3. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU

2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Mağazanın ışıklı, küçük tabelasına dalıp gittiğimi fark etmem biraz zaman almıştı. Bay Krakorn'un huzursuz sesini duyduğumda girdiğim transtan çıktım. Dikkatimi çekmek ve beni bir an önce çalıştırmaya başlamak üzere yüksek sesle konuştuğunu bilecek kadar tanımıştım onu. Gülümseyerek içeri girdim. Kendisiyle çok muhabbetim yoktu ancak babamla bile daha az konuşuyordum muhtemelen. O yüzden teknik olarak, kendisi ile muhabbetim var sayılırdı.

"Hemen önlüğünü giy Helena, içerisi biraz kalabalık." Müşterilere ve gereksiz heyecanlanan Bay Krakorn'a göz gezdirdim. Kendisi huysuz bir yaşlıydı. Tezgahın altına istiflediğim kırmızı beyaz önlüğü başımdan geçirip belime bağladım. Sıradan bir market olduğu halde dünyayı kurtarıyormuşçasına ciddi iş yapan patronuma gülümseyip temizlik odasına yöneldim. Her zamanki gibi ilk iş olarak marketi silecektim, daha sonra da yeni gelen ürünlerin yerleştirilmesi ve dağılan mağazanın toplanması gibi bir çok "önemli" işim vardı. Yerleri silmek ise favorimdi, düşünmek için müthiş bir zamandı.

Paketi aldığım günden beri takip edilmiyordum. O yüzden, takipçilerimin, paketi getiren o deli saçması yerlerle bir bağlantısı olduğuna inanıyordum. Paketi alalı bir aydan fazla olmuştu. Arada bir sakladığım yerden çıkarıp kahkahalarla güldükten sonra yerine bırakıyordum. İnterneti ve birçok kitabı didik didik aramama rağmen ne Alderwild, ne Milena Dagora ne de Captivum denilen, karakol tarzı bir yer olduğunu düşündüğüm yer hakkında bilgi bulamamıştım. Birçok kez bu araştırmayı yapmış olmam bile gülünç geliyordu. Elementerin ne demek olduğunu dahi bilmiyordum. Ancak birinin benimle dalga geçmesi için de bir sebep yoktu. Herhangi birine zararı olmayan, kendi halinde biriydim. Beni tanıyan üç beş kişi dışında varlığımdan dünyanın geri kalanı haberdar değildi.

Aileen ve Marva'dan şüphelenmemin ne kadar yersiz olduğunu ise geçen zaman içerisinde anlamıştım. Kendi hayatlarıyla öylesine meşgullerdi ki, böyle bir kutu hazırlamakla uğraşmış olmaları imkansızdı.

Bir süredir aynı yeri sildiğimi, Bay Krakorn'un uyarıcı öksürüğü ile fark ettim. Elimi çabuk tutup mağaza temizliğini bitirdikten sonra hızla yeni ürünleri yerleştirmeye başladım. Bugün biraz erken çıkacaktım, o yüzden işimi çabuk yapmak ve herhangi bir azar işitmemek istiyordum. Bay Krakorn sesini yükselten ya da azarlayan biri değildi ancak ben de aptal değildim. Bakışlarından, ne demek istediğini anlıyordum ve işimi iyi yapmadığımı düşünmesinden de rahatsız olurdum.

"Tanrı aşkına şu saçlarını toplar mısın?" Bay Krakorn'un nadir azarlarından birini işittiğimde, sildiğim yerlere düşmüş olan birkaç tel kızıl saçı gördüm ve gülümsedim. Onun huysuzluğu beni rahatsız etmiyordu. Önlüğün cebinden çıkardığım yeşil toka ile dalgalı, kızıl ve olabildiğince dağınık saçlarımı tutturdum. Çıkmama kısa bir süre kalmıştı. Hemen hemen her şeyi bitirmiştim. Kolumdaki kırık saate tekrar baktım ve beş dakika kala önlüğümü çıkardım. Bay Krakorn'a seslenip yere düşen saç tellerimi de aldım ve kapıya yöneldim. Market kapısından çıkacağım sırada birkaç müşteri de içeri girmek üzereydi. İki rahatsız edici silueti gördüğümde, müşterilerin girebilmesi için kenara çekilmiş bekliyordum. Üzerlerindeki montu Mars'tan dahi tanıyabileceğim, bir aydır görmediğim iki takipçim yaz kış demeden üzerlerine geçirdikleri o saçma mont ile karşı kaldırımda duruyorlardı. Marketten yüzüme vuran sinir dalgası ile çıkıp aşağı doğru yürümeye başladım. Sonra ise nereden geldiğini bilmediğim bir cesaret bedenimi doldurdu. Bu durumdan gerçekten sıkılmıştım.

"Hey! Hey! Evet size sesleniyorum!" Üzerlerine alınmayan takipçilerim, birbirlerine dönüp sohbet ediyormuş gibi yapmaya başladılar. Başladığım işi bitirmeye niyetli bir şekilde, dönüp onlara doğru yürümeye başladım. Aramızda sadece, işlek olmayan bir yol vardı. Yukarı doğru yürümeye başladıklarında, bende koşmaya başladım. Bugün birkaç cevap almak istiyordum.

"Size söylüyorum! Dursanıza!" koştuğumu fark edince onlar da hızlandılar ancak benden kaçmaya çalışmaktansa, beni daha az işlek bir yere yönlendirdiklerini düşündüm. Ellerimi bu yaz sıcağında terlemeye başlayan enseme götürdüm. Terlemekten nefret ederdim. Biraz daha ilerleyip sağa döndüler ve köşede beklemeye başladılar. Aramızdaki yaklaşık elli metreyi hızla kapatıp karşılarına dikildim. Karşımda aylardır uzaktan gördüğüm, orta boylarda ve 20'li yaşlarında, sarışın bir kadın ve hemen hemen aynı yaşlarda, uzun boylu, sarışın bir erkek duruyordu. İkisinin de gözleri yeşildi. Kardeş olabileceklerini düşündüm.

"Özlettiniz kendinizi." Yüzümde bilmiş bir gülümseme vardı. Onlardan korkmadığımı ya da çekinmediğimi bilmelerini istiyordum. Benden sadece üç dört yaş büyük gibilerdi ve benim çöplüğümdeydik. Burada birçok insan birbirini tanırdı. Beni tanımasalar bile onlar için tanıdık bir simaydım. Üstelik bana zarar verme niyetlerinin olmadığını da anlamıştım. Aylardır tek yaptıkları sessiz sakin takip etmekti.

"Ne söyleyeceğiz?" erkek olanın, kadına sorusu karşısında kaşlarım istemsizce kalktı. Benimle yüz yüze geleceklerini hiç düşünmemişlerdi belli ki. Hazırlıklı değillerdi.

"Neden onun önünde konuşuyoruz?" kadın olan diğerini uyarırcasına dişlerini sıkmıştı.

"Nerede konuşalım o da burada bizimle dikiliyor." Aralarındaki anlaşmazlık eğlenceli bir hal aldığında kollarımı birbirine bağlayıp onları izlemeye başladım. Konuşmaları son bulmuş gibiydi, derken kadın tane tane konuşmaya başladı.

"Bunun bende farkındayım, Fernando." Erkek olanın adının Fernando olduğunu öğrenmiştim ancak o bu durumdan pek memnun değildi. Sinirle birkaç adım attı.

"Neden onun önünde ismimi söylüyorsun?" yüzümdeki gülümsemeye engel olamaz bir biçimde onları izlemeye devam ettim. Ya gerçekten kardeşlerdi, ya da birazdan birbirlerinin dudaklarına yapışacaklardı. Emin olamıyordum.

"Sen de benimkini söyle ödeşelim. Ne olacağını sanıyorsun? Senin ismini ne yapacak?" kısa bir süre birbirlerine tehlikeli bakışlar attılar. Kadın kafasını bana çevirip konuştu.

"Benim adım Klaer. Mutlu oldun mu şimdi Fernando?" Fernando pes eder gibi iki elini başının iki yanında kaldırdı.

"Seninle gerçekten başa çıkamıyorum Klaer. Aziz görevimizi ona sen açıklarsın. Ben açlıktan ölmek üzereyim!" bizi orada bıraktıktan sonra, marketin iki ev üzerinde bulunan restorana yöneldi. Ciddi ciddi, yemek yiyecekti. Arkasında ağzı bir karış açık iki kadın bırakmıştı. Sinirden olduğu yerde duramayan Klaer'e baktım.

"Erkekler." Yüzümden bir gülümseme geçti. Erkekler hakkında çok bir fikrim yoktu. İletişim kurduğum iki erkek vardı. Biri babam, diğeri patronum. Birde mağazaya gelen müşteriler!

"Siz kimsiniz? Beni aylardır takip ettiğinizin farkındayım. Şu gülünç paketi aldığımdan beri sizden kurtulmuştum. Yine neden beni takip ediyorsunuz?" yüzünde şaşkınlık belirmediğinden, farkında olduğumu bildiklerini anladım. Aylardır takip edildiğimi bildiğimi tabii ki anlamışlardı. Derin bir nefes alıp gözlerini gökyüzüne dikti. Gökyüzü yaz günlerine inat, biraz bulanıktı şimdi. Az önce beni yakıp terleten güneş, yerini yavaş yavaş terk ederken ben de onunla birlikte gökyüzüne baktım.

"Ne yapacaksın? Çağrıya." Kurduğum teorilerin yersiz olmadığını görmüştüm. Paketi getirenler ile bu iki takipçi bağlantılıydı ve bana gelen pakette bir "çağrı" olduğundan haberdarlardı. Belki de paketi onlar göndermişti.

"O saçma şeyi bana siz mi gönderdiniz?" gökyüzüne bakan gözleri usul usul bana döndü. Bir yandan da restorana doğru baktığını görebiliyordum.

"O saçma şey, senin hayatının dönüm noktası. Ve hayır, onu sana biz göndermedik. Bizim bağlı olduğumuz akademiden geliyor." Kafamda biriken onlarca soruyu beceriksizce sıraya koymaya çalıştım. Sormak istediğim soruların hepsine cevap alıp alamayacağımı bilemiyordum.

"Beni neden aylardır takip ediyorsunuz?" tekrar başını restorana çevirdi. Huzursuzlanmaya başladığını görebiliyordum. Benimle tek kalmaktan mı huzursuzdu, yoksa başka bir sebebi mi vardı çözemedim.

"Seni bir başkasının takip etmediğinden emin olmak için." Beni kim ne için takip ederdi ki? Hayatımda hareketlenmeye başlayan olayların dışında kalıyordum. Gözlerimi birkaç kez kırpıp yeni bir soru sormak üzere ağzımı açtığımda, cebimde titreyen telefon bana engel oldu. Arayan Aileen'di. Telefona şuan cevap vermek için uygun bir zaman olmadığından, ısrarla çalan telefonu tekrar cebime koydum.

"Bana her şeyi baştan anlatabilir misin? Senden rica ediyorum. Kafam fazla karışmış durumda." Cebimde hala titreyen telefon sinirlerini bozuyor gibiydi. Çatık kaşlarını cebimden çekip tekrar restorana baktı.

"Bu akşam odana gelmeyi deneyebiliriz. Pencereni açık tut. Şuan bu köşe başında, beraber görülmemiz güvenli değil. Yeterince oyalandık. Akademiye geri dönmemiz gerekiyor." Kaçaklardı belki de. Ya da onları arayan birinden kaçıyorlardı. Restoranın kapısından çıkan Fernando, caddenin karşısından olanca gücüyle bağırdı.

"Şu lanet olasıca telefona cevap ver!" büyük bir şaşkınlıkla, telefonu cebimden çıkarıp çağrıyı yanıtladım.

"Neden açmıyorsun şu telefonunu? Yarım saat geciktin. Endişelenmeye başlamıştık." Yükselen sesler ikisini de rahatsız ediyor gibiydi. Nasıl bu kadar iyi duyabildikleri üzerine çeşitli teoriler üretirken arkamı dönüp telefonun sesini biraz kıstım.

"Geliyorum. Biraz sakin olun. Marketten çıkamadım bir türlü. On dakikaya ordayım." Telefonu kapatıp arkamı döndüğümde gitmişlerdi. Sıkıntıyla nefes verip etrafımı taradım. Nerede olabilecekleri hakkında bir fikrim yoktu. Yapabileceğim tek şey, Klaer'in söylediği gibi bu akşam odama gelmelerini ummaktı.

Hızlı adımlarla eve ilerlerken omzumda hissettiğim temas sıçrayarak duraklamama sebep oldu. Kalbim bir anda dört nala koşmaya başlamışken aceleyle arkamı döndüm. Kesik nefeslerimi önlemek ister gibi bir elimi göğsüme bastırmıştım. Çatık kaşlarla omzuma dokunan adama bakmaya başladım. Yirmili yaşlarında görünen, esmer biriydi.

"Bunu düşürdün." dedi düz bir sesle hiçbir şey söylemeden. Düz olmasına rağmen sert çıkan, tıpkı benim gibi çatılmış kaşları ile bana bakan çocuktan gözlerimi alır almaz eline çevirdim bakışlarımı. Elinde kırmızı renkli, aklımı başımdan alabilecek kadar güzel görünen bir taş tutuyordu.

Bütün bedenim taşı almam için çığlıklar atsa da başımı iki yana salladım. Bana ait olmayan bir şeyi sırf çok güzel diye alacak değildim.

"Benim değil." dedim kısık bir sesle. Boğazımı temizleyip duruşumu dikleştirmeye çalıştım. Takip olayları, paket... Her şey beni gitgide daha gergin biri yapıyordu sanki. Alt tarafı yirmilerinde biri omzuma dokunup taşın benden düştüğünü sanmıştı, neden bu kadar tedirgin oluyordum?

"Seni bir başkasının takip etmediğinden emin olmak için." demişti Klaer ancak bu karşıma çıkan her yabancıdan şüphe etmem gerektiği anlamına gelmiyordu.

Oldukça koyu bir kahverengi olan gözleri yüzümde bir süre oyalandıktan sonra dudağı hafifçe kıvrıldı ve sonra başını salladı. Hala bana uzatmış olduğu taşı geri çekip bol pantolonun cebine soktu ve hiçbir şey söylemeden arkasını döndü.

Bir şey söylemek ister gibi ona doğru bir adım attım ama sonra yaptığımın ne kadar saçma olduğunu fark ettim. Teşekkür etmemi gerektiren bir şey yoktu çünkü taş bana ait değildi ve kaybettiğim bir şeyi bulmamı falan sağlamamıştı. Başımı iki yana sallayıp kendimi toparlamaya, aklımı boşaltmaya çalıştım. Biraz daha oyalanırsam, kızlar acıma son verip beni öldüreceklerdi...

Ön bahçedeki küçük katlanır masanın çevresindeki tahta sandalyelere kurulmuştuk. Aslında Marva'larda olacaktık ama takipçilerimin gelme ihtimaline karşın eve yakın olmak istiyordum. Bugünkü toplanma amacımız, Aileen ve Marva'nın hayatlarında olan heyecanlı hikayeleri dinlemekti. Her zamankinden farklı olarak, benim de anlatacak birkaç şeyim vardı bu kez. Onlara şu paketten bahsetmek ve fikirlerini almak istiyordum.

Tanıştığı birkaç çocuğu anlatan Aileen'den sonra, Aileen ve Marva'nın kabul aldığı üniversite mektuplarını heyecanla inceledik. İçlerinde birkaç tane ortak üniversite de vardı. Utah'taki birkaç üniversiteye de başvurmuşlardı. İkisi de farklı farklı birkaç Utah üniversitesinden kabul alabilmişlerdi. Burada kalıp Utah'ta okurlar mıydı, yoksa beraber başka eyaletlere mi yelken açarlardı, usul usul bunun tartışmasını yapıyorduk.

"Ben artık buradan uçmamız gerektiğini düşünüyorum." Marva hiçbir zaman Utah'ı sevmemişti zaten. Daha doğrusu Midvale'i. Onun hayali hep Manhattan, Chicago ya da Los Angeles'ta yaşamaktı. New York'dan kabul alabildiği düşünülürse, burada kalmak istememesini anlıyordum. Aileen ise benim gibi, Midvale gibi küçük bir kasabada yaşamaktan memnundu. Hayatın daha kolay olduğu, kendimizi daha güvende hissettiğimiz bir yerdi burası. Buna rağmen buradan bir an önce gitmek istememin tek sebebi, boğuluyor olmamdı. Babam tarafından, işim tarafından, tamamlayamadığım okulum tarafından, kendime itiraf edemesem dahi en yakın arkadaşlarım tarafından bile boğuluyordum...

"Bilemiyorum Marva," dedi Aileen. "Midvale'de yaşamaya devam edeceğimi ummuştum. Hem Helena'yı nasıl bırakacağız?" Konu bana geldiğinde, buruk bir gülümsemeyle baktım yüzlerine. Çocukluğumdan beri arkadaşımdı ikisi de. Yaşadığım her şeyi onlarla birlikte yaşamıştım. Duygusal bir karakteri olmayan Marva bile benim için çok kez endişelenmişti. Gözlerindeki New York ateşinin yerini bana duyduğu anlayış kapladı.

"Bırakmayacağız ki. Sürekli gidip geleceğiz, belki burada görüştüğümüzden bile sık görüşürüz. Değil mi Aileen?" Verdiği cevapla tatmin olmuşçasına, hayallerini yıkmamak adına ikisine de gülümsedim.

"Belki ben de bir yerlerde liseye tekrar başlarım." Tamamen asılsız olan cümlem ikisini de heyecanlandırdığında ters bir bakış gönderdim onlara. Okuyamayacağımı biliyorlardı. Çalışıp para biriktirecek ve kendi işimi kuracaktım. Herkesin ulaşabileceklerinin bir sınırı vardı. Ben liseyi tamamlamamış, o yaşı çoktan geçmiştim. Bu saatten sonra okula dönemezdim. Bazı şeyler ne yazık ki sadece hayal olarak kalmaya mahkumdu. Ben hiçbir zaman kampüs çimenlerinde arkadaşlarımla kahve içemeyecektim ya da benden not istemek için bana yalakalık yapan insanları tersleyemeyecektim. Onlar üniversiteye gidip bir meslek sahibi olacaktı, ben de bir iş kuracaktım. Ya da Bay Krakorn'un dükkanında çürür giderdim. Hayatı bazen olduğu gibi kabullenmek gerekiyordu.

"Anlatacak bir şeyim var demiştin. Biraz da sen konuş bakalım." Boğazımı heyecanla temizleyip nereden başlayacağımı düşündüm. Aylardır takip edildiğimden haberleri yoktu. Söylersem kızacaklarını da biliyordum. Bunca zamandır onlara söylemediğim için. Aileen'in dümdüz saçları elektrik çarpmışçasına havalanırdı ve Marva'nın mavi gözleri alev alırdı. Bundan emindim.

"Bana bir paket geldi. Bir aydan biraz fazla oluyor-" cümlemi bitiremeden kafama fırlatılan çekirdeği saçımdan alıp geri Marva'ya attım.

"Hey!" sinirle yüzüme bakan iki çift gözden, takip olayını söylememekte ne kadar haklı olduğumu anlayabiliyordum.

"BİR AY ÖNCE GELEN PAKETİ BİZE NASIL BUGÜN ANLATIRSIN!" Öncelikle, bir bahane aradım ancak bulamadım. Kurtuluş olmadığını fark ettiğimde ise, bu detayı atlamaya karar verdim. Neden anlatmadığımı ben de bilmiyordum. Belki de bugün, takipçilerim o paket hakkında konuşana kadar bütün bunların birinin bana oyunu olduğunu düşünmemle alakası vardı.

"Paketi tuhaf görünümlü, takım elbiseli iki adam getirdi. Yalnız açmamı söylediler ama tabii ki onların yanında açtım. İçerisinde bir sürü kağıt vardı. En üstteki bir çağrıydı. Daha doğrusu onlar adına böyle diyor."

"Kimler?" Takipçilerim. Konu dönüp dolaşıp buraya geliyordu! Ağzımdan kaçırmamak için kendimi zor tuttum.

"Paketi gönderenler işte. Her neyse, beni dinleyecek misiniz siz?" Konuşmamın başından beri sessizliğini koruyan Aileen beni daha da endişelendirmeye başlamıştı. Er ya da geç beni azarlayacağının bilincindeydim.

"Alderwild diye bir yerden söz ediliyor. Bir Elementer akademisiymiş. Oraya çağırılıyorum. Çağrıya icabet etmediğim takdirde de Captivum denilen bir yere gönderilmemden bahsediliyor. Ancak tahmin edeceğiniz üzere, hepsini hem internette hem kitaplarda onlarca kez aradım. Bu isimlerde hiçbir şey yok. Captivum, Latince tutsak tarzı bir şey demek. Bu yüzden oranın bir hapishane ya da karakol falan olduğunu tahmin ediyorum. Tek bildiğim bu. Uzunca bir süre, bana bir şaka yaptığınızdan bile şüphelendim. Bu paketi kim, neden gönderdi bilmiyorum." Ağzı açık bir biçimde beni dinleyen Aileen ve Marva gerçekten endişelenmişlerdi. Benim gibi kahkahalarla gülmelerini bekliyordum. Benim yüzüm hala kendini zor tutar bir şekilde kıkırdar haldeydi.

"Hey, bence çok komik." Bakışları daha da ürkütücü oldukça gülümsemeyi kestim. Ciddi anlamda telaşlanmışlardı.

"Neden bu kadar gerildiniz? Böyle bir yer yok diyorum size. Alderwild diye bir yer yok. Gitmedim diye hapse falan girmeyeceğim. Hem, elementer de ne demek? TV sunucusu falan mı?"

"Gitmeyeceksin yani, öyle mi?" Aileen uzunca bir süredir ilk kez konuştu. Kendimden emin görünmeye çalışarak yanıtladım.

"Öyle bir yer yok. Hakkında hiçbir şey bulamadım. Biri benimle dalga falan geçiyor. Acınası hayatıma ufak bir heyecan katmak için yapılmış bir şaka işte." Söylediklerime ne ben, ne de onlar inanmıyordu. Öyle bir yer yoksa bile, bunun bir şaka olmadığının farkındaydım. Sadece, ümitlenmek istemiyordum. Akademi kelimesi bile tüylerimi ürpertiyordu. Bir şeyler öğrenmek, bir yerlere ait olmak. Böyle bir şeyin gerçek olduğuna inanıp, sonradan hayal kırıklığı yaşamak istemiyordum.

"Bana şaka gibi gelmedi. Bize söz ver Helena, bu konu hakkında ne öğrenirsen bize anlatacaksın. Sana destek olmanın bir yolunu buluruz." Onu onaylayan Marva ile birlikte, gece yarısı evlerine döndüler. Bahçede bir başıma, gelen çağrıyı düşünüyordum. Kutudaki diğer kağıtları ve haritayı incelememiştim. Odamda takipçilerimi beklerken, onları incelemeye karar verdim. Babam ortalarda yoktu. Nerede olduğu hakkında bir fikrim de yoktu.

Odamda, kitaplığın arkasındaki boşluğa bıraktığım kutuya uzandım. Babam gelip odamı karıştırmazdı ancak yine de kimsenin eline geçmesini istememiştim. Kutunun en üstünde duran çağrıyı kenara koydum. Gözlerim yine Milena Dagora ismine takılmıştı. Hakkında hiçbir şey yazılmamış, çizilmemiş olan Milena Dagora.

Çağrının altında küçük küçük kağıtlar bulunmaktaydı. Üzerlerinde bazı sözcükler ve karşılarında iki nokta ile açıklanmış anlamları bulunuyordu. Bunların bazı temel terimler olduğunu düşündüm. Daha sonra inceleyecektim. Yirmi otuz tane küçük kağıdı, kutudan toparlayıp çağrının yanına bıraktım. Kutunun içerisinde, karşıdan ve biraz tepeden çekilmiş bir fotoğraf vardı. Hayranlıkla açılan ağzımı zar zor kapatıp pür dikkat fotoğrafı inceledim. Burası tarihi motifler taşıyan, modern bir binaydı. Belki de şatoydu. Ya da bir kale. Hepsine biraz benziyordu! En tepesinde, yuvarlağa benzer bir şekil vardı. Fotoğraf uzaktan çekildiğinden tam seçemiyordum ancak bir yuvarlak içerisine şekiller yerleştirilmiş gibiydi. Belki de bir semboldü.

Alan belki de kırk futbol sahası büyüklüğündeydi. Fotoğraftan bunu seçmek zordu ancak binanın pencerelerinden, boyutlarından anlamlandırmaya çalışıyordum. Yanılıyor olabilirdim. Hemen arkası uçurum gibi duruyordu ve aşağısının bir deniz veya nehre ev sahipliği yaptığını düşündürüyordu. Şato veya kale her ne ise, arkasında kalan bu uçurum ve aşağıda ne olduğu net değildi. Çevresinde binlerce yüksek ağaç vardı. Ancak kale onlardan da yüksek olduğundan net bir biçimde seçiliyordu. Bu arazinin sadece onda birini oluşturuyordu bu yüksek yapı. Geri kalanı bomboş gibiydi. Ancak arazide bir yapaylık vardı. Bu gösterilen yerin Alderwild denilen şu akademi olduğunu varsaymıştım. Belki de hapishaneydi. Ya da belki de ikisi de aynı yerdeydi. Bilmiyordum. Fotoğrafı uzunca bir süre inceleyip tahminlerde bulundum. İçimde bir yerlerde kalbim dizginleri eline almış, dört nala koşuyordu. Böyle bir yerin gerçek olma düşüncesi, buraya çağrılmış olmam ve bir toplulukta ders alacak olmam... Tanrım! İçimdeki alev büyüdükçe büyüdü. Fotoğrafı bir kenara bırakıp haritayı elime aldım. En az otuz kere katlanmış, modern bir kağıt parçasıydı. Öylesine büyük bir yer için bile fazlaydı bu harita. Odamın zemininin yarısını kaplayacak şekilde açıldı. Bu haritadaki onca şey, o kalede olamazdı. Orası yüksekti, ancak enine büyük değildi. Burada başka yerler de olmalıydı. Midvale'in dışına hiç çıkmadığımdan, neresi olduğunu anlayamadım. Hatta hangi eyalet ya da ülke olduğunu da anlayamadım. Haritanın tepesinde sadece Alderwild yazıyordu. Ne ölçeği vardı ne de komşu şehirler veya başka bir şey. Haritadaki yerlerin çok büyük bir kısmı silik ve belirli belirsiz çiziliydi. Küçük bir kısmı ise çok belirgin ve netti.

Aşağıdan gelen birtakım hışırtıları duyar duymaz kalbim yine ağzımda atmaya başlamıştı. Pencereden gelmeye çalıştıklarını tahmin ettim ve pencereye doğru ilerledim ancak pencerede kimse yoktu ve sesler gelmeye devam ediyordu. Merdivenleri hızlıca adımlayıp aşağı indim ve kapıyı açtım, Fernando karşımda dikiliyordu.

"İçeri geç. Sizi bekliyordum." Fernando davetimle birlikte eve adımını attı. Bir yandan da etrafına bakınıyordu.

"Kafan karışmış gibi." Fernando, merdivenleri çıkarken bir yandan benimle konuşuyordu. Yanında Klaer yoktu.

"Pencereden geleceğinizi düşünmüştüm." Fernando rahat adımlarla odamdan içeri girdi. Yerde serili haritaya yüzünde bir gülümsemeyle bakıyordu.

"O Klaer'in tarzı. Ben daha çok kapı insanıyım." Pencereye döndüm. Klaer görünürde yoktu.

"O nerede?"

"Gelemeyecek. İlgilenmesi gereken şeyler çıktı." O şeylerin ne olduğunu merak etmiştim. Ancak bir şey sormadım.

"Bana bazı cevaplar verecekti. Hatta her şeyi anlatacaktı." Tekrar gülümsedi Fernando.

"Biliyorum. Bu yüzden buradayım." Yere, karşıma oturdu. Haritaya tersten bakıyordu. Elini haritadaki silik yerlerden birinde, bana göre sol alt köşede gezdirdi.

"Burası benim yuvam." Gösterdiği yeri görebilmek için haritanın üzerine çıkıp o noktaya doğru dizlerimin üzerinde süründüm. Parmağının olduğu yerde Territer yazıyordu.

"Territer?" ellerini birkaç yerde daha gezdirdi. Ben Territer yazan bölgeyi incelemekle meşguldüm. Burası oldukça büyük, bir elips şeklinde tasarlanmıştı. Her bir bölümü, şekilsiz bir pizza dilimi gibiydi. Elips birçok dilime ayrılmıştı.

"Burası 5 katlı." Heyecanla fotoğrafı elime aldım. Kalede böyle çember bir yer olmadığına emindim. Fotografik hafızam çok kuvvetliydi ve gördüğüm şeyleri genelde unutmazdım. Ancak kendimden şüphe edip tekrar bakmıştım. Evet, böyle bir yer yoktu. O zaman nasıl ikisi de Alderwild olabilirdi?

"Fotoğrafta böyle bir yer yok." Fernando başını ileri geri salladı.

"Burası yerin altında kalıyor. Aslında... Haritada gördüğün bu silik çizilen yerlerin tamamı yerin altında. O fotoğrafta görmüş olduğun kısım da, şu belirgin yer işte. Ortak alan." Haritada eliyle, hemen hemen haritanın merkezinin biraz kuzeyinde kalan belirgin kısmı gösterdi. Fotoğraftaki kale benzeri yeri temsil ettiğini söylemişti.

"Ortak alan." Kendi kendime tekrar ettim. Territer neydi peki? Böcek ismine benziyordu.

"Diğer yerleri okuyabiliyor musun? Şurası -haritanın sağ üstünü gösteriyordu- Tempersitar." Gösterdiği yeri heyecanla incelerken konuşmaya devam etti.

"Şurası Metallum, yanında İgniser var. Şurası ise Aquasar." Sırayla haritanın sağ altını, onun bir solunu ve haritanın sol üstünü işaret etti. Soru sormamak için kendimi tuttuğumun farkındaydı ve bana işkence etmekten zevk alıyordu. Olağanüstü bir yavaşlıkla ellerini haritadan çekip bana baktı. Söylediklerini sindirdiğimi görmüş olacak, açıklamaya devam etti.

"Gördüğün gibi, beş elementer topluluğu var. Hepimiz Seçilme Sınavının ardından topluluklarımıza seçiliriz. Her bir topluluk bir elementi simgeliyor. Aquasarlar suda ustalaşır, İgniserler ateşte, Metallum karmaşıktır. Bunu oraya gittiğinde, metalluma seçilirsen öğrenirsin. İnan bana, ben de ne yaptıklarını çözemedim." Hafifçe gülümsedi ve nefeslendi. Sonrasında, gözlerinde hoş bir parıltıyla konuşmayı sürdürdü.

"Territerler, biz, toprakta ustalaşırız. Tempersitarlar ise, Klaer gibi, havada ustalaşır. Herkes kendi topluluğuna ayrılan bölgede eğitim görür ve burada yaşar. Akademideki eğitimin tamamlanana kadar topluluğunun ve insanlığın refahı için çalışırsın. Tabii daha sonrasında da." Anlatılanların her biri beynimde yankılanırken, buranın gerçekliği nefesimi kesti. Alderwild gerçekten vardı ve bu karşımda oturan adam oradan geliyordu. Gözlerim büyümekten acımış, boğazım kurumuştu. Bir fotoğrafa, bir de haritaya bakıyordum.

"Ca-Captivum." Diyebildim heceleyerek.

"Ha, Captivum. Sen nereden biliyorsun ki orayı?"

"Çağrıdan." Fısıltı gibi çıkan sesime lanet ettim. Biraz daha güçlü görünebilmek isterdim. Eğer tüm bunlar gerçekse, Captivum denilen yer de gerçekti. Söyleyeceklerini tedirginlikle dinliyordum. Fernando usul usul başını salladı. Çağrı'da Captivum'dan bahsedildiğini unutmuştu belli ki.

"Bir çeşit hapishane. Elementer dünyasındaki suçlular için. Fotoğrafı ya da bir haritası yok. Orası hakkında konuşmak yasaktır. Oraya gidip, cezasını çekip çıkan suçlular bile nasıl bir yer olduğunu anlatmaz. Bunun sebebini bilmiyorum. Muhtemelen bir çeşit sochru yüzündendir. Ya da anlatamayacak hale geliyorlardır." Sochru kelimesi kafamı kurcalarken, kaybolduğumu fark etmiş olacak, açıklamaya başladı.

"Elementer dünyasında büyü kelimesi kullanılmaz. Çünkü yapılanlar aslında büyü değil. Bizlerin yaptığı, bir çeşit dilek dileme aslında. Bu yüzden sochru kullanılır. Sochru; elementler aracılığıyla her topluluğun kendi Primus'una seslenişidir. Ah tanrım! Ne zor işmiş. Şimdi de Primus nedir diye soracaksın." Usul usul kafa salladım. Kafamın patlamasını engellemek için derin nefesler alıp veriyordum. Heyecanım vücudumda taşarken, boncuk boncuk terlemeyi ihmal etmiyordum. Avuç içlerim ıslanmış, sırtım su içinde kalmıştı.

"Primus her elementin ilk elementeridir. Hiçbir topluluk, öbür toplulukların Primuslarının ismini bilmez. Söylemeye çalışsan da başka birine söyleyemezsin. Ve inan bana çoğu şeyin sebebini ben de bilmiyorum. Ancak Alderwild'de topluluklar arası büyük bir gizlilik vardır. Gerçi, tüm akademilerde bu böyle." Fernando boğulurmuş gibi, garip garip sesler çıkarmaya başladı. Ağzı yüzü tuhaf tuhaf kasılıyordu. Bir an için onun için endişelendim, sonra ise aklıma, kendi Primusunun ismini söylemeye çalıştığı fikri geldi. Kahkahalarla gülmeye başladım. Gerçekten de söyleyemiyordu! Demek ki bir Territer değildim. Ya da belki de, her neysem henüz ortaya çıkmamıştı. Ya da Alderwild diye bir yer yoktu.

Bu ihtimali hızlıca eledim.

Hayır, öyle bir yer var ve ben de oraya aitim!

"Yine bir çeşit sochru olduğunu düşünüyorum şu söyleyememe işinin. Belki de bu sochruyu Primuslar çağırmıştır. Primuslar ölümsüz. Daha doğrusu zamandan bağımsızlar. Ya da belki de onların zaman algısı bizden farklıdır. Ya da belki de, zaman diye bir şey yoktur. Açıkçası, derslerim pek iyi değildi o yüzden bunları çok bilmiyorum. Belki sen daha iyi bir öğrenci olursun." Kahkaha atışıma gülümsedi. Gerçekten kötü bir öğrenciydi belli ki, emin olarak anlattığı hiçbir şey yoktu!

"Ayrıca bazen cevapsız bıraktıkları sochrular da oluyor! Korkunç bir durum. Bazılarını öylece cevapsız bırakıyorlar. Bu yüzden ölenler olmuş." Yüzümdeki korku ve gerginlik, Fernando'nun gülümsemesine sebep oldu. Öğrendiklerimle kafam öylesine ağırlaşmıştı ki, taşıyamayacak gibi hissediyordum. Primuslar, sochrular, territerler... Dünya kadar yeni şey kafamın içini fare gibi kemirip duruyordu. Kimse bunları bir anda uyduramazdı. Böylesine bir şakayı kimse kurgulayamazdı. Bu gerçekten... Gerçekten var olmalıydı. Heyecanımın daha fazla artamayacağına emin olduğum bir anda, kalbim göğüs kafesini zorlayarak bana bunun mümkün olduğunu hissettiriyordu adeta.

"Bunların hepsinin, bir şaka olduğunu düşünmüştüm..." Gittikçe kısılan sesim, Fernando'nun anlayışla kafasını sallamasına sebep oldu.

Gözlerim yerdeki haritanın üzerinde usul usul dolanıyor, çoktan hafızama kazıdığım binlerce detayın üzerinden tekrar tekrar geçiyordu. Unutmam mümkün olmasa da, unutacağım diye ödüm kopuyordu. Fernando'nun sıcaklığı ve güler yüzü, bana aklımdakileri sorma cesareti vermişti.

"Captivum... Bir hapishane olduğunu söylemiştin. Çağrıya icabet etmemek, neden oraya gitmemizi gerektirecek kadar büyük bir suç, bunu anlayamıyorum. Dünyada böyle yerlere gerçekten kötü insanlar gider. Üstelik bunca akademi varsa, bir sürü de elementer var demektir. Benim gidip gitmemem bu kadar önemli mi? Peki ya şu yer altında yaşama olayı? Neden yer üstünde yaşamak varken yer altında yaşıyoruz ki?"

Fernando tekrar hafifçe kafasını salladıktan sonra derin bir nefes çekti. Nereden başlayacağını, ya da nasıl anlatacağını düşünüyor gibiydi. Kendimi bir yandan kötü hissediyor bir yandan da daha fazlasını öğrenmek için can atıyordum.

"Madem derin mevzuları konuşmaya başladık, bir tık daha geriye gidiyorum o zaman, evrenin var oluşuna." Kahkaham sözünü yarıda kesti.

"Bir tık gerisi bu mu? Bunun daha gerisi var mı ki Fernando?" O da bana katıldı.

"Haklısın, bir tıktan daha geri oldu bu. Bir önemi var mı? Geriye gidiyorum işte." Kendimi ciddi olmaya zorlayıp elimle ona devam etmesini işaret ettim. Bütün bedenim bilgiye ve öğrenmeye açtı, yıllardır üstelik!

"Elementerlerin soyu, evrenin başlangıcına dayanıyor. Daha doğrusu, Ay'a dayanıyor. Bizim temel var oluş sebebimiz, denge. Dünyanın dengesinin korunduğundan emin olmak. Her türlü canlının yaşama hakkına saygı duymak." Boğazımdaki kuruluk, Fernando'nun soluklanmasıyla birlikte kendini iyice belli etmişti. Bir yandan onun devam etmesini beklerken bir yandan yatağımın yanındaki suya uzandım. Vücudumdaki bütün su buhar olup gözeneklerimden uçmuş gitmişti. Saç diplerime kadar nemlenmiştim. Bir film izliyor ya da sürükleyici bir roman okuyor gibiydim. Her duyduğumu sindirmek için bütün alıcılarımı açmıştım.

"İnsanların tarihine göre, dünyadaki yaşam 3 milyar yıl öncesine, bakterilere dayanıyor. Ancak bu doğru değil. Primusların soyu, Ay'ın var oluşuna, 4,5 milyar yıl öncesine dayanıyor. Ay'dan çok ama çok nadir kopan parçaların dünyaya temas etmesi ile bazı ilkel canlılar oluşuyor. Bu ilkel canlılar yüzyıllar içerisinde geliştikçe Primuslara dönüşüyor. Primusların her biri ilk zamanlar kendilerini dünyada tek zannediyorlar. Ne için dünyada olduklarını, nasıl oluştuklarını anlayamıyorlar. Her birinin, oluştuğu ortamdaki elementin hakimi olduğunu anlaması ve birbirlerini bulmaları yüzyıllar alıyor." Belli ki dersini bu kısımlarda iyi dinlemişti. Anlattığı şey onu da heyecanlandırıyordu. Nefeslenip konuşmaya devam etti.

"Bu yüzyıllar içerisinde dünya bugün yaşadığımız dünyadan çok daha farklı bir yer olduğundan, ne üzerinde yaşanabilir bir kara parçası ne de sonsuz yaşama gebe sular bulunuyor. Düzensiz bir toz bulutu, sönmek bilmeyen lavlar, sonu gelmeyen meteor yağmurları... Primuslar elementler üzerindeki güçlerini keşfettikçe, dünyanın dengesi değişmeye başlıyor. Toz bulutu solunabilir bir havaya, ateş çukurlarında kaynayan sular uçsuz bucaksız okyanuslara, zirvesi görülemeyen dağlar düzenli kara parçalarına dönüşüyor. İşte o zaman anlıyor Primuslar neden var olduklarını. Dünyanın dengesini korumak, onu yaşanabilir bir yer haline getirmek için." Gözlerimdeki parıltıyı, Fernando'nun gözlerindeki yansımamdan dahi görebiliyordum. Bir sürahi su içmemin hiçbir faydası olmamıştı. İçimdeki ateş hiç sönmemiş, aksine duyduklarım ve duymak istediklerimle git gide şahlanmıştı. Bu sadece öğrenme açlığımdan değil, kendi ırkıma olan merakımdan da kaynaklanıyordu. Kim olduğumu, neden var olduğumu bilme ihtimali, beni tarifsiz duygulara sürüklemişti. Fernando da bu odaya ayak bastığından beri ilk kez konuşmaktan bu kadar haz duyuyordu belli ki. O da benim gibi heyecanlı, benim gibi mutluydu.

"Milyonlarca yıl geçtikçe; meteor yağmurlarının oluşturduğu organizmalar bitkilere, hayvanlara dönüşüyor. Her meteor yağmurunda çeşitlilik artıyor, bitkilerin ve hayvanların sayısı binleri aşıyor. Beş Primus için görevleri gün geçtikçe daha zorlu bir hal alıyor. Yeni Primusların gelmesini dört gözle bekliyorlar ancak hiç kimse gelmiyor. Dünyayı karış karış arasalar da başka Primuslara rastlamıyorlar. Sürekli gelen tek bir şey var, o da meteor yağmurlarının getirdiği organizmalar. Meteor yağmurları suya, toprağa, yanar dağlara, havaya ya da madenlere isabet ettikçe organizmalar çeşitleniyor. Sayıları sabit kalan Primuslar dengeyi korumakta yetersiz kalmaya başlıyor. Dolayısıyla da dünya bu organizmaların üremeleri ya da beslenmeleri için ihtiyaç duydukları şeylere cevap verememeye başlıyor. Milyonlarca yıldır gelişen, büyüyen ve çeşitlenen dünya, daha gelişiminin yüzde birini bile tamamlamamışken çeşitliliğini kaybetmeye başlıyor. Tükenen bitkiler ve hayvanlar, Primuslara bir şeylerin yanlış ya da eksik olduğunun sinyalini veriyor aslında. Dinozorlar neden yok oldu sanıyorsun? O çağlar, Primusların en büyük başarısızlıklarından biri olarak kabul ediliyor." Ağzımın daha fazla açılamayacağını bilsem de, yırtılacağından korkmaya başlamıştım. Odamda, yerde otururken öğrendiklerim için adam öldürebilecek yüzlerce bilim insanı vardı. Evrenin tarihine Fernando'nun ağzından çıkan iki paragrafla şahit olmuştum resmen. Neden soyunun tükendiğini asla anlayamadığımız o ilkel canlılar, demek bu yüzden yok olup gitmişlerdi...

"İşte o zaman Primuslar, bir yerlerden birilerinin ya da bir şeylerin çıkıp gelmesini beklemenin çözüm olmadığını fark ediyor. Çözüm, onlar çünkü. Görevlerinin dengeyi sağlamak olması, dünyayı yaşanabilir kılmak için ne gerekiyorsa onu yapmaları demek aslında. Dengeyi korumak için ihtiyaçları olan şeyde hemfikir oluyorlar. Bir ırk." Fernando gülümseyerek soluklandı. Kesinlikle daha fazlasını dinlemek zorundaydım. Burada asla kesemezdi!

"Lütfen, devam et." Gülümseme yüzüne daha da yayılırken düşünüyormuş gibi etrafına bakınmaya başladı. Aslında oldukça iyi gidiyordu, aklına ne gelirse anlatmaya devam etsindi işte. Elimle hadi der gibi bir işaret yaptım. Acelem varmış gibi davranmam onu gülümsetmişti ama evet, acelem vardı. Çok değil ama yaklaşık bir 18 yıl kadar gecikmiştim.

"Primuslar enerjilerini bitkilere, canlılara geçirebilmek için bir yol bulmayı deniyorlar ancak her seferinde başarısız oluyorlar. Daha doğrusu, başarısız olduklarını sanıyorlar. Başarılı olduklarını anlamaları yüzyıllar alıyor. Nasıl başarılı olduklarını ise yakın zamanda öğreneceksin. Her neyse, enerjilerini aktardıkları hiçbir hayvan ya da bitki, Primuslara dengeyi korumalarında yardımcı olacak bir davranışta bulunmuyor. Kendilerinde var olan akıl denilen olgunun, hayvanlarda ya da bitkilerde olmadığını fark ettiklerinde, daha üstün bir organizmaya ihtiyaç duyuyorlar. Kendileri gibi, fikir ve irade sahibi... Ancak bunu nereden bulacaklarını bilmiyorlar. Bu onları, kendi varoluşlarını düşünmeye itiyor. Primuslar nasıl var oldu? Kendilerinden bir tane daha yapabilirler mi?" Birazdan öğreneceklerim karşısında bayılmamak için kendimi zorlamaktan başka çarem yoktu. İnsanlığın doğuşuyla, belki de hiçbir insanın bilmediği şeylerle yüzleşiyordum. Dinlemeye devam etmek zorundaydım ancak düzensiz nefeslerim ve dönen başım, beni endişelendiriyordu. Fernando'nun garipsemeyeceğini bilsem, kendimi biraz tokatlardım.

"Devam etmemi istediğine emin misin? İyi görünmüyorsun." Midemdeki bulantıyı geldiği yere geri gönderip içtenlikle gülümsedim. Gerçekten ama gerçekten devam etmesini istiyordum. Ölsem bile devam etsindi. Başımı salladım. Konuşursam sesim çatallanacak, güvensiz bir imaj çizecekti.

"Primuslar karada, suda, havada, kısaca her yerde kendileri gibi akıl ve irade sahibi olabilecek organizmalar aramaya başlıyorlar. Gördükleri her canlıya enerjilerini aktarmaları onları tüketse de, dünyanın geleceği için buna mecbur olduklarını biliyorlar. Ancak ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, bir sonuç elde edemiyorlar. Çeşitlenen su altı dünyası, toprak canlıları ve havadaki organizmalar, birer birer yitip gitmeye başlıyor. Primuslar başarısız oldukları düşüncesini kabullenip, bütün güçlerini var olanı korumaya adıyorlar. İşte tam da böyle bir anda, kaderin gidişatının değişimine şahit oluyorlar. Daha önce enerjilerini aktardıkları bir hayvanın, zaman içerisinde değiştiğini, geliştiğini gözlemliyorlar. Diğer hayvanlarda hiçbir değişiklik olmazken, bu hayvanda neyin farklı olduğunu bir türlü bulamıyorlar. Sorularının cevabını ise, yüzyıllar süren gözlemleri veriyor. Enerjilerini aktardıklarında hiçbir cevap alamadıkları bu hayvanın değişiminin arkasındaki sebebin, meteor yağmuru olduğunu fark ediyorlar. Dünyadaki yaşamın kaynağı olan meteor yağmurları, Primusların enerji aktardıkları hayvanlara denk gelirse, bu hayvanların diğerlerinden ayrıldığını, bazı yetiler kazandığını fark ediyorlar. Bu hayvanlar bir süre sonra iletişim kurmak için Primusların dilini öğrenmeye, onlar gibi hareket etmeye, onlar gibi konuşmaya başlıyor. Zaman geçtikçe, bu yeni canlıların Primuslardan bazı noktalarda ayrıldıklarını fark ediyorlar. Primuslar gibi ölümsüz olmadıkları, enerjilerini yalnızca üreyerek aktarmaları, enerjilerini, daha doğrusu elementlerini kullanmak için Primusların onayına ihtiyaç duymaları gibi..." Elementerlerin nasıl oluştuğunu dinlemek, büyülenmenin ötesinde bir deneyimdi. Bütün bir evrenin sırrı şimdi kucağımda, odamda benimle birlikte oturuyordu. Taşınamayacak bir yükün altında gibi hissediyordum kendimi. Her şey öylesine mantıklıydı ki... Ancak her yeni bilgi, yeni bir soru işaretini getiriyordu beraberinde. Peki o zaman insanlar nasıl oluşmuştu? Enerjisi, daha doğrusu elementi olmayanlar?

"İnsanlar..." Çatallaşmış sesime lanet ederek boğazımı temizledim. Oturuşumu dikleştirip hem kendime hem de Fernando'ya daha fazlasına hazır olduğumu kanıtlamak istiyordum adeta.

"İnsanlar peki?" Fernando da dakikalardır konuşuyor olmasının getirdiği kurumuş boğazdan kurtulmak için öksürdü. Ona su getirme nezaketinde bulunmayı çok istiyordum ancak asla yerimden kalkıp ortamın havasını dağıtamazdım. Evrenin sırrını öğrenirken, su biraz bekleyebilirdi.

"Primuslar, belirli bir sayıda yardımcıya ulaştıktan sonra enerji aktarmayı bırakıyor, çünkü yardımcıların da bazı dürtüler sonucu aile kurduklarına ve çoğaldıklarına şahit oluyorlar. Böylece, Primusların enerji aktarması bir zorunluluk olmaktan çıkmaya başlıyor çünkü bu yardımcılardan doğan yeni canlılar da yardımcıların özelliklerini taşıyor. Yardımcıların çoğalmasıyla Primuslar onlara "Elementer" ismini veriyor. Dünyadaki düzen yerine oturmaya başladıkça azalıp bitme noktasına gelen meteor yağmurları ile Primusların yeni elementer yaratma şansları da zaten yok olmuş oluyor.

Bu sırada, yeni gözlem ve araştırmaları yüzyıllardır cevabını bulamadıkları bir sorunun cevabına ulaştırıyor onları. Primusları, bitki ve hayvanlardan ayıran, en başta neydi? Neden Primuslar irade ve akıl sahibiyken, bitki ve hayvanlar değildi? Üstelik, enerji aktarmalarına rağmen de akıl ve irade sahibi olamamışlardı? Bunun temel sebebinin, Ay olduğunu fark ediyorlar. Primusları oluşturan meteor yağmurları, aydan kopan nadir parçalarken, bitki ve hayvanları oluşturan meteor yağmurları, diğer gezegenlerden ve yıldızlardan kopan parçalardı. Yine bu gezegen ve yıldızlardan kopan parçaların oluşturduğu yeni bir canlı türünü keşfetmeleri de bundan kısa bir zaman sonra oluyor. Primusların enerji aktarmamasına rağmen hayvanlardan ve bitkilerden ayrılan canlıları keşfetmeleri ile birlikte, onların ne olduğuna dair merakları kabarıyor. Tıpkı elementerler gibi dillerini öğretip, onları geliştirmeye çalışıyorlar ve yeteneklerinin sınırlarını öğrenmek için onları gözlemliyorlar. Elementerler gibi çoğaldıklarını, konuşabildiklerini, akıl ve irade sahibi olduklarını fark ettikleri bu canlıların temel farkının ise elementler üzerinde bir hakimiyetlerinin olmaması olduğunu anlıyorlar. Böylece onların da düzenin korunması gereken kısmına ait oldukları kesinleşiyor. Primuslar ve elementerler, onlara insan adını veriyorlar. Böylece, diğer tüm canlılar ile Primuslar ve elementerler arasındaki fark, açık bir biçimde anlaşılıyor. Ay enerjisi." Kafamın biraz karışmaya başladığını fark eden Fernando, toparlamak için ağzını açtığında onu böldüm.

"Duyduklarıma gerçekten inanamıyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bunları bilmek için yüzyıllardır çalışan onlarca insan var! Bu bilgileri neden onlarla da paylaşmıyoruz ki? Neden tüm dünya, evrenin tarihini bilmiyor?" Fernando heyecanım karşısında gülümserken, sabırla sorularımı yanıtlamaya devam ediyordu ancak bunun çok sürmeyeceğini hissetmeye başlamıştım. Çünkü sorularımın asla sonu gelmeyecekti.

"İnsanların hepsi iyi değil Helena. Hatta çoğu iyi değil. Daha önce, Elementerlerin varlıklarından haberdarlarken, bizlere neler yapmaya çalıştıklarını öğrendiğinde sorunun cevabını da almış olacaksın. İnsanlardaki bu aya gitme merakı, küçük bir gezinti yapmak istedikleri için değil, buna emin olabilirsin." Taşlar bir bir yerine otururken, bir anda bunca şey öğrenmiş olmanın ağırlığı altında ezilmeye başlamıştım. Kafam, gerçekten de patlamak üzereydi. Evrim teorisi, bir nevi doğruydu aslında. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler, hepsi meteor yağmurlarından evrilmişti. Primuslarla aralarındaki temel fark ise Ay'ın enerjisiydi. Ay'ı bu kadar güçlü ve özel kılan neydi, onu diğer gezegenlerden ve yıldızlardan ayıran neydi bunu merak etmiştim doğrusu. Ancak ona daha fazla bu tarz sorular sorarsam, beni kendi evimde boğup atacaktı buna emindim. Neredeyse bir saattir sorularıma cevap veriyor, sabırla bana bir şeyleri açıklamaya çalışıyordu. Kafam öylesine bulanıktı ki, bir bu kadar daha konuşsak yine kendime gelemezdim. O yüzden evreni ve elementerleri akademiye bıraktım. Orada bunları çok daha detaylı bir biçimde öğreneceğime emindim.

Susup ona biraz zaman vermeyi canı gönülden istiyordum ancak içimdeki açlık buna engel oluyordu. Öylesine uzun bir süredir paslanmış demir misali bir köşede duruyordum ki, ufacık bir işleme şansı gözümü döndürmüştü. Yıllar önce noktalanan eğitim hayatıma dönecek olduğum için ayrı heyecanlıydım, şuan öğrendiklerim için ayrı...

Ve, tabii ki kendimi tutamadım.

"Senin akademideki rolün nedir?" Sıkıntıyla ellerini kaldırdı Fernando.

"Lütfen bana açıklatma. Boğazım kurudu! Öyle uzun ki... Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum. Hiçbir şey bilmeyen birine Elementer dünyasını anlatmak çok zor. Evrenin en başından itibaren sana var oluşu anlatmak zorunda kaldığıma inanamıyorum. İğrenç bir öğrenci olmama rağmen ben bile bunları biliyorum. Nasıl olurda, seni böylesine karanlıkta bırakabilirler?"

"Kim?" dedim usulca. "Kim beni karanlıkta bıraktı?" bir şey söylemek için ağzını açan Fernando'yu, elinde av tüfeği ile kapıda beliren babam durdurdu. Sıkıntıyla nefesini verdi Fernando.

"Evimden defol." Elindeki tüfeği, hayatında ilk kez sağa sola sallanmadan, sabit durarak tutan babam, gözlerindeki zehirli okları bir bana bir Fernando'ya fırlatıyordu.

"Sana diyorum. Çık git buradan!" Fernando yavaş yavaş ayağa kalktı. Ben de onunla birlikte kalktım. Bir şeyler söyleyip söylememekte kararsızdım. Kendi lanet olasıca babamı tanımadığımdan, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ki! Gerçekten vurur muydu, vurmaz mıydı?

"Tom Lincoln. Beni onunla durduramayacağınızı biliyorsunuz efendim." Fernando'nun babama seslenişi, gözlerimin merakla ona dönmesine sebep oldu. Onu da mı takip etmişlerdi? Adını nereden biliyordu?

"Yapabileceğiniz hiçbir şey yok Bay Lincoln. Çağrı geldi. Gitmek zorunda olduğunu biliyorsunuz." Bahsettikleri kişinin ben olduğumu anlamam biraz uzun sürdü. Şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırmıştım.

"Hiçbir şey yapmak zorunda değil. Bu işlere bir son verdim ben. Onu bu dünyadan çekip aldım! Siz onu bulamayın diye! Şimdi ellerimle teslim edecek değilim! Helena hiçbir yere gitmiyor." Hangi işe son vermişti? Beni hangi dünyadan çekip almıştı? Alkolik babam, benden çok daha fazla şey biliyor gibiydi.

"İkiniz de sakin olun. Baba, lütfen sakinleş." Ellerimi kaldırıp aralarına geçtim. Birazdan ateş edecekmiş gibi duran babam, benim araya girmemle namluyu biraz sola çekti. Babam Fernando'yu tanıyor muydu bilmiyorum ama, Fernando babamı tanıyordu.

"Hemen git buradan. Hemen." Fernando geri geri, pencereye doğru yürüdü. Aceleyle onu durdurdum.

"Dur! Daha soracak bir sürü şeyim var! Ne yapacağımı bilmiyorum. Geri gelmek zorundasınız." Bir yandan namlunun önünde kalmaya, babamın Fernando'yu vurmasına engel olmaya çalışıyordum. Bir yandan da Fernando'nun gitmesini engellemek zorundaydım.

"İstersen sochru çağırabilirim." Bana çok sessiz bir biçimde fısıldadı. Bunun neye yol açacağı hakkında hiçbir fikrim olmadığından, bir süre duraksadım. Babamı bayıltacak mıydı? Onu öldürecek miydi? Zamanı mı durduracaktı? Ne yapacaktı sochru çağırıp?

"Nasıl bir şey olacak? Onu öldürmeyeceksin değil mi?" Bu gerginliğin içinde, bir kahkaha koy verdi. Dönüp babama baktım. Siniri daha da artmıştı ve sabırsızca tüfeği sıkıyordu. Şuan bu evde neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Akademi hakkındaki sorularıma, bir de babam hakkındakiler eklenmişti. Benden çok şey biliyordu, buna emindim.

Üçten geriye saymaya başlayan babam, bir anda kendini koridorun duvarında buldu.

"Posiut Somnum!" Fernando avuçlarını babama uzatmış, gözlerinin rengini ise açık bir kahveye çevirmişti. Babamın duvara yapışmasından, Primusunun onu cevapsız bırakmadığını anladım. Ona doğru birkaç adım atıp usulca yaklaştım. Fernando'nun ona zarar vermeyeceğini biliyordum ancak yine de endişelenmiştim. Cama iyice yaklaşmış olan Fernando, tekrar bana doğru geldi. Kafamı babamdan Fernando'ya çevirdim.

Bu dünya gerçekti.

Evet, az önce dinlediklerimi uydurmuş olamazdı bunu biliyordum ama yine de... Gözlerimle görmek apayrı bir şeydi.

Alderwild, primuslar, sochrular...

Hepsi gerçekti.

Ve ben, buraya çağırılıyordum! Tıpkı Fernando gibi sochru yapmaya çağırılıyordum! Bir elementer olmaya! Bir yere aittim ve bir görevim olacaktı! Eğitim alacaktım, derse girecektim ve arkadaşlarım olacaktı!

"Ya cevap gelmeseydi çağrına?" Fernando gülümsedi.

"Bu çok nadiren olur. Ve oldukça güçlü sochrularda olur. Böyle basit şeyler için bir primusun rahatsız ediliyor oluşu bile saçma bence. Belki de başka bir sistem vardır ve böyle basit şeylere primuslar değil başkaları cevap veriyordur. İnan bilmiyorum ancak benim de kafamı kurcalamıyor değil. Lanet olsun, dersleri daha iyi dinlemeliydim." Onun bu hallerine tekrar gülümsedim. Belki de Klaer daha faydalı bir rehber olacaktı benim için. Onunla da bu konuları konuşmalıydım.

"Ne kadar süre böyle kalacak?"

"Sadece beş on dakika." O kadar az vaktimiz varsa eğer, sorularımı öncelik sırasına koymam gerekiyordu. Ancak ben bir şey soramadan, Fernando konuşmaya başladı.

"Seni hemen şimdi Alderwild'e götürebilirim. Evsiz öğrenciler, her daim orada kalabiliyor. Orası asla kapanmaz. Yazı kışı yoktur." Gülümseyerek bir ona, bir babama baktım. Onu bu halde bırakmak, terk etmek istemiyordum. Sonuç olarak o benim babamdı.

"Ona veda etmek istiyorum." Anlayışla başını salladı Fernando.

"Sorularına başka zaman cevap vereceğim. Gitmem gerek. Uyandığında burada olursam, bu kez gerçekten tetiği çeker." Gülümsedim. O tüfekten kurtulmanın da bir sochrusu olduğuna emindim ancak itiraz etmedim. Tekrar karşıma çıkacaklarını biliyordum. Daha önümde iki ay gibi bir süre vardı Eylül'e kadar.

"Tekrar gelecek misiniz? Beni takip etmeye." Büyük bir gülümsemeyle karşılık verdi.

"Hiç gitmedik." Dedi bilmiş bilmiş. "Sen sadece, biz istediğimiz zaman bizi görebilirsin Helena."

 

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Hikayenin konusu ile ilgili tahminlerinizi buraya yorum yapar mısınız?

İnstagram : aykusagi.serisi

tiktok: buseninkurgulari

Bölüm : 30.07.2025 15:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...