde Chris ve benden başka kimse kalmamıştı. Herkesin birçok sorumluluğu ve görevi vardı. Chris de bunlardan biriydi ancak ne o ne de ben bir türlü buradan gitmeyi başaramamıştık.

"Korkuyor musun?" dedi dakikalar sonra ilk kez konuşarak. Korkmuyorum ama üşüyorum demek istedim. Burada resmen donmuştum. Flammaların dahi ısıtmadığı, korkunç bir soğuk vardı bugün. Ellerimi birbirine sürttüm.

"Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim Helena." Başımı iki yana salladım. Sözleri içimde bir yerlere dokunsa da, aklımdaki bu değildi.

"Korktuğum tek bir şey var o da yenilgi. Bana bir şey olmasından korkmuyorum Chris. Umurumda bile değil. Başarısız olmaktan korkuyorum." Chris gülümsedi ve iki eliyle ellerimi avcuna aldı. Hafifçe sürterek ısıtmaya çalıştı. Biraz yan dönmüş, tam karşıma geçmese de bana bir hayli yaklaşmıştı. Yutkundum. Soğuk demiştim değil mi az önce? İçimdeki yangın, aksini söylüyordu. Rahatlatıcı kokusu beni öyle gevşetmişti ki bir anda, neredeyse şurada uyuyup kalacaktım. Bir süredir uyumuyor olmam da asla yardımcı olmuyordu tabii ki.

"Başarısız olmayacağız. Bildiğim bir şey varsa o da öyle ya da böyle Dagora'nın yolun sonuna geldiği." Gülümsedim. Keşke ben de bu kadar emin olabilseydim. Ancak, içimde anlamlandıramadığım bir sıkıntı vardı. Plana çok güveniyordum ve umudumuz bizim en güçlü silahımızdı. Ama her ne kadar korkmuyorum desem de, sevdiklerimi kaybetmekten ölesiye korkuyordum.

"Lütfen çok dikkatli ol Chris... Biliyorum ki bu yaşananlar senden de benden de büyük. Ama seni kaybetmek istemiyorum..." Biz onunla, böyle konuşmaları pek yapmazdık. Birçok kez yakınlaşmış ve bir kez de öpüşmüş olmamıza rağmen bir adımız bile yoktu. Biliyordum ki ikimiz de bekliyorduk. Bu isyanı atlatmayı, önümüze bakabilmeyi bekliyorduk. Chris bana çok önceden, benim istediğimden fazlası olmayacağını garantilemişti. Ben bir şeyleri ona netleştirmedikçe, bana doğru bir adım atmazdı. Ben de bu netlik için, isyan sonrasını beklemeye karar vermiştim hep. Ama içimde bir yerlerde, bunun bizim son günlerimizden biri olabileceğini bilmek canımı yakıyordu. Ya isyandan sonra, onu bir daha göremezsem? Ya ölürsem ya da daha da kötüsü, ya o ölürse...? gözlerime hücum eden yaşları engelleyemedim bu kez. Günlerdir öyle ya da böyle kendimi sürekli tutmuştum. Ama onun yanında, bu kolay değildi. Usulca sildi gözlerimdeki yaşları. Bu sıcak dokunuşlar içime öyle bir işliyordu ki, bunlardan mahrum kalabileceğimi düşünmek canımı yakıyordu.

"Christopher Dupore..." dedim fısıltı gibi çıkan sesimle.

"Sana ölmemen için meydan okuyorum." Delici kahverengi gözlerine bugün ilk kez yerleşen huzur içimi ısıttı. Bütün gün öyle gergin ve huzursuzdu ki, o tatlı kahvelerinden mahrum kalmıştım. Gülümsedim istemsizce ve ona biraz daha sokuldum. Evet, belki bazı şeyleri isyandan sonraya bırakacaktık ancak isyan sonrasına bırakmayı kesinlikle istemediğim bir şey vardı.

Belli ki, Chris de benimle aynı şeyi düşünüyordu.

Bana fırsat vermeden, sıcak dudakları benim soğuk dudaklarımın üzerine kapandı. Ellerini ellerimden çekti ve belimin iki yanına koydu. Beni hafifçe kendine doğru çekip kalın montların altından bile olsa onun vücudunu hissetmemi sağladı.

Bu ilk öpücüğümüz değildi, ama böylesine bir öpücüğü hiç paylaşmamıştım onunla. Ya da bir başkasıyla...

Dudağının varlığı sadece soğuk dudaklarımı değil, bütün bedenimi yangına sürüklüyordu. Kalbimde günlerdir hissedemediğim sıcaklık beni yakıp kavuruyor, elleri montun üstünden ruhuma kadar değiyordu. Kendini hızlı bir biçimde geri çekip, kızarmış gözleriyle yüzüme baktı. Gözlerinden dalga dalga geçtiğini gördüğüm acıdan hoşlanmadım ancak konuşmadım da. Bakışlarımla onu rahatlatmaya çalıştım.

"Ölmeyeceğim Helena." Dedi hafifçe gülümseyerek. Gülümseme gözlerine ulaşmadı. Onu böyle görmekten nefret ediyordum. Bu kargaşa bir an önce bitmeliydi ve biz, Jokey ve Mendebur olmaya geri dönmeliydik. Her şeyden önce, o benim arkadaşımdı... Arkadaşlığımızı özlüyor gibi hissediyordum. Boş şeyler için tartışmayı, ona sinirlenmeyi özlüyordum. Beni kendine çekip, sıkıca sarıldı. İsyan öncesi vedalaşıyor gibiydik, bu düşünce canımı sıkıyordu. Hafifçe geri çekilip, dolmuş gözleriyle yanağımı okşadı.

"Ve sen de ölmeyeceksin." Hala yanağımda olan baş parmağını dudağımın üzerine koyup yavaşça hareket ettirdi.

"Çünkü bunu tekrarlamak zorundayız."

***

Chris kuleden gideli beş dakika olmasına rağmen, bedenimdeki bütün sıcaklık çoktan beni terk etmiş ve burada donmaya mahkum etmişti. Dikkat çekmemek adına herkes buradan birer birer ayrılmıştı ve ben utancımı ve heyecanımı dizginlemek adına önce Chris'in gitmesini istemiştim. Şimdi ise buna pişman oluyordum. Donduğu için utanacak bir beynim yoktu artık. Ellerimi biraz daha hızlı birbirine sürtüp sinirle Flammalara döndüm. Sayıları mı azdı? Yoksa onlar da mı donuyordu? Önceden daha çok ısıtırlardı sanki... Ya da belki de, hava gerçekten deli gibi soğuktu. Daha fazla dayanamayacağıma karar verdim ve hızla merdivenlerden inip ormana yürüdüm. Kuleden biraz uzaklaşmam ve sonra ay taşını kullanmam gerekiyordu.

Bu alemde var olan her sochruyu herkesin bilmesi imkansızdı, bu da bizi paranoyak yapıyordu. Ay taşı izlerinin takip edilmesi mümkün müydü bunu bilmiyorduk o yüzden risk alamazdık. Grup içerisinde buraya gelirken ve giderken çevrede bir yere kadar taşlarımızı kullanıp sonra yürüme kararı almıştık. Ne de olsa yarım akıllı William bile bizi bulmayı başarmıştı! Dondurucu soğuk beni yutmadan hızlı adımlarla biraz daha kuleden uzaklaştım ve kendimi anında geçidin önünde buldum. Yerleşkeden içeriye kendimi bıraktım ve ortak alanda kimin oturduğunu umursamadan şöminenin önüne atıldım. Ellerimi neredeyse ateşe sokacak, cayır cayır yanmalarına izin verecektim. Bir süre orada ısındıktan sonra odama yöneldim.

Kulenin tepesinde fazla oyalanmış olacağız ki çoktan akşam olmuştu. Uykusuzluktan ölmeme saniyeler vardı ve bir an önce uyuyup dinlenmek zorundaydım. Neredeyse otuz dört saat sonra, Pegasus'u ve Düşkünleri kurtarmak üzere yola çıkacak ve isyanın fitilini ateşleyecektik. Bu sırada biz beklerken çalışan tek grup, Aron'ların grubuydu. Chris onlara planı aktarmaya gitmişti ve onlar da tüm ekiplere aktaracak, herkesin hazır olduğundan emin olacaktı. Tabii bir de, Kurul üyelerini halletmeleri gerekiyordu. Klaer ve Fernando kendisi gibi Muhafız arkadaşları arasından karşıt olabilecek ve bize katılabilecek olanlarla görüşmeye gitmişti. Tara ve William ise Cam ile konuşmak için onu dışarı çıkaracaktı. Hiçbir şey yapmayıp sap gibi bekleyecek tek bir kişi vardı o da bendim. Uzun bir süredir uykusuz olduğumun farkında oldukları için hiçbir şey yapmama izin vermemişlerdi ve beni kesin bir dille reddetmişlerdi. Uyuyacak, dinlenecek ve sonra onlara katılacaktım.

Odamızın önüne geldiğimde, kapının açık olması dikkatimi çekti. İrina da Dianne de asla kapıyı açık bırakmazlardı. Kaşlarımı çatıp temkinli bir şekilde kapıyı hafifçe ittim ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. Saniyeler içerisinde başım ağrımaya, midem bulanmaya başlamıştı. Küçücük odamızda, onlarca kişi vardı. Tıpkı Klaer'in düşkünlerle ilgili videoda izlettiği gibi koruyucu kıyafetler giymiş olan birkaç muhafız, Bayan Talose ve... Dagora.

Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Onun geçitten girerken atomlarına ayrılmış olması gerekiyordu. Yerleşkemize nasıl girebilirdi? Mide bulantım tırmandı, başımdaki ağrı gözümü karartmaya başladı. Sesler uğultu halinde geliyordu kulağıma. Bayan Talose'un yanındaki İrina ve Dianne'e baktım. Dianne, ağlıyordu?

Konuşmak istedim ancak sesimi bulamadım. Çok, çok kötü bir şey olmuştu belli ki. Kuleyi mi bulmuştu? William o lanet yemini bozmanın bir yolunu bulup ona ötmüş müydü? Emile bir şey mi planlıyordu? Anlam veremiyordum. Ellerim uyuşmaya başladı. Öyle ki, öğürmemek için yutkundum. Boş midemi buraya dökmekten saniyeler kadar uzaktaydım. Ağlayamadım bile.

Neden kimse konuşmuyordu?

Yalvarır gözlerle baktım Bayan Talose'a. Lütfen, biri bir şey söylesin diye çırpındım ama sesim çıkmadı. Dagora'nın iğrenç sesini duymak için can atacağımı düşünmezdim ama nihayet konuşmaya başladı...

"Yakalayın lütfen." Dedi ince bir sesle. Muhafızlara sesleniyor olmalıydı. Sesini yavaş çekimde duymuş, olayları yavaş çekimde yaşar olmuştum. Bana yürüyen muhafızları görünce bir şey yapmam gerektiğini düşündüm ama olduğum yere çakılıp kalmıştım. Muhafızların bana doğru yürümesiyle arka köşede kalan yatağıma ilişti gözlerim. Üzerinde onlarca kağıt saçılıydı. Neydi o kağıtlar?

"Ay taşını alalım, lütfen. Nyx'ini de." Dedi aynı iğrenç ses. Tiksintiyle bile bakamıyordum ona. Bütün vücudum bana ihanet ediyor ve vermek istediği tepkilerin hiçbirini veremiyordu. Ağlayamıyordum bile! Başımı iki yana salladım. Bir şey yapmak, bir şey söylemek zorundaydım.

"Neler oluyor?" dedim sonunda. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Belli ki konuşmam, diğer mühürleri de kırmıştı. Bacaklarım titremeye, göz yaşlarım akmaya başladı. Pegasus... O ne olacaktı? Şimdi nasıl kurtaracaktım onu? Ya, Nova? Ona bir şey yaparlar mıydı?

"Elementerliğe ihanetten yargılanmana karar verildi Helena." Başımı iki yana salladım. Öğrenmiş olamazdı. Bir terslik vardı. Anlayamıyordum. O kağıtlar neydi tanrı aşkına?!

Muhafızlardan biri sertçe ceplerimi karıştırmaya başladı. Elini hızla tutup iter itmez diğer iki muhafız kollarıma yapıştı. Debelenmeme fırsat vermeden iğrenç elleri ceplerimde dolanmaya başladı ve sırayla ay taşımı da Nyx'imi de aldı benden. Ayağımla ona doğru bir tekme savursam da üzerindeki kıyafet sebebiyle hissettiğine bile şüpheliydim. Göz yaşlarım artık görüşümü tamamen kapatmıştı.

"Eğer Nova'ya dokunursan, seni parçalara ayırırım beni duydun mu? Ondan uzak dur!" Dagora'nın kıkırdayan sesi midemi daha fazla tutmamı imkansız hale getirdi ve resmen öğürmeye başladım. Yaşadığım bu stres, vücuduma fazlaydı. Şanslıydım ki midemde çıkacak hiçbir şey yoktu. Dagora o sırada yatağımın yanındaki kağıtlara yürüdü.

"Boş vakitlerinde arkamdan komplo kuracağına yemek yemeliydin küçük fare." Dedi gülerek. Öyle eğleniyordu ki, onu öldürmeyi hiçbir zaman gerçekten düşünmemiş olan yanıma lanetler yardırıyordum. Pegasus'u kaçırdığı gün kalbinin artık atmadığından emin olmam gerekirdi. Benim merhametim, onunla savaşamazdı. Baştan kaybediyordum.

Kağıtları eline topladı ve inceliyor gibi yaptı.

"Bir yanlışlık olmalı Dagora..." dedi üzgün bir sesle Bayan Talose. Bu kez ağlamam daha da şiddetlendi. Aslında, bir yanlışlık yoktu... ben gerçekten de onun arkasından komplolar çeviren biriydim ancak fare olan kesinlikle ben değildim!

"Gözünü aç artık Sydney! Bunların hepsi onun yatağının altından çıktı! Sabrımı taşırmayın benim! Eğer bu genç kız olmasaydı, bu fare bizi kaosun içine çekecekti ve kimsenin ruhu duymayacaktı!" eliyle nereyi gösterdiğine baktım korkarak ve daha fazla ağlayabilir miyim diye düşündüm. İrina, beni ispiyonlamış olmalıydı. Ancak o kağıtların ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum.

"Seninle ayrı görüşeceğiz! Burnunun dibinde büyüyen tohumdan haberin yok!" işaret parmağını Bayan Talose'a doğru tehditkar bir biçimde salladı ancak beni bundan daha çok şaşırtacak bir şey oldu. Bayan Talose gülümsedi.

"Sözlerine dikkat et Dagora. Ben, senin öğrencin değilim." Dedi kendinden emin bir biçimde. Dagora kahkaha attı. Ancak bir şekilde, Bayan Talose ile inatlaşmadı. Geri adım attı. Bakışlarını direkt bana çevirdi ve bir zamanlar güzel olduğunu düşündüğüm mavi gözleriyle bana bütün nefretini kusmaya başladı.

"Onu derhal kale'ye götürün. Sabah ilk iş, Captivum'a götürülmesi için gerekli ayarlamaları yapacağım." Ben dahil herkesin ifadesi suratında dondu. Başımı iki yana salladım.

"Ben hiçbir şey yapmadım! Benim o kağıtlardan haberim bile yok! İrina! Onlara bir şey söyle!" Dianne ağlayarak İrina'ya döndü. İrina başını hiçbir şekilde yerden kaldırıp suratıma bakmadı ve konuşmadı. Bakışlarımı bu kez Bayan Talose'a çevirdim. Beni Captivuma gönderirlerse, Pegasus'a, Nova'ya, arkadaşlarıma ne olacaktı? Bir kez daha bardaktan boşalır gibi dökülmeye başladı yaşlar gözlerimden.

"Bayan Talose..." diye fısıldadım kendim bile duyamadığım bir sesle. Eğer kollarımdan tutan muhafızlar olmasaydı, belki de çoktan yere yığılmış olurdum. Yaşananları aklım almıyordu. Burada bir şeyler dönüyordu ve ben ne olduğunu bile öğrenemeden Captivum'da çürüyüp gidecektim. Aklımı kaybedecek, işkencelerin en ağırlarına maruz kalacaktım. Beni oraya hain olarak gönderiyordu. Oradan asla sağ çıkamazdım.

"Duruşma talep ediyorum. Onu öylece Captivum'a gönderemezsin. Yargılanması gerek." Bayan Talose, kendinden emin bir şekilde birkaç cümle sıraladı peş peşe ve ben anlayabilmek için üstün bir çaba gösterdim. Kafamdaki uğultu her şeyi zorlaştırıyordu benim için.

"Ona iyilik yapıyorum Sydney. Duruşmadaki aileler, daha ağır bir ceza talep edebilirler." Bayan Talose gülümsedi. Hepimiz çok iyi biliyorduk ki, bir hain olarak Captivum'a kapatılmaktan daha ağır bir ceza dünyada mevcut değildi. Ölüm bile, bundan daha iyiydi. Ancak bizim alemimizde ölüm cezası söz konusu olamazdı. Bu, ilk kez canımı acıtmıştı. Belki de kendimi öldürmeliydim. Captivum'da yaşayacaklarım düşünüldüğünde, kendimi öldürmek bana en büyük ödül olurdu.

"Öyleyse bir haine iyilik yapma Dagora ve onu duruşmaya çıkar." Bayan Talose, bana yardım etmeye çalışıyordu ve bunun için minnettardım. Ancak duruşmanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini bilecek kadar tanımıştım bu evreni artık. Duruşmalara okul Profesörlerinin ve okulun önde gelen saygın bazı ailelerinin katıldığını biliyordum. Bu duruşmaya kim gelirse gelsin, Bayan Talose dışında kimsenin benim lehime en ufak bir şey söyleyeceğini sanmıyordum. Yine de, yarın sabah Captivum'a gönderilmekten daha iyi bir seçenekti... belki, arkadaşlarıma veda edecek vaktim olurdu. Ya da Chris'e...

"Pekala. Yarın öğlene duruşma heyetinin toplanması için gerekli düzenlemeleri yapın." Dedi muhafızlara doğru. Daha önce ceplerimi karıştırmış olan başımı sertçe öne eğdi ve sonrasında beni sürüklemeye başladılar. Onlar beni öylece sürüklerken, beni arkadaşlarımın hiçbiri görmedi. Hepsi isyan için bir şeyler yapmakla meşgullerdi. Görebildiğim tek yüz, Erik'in yüzü oldu. Erik, Cam'in çocukluk arkadaşıydı ve Akademiye ilk geldiğimizde katıldığımız arazi yarışmasında ben, Erik ve Chris ekip olmuştuk. Beni çok sevdiği söylenemezdi ancak elimde başka seçenek olmadığından, ona güvenmek zorundaydım. Erik'in dikkati bana çevrilir çevrilmez bağırmaya başladım.

"Cam ve Chris'e söyle Erik! Onlara Pegasus de!" Erik kaşlarını çattı ve kollarımı tutan muhafızlardan biri elini başımın arkasına koyarak başımı tekrar öne eğmeme sebep oldu. Artık önümü bile doğru düzgün göremiyordum. Bir mahkum gibi, onca umutla geldiğim yerleşkemden sürükleniyordum ve tek istediğim bekçimin güvende olmasıydı... öne eğilmiş başımla zar zor bir iki kelime daha çıkarabildim ağzımdan.

"Bekçimi korusunlar. Lütfen..." Erik söylediklerimi duydu mu, bunları Cam ve Chris'e iletecek mi hiçbir fikrim yoktu ancak, umut elimdeki tek şeydi.

***

Kalenin daha önce duymadığım, bilmediğim bir yerinde, karanlık bir hücredeydim. Gözlerimde ağlamaktan yaş kalmamış, midemdeki bulantı bir an için bile dinmemişti. Boğazım acıyor, başım elle tutulur bir şiddetle ağrıyordu. Hayatımın hiçbir dönemi, böylesine kahrolduğumu hatırlamıyordum. Annemi babamın öldürdüğünü sandığımda ya da onun ölümünü tekrar tekrar izlediğimde bile güçlü olmanın bir yolunu bulmuştum. Şimdi ise nefes almak, dünyanın en zor şeyiydi.

Dün gece de uykusuz gecelerim arasına eklenmişti. Nasıl uyuyabilirdim ki? Birazdan duruşmaya çıkarılacak, kaderime razı gelecektim. Beni elementerliğe ihanetle suçluyorlardı ki bu suçlanabileceğim en ağır şeydi. Cezam, ömrünüm sonuna kadar Captivumda kalmak olacaktı muhtemelen. Bu da, çok kısa bir süre sonra benden geriye boş bir kabuğun kalacağı demek oluyordu.

Captivum, akla hayale gelmeyecek psikolojik işkencelerle dolu bir yerdi ve suçun ağırlığına göre cezanın ağırlığı da değişirdi...

Bir hıçkırık daha koptu dudaklarımdan. Hayatımın elbet bir gün sona ereceği sürpriz değildi. Ancak, daha hiçbir şey başaramamışken bunun olması canımı çok yakıyordu. Pegasus'u kurtaramamış, Kalistolara özgürlüğünü verememiş, Nyxlere seçme hakkı tanıyamamıştım. Ağaçlardaki kırmızı parıltının yok olduğuna şahit olamamıştım. İklimlerin düzene girdiğini, insanların daha iyi hayatlar sürmeye başladığını görememiştim.

William'ı çılgınlar gibi dövememiş, babamın bu normal hallerinin tadını çıkaramamıştım.

Daha Chris'e, onu sevdiğimi söyleyememiş, onun beni sevdiğini duyamamıştım...

Gözlerimde göz yaşı kalmadığı halde nasıl saatlerdir ağlayabildiğime anlam veremiyordum. Ancak belli ki, ağlamalarımın sonuna gelmiştik. Gitme vaktiydi. Karanlık koridordaki ayak sesleri muhafızlara ait olmalıydı. Birkaç dakika içerisinde hücremin kilidi açıldı ve sert bir el kolumu kavradı. Sürüklenerek hücreden çıkarıldım. Yaşadıklarıma inanamıyordum gerçekten de. Nasıl olur da İrina böyle bir şey yapabilirdi? Aklım almıyordu. O kağıtları daha önce hiç görmemiştim bile.

Dakikalar süren acı dolu bir yolculuk sonrası duruşma salonunun abartı ışıklarıyla karşılandım. Gözlerim, hücreden sonra buraya uyum sağlamakta zorluk çekiyordu. Saatlerdir ağlıyor olmamın da yardımı olmamıştı tabii. Berbat görünüyor olmalıydım. Bakışlarımı istemsizce duruşma salonundaki elementerlere çevirdim. Tanıdığım tanımadığım onlarca Profesör salonun solunda oturuyordu. Bayan Talose da onlardan biriydi. Ortadaki kürsüde Dagora vardı. Üzerindeki bordo elbise ile kürsünün taht benzeri koltuğuna yayılmıştı. Yüzündeki iğrenç gülümseme, benim bütün gece ağlayıp şişmiş yüzüme en büyük tezattı.

O tahtı ona yedirecektim.

Ben yediremesem de, arkadaşlarım bunu yapacaktı.

Ben Captivum'a gönderiliyorum diye durmazlardı. Duramazlardı. Tek dileğim, Erik'in mesajı iletmiş olmasıydı.

Bakışlarımı Dagora'dan alıp sağa çevirdim. Orada sözü geçen aileler oturuyor olmalıydı. Gözlerim korkusuzca bir bir üstlerinde dolanırken bir anda olduğum yere çivilendim. Dagora'ya yakın koltuklardan birinde, Bree Dupore oturuyordu. Yanında eşi olduğunu varsaydığım Carlos Dupore oturuyor olmalıydı. Ortalarında ayakta duran ise, Chris'ti...

İçimde bir anda yeşeren filizlere engel olamadım. Bu filizler benim sonumu getirecekti! Bu kadar çabuk umutlanmamalıydım. Ancak bir anda, yalnız olmadığımı hissetmiştim. Erik onlara haber vermiş olmalıydı! Chris bir şekilde, beni kurtarmaya gelmiş olmalıydı. Öylece Captivum'a götürülmemi kabullenememiş olmalıydı. Saatler sonra ilk kez hafifçe kıvrıldı dudaklarım.

Chris ve Chris'in ailesi, Bayan Talose ve beni sevdiğini bildiğim birkaç Profesörün daha benim öyle biri olmadığımı söylemesi, beni dinlemelerini sağlayabilirdi. Belki o kağıtların bana ait olmadığını söylediğimde bana inanırlardı!

Yutkundum. Her ne kadar hata yaptığımı bilsem de bu umut denilen zehrin vücuduma yayılmasına engel olamadım. Dik durmalı, kendimi savunmalıydım. Chris'e tekrar baktım ancak o başını hiç kaldırmamıştı. Benimle göz göze gelmek istemiyor olmalıydı. Onu anlıyordum. Beni bu halde görmekten kesinlikle hoşlanmayacaktı. Ama yine de, bencillik etmeden edemedim. Keşke baksaydı ve bana gözleriyle güç verseydi diye düşündüm. Dolan gözlerimi duruşma salonunun tavanına çevirip göz yaşlarımı engellemeye çalıştım. Dagora'nın önünde, şu an ağlayamazdım. Nasıl hala göz yaşı üretmeyi başarıyordum ki? Yemiyor, içmiyor, uyumuyor sadece ağlıyordum.

Muhafızın beni sürüklediği tahta korkulukların önünde durduğumda Dagora ayağa kalktı.

"Hoş geldiniz dostlarım! Uzun zamandır böyle tatsız bir olay için bir araya gelmemiştik! En son ne zaman böyle şeyler yapıyorduk Sebastian?" dedi ona en yakın oturan ailelerden birine dönerek. Adam hafifçe eğildi.

"On sekiz yıl önce olsa gerek, Bayan Dagora." Dagora çirkin bir gülümseme bahşetti hepimize.

"Eh, seni suçlamıyorum çocuğum. Genlerinde olsa gerek." Tek yapmak istediğim, onu parçalarına ayırıp o hapsettiği düşkünlere yem etmekti ancak şu an bunun sırası değildi.

Belki daha sonra...

"Helena Lincoln! Dün akşam odasında bazı komplo planları ile bulundu. Parşömenlerin birer kopyasını Bayan Delatter sizlere dağıtacak." Bayan Delatter, bu kaleye ayak bastığım gün benim içimi ısıtmayı başarmış ilk insandı. Şimdi ise benim sonumu getirecek kağıtları birer birer dağıtmakla meşguldü. Onun hiçbir suçu yoktu, ancak sevdiğim herkesi böyle aleyhime görmek canımı yakıyordu.

"Düzen için önerim, Elementerliğe ihanetten Captivuma kapatılmasıdır." Dedi kendinden emin bir biçimde. O kadar iyi biliyordu ki, sonumun geldiğini. Öyle keyifliydi ki. Onun neşesini ciğerinden söküp alabilmek için vazgeçmeyeceğim hiçbir şey yoktu. Şu an burada, onu öldürüp sonra başıma gelecek her şeye razı olabilirdim. Bunu yapmamamın tek sebebi, bir kahraman sanılmasına tahammül edemeyecek olmamdı. Tek bir elementerin bile, arkasından üzülmeyeceğine emin olmam gerekti. Onun bir böcek gibi arkadaşlarım tarafından ezileceğine, yaptıklarının ortaya çıkarılacağına güvenmek zorundaydım.

Beklemediğim bir anda, Profesör Barnore sohbete dahil oldu.

"Önce onu bir dinleyelim, Milena." Dedi keskin bakışlarıyla. Onu her zaman sevmiştim. Düello kulübünde bir kaçık gibi davransa da, adaleti hiçbir zaman şaşmazdı. Bunu şimdiye kadar anlamıştık. Ona çevirdim bakışlarımı istemsizce. O da bana bakıyordu. Gözlerimden minnetimi okuduğuna emindim. Dagora'nın tiksinç sesi, bakışmamızı böldü.

"Ne demesini bekliyorsun Bren? Evet hepsi benim, cezamı hak ediyorum demesini mi?" dedi alay ederek. Dişlerimi sıktım. Ona saldırmamak için üstün bir çaba göstermek zorunda kalıyordum.

"Öyleyse duruşmanın ne anlamı var? Cezasını verip yollasaydın. Bizi neden buraya topladın Milena?" dedi Profesör Barnore. Dagora derin bir nefes alıp öldürücü bakışlarını Bayan Talose'a yolladı. Niyeti tam olarak oydu zaten. Bayan Talose, buna izin vermemişti. Hiçbir şey söylemeden elini bana doğru salladı. Bu, konuş demek olmalıydı. Derin bir nefes alıp boğazımı temizledim. Onun karşısında güçsüz, sessiz bir şekilde konuşmayacaktım. Ağzımdan çıkan son sözlerin etkili olduğundan emin olacaktım.

"O parşömenler... planlar bana ait değil. Onları daha önce hayatımda hiç görmedim. Onları benden korkan, benden kurtulmak isteyen biri yerleştirmiş olmalı." Dedim sözlerimin üzerine basa basa. Dagora'nın bedeninde hiçbir değişiklik olmadı. Gerçekten tecrübeliydi isyancılara karşı belli ki. Dagora bir süre sonra kafasını yavaş yavaş aşağı yukarı salladı ve gülümseyerek bana doğru geldi.

"Öyleyse, doğruluk iksiri içtikten sonra sorularımızı cevaplamanda bir sakınca yoktur herhalde, değil mi?" dedi gözlerimin içine bakarak. Saniyenin onda birinde kafamdan geçen şeylerin haddi hesabı yoktu. Asla ama asla, doğruluk iksiri içip de sorulara cevap veremezdim. Şu an burada ölmeyi tercih ederdim. Planlarımızdaki onca emek boşa gidemezdi. Benimle bu yola çıkan onca elementer Captivum'da oda arkadaşım olamazdı. Birilerinin onu devirmesi gerekiyordu.

Bana soracağı ilk iş, ne planladığım olurdu. Arkadaşlarımı riske atamazdım.

"Bunu yapmamayı tercih ederim." Dedim dişlerimi sıkarak. Bu da ışık hızında bazı kafaların bana dönmesine sebep oldu. Profesör Barnore da bunlardan biriydi. Bana olan güvenlerinden şüphe etmeye başlamış olmalılardı. Ancak ne sebeple olursa olsun, o iksiri asla içemezdim. Pegasus'un kurtulması için, Dagora'nın düşürülmesi için bu belki de son şansımızdı. Captivum'a gitmek sorun değildi. Nasılsa kısa bir süre sonra benliğimi kaybedecektim. İsyanın başarılı olması daha önemliydi...

"Bundan ne anlamam gerekiyor sevgili Helena?" dedi aynı gülümseme ile. Hiçbir şey söylemedim. Tek istediğim, Chris'in gözlerini son bir kez görmekti. Bir şekilde o dakika hissetmiştim aslında her şeyin bittiğini. Bir umut kalmadığını, sonumun her şeye rağmen captivum olacağını anlamıştım. Bu yüzden yalnızca gözlerini görmek istiyordum. Başımı ona doğru çevirip bir süre bekledim. Lütfen, dedim içimden. Lütfen bir kere bak bana...

Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama Chris bana hiç bakmadı. Ben, Dagora'ya cevap vermedim ve kaderimi kabullendim. Dagora tekrar kürsüye döndüğünde, şu an yapacağı şeyin benim cezamı ilan etmek olduğunu biliyordum. Yine de gülümsedim. Ona acımı göstermek, zaferini ikiye katlamak olurdu. Elimi boynumdaki kolyeye götürdüm. Ömrümde bana güç veren tek cansız nesne annemin saatiydi ve onu Chris'e vermiştim. Annemin bana mirası, benim ona mirasım olacaktı belli ki. Ben Captivum'dayken, arada sırada o saate bakarak beni hatırlayabilmesini çok isterdim...

Bu kolye, ikinci olmuştu. Chris bana bakmasa da, onun bakışları, elleri, yüzü, kokusu... Hepsi bu kolyede saklıydı. Kolyeyi hafifçe okşadım.

"Öyleyse-" dedi ama cümlesini bitiremeden Duruşma salonunun kapısı açıldı. Kuralları en iyi bilen elementer olmasam da, duruşma başladıktan sonra karar çıkana kadar kimsenin içeri girmediğini ya da içerden çıkmadığını ben bile bilirdim. Arkamı dönüp geleni görmeye çalıştım ve gözlerim anında kocaman oldu. Dianne hızlı adımlarla benim olduğum yere kadar geldi.

"Bu ne cüret?!" diye bağırdı Dagora, yeri göğü inleterek. Dianne, ela gözlerini herkesten kaçırarak yere dikti. Ellerinin hafifçe titrediğini görebileceğim kadar yakınımdaydı.

"Ö-özür dilerim." Dedi ve derin bir nefes aldı. Sesi titriyordu.

"Saygısızlık yapmak istemedim ama söylemem gereken şeyler var." Dagora kahkaha attı. Dianne'in arkasında, tetikte bekleyen muhafızları çağırdı eliyle.

"Çivisi çıktı bu jenerasyonun! Şunların haline bak! Kurallara, düzene uyan kalmadı! Bu saygısızlık kabul edilemez!" dedi kükreyerek. Dianne'in gözleri dolmaya başlamıştı çoktan. Yanına gidip elini tutmak istedim ama ben de kıpırdayamıyordum.

"Helena hakkında." Dedi Dianne zorlukla. Bu herkesin ilgisini çekmiş gibiydi. Dagora hariç. Gözlerini kıstı.

"Bunun bir önemi yok. Duruşma başladı. Senin söyleyeceğin hiçbir şeyin bir geçerliliği yok artık." Dedi sıktığı dişlerinin arasından. Konuşmaya bu kez, Bayan Talose dahil oldu yumuşak sesiyle.

"Bırak da konuşsun Milena. Onlar daha çocuk... Fazla üstlerine gidiyorsun." Dagora sinirden kızarıyor, odadaki herkesi haşlamak istiyordu belli ki.

"İkisinin de Tempersitar olmasına şaşmamak gerek." Dagora, oklarını Bayan Talose'a çevirince, konuşmaya tekrar Profesör Barnore dahil oldu. O bir İgniser Profesörü olduğundan, Dagora aynı lafları ona edemezdi ne de olsa.

"Sydney ile aynı fikirdeyim. Buraya gelme cesaretini göstermiş. En azından bir dinleyelim." Dagora sabır dilenircesine gözlerini kapattı ve tekrar eliyle konuşmasını işaret etti Dianne'e. Dianne'in titrek sesi tekrar duyuldu.

"O kağıtların Helena ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünüyorum. Helena, çok temiz değildir." Dedi ve çekinerek bana baktı. Bu konuşmanın nereye gideceğini merak etmiştim doğrusu.

"İrina da öyle. Bu yüzden odayı sürekli ben temizlerim. Akademide eğitim başladığından beri, neredeyse her gün odayı temizledim. İki gün önce de dahil olmak üzere... Ve o kağıtlar, Helena'nın yatağının altında değildi. Odayı temizlediğim hiçbir gün, hiçbir yerde öyle kağıtlar yoktu." Dianne konuştukça, sesi biraz daha açıldı. Daha dik duruyordu artık.

"Siz odaya gelmeden önce, İrina'nın elinde bir kutu gördüm. İçinde ne olduğunu sordum ancak beni tersledi. Biz çok yakın arkadaşız bu yüzden oldukça şaşırmıştım. Gülerek kutunun kapağını açmaya çalıştım ve o ara kutuyu elinden düşürdü. İçinde bir sürü kağıt vardı. Kağıtlarda ne olduğunu tam olarak göremedim... Ancak..." dedi Dianne zorlukla nefes alarak. Herkes nefesini tutmuş devam etmesini bekliyordu, özellikle de ben. Dianne şu an benim hayatımı kurtarıyor olabilirdi. Sabırla bekledim.

"Ancak, Helena'nın yatağının altından bulduğunuz kağıtların İrina'nın olabileceğini düşünüyorum." Bu, onun için çok zor olmalıydı. En yakın arkadaşı hakkında böyle bir suçlamada bulunmak... Ama ona öyle minnettardım ki... Benim Captivum'da çürümeme gönlü razı gelmemiş olmalıydı. Duruşma salonuna girdiğimden beri ilk kez ağlamaya başladım. Bir kere daha Chris'e döndüm. Dakikalardır göz göze gelmek için tutuştuğum kişi gözlerime bakmamayı sürdürdü. Acaba onun böyle bir ortamda kafasını kaldırması yasak mıydı? Aklıma başka ihtimal gelmiyordu.

Neden bana bakmıyordu ki?

İç çektim.

O sırada, diğer Profesörlerden biri konuşmaya başladı.

"Bu belli ki basit bir konu değil. Şu an öylece karar verip onu Captivum'a gönderemeyiz. Bu konuyu araştırmamız lazım. Bu kızımıza yeterince eziyet verdik. Onları topluluklarına yollayalım ve asla topluluklarından ayrılmama cezası verelim. Bu sürede de olayı araştıralım." Kim olduğunu bilmediğim Profesör'ün önerisi üzerine ışıldayan gözlerimle baktım ona. Gerçekten de, benim için bir umut vardı hala.

Diğer Profesörlerin hafifçe başlarını salladığını ve ona katıldığını gördüm. Başı Bayan Talose çekiyordu. O sırada, Bree Dupore elini kaldırdı. Belki de bu duruşmaya son noktayı koymak istiyordu. Merakla ona döndüm ancak bakışlarımı Chris'ten alamıyordum. Sadece bir kere gözlerime baksın ve bana güç versin istiyordum. Adeta kıvranıyordum. Zorlukla Bree Dupore'a odaklandım.

"İşlerin bu noktaya gelmesini ve konuya dahil olmayı hiç istemezdim. Ancak büyük bir hata yapılmak üzere." Dedi sakin bir tavırla. Ne demek istediği hakkında bir fikrim yoktu. Chris'in önünde birleştirdiği elleri, sıkmaktan renk değiştirmiş gibiydi. İlk kez ellerine dikkat etmiştim. Onda bir sorun olmalıydı. Dakikalardır bana bir kez bile bakmamasını başka şekilde açıklayamıyordum zaten. Dagora, bütün dikkatini Bree'ye verdi ve sabırla devam etmesini istedi.

"Oğlumun ve bu genç kızın arkadaşlığının farkındasınızdır." Dedi Bree Dupore eli ile beni göstererek. Dagora kaşlarını kaldırdı. Bu cümlelerin devamını dinlemek için can atıyordu. Ben de öyle.

"Bu yakınlık sebebiyle öğrendiği bazı şeyleri benimle paylaştı oğlum. Üzülerek söylemek zorundayım ki, Helena kızımızın tek suçu odasındaki kağıtlar değil. O kağıtlar ona ait değilse bile, bu masum olduğunu göstermiyor." Gözlerimi art arda kırpmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Uyuyor olmalıydım. Tek bir açıklaması vardı bu yaşananların, o da Alej'in bana rüyalar gördürdüğüydü. Duyduğum hiçbir şey gerçek olamazdı. Bu yaşananlar, Bree Dupore'un ağzından dökülenler... Hiçbiri gerçek olamazdı. Başımı hızla iki yana salladım.

Chris...

Böyle bir şey yapmış olamazdı.

Bir yanlışlık vardı.

Sol elimle derimi koparacak bir cimcik attım kendime. Uyanmanın tam zamanıydı. Bu kabus gerçekten çok uzamıştı.

Ama bitmedi.

O kabus bir türlü bitmedi.

"Helena, yeni bir isyana öncülük etmeye hazırlanıyor. Onu bir an önce durdurmak hepimizin görevi. Üzülerek, cezasını çekmesini talep etmek durumundayım." Gülmeye başladım. O kadar çok güldüm ki, herkes bana bakmaya başladı. Chris bile. Bakışlarından bir şey yakalamaya çalıştım. Bir yanlışlık olmalıydı. Belki bir plan yapmışlardı. Beni kaçıracaklar ve saklayacaklardı. Bilmiyorum, bir şey görmek zorundaydım onun bakışlarında.

Dümdüz bir duvar dışında, hiçbir şey göremedim.

"Nasıl?" diyebildim sadece. Nasıl? Nasıl olabilir böyle bir şey?

Chris nasıl beni annesine şikayet edebilir?

Nasıl benim isyancı olduğumu söyler, bana nasıl ihanet eder?

Benim bir gün önce Kule'nin tepesinde, aleviyle yandığım kişi nasıl şu an bana böyle bakabilir?

Beni tanımıyor gibi, bana hiç dokunmamış gibi...

Benim sonumu nasıl getirebilir, kurtulduğuma inandığım anda üstelik?

Kahkahalarım cılız bedenimden dolup taştı. Bütün duruşma salonunda yankılanan tek bir ses vardı o da benimdi. Kriz geçiriyor olmalıydım. Gür sesimi şiddetli bir ağlama krizi takip etti. Bir insan, fiziki hiçbir acı içerisinde değilken nasıl böyle kıvranabilirdi ki? Captivum'a alıştırma oluyordu işte. Bundan daha büyük bir işkence olamazdı bana. Tek yapmaları gereken, bana Captivum'da tekrar tekrar şu son beş dakikayı izletmekti ve ben birkaç saate kafayı yerdim çoktan...

"Nasıl?" dedim hıçkırıklarımın arasından bir kere daha. Çoktan akıl sağlığım beni yalnız bırakmaya başlamıştı bile. Tek bir şeyi merak ediyordum o da bunu bana nasıl yapabildiğiydi. Aklım almıyordu. Onun şefkatli ellerini, boynumdaki kolyesini, dudağımdaki öpücüklerini bilerek nasıl inanabilirdim bu yaşananlara?

Bir sebebi olmalıydı.

Beni korumak için yapıyor olmalılardı!

Yalvaran gözlerimle baktım onlara. Bree Dupore'un dik duruşuna ve Chris'in önündeki ellerine baktım uzun uzun. Eğer bana saniyenin onda biri için bile baksaydı, beni korumak için yaptığına inanacaktım. Planda bir pürüz çıktığına ve değiştirmek zorunda kaldığına inanacaktım.

Bana baksaydı... Bana asla ihanet etmediğine ikna edecektim kendimi ama kahverengileri bir an için bile benim yeşillerimle buluşmadı.

Bundan sonra ne öğrenirsen öğren, ne yaşanırsa yaşansın, tek bir şeyi aklından çıkarma. Elimde olsaydı, söylerdim.

Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Bu da benim sana yeminim.

Ölmeyeceğim Helena. Ve sen de ölmeyeceksin.

Bunları bana söylemişti. Bunları yaşamıştık. Beynimin aptal oyunları değildi bunlar. Bana bunu yapmış olamazdı... Beni koruyacaktı. Bana bir şey olmasına izin vermeyecekti.

"Bunu kanıtlayabilir misin?" Dedi Dagora gülerek. Neredeyse, zafer ellerinin arasından kayıp gidiyordu. Neredeyse.

Ama, kader nasıl ömrümde beni hep itip kaktıysa, bir kez daha aynısını yapmıştı. Özgürlüğüm bana beş saniye uzaktayken, sevdiğim adam tarafından ellerimden sökülüp alınmıştı. Nefes alamıyordum.

"Chris." Dedi annesi uyarıcı bir şekilde. Ve o zaman dakikalardır bana bakmayan gözler, Dagora'nın gözlerine kilitlenip bir bir dökülmeye başladı. Ne söylediğini, anlayamıyordum bile. Kulaklarım bir anda patlama noktasına geldi. Vücudum benim kontrolümden çıktı ve hıçkırıklarımın eşliğinde dizlerimin üzerine çöktüm.

Benim sonum, başlangıcım olmasını istediğim adam tarafından yazılmıştı adeta.

Hiçbir şey hissedemeyen, hareket edemeyen bedenim birileri tarafından sürüklenmeye başladı. Nereye götürüldüğümü anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Ben ömrümün sonuna kadar işkence çekmeye, sevdiğim adam tarafından gönderilmiştim.

Koltuklarında oturan insanlar inip benim olduğum yere doğru yürüyordu. Aralarında Chris de vardı. Şefkatli bakışlarının yerini alan düz duvardan başka hiçbir şey yoktu yüzünde. Bedeni başka bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibiydi. Karşımdaki insan, benim hislerimin sahibi olamazdı...

İçimde kalan son güç kırıntısını sadece tek bir şey için topladım. Boynumdaki kolyeyi koparıp onun suratına çarpmak için.

Helena Lincoln'ün hikayesi buraya kadardı.

Bir kafeste başlamıştı ve cehennemde son bulacaktı.

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Serinin ilk kitabın finalini böyle yaptık... Düşüncelerinizi çok merak ediyorum.

Sizce ikinci kitapta neler olacak?

Finali nasıl buldunuz?

 

Bölüm : 26.10.2025 18:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...