7. Bölüm
Buse Yaren Kıyak / Ay Kuşaği Seri̇si̇ I: Tempersitar / 6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR

6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR

Buse Yaren Kıyak
buseyaren95

🔮

Çocukluğun en güzel yanı neydi?

Arkadaşlar mı, her şeyden habersiz olmak mı, en büyük derdinin bitmiş çikolatan olması mı yoksa çarpım tablosunu ezberlemek için günlerce uğraşmak mı?

Biriyle küsünce iki saniye sürmesi mi ya da?

Peki, büyümenin en kötü yanı neydi?

Çikolataların daha fazla umurumda olmadığı ve küslüklerimin iki saniye sürmediği bir yaştaydım artık.

Buraya öyle büyük hayallerle gelmiştim ki. Özlediğim okul ortamına dönecektim, dostluklar kuracaktım, aşık olacaktım ve kırılacaktım belki.

Nasıl hiçbir suçum yokken, bütün cezaları ben çekiyordum?

Daha hayallerimi tam olarak kuramamışken, hepsi bir bir üzerime yıkılmıştı yine. Biriyle arkadaş olmak için attığım ufak adımın altında ezilmiştim. Yolun sonunda, sağda bir yerde beni bekleyen şey hep yalnızlık oluyordu.

Ben hep böyleydim işte, hep buna mahkumdum. Binlerce öğrencinin içinde yine birdim. Hiç çoğul olamıyordum.

Belki seninle çoğul oluruz Pegasus? Olmaz mı?

Hüma'sına Apricot adı veren Cam, stadyumdan çıkar çıkmaz koşar adımlarla alanı terk etti. Lincoln soyadı onu böylesine dehşete düşürecek ne yapmıştı? Evet, birçok şey yapmıştı bu soyad. Ama kişisel bir şeyler olmalıydı. Belki benim annemi alan bu isyan, onun da hayatından bir şeyler çalmıştı. Bunun suçlusu ben olmasam bile, o bunu bilecek kadar tanımıyordu beni.

Edindiğim tek arkadaşı da birkaç saat içerisinde kaybetmiş olmamın verdiği yalnızlıkla ben de stadyumdan tek başıma çıktım ve kaleye geri döndüm. Fernando ve Klaer hala ortalarda yoktu. Belki onlardan bir şeyler öğrenebilir ve bu karanlık yolu biraz aydınlatabilirdim.

Tören bitene kadar kimse topluluklarına gidemeyeceğinden, bir süre daha beklemem gerekiyordu. Henüz sadece bir tane özel bekçi görmüştüm. Tabii, kendimi de sayarsam iki. Onun dışında, kimlere ne tür bekçiler geldiğini topluluğa gittiğimde öğrenecektim sanırım. Töreni izleyemeyecek kadar yorgun ve yalnızdım. Stadyuma ilk oturduğumdaki heyecanım yoktu artık. Olumlu tek şey, Pegasus'un içimdeki büyük boşlukta doldurduğu hatırı sayılır kısımdı.

Ortak alana doğru ilerledim ve içeride oyalanan birkaç kişinin yanından usulca geçip küçük camlardan birinin önüne geldim. Buradan bakıldığında da gördüğüm tek şey uçsuz bucaksız yeşillikler ve boyu normal ağaçlardan çok daha uzun olan ve kırmızı yeşil parlayan ağaçlardı. Bu parıltı dikkatimi çekmişti. Bu büyüleyici dünyanın ağaçları dahi büyüleyiciydi demek ki.

Lignea'lar ve bu parıl parıl ağaçlar gibi bu dünyaya ait başka canlılar da vardı ve ben onlar hakkında bir şeyler öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Günlerce tarih kitapları kurcalamak yerine bitki ve hayvanlar hakkında bir şeyler öğrenseydim çok daha faydalı olacaktı. En azından belki herkesin köşe bucak kaçtığı soyadımdan bir haber olurdum ve bu ağaçların adı ne bunu biliyor olurdum.

Neyse ki hiç arkadaşım olmadığından (ve belli ki olmayacağından) Pegasus'u anlamak ve kitap okumak için bolca vaktim olacaktı. Dört yıl kadar...

Ah, kalbim sıkışıyor.

"Tebrik ederim. Bir Tempersitar olmuşsun." Günler sonra ilk kez bu kadar rahatlamıştım. Kulağıma dolan tanıdık tını beni gülümsetmişti. Fernando arkamdaydı.

"Ah şükürler olsun! Şu an sana gerçekten sarılabilirim!" Gülerek ellerini önüne siper eden Fernando'ya doğru atıldım. Sarılmamızı (sarılma girişimimi) yarıda bırakıp onu incelemeye koyuldum. Suratı biraz asık gibiydi. Onu üzen şeyin ne olduğunu merak ettim.

"Nerelerdeydiniz! Seçilme törenini kaçırdınız! Soyadımın Lincoln olduğunu öğrenince insanların verdiği tepkiyi görmen lazımdı. Hatta, edindiğim tek arkadaşım beni bir kaşık suda boğamadığı için bir yerlerde kafasını duvarlara vuruyor. Üstelik bana ne geldi duyman lazım! Ve, bana birkaç şey açıklamak zorundasınız. Klaer nerede?" ben konuşurken sık sık yüzünden geçen gülümseme yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. Nefessiz sorduğum onca sorunun peşinden derin bir nefes alıp ben de onun gibi ciddileştim.

"Bunu sana söyleyemem." Sinirlenmeye başladığımı hissetmiştim. İçimi bir anda delicesine bir öfke doldurdu. Saniyeler içerisinde gözüm dönmüştü.

"Neler oluyor? Boynunu kırmak istiyorum." Fernando kahkaha attı. Cildim yanıyordu, sinirden boğazım kurumuştu. Sağa sola bakınıp parçalayacak bir şeyler aradım. Kaleyi parçalayamazdım.

"Biri senin küçük bekçini sinirlendirmiş olmalı." Fernando'nun haklı olabileceğini düşündüm. Bu sinirin kaynağı ben olamazdım. Böylesine sinirlenmemi gerektirecek hiçbir şey yoktu ki.

Kendimi ve aynı zamanda Pegasus'u sakinleştirmeye çalıştım. Bir şeyler fena halde canını sıkmış olmalıydı.

Bağımız henüz çok taze olduğundan, pek başarılı olduğum söylenemezdi ancak en azından ondaki sinirin bir kısmı bana geçmişti ve eminim şuan kendini daha iyi hissediyordu.

Aynı şeyi kendim için söyleyemeyecektim tabii.

"Fernando. Artık bende bir elementerim. Üstelik Klaer'le aynı topluluktayız. Bana söyleyebilirsin. Kimseye söylemem. Zaten, söyleyebileceğim kimsem de yok. Bir Lincoln'üm, unuttun mu? Herkes bana vebalıymışım gibi davranıyor. Tanrı aşkına hayatımda ilk kez kendimi bir yere ait hissedeceğim için mutluydum, onu da soyadım elimden alıyor!" bu seferki öfkenin kaynağı tamamen bendim. Şimdi beni sakinleştirme sırası ise Pegasus'taydı.

Hadi bakalım, bağına kuvvet Pegasus.

"Biliyorum, biliyorum. Ancak biz öğrenci değiliz Helena. Biz muhafızız. Bir muhafız dışında kimseyle konuşmama izin yok. Sadece, bir arkadaşı olarak sana Klaer'in şu an Tempersitar hastanesinde olduğunu söyleyebilirim." Gözlerim kocaman açılırken içimi yine tarifsiz bir endişe doldurdu.

"Klaer iyi, değil mi Fernando?" Başını usul usul salladı.

"Atlatacak." Şuan için onun yanına gidemezdim ancak birkaç saat sonra, resmi olarak bir Tempersitar olduğumda, ilk işim onu ziyaret etmek olacaktı.

"Şimdi ne olacak? Tören bitince." Sıkıntıyla nefes verip kolunu camın kenarına dayadı. Yakışıklı biriydi Fernando ve Klaer'le aralarındaki şeyi hala çözememiştim. Ya kardeşlerdi, ya da birbirlerine deli gibi aşıklardı.

"Bir hafta süre verilecek size. Topluluğunuzun isteklerinin olduğu bir de liste verilecek. Onları tamamlaman gerekiyor. Tam bir hafta sonra bugün, derslerin başlamış olacak. Ancak senin için birkaç özel durum olacak. Tulpar'dan dolayı." Bunun farkındaydım. Onun bir efsane olduğunu, gerçek olmadığını düşünüyordu herkes. Bana yardım edebilecek kimse yoktu. Bunu seçilme töreninde açıkça görmüştüm. Onunla nasıl iletişim kuracağımı öğretebilecek kimse yoktu.

"Söylesene Fernando, Klaer'le aranda ne var?" Yüzünü bir anlığına aydınlatan gülümseme, yerini ciddi bir boğaz temizlemeye bıraktı. Üstelik bir yandan da şok olmuş gibi duruyordu. Kızar gibi oldu bir an için, ama sonra tekrar gülümsedi. Kısaca, tamamen afallamıştı.

Bingo.

Aşkından ölüyor!

"Hey hey! Orada dur bakalım Bayan Lincoln. O huysuzla aramda bir şey yok benim." Bu da demekti ki, kardeş değillerdi. O zaman birbirlerine gerçekten deli gibi aşık olmalıydılar.

Tanrım yoksa ilk kez haklı mı çıkıyorum bir tahminimde?

Aralarında neden bir şey olmadığını düşündüm. Birbirlerine açılamamışlar mıydı? Ama, Fernando öyle biri değil gibiydi. Oldukça konuşkan ve umursamaz bir havası vardı. Eminim ne pahasına olursa olsun hislerini dile getirirdi. Öyleyse, belki de reddedilmişti.

"Neden ona açılmıyorsun? Dört yıl okudunuz şimdi de bir süredir birlikte muhafızlık yapıyorsunuz ama hala birbirinize olan hislerinizi itiraf edemiyorsunuz, öyle mi? Ya da ettin ve sepetlendin. Her iki durumda da, senin için üzüldüm." Fernando'nun kaşları havalanmıştı. Fazla açık sözlü davrandığımı biliyordum, ama ben de böyleydim işte. Bir insanla biraz olsun samimi olmaya başladım mı, utanma nedir bilmezdim!

"Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun bakalım sen?" gülümseyerek koluna vurdum.

"Siz beni takip ederken ben de biraz sizi takip etmiş olamaz mıyım? Üç ay çok uzun bir süreydi. Ve o iğrenç montlar sağ olsun sizi Ay'dan bile görüyordum." Önce bir kahkaha attı, sonra nereye koyacağını bilemediği kolunu tekrar cama dayadı. Gülümsemesi yerini yavaş yavaş daha derin bir ifadeye bıraktı.

Klaer hakkında konuşmanın ona biraz huzur biraz keder verdiği her halinden belliydi. Bir miktar dikkat eden biri için bunu anlamak çok zor değildi.

"Onunla olan tanışıklığımız, Akademiden çok daha önceye dayanıyor. Birlikte olamıyoruz, çünkü kalbini geri dönüşü olmayacak bir biçimde kırdım. Beni affetmesinin bir yolu var mı bilmiyorum. Ağzımdan laf almayı bırak!" Fernando için gerçekten üzgün hissettim. Oldukça pişman görünüyordu ancak ona akıl vermek ya da ilişkilerine karışmak bana düşmezdi. Eminim elinden gelen her şeyi denemişti. Bir an önce Klaer'in Fernando'yu affetmesini umdum. En azından arkadaş olmayı başarabilmişlerdi.

"O zaman, daha önemli konulara gelelim. Babamdan bahset bana. İsyandan. Neden herkesin bizden nefret ettiğinden..." Sıkıntılı sıkıntılı kafa sallayan Fernando gülümsedi.

"Klaer ve bana geri dönelim. Ne dersin?" Koluna hafifçe vurdum.

"Pekala. Öncelikle, bu isyan olurken ben evimde muhtemelen oyun falan oynuyordum. Oldukça küçüktüm. Sadece ailemin ve Bayan Dagora'nın anlattığı kadarını biliyorum. 19 yıl önce, annen ve baban bu okulda profesörmüş. Baban bir Metallumdu, annen ise bir İgniserdi. Birbirleri ile nasıl iletişim kurdukları hakkında hiçbir fikrim yok. Kimsenin yok. Bütün ömürlerini farklı topluluklarda geçirdiler ancak birlikte olmanın bir yolunu bulmuş olmalılar. Ve tabii, bunu başaran ilk elementerler değiller. Bu sanılanın aksine, oldukça yaygın bir durum. Sadece bunu Akademi'de başarmak, işte o gerçekten imkansıza yakın bir şey.

Yaşanan bazı olaylardan sonra, okul iki farklı görüş ile sarsılmış. Baban, diğer Metallumlar ve Aquasarlar Bayan Dagora'nın ve diğer okul müdürlerinin yaptığı bazı kanunsuzlukları tespit ettiklerini, düzeni bozduklarını ve bunların hepsini kanıtlarıyla birlikte açıklayacaklarını söylemişler. Çok önemli şeyler öğrendiklerini ve herkese kanıtlayacaklarını...

Territerler ve İgniserler ise, düzenin bozulmasından oldukça rahatsız olmuş. Bayan Dagora'nın ve diğer müdürlerin karalanmasına izin vermeyeceklerini söylemişler. Müdürlerin ve kurulun yanında olmuşlar.

Tempersitarlar bu işe hiç karışmamış.

Kimse hiçbir şeyi açıklayamadan, ortalık bir anda karışmış ve bir yıldan uzun bir süre boyunca, bu Akademide ve diğer dört Akademide kaos devam etmiş. Taraf değiştirmeler olmuş, İgniserler de isyana destek vermeye başlamış. Aquasarlar neredeyse çekilmiş. Topluluklar adeta birbirine girmiş, bir nevi savaş çıkmış, ölenler olmuş. Hem de, çok fazla...

Cam'in babası da bunlardan biri." Birkaç dakika duraksayıp, bana sindirmem için zaman tanıdı. Hislerim karmakarışıktı ve oldukça üzgündüm. Cam'in üzüntüsünü ve öfkesini çok iyi anlayabiliyordum. Tahmin ettiğim gibi, durum oldukça kişiseldi. Fazlasıyla.

Babasının ölümüne bu isyan sebep olmuştu.

Fernando kısık bir sesle devam etti.

"Annen bu sırada sana hamileymiş ve Bayan Dagora..." Fernando annemin adını anar anmaz içerisine girdiğim duygu selinden sıyrıldım. Devamında ne geleceği hakkında hiçbir fikrim yoktu ancak bir yere tutunmadan ayakta kalamayacağıma da neredeyse emindim. Camın yanındaki duvara yaslandım.

"Bayan Dagora ne? Devam et Fernando."

"Bayan Dagora diyor ki, sen doğduğun gün baban anneni öldürüp seni almış ve seninle birlikte Akademiyi terk etmiş." Sözlerini bir çırpıda tamamladı ve sustu.

Kalbim bükülüp un ufak olurken, can kırıkları nefes boruma batıyordu. Acının etkisiyle bir süre tepki veremedim. Kulaklarım uğuldadı, kalbim ağzımın içinde attı. Aklım kanat takıp yanımdaki camdan uçtu gitti.

Annemi babam öldürmüştü... Saçma sapan bir isyan uğruna, annemi öldürmüştü.

Benim annemi, babam öldürmüştü.

"Helena..." Göğsümdeki ağırlık öyle fazlaydı ki bütün vücudumdan derman çekilmişti.

Pegasus'un beni rahatlatmaya çalıştığını hissedebiliyordum. Ancak şu an hiçbir şeyin, bir kanatlı atın bile beni rahatlatamayacağından emindim. Annemin ölümü hakkındaki gerçeği öğrenmek, onu tekrar kaybetmek gibiydi.

Hayır, onu tekrar kaybetmekten çok daha kötüydü.

Beni doğururken öldüğünü bilmek, bana hiçbir zaman vicdan azabı hissettirmemişti çünkü yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyordum.

Şimdi ise, yapabileceğim hiçbir şeyin olmadığını bilmek vicdan azabı çekmemek için yeterli değildi.

Paramparçaydım ve kıvranıyordum.

Benim annem, sanki bugün bir kez daha ölmüştü.

Üstelik 18 yıl aynı evde yaşadığım babam yapmıştı bunu. Neden bir gün dahi ayık gezmediğini anlıyordum şimdi. Pişman olmuştu belki de. Ya da belki de isyanı başarı ile tamamlayamadığı içindi bu keder. Amacı neydi ki? Müdür mü olmak istiyordu? Bu benim annemi öldürmek için nasıl yeterli olabilirdi ki?

Kim, karnında çocuğunu taşıyan kadını öldürürdü, nasıl bir adam?

Ne uğruna?

Duvardan destek alarak dizlerimin üzerine çöktüm.

"Devam et." Kilitlenmiş dişlerimin ardından zar zor konuşuyordum. Pegasus'a minnettardım ancak henüz birbirimizle tam olarak bağ kuramadığımızdan, içimdeki acıyı dindiremiyordu. Aksine, o da benimle birlikte kıvranıyor olmalıydı.

Bu acı nasıl geçecekti ki zaten...

"Baban, isyanın öncüsüydü. Sembolü. İşte bu yüzden herkes Lincoln soyadından böylesine çekiniyor. Seni bu okulda sevecek tek insanlar muhtemelen Metallumlar. Aquasarlar da sonrasında bu kaostan ve savaştan pişman olup Bayan Dagora'nın tarafına katıldı. Belki Metallumlar bile vazgeçmiştir. Onlar hakkında kimse hiçbir şey bilmiyor tabii." Öğrendiğim bilgilerin altında bir bir ezildim. Hepsi taşıyabileceğimden kat kat fazlaydı. Çocukluğumdan beri hiç ağladığımı hatırlamıyordum. Hayatımda ilk kez, gözlerimden istemsizce akan yaşlara şahit oldum. Elimin tersi ile onları silip kafamı salladım.

"Cam'e anlayış göster. Senin bir suçun olmasa da, o babasını kaybetti. Babası İgniser profesörlerindendi." Annem ile aynı kaderi paylaşmıştı demek. Cam'in yerinde ben olsaydım, muhtemelen daha kötü tepki verirdim. Beni tanımıyordu, ne yapacağımı ya da yapmak istediğimi de bilmiyordu. Benim de babam gibi bir şeylerin peşinde olduğumu düşünmesi çok normaldi. Ben bile ailemle ilgili hikayeyi yeni öğrenmiştim. Gözlerimden izinsiz akmaya devam eden yaşları tekrar sildim. Canım fazlasıyla acıyordu.

Kafamı kaldırıp tavana baktım.

Bu yüksek tavanlı oda, bir fare deliğinden farksızdı benim için. Ben de o delikteki şişman fareydim. Boğuluyor, sıkışıyordum. Ancak şimdi burada dağılamayacak kadar da yalnızdım.

Usulca, sürünerek kalktım duvarın dibinden. Bir kez daha gözlerimi silip bakışlarımı cama çevirdim.

Hava almam gerekiyordu.

"Çok dikkatli olmalısın Helena. Hiçbir şey yapmadan bile, bir isyanın öncüsü olabilirsin. Babandan nefret edenler olduğu kadar, onun için ölebilecek olanlar da vardır buna eminim. Hepsi bir anda vazgeçmiş olamaz. Basit bir isyan değilmiş bu. Böylesine tutkuyla bağlı oldukları bir şeyden kolay kolay vazgeçeceklerini sanmıyorum. Yıllardır onunla iletişim kurmaya çalışıyorlarmış diye duydum. Başarılı oldular mı, bilmiyorum. Sana ulaşmaya çalıştıklarına da eminim." Gözlerime imalı imalı bakmasından, takipçimden bahsediyor olabileceğini düşündüm. Belki de gerçekten bana ulaşmaya çalışmışlardı. Belki de elinde gül ile orada burada beni takip eden o adam isyancılardan biriydi. Belki benimle bir planları vardı, ya da beni kullanarak babama ulaşmak istiyorlardı... Ona bir şekilde ulaşmayı başardılar mı bilmiyordum. Başarılı oldularsa bile, babamın umutsuz bir vaka olduğunu gördüklerinde ona olan saygılarını kaybetmişlerdir. Muhtemelen birkaç yıl içerisinde kanserden ölürdü ve hepimiz rahat bir nefes alırdık.

"Sadece bir yere ait olmak istiyorum Fernando. Yıllar sonra, bir yuva istiyorum." Fernando'ya yaptığım açıklama, kendime yaptığım bir itiraftı aslında.

Ne istiyordum?

Bu hayattan, tam olarak ne istiyordum.

Bir elementer olduğumu öğrenmeden önce ne istiyorduysam onu.

Yuva.

Sadece ama sadece, bir yuva istiyordum. Hepsi bu.

"Biliyorum. Seni tam dört ay takip ettik. Bunlarla hiçbir ilgin olmadığını da, ne kadar iyi biri olduğunu da biliyorum. Klaer de biliyor. Seninle tanışmak için her zaman heyecanlanmıştı. Ona ilginç geliyordun." Gülümsedim. Göğsümdeki tarifsiz acıyı bastırabilmek için bir şeyler yapmak istiyordum. Belki de tekrar Pegasus'a binmeliydim. O eşsiz uçma hissini, tarifsiz güveni tekrar tatmalıydım. Hava almalıydım, bir kovaya su doldurup kafamı sokmalı ve kendimi biraz boğmalıydım ya da belki bir Lincoln düşmanından dayak yiyene kadar onu tahrik etmeliydim.

Cam?

Muhteşem bir aday.

Sırf bunları düşünerek bile biraz rahatladığımı hissettim.

Evet, kesinlikle tören bitene kadar Pegasus'la olmalıydım.

Hayır hayır, kesinlikle tören bitene kadar dayak yemeliydim.

Ah, lanet olsun hayır.

Pegasus'la olmalıydım.

"Her şey için teşekkür ederim Fernando." Elimi koluna koydum ve bir şey sormasına fırsat vermeden yanından ayrıldım. Kalenin ana girişinden çıkıp Septi Ferarum'a gidecektim. Ancak bütün araziyi dolduran yüksek ses beni durdurdu.

"Bütün öğrenciler, kendi topluluklarının toplantı salonuna ilerlesin lütfen." Lanet ederek ortak alana geri döndüm. Topluluğumun haritadaki yerini çok net hatırlıyordum ancak yer altına nasıl inildiğini bilmiyordum. Kalenin içerisinden alt kata inen bir merdiven yoktu. Sadece yukarı çıkılıyordu. Koşar adım tekrar Fernando'ya bakındım. O da benimle birlikte ortak alanı terk etmiş olmalıydı. Kalabalığın içerisinden sorabileceğim birini gözüme kestirmeye çalıştım.

Derken, başkası çoktan beni gözüne kestirmişti.

"Kaybolmuş gibisin, Jokey." Jokey?

"Pardon?" ilk sınav sonrası saçma sapan sorular sorduğum üçlüden sarışın olandı. İkinci aşamada adının William olduğunu öğrenmiştim. Güzel gülümsemeli William.

Pulchram'ın William'ı.

"Tempersitar toplantı salonunu aramıyor musun? Aynı topluluktayız. Dikkat etmişsindir sanmıştım." Gözlerimi devirdim. Neden dikkat edecekmişim?

Evet, etmiştim.

Ama, yine de o benimle böyle konuşamazdı.

"Ondan bahsetmiyorum. Jokey de ne demek?" Gülerek karşılık verdi.

"Sana herkes böyle diyor. Daha doğrusu, Chris böyle diyor. Lincoln denmesinden iyidir değil mi?" Sinirle yumruklarımı sıktım. Chris şu esmer çocuk olmalıydı. Üstelik, Lincoln der demez tüylerim diken diken olmuştu.

Bir yandan, benimle konuşması bana iyi geliyordu, bir yandan da küstahlığı sinirlerimi bozuyordu. Üstelik, Chris ne zamandan beri "herkes" olmuştu? Ayrıca, çocuk muyduk biz? Birbirimize lakaplar takıyorduk?

Ve nasıl böyle kolaylıkla Lincoln soyadını ağzına alıyordu?

Lanetten haberi yok muydu acaba?

"Benim adım Helena, William. Bana böyle denmesi daha iyidir." Ellerini teslim olurcasına kaldırdı ve gülümsedi.

"Sen nasıl istersen Helena. Bu taraftan." Çaresizce, peşine takıldım. Kale'nin Septi Ferarum'la arasında kalan bahçeye çıktık. Oldukça geniş bir bahçeydi burası. Ağaç yoktu, sadece çimdi. Sur gibi yüksek duvarlarla çevriliydi. Bana gelen kutudaki haritayı gözümün önüne getirdim. Bu bahçenin arka tarafında kalan büyük çember daha da anlamlanmıştı şimdi gözümde. Haritaya göre beş adet çember, elips gibi şekilsiz bir yuvarlağın içerisine yerleştirilmişti. Her biri bir topluluğun konuşlandığı alandı. Bana verilen kuşbakışı haritada Tempersitarlar kalenin sağ üstünde kalıyordu. Peki geçitler neredeydi? Topluluğa nasıl giriyorduk? Üstelik başka bir topluluğa girmek istesem, bunun cezası neydi? Daha önce bunu deneyen var mıydı?

Bir grup insanla birlikte, kendi çemberimize doğru yürümeye başlamıştık.

"Tulpar ha?" başımı çaresizce aşağı yukarı sallayarak onu onayladım.

Tulpar.

Bir yandan benimle konuşmasının altında yatan sebebi çözmeye çalışıyor, diğer yandan göğsümdeki acıyı hafifletmek için ne yapmam gerektiğini çözmeye çalışıyordum.

Çözecek çok şey vardı ve ben nefes alamıyordum.

"Daha önce hiç öyle bir şey duymamıştım. Bunun ne kadar sıra dışı bir durum olduğunu anladığını sanmıyorum. Bu, görülmemiş bir şey. Herkes Tulparın bir efsane olduğuna inanıyordu." Şaşkınlıkla suratına baktım. Normal bir elementer -akademiden ve bu alemden haberdar büyüyen- bile bilmiyorsa, benim Tulparlar ya da bekçiler hakkında hiçbir fikrimin olmaması çok da garip değildi demek ki.

"Sen bile duymadıysan, bir de beni düşün. Koca, kanatlı bir at. Ne yapacağımı bilemiyorum."

Göğsümdeki sıkışma artınca, Pegasus'un müdahale ettiğini anlayabilmiştim.

Bunca derdin arasında şuan istediğim son şey bile değildi kanatlı atımı kırmak.

Öyle demek istemedim.

"Sana yardım edeceklerdir. Seni öylesine bilinmeyen, güçlü bir canlıyla asla baş başa bırakmazlar. Senin iyiliğin için olmasa bile, kendi iyilikleri için sana yardım edecekler. Endişelenme." Ne demek istediğini anlıyordum. Öylesine güçlü ve gizemli bir canlıyı, bir isyancının kızının ellerinde bırakmazlardı. Haklıydı.

Sonra, bir anda adımlarım yavaşladı ve duraksadım.

Pegasus'u benden alabilirler miydi?

Bir bahane bulup, onu benden alabilirler miydi?

Pegasus olduğu yerde huzursuzca kıpırdanarak bu fikri sevmediğini bana belirtti. Benden ayrılmayı o da istemiyordu belli ki.

"Bir bekçiyi elementerden alabilirler mi? Böyle bir şey var mı?" William önce kaybolmuş gibi görünse de, sonra ne demek istediğimi çok net anladı.

Bir isyancının kızına güvenmedikleri için, bahaneler uydurup Pegasus'u götürebilirler miydi, bunu öğrenmek istiyordum.

Ya da daha kötüsü.

Ona zarar verirler miydi?

İçimi öyle bir huzursuzluk kapladı ki, belli ki birbirimizi yatıştıracağımıza daha da harlıyorduk ateşimizi.

"Daha önce öyle bir şey hiç yaşanmadı. Bekçi ile elementer, ancak ikisinden biri ölürse ayrılır. Hatta, eğer bekçin ölür ve bir Kelpie olursa, asla eskisi gibi olmasa da onu tekrar görme şansın bile olur." Kelpie mi? Her yeni saniye, bir yeni bilinmezle karşı karşıya kalmak zorunda mıydım?

En azından, kafam dağılıyor diye düşündüm. Ya kendimi yiyip bitirecektim ya da Tulpar'dır Kelpie'dir bunlarla uğraşacaktım.

Ben en iyisi kendimi yiyip bitireyim.

Ben vazgeçmiş dahi olsam, William anlatmaktan vazgeçmemişti belli ki ve konuşmaya devam etti.

"Ölen bekçiler nadiren de olsa Kelpie olur. Bir nevi hayalet. Onunla tekrar iletişim kuramazsın, ona dokunamazsın ancak anılarına ulaşabilirsin. Bir bekçi neye göre Kelpie oluyor hiçbir fikrim yok açıkçası. Ancak daha önce bir Kelpie gördüm. Ürkütücü ile büyüleyici arasında gidip geliyor." Gülümseyerek konuşmasını tamamladı. Usul usul başımı sallarken öğrendiğim yeni bilgileri sindirmeye çalışıyordum.

Pegasus'un ölmesini asla istemezdim tabii, ama olur da benden önce ölürse bir Kelpie olmasını ister miydim bunu düşünüyordum.

Emin olamamıştım. Daha fazla ayrıntı öğrenmem gereken konulardan biriydi belli ki.

Kütüphanede.

Yalnız başıma.

Bir kez daha, yalnız başıma.

Belki William'la?

Hayır! Yalnız dedim!

"Gelen çağrılardaki haritalarda amblemler vardı. Dikkat etmiş miydin?" Başımı hayır anlamında iki yana salladım.

"Üzerinde amblem yoktu. Olsaydı bunu hatırlardım." O da başını salladı ve konuşmaya devam etti.

"Neredeyse görülemeyecek kadar silik. Dikkat etmemiş olman normal. Her bir topluluğun kendi amblemi var. Üstelik her bir çemberin üzerindeki toprağa da kazınmış durumda. Bizimkini görebiliyor musun?" Tepeden değil de yürürken açılı gördüğümden, şekli tam anlayamamıştım. Üçgen ve üzerinde ya da içerisinde bir çizgi vardı. Tahmin ettiğim gibi, kalenin en tepesindeki amblemden bir parça olmalıydı bu. Oradaki beş üçgenden biri, ancak hangisi olduğunu seçememiştim. Çizgi üçgenin içerisinde miydi, üzerinde miydi bu mesafeden ve bu açıdan anlaşılmıyordu.

"Her elementer kendi topluluğunun geçidinden geçerken amblem sırtına dövme olarak kazınacak. Böylece, sadece dövmenin eşleştiği geçitten geçebileceksin." Kafam biraz karışmıştı. Tabii ki, birkaç sorum vardı.

"Ama o zaman-" gülümseyerek sözümü kesti.

"O zaman ilk seferde, başka bir topluluktan geçersen o topluluğa mı ait olacaksın? Değil mi? Merak ettiğin şey bu olmalı." Başımı salladım. Şimdi İgniser geçidinden geçersem ve dövmesini alırsam, ömür boyu bir İgniser mi olacaktım? O zaman Lignea'lar bizi neden seçmişti ki?

"Bu zamana kadar kimse böyle bir şeye cesaret edemedi. Nedenini bilmek ister misin? Çünkü, zamanında bunu deneyenlerin atomlarına ayrıldığı söyleniyor. Paramparça olmuşlar. Bildiğin, buharlaşmış gibi işte. Yok olmak gibi. Bu, Primusların beraber çağırdığı bir sochru olmalı." Usulca başımı salladım. Öylesine eski bir dünyaydı ki bu, her şey düşünülmüştü. Düzen çok katı ve sabitti. Kimse bunu değiştirmek istemiyordu, bunu isyan zamanı kanıtlamışlardı belli ki.

Babamın Bayan Dagora hakkında açıklamak istediği şeyin ne olduğunu düşündüm. Aklıma gelen tek seçenek, ortalığı bulandırıp kaosa sebep olmak istemesiydi. Çünkü Fernando'nun anlattığına göre kanıt falan hiçbir şey sunamadan kaos çoktan başlamıştı. Madem öylesine büyük bir olay ve bunun bir kanıtı vardı, o zaman neden sunmamıştı ki?

En acısı ise, başarılı olmuştu da.

Yıllar geçmişti ve hala başarılı olmaya devam ediyordu üstelik.

Hala hayatımı çalmayı başarıyordu mesela.

Aklıma gelen bir soruyla William'a döndüm.

"Benimle neden konuşuyorsun?" William, sorumu anlamıştı. Bir süre cevap vermedi. Tempersitar topraklarını ağır ağır yürüyorduk. Etrafımızda bizim gibi Tempersitar geçidine ilerleyen diğer elementerler vardı. Diğer toplulukların toprakları görülemeyecek kadar uzaktaydı. Her bir topluluğun konuşlandığı alan öyle büyüktü ki, geçide yürümek bile oldukça uzundu.

"Hiçbir şeyden haberin yok Helena. Akademiyi bilmiyorsun. Kuralları bilmiyorsun. Bir isyancı olamayacak kadar bilgisiz ve beceriksizsin. Belki de rol yapıyorsun. Bunu zamanla göreceğiz. Ama, suçlu olduğu kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur. Değil mi?" Sinirle karışık bir rahatlama doldurdu içimi. Bana beceriksiz demişti!

"Babam bir Aquasar. O da senin babanla birlikte isyana katılanlardanmış. Captivum'dan çıkalı sadece birkaç yıl oluyor. O zamandan beri de, kendinde değil zaten. Captivum'dan çıkan kimse bir daha eskisi gibi olmaz.

Seni yargılamaya hakkım yok. Bütün her şeyi senin baban yapmış da, bizim ailelerimiz suçsuzmuş gibi davranılmasını da hiç adil bulmuyorum. Kana bulanan tek soyadı seninki değil Helena." Ona gerçekten minnettardım. Hislerime tercüman olmuştu. Evet, ortada büyük bir suç vardı. Ancak bunun tek sorumlusu, benim babam değildi. Bu isyana binlerce kişi katılmıştı. Hem bu Akademiden hem diğerlerinden hem de Kuruldan. Ancak herkes benden nefret ediyordu! Hiçbir şey yapmadığım halde. Oysaki ben de tıpkı onlar gibi babamdan nefret edenler arasındaydım.

William'ın babasının Captivum'dan daha yeni çıkması beni düşündürmüştü. Benim babam neden hiç oraya gitmemişti? Ya da belki de gitmişti ve benim haberim yoktu. Kesinlikle saklandığı falan yoktu, bundan emindim. İsteyen herkes kolaylıkla bizi bulabilirdi. O yüzden, bir kaçak olmadığını tahmin ediyordum. O zaman o neden Captivum'da değildi? Ya da daha ağır bir ceza varsa, neden buna mahkum edilmemişti?

Neden hala yaşıyordu ki? Bu alemde idam gibi bir suç yok muydu acaba? Vatana ihanet büyük bir suçtu, bu hangi ulus olursa olsun.

Elementer ırkında da durum benzer olmalıydı.

"Şimdi sana çok garip bir soru soracağım William. Babam neden orada değil? Yani Captivum'da?" William bu sorudan oldukça rahatsız olmuştu. Ya da belki de sorunun cevabıydı rahatsızlık veren.

Cevap vermeyeceğini düşündüm ancak bir süre sonra konuştu.

"Bu konuda çok bir bilgim yok. Böyle şeyler sadece "Bilmesi Gerekenler" tarafından bilinir. Kısaca, herkes her şeyi bilmiyor Elementerler aleminde. Ama dedikodu denilen şey evrensel diye düşünüyorum. Eminim insanlar da dedikoduya bayılıyordur!" Gülümseyerek ortamdaki gerginliği dağıtmaya çalıştı. Ben de ona katıldım ve beceriksizce gülümsemeye çalıştım. Ailem hakkında tatsız bir gerçeği daha öğrenmek üzere olduğuma emindim. Böyle bir durumda nasıl gülümseyebilirdim ki?

"İsyana katılanların isimlerini vererek Captivum'dan kurtuldu diye duydum. İnan, daha fazlasını bilmiyorum." Boğazıma düğümlenen yumru, nefesimi bir anlığına kesti. Pegasusla hızlı bir etkileşimin ardından, tekrar nefes almaya başlamıştım. Aynı safta olduğu, birlikte ayaklandığı insanları satarak mahkumluktan kurtulması... Onun hakkında daha kötü ne duyabilirdim ki?

Annemi öldürmüştü, birlikte yola çıktığı insanları sırtından bıçaklamıştı ve bana da bir gün olsun gün yüzü göstermemişti.

Belli ki babama hiç ama hiç benzememiştim. Ben, böyle bir şeyi asla yapmazdım. Bu konuyu Klaer ve Fernando ile konuşmam gerekiyordu. Bana daha fazlasını anlatabileceklerine emindim.

Odaklanmak, hayatımın yeni sayfası adına heyecanlanmak istiyordum ancak içimde bir şeyler sürekli kırılıyordu. Yıllar önce kaybettiğim, hiç görmediğim annemin acısı bir çuvala binip omzuma konmuştu. Yetmiyormuş gibi bunun üzerine hiçbir suçumun olmadığı soyadım da bir başka çuvalda omzumdaki yerini almıştı. Sırf bu soyadı yüzünden, belki de "yeni bir sayfa" olarak nitelendirdiğim hayatım da kayıp gitmişti avcumdan.

Öyle sıkıntılıydım ki, hiçbir iyi şeye odaklanamıyordum. Önümdeki uçsuz bucaksız araziye, benimle topluluğa yürüyen diğer elementerlere, parlayan güzel ağaçlara, içimde dolaşan Ay enerjisine...

Gözlerimi kapatıp Pegasus'u daha yakınımda hissetmeyi denedim.

Lütfen, bana biraz heyecan vermeye ne dersin?..

İçimde filizlenen ufak tohumlar beni gülümsetti. Bu benim için oldukça büyük bir andı.

Bunu geçmişimin bozmasına izin vermemeliydim.

Babamın bozmasına izin vermemeliydim.

Derin nefesler eşliğinde düşünceleri kafamdan atabilmek için silkelendim ve duruşumu dikleştirdim.

"Canımız yanacak mı?" Kahkaha attı.

"Bir de senden korkuyorlar. Gerçekten inanılmaz.

Açıkçası, bilmiyorum. Bizimkiler Akademi hakkında pek konuşmazlar." Başımı salladım ve uzun yolculuğun sonuna geldiğimizi fark ettim. Geçidin girişindeydik ve etrafımızda sadece çim bir alan ve bu alanın oldukça ilerisinde gözün alabildiğine orman vardı. Ormanın güzelliğine dalıp gitmiştim. Ormanlar hep güzeldi, her alemde güzeldi. Ancak bu alemde bir başka güzeldi.

Doğal süslerle kaplanmış yılbaşı ağaçları gibiydiler. Ancak, bu mesafeden tam seçemesem de sık sık da yaprak döküyor gibilerdi. Belki de eylül ayında olduğumuzdandı.

Sonbahar.

"Şuna bak, dört mevsim yılbaşı ağacı gibiler. Adeta büyüleniyorum her gördüğümde. Ağaçlar bile farklı. Nasıl bir dünya bu böyle?" William baktığım tarafa bakıp iç çekti.

"Evet, ağaçlar farklı ancak bunlar bizim dünyamız için bile farklı. Bizimkilerin söylediğine göre son kırk elli yıldır elementerler alemine bir şeyler oluyor. Ağaçlar ve yaratıklar bazı farklılıklar göstermeye başladı. Düzenin bozulmasıyla alakası olduğunu düşünüyorlar." Düzenin bozulmasıyla neyi kast ettiğini anlamadan ağaçlara bakmaya devam ettim.

Dünyanın düzeni mi bozuluyordu yoksa elementerlerin mi? Çünkü bizim varoluş amacımız, düzeni korumaktı. Ancak kendi içimizde düzeni kaybediyorsak, dünyanın düzenini nasıl koruyacaktık ki?

"Yani bu ağaçlar, normal değil mi?"

"Hayır. Bu ağaçlar kırmızı kırmızı parlamaz ve yaprak dökmezler... Yeşil, insanın içine huzur veren bir parıltıları vardır. Geceleri yeşil ışıldarlar. Bu kırmızılık, düzen bozulmaya başladığından beri varmış." Usulca başımı salladım. Dünyadaki küresel ısınmanın, elementerler aleminde karşılığı da buydu belki de. Ya da onca saçma kavganın, isyanın!

Oysa ne kadar da güzel görünüyorlardı, böyle hastalarken bile.

"Söz veriyorum, son kez soru soracağım!" William bir kahkaha patlattı. Onu bana selam verdiğine pişman edecek kadar çok konuşturmuştum ama bilmem gerekiyordu.

Üstelik, birazdan koşarak kaçabilirdi. Benimle arkadaş kalacağının garantisi yoktu. Hazır onu yakalamışken, bir şeyler öğrenmeliydim.

"Neden yer altında yaşıyoruz? İnsanlar sizden haberdar bile değil. Neden saklanır gibi yaşıyoruz? Birkaç şey duysam da tam anlamıyla bildiğim hiçbir şey yok. Hepsi parça parça."

"Sizden değil, bizden." Düzeltmesi ile gülümsedim. Evet, bizdik artık. Biz, elementerler!

"Kara Çağ'ı duydun mu? Gerçi, nereden duyacaksın ki. Saçma bir soru oldu." Sağ elini kaldırıp, hafif bir gülümsemeyle başını kaşımaya başladı. Onu belki de ilk kez şaşırtacak olmanın gururuyla boğazımı temizledim.

"Kara Çağ diye bir şey olduğunu biliyorum. Daha doğrusu, tarih kitabında bahsi geçiyordu. Ancak daha çok araştırmam gerektiğini düşünerek bir köşeye not aldım. Ne olduğu hakkında bir fikrim yok."

"İnan bana, ben anlatırsam her şey daha da birbirine girecek. Kara Çağ, oldukça geniş bir konu. Bunu derste dinlememiz daha doğru olur gibi." Benim sorularıma cevap vermekten sıkıldığından mıydı yoksa gerçekten derste dinlememiz daha mı iyi olurdu bilmiyordum ancak üstelemedim. Yeterince bunaltmıştım onu.

Önümüzde birkaç kişi bir yandan sohbet edip bir yandan geçide bakıyordu. Geçit çember şeklinde bir kuyu gibiydi. Buradan geçerken ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan belli ki sadece ben değildim. Nereye düşecektik, canımız yanacak mıydı bilmiyorduk. Diğerlerinin oldukça gergin ancak oyalanmadan geçide atlıyor oluşu da beni rahatlatmaya yetmiyordu ne yazık ki. Önümüzdeki birkaç kişi geçide atladıktan sonra ben de ileri doğru adım attım. Tam önündeydim şimdi. Ayağımı kaldırır kaldırmaz içerisine düşecektim. Dövme yapılırken canım yanacak mıydı, bilmiyordum. Öğrenmem gerekiyordu. Sol ayağımı kaldırdığım sırada tok bir ses işittim. Bu o esmer çocuktu, Chris. O da bir Tempersitardı belli ki.

"Satranç oynamıyoruz Jokey. Atlayacaksan atla artık." İkinci kez bu lafı duymamla birlikte, sinirlerim bir kez daha tepeme fırladı.

"Adım Helena!" Bana hiç bakmadan, cevap vermeden kendini geçitten aşağı bıraktı. Hiçbir ses yoktu. Canı yanmıyor olmalıydı. Peki nereye düşmüştü?

"O da mı bir Tempersitar?" William evet anlamında başını salladı. Onun törenini izlememiştim. Birçok kişinin törenini izlememiştim. Dedikodunun çabuk yayılacağını ve kime hangi bekçinin geldiğini öğreneceğimi umuyordum.

"Artık gerçekten atlamalısın Helena." Arkamı dönüp sinirle homurdanan insanlara baktım. Gerçekten de birçok kişi bekliyordu. Gözümü karartıp, adımımı geçide attım ve kendimi bu karanlık geçide bıraktım.

Geçide girer girmez sırtıma bıçaklar batmaya başladı. Şiddetli bir acı vardı sırtımda. Etimin küçük küçük kesildiğini hissediyordum. Daha önce hiç dövme yaptırmamıştım ancak bu kadar acılı bir şey olamayacağına emindim. Acı gözlerimi doldururken içerisinden düştüğüm geçit bitti ve kendimi yerde buldum. Sadece birkaç saniye sürse de bana dakikalar gibi gelmişti. Sonlara doğru düşüşüm yavaşlamış, yere çakılmamıştım. Düştüğüm mesafe yaklaşık kırk elli metre olmalıydı. Oldukça aşağıdaydık ve aşağı inmek için bir çeşit kaydırak yapmışlardı yani, öyle mi? Üstelik sonda yavaşlamış olmasaydık, muhtemelen her düşen ölüme kucak açardı. Bu da bir çeşit sochru olmalıydı.

Ya sochru bozulursa ya da biterse ya da her ne oluyorsa sochrulara, ondan olursa?

Ya buradan inerken ölürsem?

Ah, kafayı yiyeceğim...

Yerin bu kadar altına yapılmasının sebebini bir kez daha düşünmeye başladım. Korunma amaçlı olabilirdi. Ya da belki de çok katlı bir yapı olduğundan yer yüzünde dikkat çekeceğini düşünmüşlerdi. Emin olamadım.

Düştüğüm yerde birçok kişi vardı. Herkes burada toplanmış olmalıydı. Kendi arasında fısıldaşan topluluğa baktım. Arkadan gelen gürültüye bakılırsa, William da aşağı iniyordu. Hızla kenara çekildim. Elim de istemsizce sırtıma gitmişti. Canım hala yanıyordu.

"Bir kaydırak beklememiştim doğrusu." Gülerek üstünü silen William'a katılıyordum. Çok daha havalı bir şey beklemiştim. Elimi tekrar yanan sırtıma götürdüm. Sırtımın tam ortasında olmalıydı, ulaşamıyordum. Ne tür bir şekil olduğundan emin değildim. Tempersitar topraklarına girdiğimizde gördüğümüz şekli tepeden hiç görmediğim için, kafamda tam oturtamamıştım.

"Bakmak ister misin?" deyip tişörtünü sıyırmaya başladı. Yüksek sesle itiraz ederek onu durdurdum.

"Gerek yok! Yani, merak etmiyorum." Bakmak istemiyordum!

"Acıttı." Gülerek tişörtünü düzeltti. İzlendiğimi artık kilometrelerce öteden anlayabilecek kadar profesyonelleştiğimden, hızla arkamı döndüm. Esmer bize bakıyordu. William'ın benimle konuşuyor olmasından rahatsız oluyordu belki de.

"Arkadaşın benimle konuşmandan rahatsız oluyor." Etrafında bakındı William.

"Kim? Chris mi?"

Evet, hani şu Jokey lakabını yayan çocuk!

"Bilmiyorum. Haklı olabilirsin. Chris isyan konusunda oldukça katıdır." Açıkçası, belli oluyordu. Bana olan bakışlarına bakılacak olursa, o tamamen bir Dagora fanatiğiydi. Düzenden memnundu belli ki.

"Ona ne geldi? Chris'e."

"Bir Hüma. Adını Zeus koydu." Demek ona da bir Hüma gelmişti. Ona özel bekçilerden birinin gelmesini beklerdim.

"Kimlere özel bekçiler geldi, biliyor musun?" William saymaya başladı.

"Emile'i biliyorsun sanırım. Ona bir Bukra geldi. Territerlerden iki kişiye Laborem geldi ki bu oldukça nadirdir. Aquasarlardan bir kişiye Aqua Spirit geldi. Tempersitarlardan bir kişiye Albatros geldi. Bu sene oldukça bereketliydi. Yıllar sonra belki de ilk kez bu kadar çok özel bekçi geliyor. Bazen hiç gelmez! Bir de sen varsın tabii." İmalı imalı tamamladı cümlesini. Emile şu onlarla takılan ufak tefek kızdı. Kanımın pek ısınmadığı. Neyse ki farklı topluluktaydık. Yüzüne aynı ima ile bakıp klasik sorularımı sormaya başladım.

"Laboremi, Aqua Spiriti ve Albatrosu bana açıklamak zorundasın. Biliyorsun ama yine de sormamı istiyorsun değil mi?" Gülerek kafa salladı.

"Laborem, üç başlı bir kurttur. Tenleri tamamen kan rengi. Oldukça korkunç görünüyorlar. Aqua Spirit ise okyanus ruhudur. Bütün deniz canlılarından üstün kabul ediliyor. Okyanuslarda onların sözü geçiyor. Hatta, her su parçasında diyebilirim. Albatros ise, göklerin en görkemli ve dayanıklı kuşudur. Tabii, bunu söyleyenin daha önce bir Tulpar görmediğine eminim." Yorumu karşısında gülümsedim. Tulpar kesinlikle gelmiş geçmiş en görkemli bekçilerden biri olmalıydı. William Albatroslar hakkında konuşmaya devam etti.

"Çok ağır yükler taşıyabiliyorlar. Çok uzaklara uçabiliyorlar ve vücutlarının en az üç katı büyüklüğünde kanatları var. Görmen lazım! Bir Unicornis kadar büyükler neredeyse." Heyecanla bir bir açıkladıktan sonra, konuşmamız meraklı bir çift göz tarafından bölündü. En azından, benim dikkatimi dağıtmaya yetmişti. Cam, Chris'e zıt bir köşede, elleri cebinde dikiliyordu ve sık sık bize bakıyordu. Belki de sinirleniyordu, onu çok çabuk bırakıp başka bir arkadaş edindiğimi düşünüyordu ancak ona nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum. Gidip özür dileyemezdim çünkü bir suçum yoktu. Hiçbir şey olmamış gibi de davranamazdım çünkü çok kötü şeyler olmuştu. Üzgün üzgün baktım. Oysaki kanım gerçekten ısınmıştı ona.

"Nereye bakıyorsun?" William da benimle birlikte kafasını Cam'e doğru çevirdi.

"Şu ilk sınavdan sonra sana seslenen çocuk. Kavga mı ettiniz yoksa?" hatırlamasına şaşırmıştım. Başımı hayır anlamında salladım.

"Bir Lincoln olduğumu öğrendi. Olan bu." William gülmesini zar zor bastırırken ona ters ters baktım ve koluna hafifçe vurdum. Bu hiç komik değildi!

"Herkes ilerleyebilir mi lütfen?" biz konuşurken, son Tempersitar da geçitten geçmiş olmalıydı. Önümüzde seçmelerde bize yardımcı olan -bana olamayan- profesör vardı. Kısa boylu, oldukça zayıf, yaşlı ama bakımlı bir kadındı kendisi. Griye çalan güzel gözleri ve kızıl sarı arası saçları vardı. Küçük bir yüzü, ince kaşları, biçimli bir burnu vardı. Bir hava elementeri olmak ona yakışıyordu. Gri renkli uçuş uçuş bir elbise giymişti.

"Bayan Talose!" bir başka yetişkinin seslenmesi ile profesör ona döndü. Bayan Talose hakkında tarih kitaplarında herhangi bir şeye rastlamamıştım.

"Onları buraya alabiliriz Bayan Talose." Bu yetişkinin bir inferiora olduğunu düşündüm. Bayan Talose gibi giyinmemişti, aksine üzerinde Kaledeki inferioraların başı olan yaşlı ve sevimli Bayan Delatter'in giydiği gibi bir önlük vardı. Kısa boylu, siyah saçlı, beyaz tenli ve biraz kiloluydu. Saçları arkadan sımsıkı topuz yapılmıştı. Ellerini karnının önünde birleştirmiş, Bayan Talose ile öyle konuşuyordu.

"Teşekkürler Dorota." Dedi Bayan Talose nazikçe. Arkasını dönüp ilerlemeye başlamıştı. O sırada gördüm topluluğumun amblemini. Bayan Talose'un sırt dekoltesinden kendini belli ediyordu. Sivri uçlarından biri yukarı gelecek şekilde bir üçgen, üçgenin tam üstünde de havada durur gibi yatay bir çizgi vardı. Amblemi oldukça sevmiştim. Sırt dekoltesi olan kıyafetler cazip gelmeye başlamıştı.

"Buradan ilerleyin Ma Petite." İçerisinde olduğum ortam beni anda hapsetmeyi başarmıştı. Sanki onca sorunuma, onca acıma sünger çekmiş gibiydim. Hiçbiri unutmasam da hepsini derinlere iteklemiş, geleceğime odaklanmıştım.

Bu sabahtan sonra ilk kez, tekrar heyecanlıydım. Böylesine bir okul hayatını hiç tatmamıştım. Bir grupla birlikte olmak kendimi çok iyi hissettiriyordu. Bu grupta yalnız bile olsam, bir gruptaydım.

Herkes bizi yönlendiren Dorota'yla birlikte oldukça geniş bir alana girdi. Tavanı da yüksekti bu alanın. Geçtiğimiz koridor gibi burası da epey aydınlıktı. Yerin altına olmamıza rağmen, oldukça güzel aydınlatılıyorduk. Duvarlar o ışıklı bitkilerle kaplıydı. Demek ki büyümek için güneş ışınlarına ihtiyaçları yoktu. Bu geniş alan da dört duvarla çevriliydi. Bir kürsüye benzeyen tahta, girişe yakın konumlandırılmıştı. Koltuk ya da sandalye yoktu. Kısa bir konuşma olacağını umdum. Belli ki sınava giren ortalama 300-350 kişi arasından yaklaşık elli kadarı Tempersitara seçilmişti. Bu beklediğimden azdı. Üst tempersitar sınıflarında kaçar öğrenci var merak ediyordum.

"Dorota hepinize birer kağıt dağıtacak. Bu kağıtta bir hafta içerisinde temin etmeniz gereken her şey yazıyor, kitaplarınız, kıyafetleriniz... Ve tabii, birkaç kural, birkaç ipucu da mevcut. Kağıtlarınızı asla kaybetmeyin. Onun dışında, birkaç kuraldan ise bizzat bahsetmek istiyorum sizlere." En sevdiğim kısma gelmiştik şimdi. Kurallar. Dikkatle dinledim çünkü asla bir kural çiğnemek ya da sorun çıkarmak istemiyordum. Bu Akademide belki de en kolay harcanabilecek insandım. Böyle bir şeye izin vermeyecektim. Eminim ki, buradan atılmak mümkündü ve ben asla böyle bir kaderle yüz yüze gelmeyecektim.

Bir yandan ciddiyetle Bayan Talose'u dinlemeye çalışıyor, diğer yandan etrafımdaki onca dikkat dağıtıcı sesten, ışıktan ve nesneden uzak durmaya çalışıyordum.

"Saat ondan sonra diğer topluluklarla etkileşiminiz yasak. Ortak alan da dahil. Üstelik, saat ondan sonra Alderwild topraklarında dolaşmanız da yasak. Topluluğunuza dönmüş olmanız gerekiyor. Saat on birden sonra ise odalarınızdan çıkmamanız beklenmekte. Dönem içerisinde bir derste, beş dersten fazla devamsızlık yapmak yasak. Düzeni bozmak ve sorun çıkarmak da yasak. Odak noktanız dersleriniz, akademinin geleceği, elementerlerin geleceği ve dolayısıyla dünyanın geleceği olmalı. Derslere devam ettikçe, her birimizin ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlayacağınızdan ve görevinize sıkı sıkıya sarılacağınızdan hiç şüphem yok." Kısa bir soluklanmayla birlikte, hepimizin gözlerine birer birer bakarak samimi bir biçimde gülümsedi.

Bu kadını gerçekten çok sevmiştim.

"Sizler için birçok uğraş ve birçok kulüp var. Elinizdeki kâğıtta seçenekleriniz yazıyor. Herkes seçtiği kulüp malzemelerini almayı da unutmasın lütfen. Öğrenciler arası malzeme alışverişi de yasak." Sınıftan yükselen itirazlar Bayan Talose'u gülümsetti. Oldukça deneyimli bir profesör olduğu belliydi. Belki de Cam'in annesini bile o okutmuştu. Usulca etrafıma bakındım ancak Cam'i göremedim. Yanımda William, onun yanında da Chris duruyordu. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Sohbetlerine dahil olup olmamak arası gidip gelirken, Bayan Talose'un cebindeki kıpırtı bir kez daha dikkatimi çekti. Odaya girdiğimizden beri zaman zaman gözüm oraya kaymıştı aslında. Işıklı, ufak bir top cebinde hareket ediyor gibiydi. Belki sochrulu bir nesneydi, ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Bu dünyaya yabancı olmanın zararlarından biri daha... Sormayı düşündüm, ancak belki de kendi kendime öğrenmem daha doğru olacaktı. Soru sorduğumda gülmelerinden bıkmıştım artık!

Elimdeki listeye göz attım. Birkaç çeşit okul eşofmanı, bir Tempersitar cübbesi, Hüma ve Albatros sahipleri için alınması gereken birçok şey, kulüplere göre çeşitli malzemeler...

Aklıma Pegasus geldi.

Ona ne almam gerektiğiyle ilgili en ufak bir şey yoktu burada. Gerçekten, kimse bana yardımcı olamayacaktı. Bu korkunç bir şeydi. Belki Bekçilerin tarihiyle ilgili kitaplarda bir şeyler bulabilirdim. Oldukça kapsamlı bir araştırma yapmam gerekiyordu.

"Hey, hangi kulübü seçeceksin?" Sorusu üzerine William'a döndüm. O da kulüpleri inceliyordu.

"Çoğunu biliyorum." Dedim. "Gelen postadaki küçük kağıtlar sayesinde."

Sıkıntıyla nefes verdi William. Bunu bu kadar ciddiye almış olması beni gülümsetmişti.

Keşke en büyük derdim, hangi kulübe gideceğim olsaydı.

"Hangilerini biliyorsun?" kâğıda tekrar göz gezdirdim ve onu cevapladım.

"Bellaları biliyorum. Savaşçı kulüp. Topluluklar arası turnuvalar oluyor ve her yıl bir kazanan oluyor. Ancak tehlikeliymiş.

Sonra, spor kulübünü biliyorum. Bütün elementer yeteneklerinin yasak olduğu bir kulüp. Bu kulüpte de turnuvalar olduğunu biliyorum.

Düello kulübünü de biliyorum! Yeteneklerimizi geliştirmekte oldukça etkiliymiş diye okudum. Üstelik bu kulübe bekçilerimiz de katılabiliyormuş. Diğerleri hakkında pek bir fikrim yok." Geriye birkaç topluluk kalmıştı.

"Edebiyat oldukça sıkıcıdır. Onu geçelim. Şu tarih kulübü de öyle. Kim tarih kulübüne katılır ki? Şu diğer üçü de oldukça gereksiz, inan bana. Seçimimizi diğerlerinden yana yapalım. Ben diyorum ki, Bellalar oldukça havalı." William'ın çabasına gülümsedim. Aynı kulübe yazılmak istemesi gerçekten hoş bir davranıştı. Ona katılmadığım tek bir nokta vardı, o da tarih kulübü! Ben, tarih kulübü fikrini sevmiştim aslında!

Tarihi seviyorum, ne var bunda?

Arkasında duran Chris'e döndüm ve beklenmedik bir şey yaptım.

"Sen ne dersin Chris? Bellalar hakkında?" Beklenmedik davranışım karşısında ikisi de afalladı. Saçma sapan çekinceler ve soğukluklar istemiyordum. Chris William ile arkadaştı ve William da benimle arkadaş olmak istiyordu (lütfen istesindi çünkü), öyleyse biz de Chris'le arkadaş olmak zorundaydık. Değil mi?

"Bellalar iyi." William onun bu gergin halleriyle çok eğleniyordu. Bende gülümsedim ve kafa salladım. Bellalar olsun madem.

Gözüm Cam'e ilişti. Bir kız ve bir erkekle sohbet ediyordu. Yüzü gülüyor gibiydi. Onun adına mutlu oldum. Üzgün olmasını gerçekten istemiyordum.

Ben zaten bütün bir elementer alemi adına üzgündüm.

"Yavru köpek gibisin. Niye gidip konuşmuyorsun?" William'ın uyarısı üzerine afalladım. O da Cam'e bakıyordu. Durumu hızlı kavramıştı.

"Gidip bu gerginliğe bir son verebilirsin. En azından şansını dene." Evet dedim kendi kendime.

Daha kötü ne olabilirdi ki?

Daha çok nefret edebilir mi benden, hayır!

Usul usul Cam'e ilerlerken oldukça gergindim. Aramızdaki kısa mesafeyi adımlamak bir asır sürdü. Sonunda Cam'e yaklaştığımda, etrafındaki kız ve erkeğin hızlıca uzaklaştığını gördüm.

"Koşun tabii! Veba bulaşır!" Asla yapmayacağım bir şey yapmış, sesimi istemsizce yükseltmiştim içerisine girdiğim bu yeni ortamda.

Hem bu davranışım yüzünden kendime olan kızgınlığımla, hem de onlara olan sinirimle arkamı geri döndüm.

Cam'le falan konuşmak istemiyordum. Benim bir suçum yoktu ve kimseye kanıtlamak zorunda da değildim.

Tek olmak ne zamandan beri benim için bir sorundu ki şimdi olsundu?

Kilometrelerce öteden Aileen ve Marva'yla arkadaş olmaya devam ederdim ben.

Onlar ne olursa olsun benim yanımda olacak tek insanlardı.

Babamı, annemi, isyanı, her şeyi öğrendikten sonra bana sarılıp kucak açacak tek insanlar.

"Hey." Koluma değen bir elle durdum. Cam'in sesini duyduğuma emindim. Hayal mi ediyordum acaba?

"Onların kusuruna bakma." Şaşkınlık içinde döndüm arkamı. Hayal değildi, Cam'e bakıyordum. Kaşlarım çatılmıştı tekrar.

"Senin onlardan farkın ne ki? Sen de bana aynı muameleyi yapıyorsun." Cam de en az benim kadar sinirliydi. Üzerine gitmemem gerektiğini biliyordum. Kendimi sakinleştirmeyi denedim. Onunla kesinlikle tartışmak istemiyordum. Hadi Pegasus! Biraz yardımcı ol bize!

"Bana anlayış göstermek zorundasın Helena. Hassas bir konu. Bilmiyorsun."

"Hayır. Emin ol çok iyi biliyorum. Aynı şeyi yaşıyoruz." Az önce sakinleşmiş olan Cam, tekrar köpürdü sinirden. Gözlerinde bir anda şimşek çakmış, kolumu tutan eli kolumdan düşüp iki yanına açılmıştı.

"Aynı şeyi mi yaşıyoruz? Ben babasız büyüdüm Helena. Akademideki insanların senden kaçması ile bu aynı şey mi?" Yükselen sesiyle suratımı buruşturdum. Benim durumu bilmediğimi düşünüyordu, bu yüzden fazla tepki vermek istemiyordum ama sakin kalmakta zorlanmaya başlamıştım. Yutkundum.

Evet, sağ ol Pegasus. Gerçekten çok yardımcı oluyorsun!

"Seni babasız bırakan babam, beni de annesiz bıraktı Cam. Her şeyden haberin var ama bundan yok, öyle mi?" Cam afalladı ancak bu kez şimşekler bende çakıyordu. Sadece gözlerimde de değildi üstelik.

Çoktan alev almıştı kalbim. Avuçlarımın içi yanıyordu. Bunu sesli dile getirmek bana iyi gelmemişti.

Pegasus'un cılız çabalarına sıkı sıkı tutundum. Aramızdaki bağın bir an önce güçlenmesini diledim. Belki o zaman beni daha hızlı ve etkili bir biçimde sakinleştirebilirdi.

"Özür dilerim Helena, bilmiyordum." Gözlerimi kapatıp birkaç saniye sakinleştirmeyi denedim kendimi. Önceden, Pegasus yoktu sonuçta. Bu zamana kadar iyi kötü kendimle yaşamayı başarabilmiştim.

Birkaç derin nefes aldım ve kendimi bir kez daha empati yapmaya zorladım. Ne benim suçum vardı ne de onun.

"Ben de özür dilerim Cam. Gel, seni William ve Chris'le tanıştırayım. Olur mu?"

Birkaç dakikalık sohbetten sonra, Chris ve William ile benimle olduğundan daha yakın olması sinirlerimi bozdu. Bu üç oğlan çok yakın arkadaş olacaktı ve ben muhtemelen dışarda kalacaktım. Eh, onlar beni dışlayana kadar aralarında kalmaktan şikayetçi değildim.

Ona Bellaları anlattık ve dördümüz de Bellalara katılma kararı aldık. Onlarla uzunca bir süre dalga geçecektim. Bella güzel kız demekti! Bu kulübün adı neden Bellalardı, bilemiyordum doğrusu. Ben düello kulübüne de ilgi duyuyordum açıkçası. Belki ona da katılırdım.

"Baksanıza, bu kulüplerde diğer topluluklar da olacak mı?" Bilgisizliğim karşısında üçü de gözlerini devirdi, bense bir miktar sinirlenmiştim. Biraz kibar mı olsanız acaba!

"Elbette. Kulüplerin genel amacı topluluklar arası rekabet yaratmaktır. Her topluluk en iyilerini kulüp müsabakalarına hazırlar ve diğer topluluklar üzerinde üstünlük kurmaya çalışır. Bir çok madalya, kupa ve ödül dağıtılır." Bu demek oluyordu ki topluluklar arası etkileşimlerin en büyük kaynağı kulüplerdi. Belki annem ve babam bu sayede tanışmıştı, ya da yakınlaşmıştı.

Ya da belki öğrencilik hayatlarından sonra tanışmışlardı. Haklarında hiçbir şey bilmediğim iki insandı ebeveynlerim...

Biri av, biri avcı.

Kütüphanenin bana kattığı bir diğer bilgiye göre farklı topluluklardan evlilik nadir görülen bir şey değil, aksine oldukça yaygındı. Bunun sebebi akademi sonrasında iletişim kurmanın önünde hiçbir engel olmayışıydı. Genellikle aynı sınıftan olan bireyler, akademi sonrası çalıştıkları ortam vasıtası ile kendilerine bir eş seçiyorlardı.

Elementerler arasındaki evliliklerde bazı kombinasyonlar vardı. Bazı elementlerin bir araya gelmesinden doğan çocuklar, elementlerinde daha kolay ustalaşma, daha uzun süre yaşama, daha güçlü bir elementer olma gibi özelliklere sahip olabiliyordu. Bir İgniserle bir Aquasarın birleşmesi sonucu doğacak çocuğun daha güçlü bir elementer olması kuvvetle muhtemeldi. Ancak bu tamamen şans işiydi. Bu şanstan yüksek oranda faydalanan bireylerden biri ise Bayan Dagora'ydı. Annesi bir İgniter, babası bir Aquasar olan Bayan Dagora, diğerlerine göre oldukça güçlü bir İgniser olmuştu. Müdürler tarihi kitabı, ona bir bukra gelmesinin sebebi olarak da bunu gösteriyordu. Diğer insanlardan daha güçlü bir enerji yayıyor olmalıydı.

Sonra kafamda bir ampul yandı.

O zaman ben, diğer elementerlerden daha güçlü bir enerji mi yayıyordum?

Bu yüzden mi bana bir Tulpar gelmişti?

Ben bir kez daha düşüncelerimde boğulurken, Bayan Talose hızlı ama küçük adımlarla yanıma geldi.

"Bayan Dagora seninle görüşmek istiyor Helena." İçinde kaybolduğum düşüncelerden sıyrılmak için çaba göstermek zorunda kaldım. Anlık olarak afallasam da, bu anın geleceğini biliyordum. Daha kaleye ilk geldiğimde söylemişti Klaer ve Fernando.

Hazırlıklıydım.

Hayır, değildim.

Avcumu üzerime sildim. Bir kez daha su içinde kalmıştım ancak en son istediğim şeydi bunu göstermek.

Milyonuncu kez dedim kendime, sen yanlış bir şey yapmadın.

Çocuklara haber verdim ve geçidin ucuna geldim. Buradan nasıl yukarı çıkacaktım ki?

Dorota gülerek yanıma geldi. Beni izliyor olmalıydı.

"Geçidin altına geçip bekle. Seni yukarı çekecek." Gerçekten ilginç bir dünyanın içerisindeydim ve bu çok hoşuma gidiyordu.

Biraz daha ilerleyip geçidin tam içerisine geçtim ve hızla yukarı çekildim. Geçit beni bahçeye fırlattı. Profesörler de bu şekilde seyahat etmiyordu, değil mi?

Bu fikir beni gülümsetirken kaleye doğru yürüdüm. Önümdeki uzun yol da canımı sıkıyordu. Bu denli geniş bir araziyi dört yıl boyunca böyle yürürsem yok olur giderdim. İlerde burayı geçmenin bir sochrusunu öğreneceğimi umdum.

Kalenin kaçıncı katında kaldığını bilmiyordum Bayan Dagora'nın. Birkaç adım daha atınca, gerek kalmadığını gördüm. Kalenin tam girişinde, ellerini arkadan bağlamış bir vaziyette bekliyordu Bayan Dagora.

"İyi günler Profesör." Bütün nezaketimle gülümsemeyi denedim. Bayan Dagora da gülümsüyordu.

"Tebrik ederim. Hepimiz senden farklı bir şeyler beklemiştik ancak, kimsenin aklına bir Tulpar gelmemişti. Töreni gözleriyle görmeyenler hala inanmıyor Septi Ferarum'da bir Tulpar olduğuna."

"Açıkçası, bende inanamıyorum. Hiç bilmediğim bir dünyadayım ve hiç kimsenin bilmediği bir bekçim var. Onunla ne yapacağımı merak ediyorum." Yanıma geçip bahçeye doğru yürümeye başladı.

"Senin için bir şeyler düşünüyoruz. Birini bulmaya çalışıyorum. Tulpar konusunda yardımcı olabilecek birini. Diğer akademilerle iletişime geçildi. Endişelenme."

"Teşekkür ederim Profesör." Bayan Dagora oldukça naif birine benziyordu. Açıkçası, ondan hoşlanmıştım.

Ben nasıl bir enayiydim acaba, daha sadece adını öğrendiğim herkes için hoşlandım hoşlandım deyip duruyordum.

Ben olsam, ben de benim gibi bir enayiyi kandırırdım. Neden kandırmayayım ki?

Birilerine hoş insan demeyi acilen bırakmalıydım.

Acilen.

Adımlarını yavaşlatıp bahçenin ortalarında durdu. Ben de onunla birlikte durdum. Çevreye bakıyor, gerilmemek için ağaçları sayıyordum.

"İnsanların neden senden çekindiklerini bildiğini varsayıyorum." Kafa salladım. Akademide öğrenmiştim. Kitaplar ve Fernando sayesinde. Tabii bir de, gördüğüm korkunç tavırlar sayesinde.

12, 13, 14...

"Ben senin hakkında böyle düşünmüyorum. Umarım beni yanıltmazsın Helena."

Durdum.

Ağaçları, bahçeyi, soyadımı, her şeyi bırakıp bir anda durdum.

Bunlar samimi düşünceleri miydi gerçekten de?

Ne demeliydim?

Ağzımı açıp tekrar kapattım. Düşünmeden konuşamayacağım kadar hassas bir konuydu bu.

Yutkundum.

Bir yandan aklımdan yine ne kadar hoş biri olduğu geçerken bir yandan içime huzursuzluk doluyordu. Bu huzursuzluğun Pegasus'tan geldiğini varsaydım.

Bayan Dagora'dan hoşlanmamış mıydı yoksa?

Bir cevap vermek zorundaydım, biliyordum ancak konuşamayacak kadar şaşkındım.

Gerçekten bu kadar iyi biri olabilir miydi?

Sonra, William'ın dediği geldi aklıma.

Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur.

Bayan Dagora'dan şüphe etmek için hiçbir sebebim yoktu.

Onu da diğer inananları da yanıltmayacaktım. Bir isyancı değildim. Asla ama asla babam gibi olmayacaktım.

"Benim hakkımda yanılmamanız için elimden geleni yapacağım. Ben bu dünyanın bir parçası olmak istiyorum, onu mahvetmek değil." Sözlerimden, babamı onaylamadığım net bir biçimde seçiliyordu. Ben bu düzene ayak uydurmak, arkadaş sahibi olmak, yuva sahibi olmak istiyordum. Nihayet bir yere ait olmak ve başarılı olmak istiyordum. Bunca yıl yaşadığım aidiyetsizliğin bir ödülüydü bu alem bana ve ben buna sıkı sıkı tutunmak istiyordum.

"Malzemelerini nereden alman gerektiğini biliyor musun?" Bayan Talose'ye soracaktım ama, vakit bulamamıştım.

"Henüz birine soramadım." Bayan Dagora bana küçük bir parşömen uzattı. Üzerinde Hollypad yazıyordu.

"Bekçine buranın ismini söyle. Seni oraya götürür. Kuzey Amerika kıtasının elementerleri buradan alışveriş yapar." Minnettar bir şekilde gülümsedim. Bana gerçekten yardımcı olmuştu. Üstelik Pegasus için diğer akademilerle bile iletişime geçmişti.

Lütfen gerçekten iyi biri olsun ve benim de iyi biri olduğumu görsün...

Diğer akademiler hakkında hiçbir bilgim yoktu. Nerede olduklarını, nasıl bir düzenle işlediklerini bilmiyordum. Daha Alderwild nerede, nasıl bir düzenle işliyor onu bile bilmiyordum!

"Şey, bize verilen kağıtta bekçilerimiz için neler almamız gerektiği de yazıyor. Ancak bir Tulpar için bilgi yok." Bayan Dagora yavaşça başını salladı.

"Bu konuyla ilgileneceğim." Pegasus için endişeleniyordum. Benim içinde bulunduğum çaresizliğin birkaç katını hissediyordu belki de.

"Pazar gecesi akademiye dönmüş olman gerekiyor."

"Teşekkür ederim Bayan Dagora." Ona gülümseyerek yanından ayrıldım. Topluluğa dönmek ve biran önce çocuklara bu konuşmayı anlatmak istiyordum. En büyük çekincem, Bayan Dagora tarafından hor görülmekti ancak o bana oldukça iyi davranmıştı. Şimdi sıra, yeni evimde yeni işler başarmaktaydı.

 

KURGULARIM İÇİN BİR WHATSAPP KANALI KURDUM.

KİTAPLARIMA VE KURGULARIMA DAİR HER ŞEYİ İLK ORADA PAYLAŞACAĞIM. KATILMAK İSTERSENİZ PROFİLİMDEKİ LİNKTEN KATILABİLİRSİNİZ, BURAYA LİNK BIRAKTIĞIMDA ÇALIŞMIYOR

Instagram: byk.literatur

Tiktok: buseninkurgulari

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Hikayenin konusu ile ilgili tahminlerinizi buraya yorum yapar mısınız?

İnstagram : aykusagi.serisi

Bölüm : 14.08.2025 20:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...