4. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ

3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Gözlerimdeki ağırlık, güne mutlu uyanmama engel oldu. Başım çatlıyordu ve uykumu gram almamış gibiydim. Bu sabah marketi ben açıyordum ve dokuzda orda olmam gerekiyordu. Yakıcı güneş beni daha da mayıştırırken, Temmuz sıcağını hafifletmek adına duşa girdim. Babam hala uyuyor olmalıydı. O malum günden beri hiç konuşmamıştık. Zaten normalde de konuşmuyorduk. Ancak o günden sonra, ben konuşmaya çalıştığım halde konuşmamıştık. Birçok kez ona, beni çekip aldığı dünyanın neresi olduğunu, son verdiği işin ne olduğunu, Fernando'yu tanıyıp tanımadığını sormuştum. Hiçbir soruma cevap vermediği gibi, yüzüme de bakmadı. Ben de sormayı bıraktım.

Odamdaki o tatsız toplantının üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Bu süre içerisinde vaktim markette çalışmakla, Aileen ve Marva ile kabul mektupları değerlendirmekle, Fernando ve Klaer'in başının etini yemekle ve bana gelen kutudaki her bir kelimeyi ezberlemekle geçmişti. O küçük sözlük tarzı kağıtlardaki her bir kelimeyi ve anlamlarını, fotoğrafın her detayını ve koca haritadaki her bir patikayı biliyordum artık. Fotografik hafızam sayesinde, neredeyse hiçbirini unutmayacak olmama rağmen onlarca kez incelemiştim. O Akademi benim içimi heyecanla ve coşkuyla dolduruyordu. Kurtuluşum, kaçışım olacaktı. Her sabah işe gidip gelmekten öteye geçecekti hayatım. Bir iş kurma hayalimi bile unutturmuştu. Bunu her zaman yapabilirdim. Şuan önümdeki fırsat, benim için çok daha değerliydi. Ben de okula gidebilecektim. Lise eğitimi almamış olmam, Akademide ne tarz sorunlar doğuracaktı, bilmiyordum. Ya da Akademide Matematik, Fizik gibi şeyler var mıydı onu da bilmiyordum. Belki endişelenmeme hiç gerek kalmayacaktı, belki de oranın en korkunç öğrencisi olacaktım.

Fernando ve Klaer ile yaptığım sohbetler, köşe başlarındaki kaçamak sohbetlerden ibaretti. Onları artık eve ya da eve yakın hiçbir yere davet edemiyordum. Dışarda da ne yazık ki, beş dakikadan fazla yanımda kalmıyorlardı. Beni takip edebilecek başkaları daha olduğundan söz etmişlerdi. Kendileri gibi iyi niyetli olmayan başkalarından. Bu sorulara cevap vermeyi reddettiklerinden, kim olduklarını sormuyordum artık.

Duştan sonra hızlıca hazırlanıp evden çıktım. Marketten bir iki bisküvi ile kahvaltı yapmayı planlıyordum. Çöp gibi bir midem vardı. Asla sağlıklı beslenmezdim. Evimizdeki dolap hep boş olurdu ve ben de genelde marketteki abur cuburlarla karın doyuruyordum. Bu yüzden zayıf, ancak aşırı yumuşak etliydim. Vücudumdaki her yer sallanıyordu resmen. Muhtemelen yağ içerisinde yüzdüğümdendi. Hiçbir sporda iyi değildim. Doğru düzgün koşamazdım ve toplarla da aram iyi değildi. Spor yapmayı da sevmezdim zaten.

Akademi hakkında bilmediğim şeylerden biri de buydu. Askeriye gibi her sabah beşte kalkıp koşturacaklardı belki de bizi. Eğer öyle bir şey varsa, Captivum'a gitmeye razı olurdum. Kısa zamanda bu hiç bilmediğim dünyaya alışmak, kendimi iyi hissettiriyordu. Sonunda bir yerlere ait olabilecektim.

"Şu rezil önlüğünü yine giymemişsin, Helena." Elimdeki paspası bırakıp tezgâha yöneldim. Kurumsal bir market görünümü yaratmak isteyen Bay Krakorn beni önlüğüm yüzünden uyarmaya bayılırdı. O çirkin önlüğü giymek istememem elbette ki çok normaldi. Kırmızı beyaz, hizmetçi önlüğüne benzer, garip dantelli bir şeydi işte.

"Erkencisiniz, Bay Krakorn." Cümlemin altında yatan, madem erkenden markete gelecektin, ben neden marketi açtım? Tınısını yakalayıp yakalamadığını görmek için ona doğru baktım. Tabii ki yakalamıştı.

"Kendi marketime gelirken izin mi alacağım Helena?" sorusunu cevapsız bırakıp paspasla işimi bitirdim. Market temiz ve düzenli olduğuna göre, müşteriler için hazırdık. Birkaç gün önce markete gelen, duvara yapışan saçma oyuncakların olduğu bir standı kapının önüne doğru sürüklemeye başladım. Bay Krakorn bununla çocukların ilgisini cezbedeceğinden emindi. Öyle de oldu. Akşama kadar onlarca çocuk o değişik, akışkana benzeyen oyuncaktan aldılar. Akşamüzeri, çıkış saatime yakın, dışarıya göz gezdirmeye başladım. Amacım Fernando ve Klaer'i görebilmekti. Birkaç gündür onları görememiştim. Sanırım, onları görmemi istemedikleri günlerden geçiyorduk. Etrafta bir şey göremeyince, tekrar içeri döndüm. Bay Krakorn birkaç saat önce dinlenmek için üst katta bulunan evine çıkmıştı. O inecekti, ben de mesaimi sonlandıracaktım. Kasadan günlüğümü alıp takvimde 29 Temmuz'un üzerine çarpı attım. Yaşlı patronum, bu şekilde günlüğümü alıp almadığımı takip edebiliyordu. Hava karardığından ve gelen giden olmadığından, biraz serinlemek adına onu kapının önünde bekliyordum. Çıkış vaktim gelmişti.

Yolun karşısında, elinde bir adet gülle bekleyen adam ilgimi çekti. Elindeki gülün rengini tam seçemiyordum ancak koyu renkti. Aklıma gelen rüyayla ürperdim. O rüyadan beri güllerle aramın pek iyi olduğunu söyleyemezdim. Evet belki güllerin suçu değildi taşa dönmem ama sonuçta cennetteki yasak elma misali beni cezbeden onlardı! Rüyadan uzaklaşıp olumlu şeyler düşünmeye çalıştım. Belki karısına götürecekti, belki sevgilisine. Yüzündeki gerginlikten, belki de birine açılacağını düşündüm. Huzursuzca kıpırdanıp duruyordu. Benim de çok huzurlu olduğum söylenemezdi.

Üst kattan gelen yavaş ve sesli adımlarla, Bay Krakorn'un geldiğini anladım. Ona günlüğümü aldığımı ve takvimde işaretlediğimi söyleyip marketten ayrıldım. Aşağı doğru yürürken aklıma Aileen ve Marva ile olan görüşmem geldi. Bugün Marva'larda toplanacaktık. Kayıt yaptırmalarına çok az bir süre kalmıştı ve hemen hemen karar vermişlerdi. Bundan sonra girecekleri koşuşturma düşünülürse, görüşmek için son zamanlarımızdı. Hatta öyle ki, ben bile bir koşuşturma içine girecektim. Bir ay sonra Akademiye gitmiş olmam gerekiyordu. Fernando ve Klaer, Eylül'ün birinde orada olmam gerektiğini söylediler. Seçilme Sınavının iki aşaması da Eylül'ün ilk haftası tamamlanacaktı ve topluluğuma seçilecektim. Sonraki bir haftada ise, topluluğumun ve derslerimin gerektirdiği malzemeleri almam gerekiyordu. Böylece Eylül'ün üçüncü haftasının başında, Akademiye resmi olarak başlayacaktım. İçime dolan heyecanla hızlı hızlı Marva'lara doğru yürümeye devam ettim. Bizim evden bir sokak ileride Aileen, ondan iki sokak ileride de Marva oturuyordu. Evimizin önünden geçerken içeriye göz atmayı ihmal etmedim. Herhangi bir ışık yoktu. Gerçi, babam gelse bile ışığın yerini bulamazdı muhtemelen.

Marva'ların evinin birkaç ev altındayken, içimi yine bir takip edilme hissi kapladı. Fernando ve Klaer ile olan konuşmalarımdan sonra biliyordum ki, artık beni böyle gizlice takip etmezlerdi. Göğsümde kabaran telaş, aklıma beni korumaya çalıştıkları takipçiyi getirdi. Belki de onların yokluğunu fırsat bilmişti ve beni öldürmeye çalışacaktı. Belki de beni kaçıracaktı. Ya da belki de beni bir şey için kullanacaklardı. İçimde büyüyen paniği bastırmak adına, aksi yönde düşünmeye çalıştım. Belki de o kadar çok takip edilmiştim ki, artık bünyem her hareketi böyle algılıyordu. Yoluna giden normal bir insandı belki de arkamdaki.

Bakmaya cesaret edemedim ancak oyalanmayı da göze alamadım. Kalan birkaç evi koşarak geçmeyi denedim. Koşmaktan gerçekten nefret ediyordum. Kapıdan içeri adımımı atmak üzereyken, basamak gözümden kaçtı ve kendimi yerde buldum. Ellerimi düşmeden önce yere koyabilmiştim. Kendimi zar zor yerden kaldırmaya çabalarken koluma dokunan el çığlık atmama sebep oldu.

"İyi misin? Neler oluyor Helena?" Koluma dokunan elin sahibinin Aileen olduğunu görmemle birlikte, damarlarımda dolaşan kan yavaşladı. Ağzımda atan kalbimi yutarcasına geri yerine gönderdim.

"Hiç. Hiçbir şey. Elim acıdı." Bir yandan merakla sağa sola bakıyordum. Herhangi birini göremedim.

"Sen nereden çıktın Aileen? Yürürken seni görmedim. Daha doğrusu, koşarken."

"İçerdeydim aptal. Ağacın yanında." Kapının hemen girişindeki, dalları kapının üzerine kadar inen elma ağacını gösterdi. Elinde birkaç tane elma vardı.

"Bize elma topluyordum. Haydi, geçelim." Beraber Marva'ların arka bahçesine geçtik. Bizim evin aksine, Aileen ve Marva'ların arka bahçesi de vardı. Ki bunu yadırgamıyordum. Biz iki kişilik bir "aileydik". Onlar ise dört. Hem Marva'nın hem de Aileen'in birer erkek kardeşi vardı. Marva'nın annesi ve Aileen'in babası iş arkadaşıydı. Marva'nın babası kendi hukuk şirketini yönetiyordu. Yani durumları çok iyiydi. Aileen'in annesi çalışmıyordu. Ancak onların da durumu iyiydi. Marva ve Aileen'in kardeşleri Midvale Lisesi'ne gidiyorlardı ve çok yakın arkadaşlardı. Şu an birlikte, Aileen'lerde, tıpkı bizim gibi küçük bir toplantı yaptıklarına emindim. Ailesi hafta sonunu bir tatil için dışarıda geçiriyorlardı. Bu gece hepimiz burada kalacaktık.

"Hey. Şunu duymanız lazım." Elinde gazete ile bahçeye çıkan Marva, ikimizin de dikkatini çekmeyi başarmıştı. Her zamanki gibi moda sayfasından bir şeyler okuyacağına emindim. Kendisi çok sıkı bir moda takipçisiydi ve bunu günlük hayatına uygulamaktan hiç çekinmezdi. Cesur şeyler giyer, yeni şeyler denerdi.

"New York'ta yaşamaya can atan kasaba kızları, sizlere bir çift sözüm var. Köyünüze geri dönün." Aileen ile birlikte koy verdiğimiz kahkahayı, Marva'nın keskin mavi gözleri yarıda bıraktı. İkimiz de susup onu dinlemeye başladık.

"Göstereceğim ben onlara köy kızını. Şu havalara bak. Sanki atalarınız New York'ta doğdu." Sinirden kırmızı olan beyaz tenine baktıkça gelen gülme hissini bastırmakta zorlanıyordum. Aileen de farklı durumda değildi.

"Bu demek oluyor ki, seçimini yaptın." Marva usulca başını salladı. En başından beri onun New York'u seçeceğini biliyordum. Bu onun hayaliydi, neden yapmasın ki?

"Sen Aileen, sen bir şeye karar verebildin mi?"

"Dün aile konseyinden California çıktı. Herkes hemfikir gibi. Benim dışımda herkes." Kaygıyla bizi süzen Aileen'e anlayışla baktık. Böylesine küçük bir yerden, öyle koca bir yere gitmek onu korkutuyordu. Onu çok iyi anlıyordum. Çünkü ben çok daha kötü durumdaydım. Ben Akademinin nerede olduğunu bile bilmiyordum! Bunu, "Taşıyıcı" gelene kadar öğrenemeyeceğimi söylemişlerdi. Bir çeşit güvenlik önlemi tarzı bir şeydi. 1 Eylül'de, Taşıyıcı ile birlikte, Akademiye gidecektim. Ben ve benim gibi Akademiden habersiz büyüyenler, okula bu şekilde götürülüyordu. Akademiden haberdar olanlar ise aileleri ile birlikte, onların kendi yöntemleri ile (artık her ne ise) Akademiye ulaşıyorlardı.

"Aileen, her şey güzel olacak. Endişelenmeyi bırak. Ülkenin en iyi okullarından birinden kabul aldın. Ömrünün sonuna kadar burada kalamazsın. Helena bile gidiyor!" hepimiz gülümsedik. Haklıydı. Ben bile, gidiyordum işte. Uzun uzun akademi hakkında öğrendiklerimi anlattım onlara. Fernando ve Klaer'i, şu kötü takipçilerimi... Hatta yerden bulduğu o göz alıcı taşı bana uzatan gizemli esmer çocuğu bile. Hiçbir ayrıntıyı atlamamaya özen gösterdim. Onların bu dünyayı kabullenebilmesi benden çok daha zor oldu. Ben gözlerimle bir sochru görmüştüm, onlar hiçbir şey görmeden bu fantastik dünyaya inanmakta zorluk çekiyorlardı ama elbette bana inanıyorlardı. Hayatımda ilk kez, insanların bende kıskanabilecekleri bir şeye sahiptim. Gözlerimin parladığına emindim. Uzun ve güzel bir sohbetin ardından hepimiz Marva'nın yatağına doluştuk. Birlikte geçireceğimiz son gecelerden biri olduğunu bilmenin hüznü vardı hepimizde. Bugünden sonra herkes, geleceği için koşturmaya başlayacaktı.

***

Yerdeki kayalara ilişti gözlerim. Her birinin değişik şekilleri vardı. Bilmediğim bir alfabenin harflerine benziyorlardı. Yol çamur olduğundan, kenarlardaki kayalara basarak yürümeye karar vermiştim. Birbiri ardına duran koyu renk kayalara basarak uzunca bir yol kat ettim. Bir yerden sonra yol ikiye ayrılıyordu. Hava oldukça karanlıktı, iki yolun sonunun da nereye çıktığını göremiyordum. Sanki, hiçbir şey yok gibiydi. Hiçbir yere varmayan iki yol...

Soldaki kayanın üzerinde, gül motifine benzer bir motif çekti dikkatimi. Bir kez daha, çamurun ve pisliğin içerisinde, gül bana oldukça cazip gelmişti. Duygularım yine karmaşıktı ve sanki kontrol edemiyordum. Başımı sağa çevirip öbür kayayı da incelemek istiyordum ancak başımı o tarafa çeviremiyor gibiydim. Önümde iki seçenek vardı ama diğerini seçmeme izin verilmiyordu sanki. İçimi kemiren endişe, ellerimin uyuşmasına sebep oluyordu. İsteyerek mi ,istemeyerek mi bilmiyorum ama soldaki gül motifli kayaya yöneldim. Ve bir kez daha yanıldım. Adım attığım kaya batmaya başladı. Ayağımı geri çekemeden dengem bozuldu ve kendimi çamurun içinde buldum. Çok geçmeden, bunun çamur değil bataklık olduğunu anlamıştım. Bataklıklar hakkında bildiğim tek şey, çırpındıkça daha çok batacağımdı. Kendimi bataklığa bırakırken, üzerine bastığım kayanın da benimle birlikte battığını gördüm. Bir süre sonra kaya gözden kayboldu, ben de nefessiz kalmıştım.

Ter içerisinde gözümü açtığımda, yatakta üç kız yatıyorduk. Yatağın solunda, en uçta yatıyordum. Çok fazla kâbus görmezdim. Hatta görüyorsam da iyi kötü hiçbir rüyamı hatırlamazdım. Ancak bu ara kafayı güllere takmıştım anlaşılan.

İlginç kabusumdan sonra, kimseyi uyandırmadan dikkatlice yataktan kalktım. Yüzüm, sırtım her yerim ter içerisindeydi. Marva'nın banyosunda yüzümü ve ensemi yıkadıktan sonra, camın önüne geçtim. Hava henüz aydınlanmamıştı ancak Ay da görünmüyordu. Camı açıp temiz hava almak istedim. Gece bile sıcak esiyordu yüzüme. Diğer evlerden gelen ışıklara bakarken gözüme yolun sonunda, hareketsiz duran siluet ilişti. Kafamı camdan birazcık daha çıkarıp görmeyi denedim. Siluet uzakta kalıyordu, canlı mı cansız mı onu bile seçememiştim.

Kafamı içeri sokup yatağa dönmeye karar verdiğimde bütün hislerim tavan yaptı. Vücudum deli gibi adrenalin pompalamaya başlamıştı. Yolun sonunda hareketsiz duran siluet, pencerenin önüne kadar gelmiş, aşağıda dikiliyordu. Elinde, o tanıdık koyu renk gül vardı. Kesilen nefesim ile birlikte camın önünden çekildim. Bu adam bu akşam, marketin karşısında gördüğüm adamdı. Panikle camı kapattım ancak fazla ses çıkarmış olacağım, arkamdan mırıldanmalar yükseldi. Kalbim deli gibi atıyordu. Bu akşamki takip edilme hissi, boş bir paranoya değildi. Bu adam beni Marva'lara kadar takip etmişti. İşin kötü yanı, evde bizden başka kimse yoktu. Bunun o bahsedilen kötü takipçilerden olduğuna bir şekilde emindim. İçimde dalga dalga büyüyen korku, görüşümü bulanıklaştırdı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Fernando ve Klaer'e her şeyden çok ihtiyaç duyduğum bir andaydım. Benimle birlikte bu evde, iki masum arkadaşım daha vardı. Ya bize bir şey yaparsa? Ya rüyalarımdaki gibi, o gül ölümüme ve hatta ölümümüze sebep olursa?

Umutsuzca yardım dileniyordum. Ama kimden? İçimden geçen onlarca yardım çağrısının bir muhatabı yoktu. Fernando ya da Klaer'e nasıl ulaşacağımı, salak gibi hiç sormamıştım! Eğer bize saldırırsa ben ne yapacaktım? Bir elementer değildim. Hiç kimseydim ben şu an. Hiçbir şeydim.

Elimi göğsüme koyup atan kalbimi dinlerken, cama tekrar yaklaştım. Siluet yerinde yoktu. Bu beni daha da mı korkutmalıydı, yoksa rahatlatmalı mıydı bilemiyordum. Ya gitmişti ya da şu an bu evde geziyordu. Korkuya daha fazla direnemedim ve Aileen ile Marva'yı uyandırdım.

"Sokakta biri var. Uyanın! Bugün beni takip eden adam az önce sokakta dikiliyordu." Korkuyla açılan iki çift göz yataktan hızla çıktı. Uyku sersemi olamayacak kadar korkmuşlardı. Gözleri kocaman olmuştu ikisinin de. Her birimiz elimize birer nesne alıp merdivenlere yöneldik. Ben bir karaoke mikrofonu almıştım. Kulağa yararsız gelebilir, ancak baya ağırdı. En önde ben, arkamda Aileen, onun arkasında Marva, basamakları birer birer adımlamaya başladık. Bir yandan bir an önce evin boş olduğunu görüp rahatlamak istiyordum. Bir yandan da kalan birkaç merdiveni adımlamaya cesaretim yoktu. Her an dizlerimin bağı çözülecek gibiydi. Kalan merdivenleri de inip girişe ve salona göz gezdirdim. Sessizce Aileen ve Marva'ya mutfağa bakmalarını söylemiştim. O ikisi mutfağa yönelirken, ben salonu taramaya başladım. Birkaç dakika içerisinde, salonun temiz olduğuna emin olduğumda, mutfağa yanlarına yönelecektim ancak Aileen ve Marva'dan gelen çığlıklar sonucu olduğum yere çivilendim. Bir anlık bir duraksamadan sonra elimdeki mikrofona sımsıkı yapışıp mutfağa koştum ve gördüğüm ilk siluete mikrofonu geçirdim.

"Helena! Helena!" korkuyla bağıran ses, oldukça tanıdık geliyordu.

"Klaer?"

"Benim! Primuslar aşkına indir o elindekini benim!" mikrofonu yere atıp mutfağın ışığını açtım. Ayaklarımın dibinde bir adet baygın Fernando, iki yanımda ise çığlık çığlığa bağıran Aileen ve Marva vardı.

"Burada neler oluyor? Nereden çıktınız?" yüksek çıkan sesimi Marva bastırdı.

"Bunları tanıyor musun?"

"Klaer ve Fernando. Elementerler. Ya da her neyseler işte. O konuda bir şey anlatmıyorlar. Her neyse, konumuz bu değil. Evde biri vardı! Daha doğrusu caddede. Eve girdi mi bilmiyorum. Biri beni takip ediyordu Klaer! Fernando'yu nasıl ayıltacağız? Hem siz, buraya nasıl geldiniz? Burada ne işiniz var?" birbiri ardına dizdiğim soruları cevapsız bırakan Klaer, Fernando'nun başına oturdu ve ellerini ona uzattı. Gözleri yavaş yavaş yeşilden griye dönerken gözle görülür bir biçimde tüylerim ürperdi.

"Meliorem." Fernando gözlerini yavaş yavaş açarken, büyülenmiş bir biçimde Klaer'i izleyen Aileen ve Marva'ya ilişti gözlerim. Ağızları sonuna kadar açıktı. Onların da ürperdiğine emindim.

"Bizi buraya çağırdın Helena. İstemeden bir çağırma sochrusu çağırdın." Kendine gelen Fernando, bana öldürücü bakışlar atarken gözlerini Aileen ve Marva'ya çevirdi.

"Onlara unutturmak zorundayız." Unutturmak? Neyi unutturacaklardı?

"Bu gece gördükleri her şeyi unutmak zorundalar, insanların varlığımızdan haberdar olmaması için koca bir Kurul var. Üzgünüm." Usul usul başımı salladım. Aileen ve Marva itiraz etseler de Klaer ve Fernando'nun dinlemeyeceğini biliyordum. Kimseye söylemeyecek olmaları yeterli değildi. Onlara Akademiyi anlattığımı bilseler, beni öldürürlerdi.

Aylar, yıllar sonra ilk kez bir şeyler beni derinden heyecanlandırmıştı ve bunu arkadaşlarımla paylaşmıştım. Şimdi ise akademiden ve bu büyülü dünyadan bir haber yaşadıkları döneme geri döneceklerdi. Benim sefil hayatımın sona erdiğini bilmeden, benim için üzülmeye devam edeceklerdi. Bunun olmasını gerçekten hiç istemiyordum. Belki, onlara her şeyi tekrar anlatırdım. Belki...

"Delebit." Sadece bir kelimeyle, ellerini Aileen ve Marva'ya uzatan Klaer'in gözleri griye döndü ve geriye boş bakan iki çift göz kaldı. Onları yatağa geri çıkarıp, aşağı Fernando ve Klaer'in yanına indim. Onlar sormadan anlatmaya başladım hızlıca.

"Bir adam vardı mağazanın çıkışında, elinde gül ile bekliyordu. Sevgilisine götürecek falan sanmıştım. Sonra yine takip edildiğimi hissettim ama paranoya yapıyorum sandım. Az önce camdan bakarken adamı pencerenin hemen altında tekrar gördüm. Buradaydı. Beni buraya kadar takip etti."

"Bir şeyler görebildin mi? Onu tarif edebileceğin herhangi bir özellik?" dedi Fernando endişeyle.

"Karanlıkta fazla bir şey ayırt edemedim ancak saçları kısaydı. Salaş bir kot pantolon ve svetşört giymişti. Boyu senden biraz daha kısaydı. Elinde koyu renk bir gül tutuyordu, rengini tam seçemedim." Kaşları mümkün olabildiği kadar çatılan Fernando Klaer'e döndü.

"Onu tanıyor musunuz?" Birbirlerine bakan Fernando ve Klaer bana cevap vermeyi reddetti.

"Onu bu gece götürmek zorundayız." Klaer usul usul başını salladı. O da hemfikirdi belli ki.

"Bu gece mi? Nereye? Beni nereye götürmek zorundasınız?" Akademiye olmasın. Lütfen. Henüz çok erken, Aileen ve Marva'yla tekrar konuşmam gerekiyor!

"Akademiye. Güvende değilsin Helena. O da seni bu gece götürmek için gelmiş olmalı. Ya da yakın bir zamanda götürmeyi planlıyor olmalı." Merdivenlere doğru baktım. Hiç kimseye veda edemeyecektim. Üstelik yaşananları unutmaları sebebiyle kafaları çok karışacaktı.

O kimdi, beni niye ve nereye götürmek istiyordu bunu da bilmiyordum.

"Herkesin iyiliği için, hem senin hem onların."

"O kim? Beni nereye götürmek istiyor? Bana biraz daha yardımcı olmanız gerek. Karanlıkta kalmaktan çok sıkıldım." Göğsümü tırmalayan huzursuzluk katlandıkça katlanıyor, giderek büyüyordu. Sanki birkaç gün önce yaşadığım o tekdüze ve umutsuz hayat, şuan yaşadığım hayattan daha tercih edilir gibiydi... Bilinmezlik ve tedirginlik bana ağır gelmişti. Ben hiç alışkın değildim ki! Yıllardır hayatımda bir yaprak kımıldamamıştı, şimdilerde ise her gün bir yeni olay yaşıyordum.

"Bunları konuşmak için uzun uzun vaktimiz olacak, inan bana. Şuan en hızlı şekilde en doğru olanı yapmaya odaklanmamız lazım." İtiraz etmek istesem de, ağzımdan hiçbir şey dökülmedi. Ne diye itiraz edeceğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim, bir şeyler öğrenmek istediğim ve bu yakıcı huzursuzluktan kurtulmaya can attığımdı. Ancak, kimse ne istediğimi umursayacak halde değildi.

"Babama veda edemedim." Ona hiçbir şey söyleme fırsatım olmamıştı. Doğru düzgün hiç görmemiştim bile.

"Ona bir not yazarsın. Sık sık mektup falan gönderirsin. Hem senin Akademiye gitmene izin verir mi sanıyorsun? Sana engel olacaktı." Söylediklerinde doğruluk vardı, ancak yine de böyle kaçar gibi gitmek istemiyordum.

"Başka yolu olmadığına emin misiniz?" bu kez Klaer konuştu.

"Üzgünüm Helena." Madem herkesin iyiliği için bunu yapmak zorundaydım, o zaman başka seçeneğim yoktu. Başımı usulca salladım ve üst kata, Aileen ve Marva'nın yanına çıktım. Mışıl mışıl uyuyorlardı. Acil eve gitmem gerektiğini ve onları arayacağımı söyleyen bir not bırakıp Klaer ve Fernando'nun yanına indim.

"Onların şuan güvende olmaları için yapabileceğiniz bir şey yok mu? Biliyorum, onlara zarar vermesi için hiçbir sebep yok ama kafam rahat olsun istiyorum." Klaer anlayışla başını salladı. Ellerini avuç içi göğe bakacak şekilde açtı ve yeşil gözlerini tekrar griye çevirdi.

"Praesidio." Eve yayılan enerjiyi hissettim ancak gözle bir şey göremedim. Koruyucu bir sochru olduğunu tahmin ederek bir şey sormadım ve eve doğru yola çıktık. Özellikle yürümek istemiştim, ilginç bir seyahat yöntemleri varsa da eve gidene kadar hava almak istiyordum. Bedenimde dolaşan negatifliği nefeslerle dışarı verip, yerini temiz havayla doldurmak istiyordum.

Onlar beni bahçede beklerken, yanıma birkaç parça kıyafet alıp kendime küçük bir çanta hazırladım. İçerisine yıllardır çalışarak biriktirdiğim, bir gün yeni bir hayata yelken açarken kullanmak istediğim hatırı sayılır miktardaki paramı(ki bu paranın Akademi'de geçtiğini hiç sanmıyordum) ve pakette gelen kağıtları, fotoğrafı ve haritayı da yerleştirdim. Benim için değerli hiçbir eşyam yoktu, kırık saatimden başka. Anneme ait olduğunu bildiğim tek şeydi. Asla kolumdan çıkarmamıştım. Onun benimle olması yeterliydi. Masadan bir kâğıt ve bir kalem alıp koltukta sızmış olan babama bir not bıraktım.

Akademiye gidiyorum. Gitmek zorundayım. Bana engel olmak istediğini biliyorum, ama hayatımda ilk kez kendimi bir yere ait hissediyorum. Başının çaresine bakman gerekecek. Bir daha ne zaman görüşeceğiz, bilmiyorum.

Ve her şeye rağmen, Seni Seviyorum.

 

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Hikayenin konusu ile ilgili tahminlerinizi buraya yorum yapar mısınız?

İnstagram : aykusagi.serisi

tiktok: buseninkurgulari

Bölüm : 01.08.2025 10:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...