@buzlarkralicesi
|
-3/1- ❝Lâl❞ Biri beni eski ruh hâlime geri sokabilir mi? Çünkü ben, kafamda pembe kalpler uçmasına hiç alışık değilim. Yatağa uzanmış, tuvaletteki öpüşmemizi düşünüyordum. Sanki benim bardaki öpücüğümden sonra öyle öpülmez, böyle öpülür der gibi öpmüştü beni. Ayaklarımı yerden kesmişti. Hayır dedikçe daha da saplanıyordum ona. Bu sonu gelmez bir çukur, bataklık gibiydi. Bu kadar kolay teslim olmak bana hiç yakışmıyordu. Ona kapılmamalıydım. Bu yanlıştı. Yanlış ve tehlikeli. Ama bilirsiniz, insanlar yanlış ve tehlikeli şeylere bayılırlar. Yasak olan her şey tatlı gelir biz insanoğluna. Niye böyle bir şey yapıyoruz ben de bilmiyorum. Aslında hepimiz bir miktar mazoşistiz. Acı çekmeye bayıldığımız için bombok insanlara âşık oluyoruz ya da birilerine amaçsızca bağlanıyoruz. Bu hiç mantıklı değil ama Allah aşkına, mantık kimin umurunda? Akşam yemeğe çıkacaktık. Bu cazibesi kemerine sıkıştırdığı silahtan bile tehlikeli olan adama hayır deme gibi bir lüksüm kalmamıştı. Keşke şişko, kısa boylu ve kel olsaydı. Böylece ondan hiç etkilenmeden yoluma devam edebilirdim ama ne yazık ki daha dış görünüşünden itibaren insanı etkisi altına almayı başarıyordu. Ne amaçlarla çıktığım yolda şimdi hiç tanımadığım karanlık bir adamın beni etkilemesini yukarıdan, bulutların üzerinden öylesine seyrediyordum. Aptal kız seni. Hey, sana diyorum! İçinde hâlâ pembe düşlere inanan bir salak var, değil mi? Seni bir elime geçirirsem eşek sudan gelene kadar döveceğim, duyuyor musun beni? İçimde bir yerlerde dışımın aksine korkuları olan, kırılgan bir kız çocuğu vardı ve ben onu nasıl öldüreceğimi bilmiyordum. Çünkü eğer ondan kurtulmazsam bir gün o benden kurtulacaktı. Mantığımı devre dışı bırakıyordu. O adama âşık olmamam gerekiyordu. O tehlikeli bir adamdı. Yolu belliydi. Yaşam tarzı ortadaydı. Ona bağlanırsam ve günün birinde ona bir şey olursa yine mahvolurdum. Kimi sevdiysem hepsi gitti. Bunu bir kez daha yaşayamazdım. Olmazdı. Bunu kaldıramazdım. Ona âşık olmamalıydım ve ayrıca bu akşamki yemeği de iyi değerlendirip adamı kendimden soğutmalıydım. Bu tür erkekler nelerden hoşlanmazdı acaba? Düşüncelerime kısa bir an ara verip pansiyondan çıktım. Kısa bir yürüyüşten sonra içim içimi yiyordu. Eski hattım yanımdaydı ama telefonuma takmaya cesaretim yoktu. Kim bilir kimler milyonlarca kez aramıştı da ulaşamamıştı. Bilmiyordum. Buna hazır mıydım, emin değildim. Öte yandan merak da ediyordum. Tüm bunları kafamın içinde evirip çevirirken kendimi telefon kulübesinin önünde buldum. Şaka gibiydim ama Sevgi'yi arayacaktım sanırım. Usulca numarasını çevirirken parmaklarım titriyordu. Buradan kimse yerimi tespit edemezdi. Sadece neler olduğunu, nasıl olduklarını öğrenip kapatırdım. Kısa keserdim. Birkaç çalıştan sonra Sevgi'nin sesi yankılandı telefonun diğer ucunda. "Alo." Birkaç saniye öylece kalakaldım. Konuşamadım. Ne diyecektim ki? Numarayı çevirirken bunu düşünmemiştim hiç. Merhaba, ben ortalardan kayboldum ama sizi merak ettim nasılsınız ehehe falan mı? Saçma olurdu. Hayır. Salakça olurdu. Ancak telefonda bekleyen Sevgi tekrar "Alo, kimsiniz?" diye tekrar ettiğinde bir şeyler söylemem gerektiğinin farkındaydım. "Alo, Sevgi." Adımı bile söylememe gerek kalmadan sesimden tanıdı. "Sen... İnanmıyorum, sensin!" Küçük bir çığlıktan sonra kendine gelen kız sorgu memurluğuna soyunmakta gecikmedi. "Kızım neredesin sen? Ne yaptığının farkında mısın?" "Farkındayım Sevgi, orada daha fazla kalamazdım. Anla beni." "Delirdin mi sen? Neredesin şimdi? Çabuk geri dön!" "Hayır, nerede olduğumu söylemeyeceğim. Gelmeyeceğim de. O hayata daha fazla devam edemem. Benimle görüştüğünü kimseye söyleme Beni öldü bilin." Telefonu kapatmak için birkaç saniye daha beklerken Sevgi'nin bana seslenişlerini duyabiliyordum. Bunu umursamamaya çalıştım. Bu eski ve uzun bir hikâyeydi. Geride kalmıştı. Öyle olmalıydı. Kaçtığım her şey bana acı veriyordu. Tıpkı bazı kelimelerin verdiği gibi. Aşk. Aile. Acı. Ölüm. Güven. Bağlılık. Bunun gibi birçok kelime işte. Sana hiçbir şey yapamayacak kadar basit görünen ama kalbin bel kemiğini kıran bir acı yaşatacak güce sahip kelimeler. Telefon kulübesinin camına yaslanıp birkaç dakika geçmişte bıraktıklarımı düşündüm. Gözlerimi kapadım. Hiçbirini yaşamamış olmayı diledim. Sanki yaşanmamış gibi unutmaya çalışıyordum. Yeni bir hayata başlamak için, bunca zaman hayal ettiğim her şeyi gerçekleştirmek için yapmak istediğim şeylerin listesini hazırlamıştım. Toparlanmam lazımdı. Kendime gelmeliydim. Arkamı dönüp kulübeden dışarı çıkacakken kapının önüne yaslanmış beni seyreden adamla karşılaştım. Valentino'yla. Upuzun boyuyla kapıyı neredeyse kapatmış, öylece beni seyrediyordu. Konuşmalarımı duymuş muydu veya ne kadarını duymuştu emin değildim fakat telaşlı görünmemeye çalıştım. Sakin kalmalıydım. "Senin ne işin var burada?" "Seni takip ediyordum." "Ha utanmıyorsun da yani bunu söylerken." "Ben utanmam için bir sebep göremiyorum." Yanık teni, uzun boyu ve kaslarıyla yeterince cazibeli değilmiş gibi bir de imalı ve etkileyici bakışlarıyla beni süzüyordu. Gözlerinin ardındaki tehlikeyi görebiliyordum. Sandığım kadar... Ne derler ona bilmiyorum ama... Bir şey vardı onda. Masum desem, değil. Suçlu desem, dilim varmaz. Göründüğü kadar romantik değildi deyip konuyu kapatalım iyisi mi. Gerçek olan şu anki Valentino değildi sanki, gözlerinin ardındaki o tehlikeydi asıl sonsuz gerçek. Kuşkuyla beni süzdükten sonra "Kırmızı bültenle aranan bir suçlu musun?" diye sordu. "Ne?" "Gizemli tavırların var. Telefondaki konuşmaların da şüphe uyandırıcı. Bunu bilmem gerekir. Bir suç mu işledin, bu yüzden mi kaçıyorsun?" Bu kez cesur ve rahat tavırlarla kulübenin sağ camına yaslanıp yanıt verme sırası bendeydi. "Evet canım, arkamda yedi leş bıraktım. Seri katilim ve özellikle uzun boylu, esmer ve biraz da mafya olan erkekleri seçiyorum. Başka soru?" "Çok komikmiş." Gülüyordu ama muhtemelen şakama değil, hâlime. Gülünecek hâlde olduğumu inkâr edecek değildim. "Kırmızı bültenle aranan bir suçlu olduğumu öğrenmen neyi değiştirecek ki? Sen de azılı bir mafyasın." Tek kaşımı kaldırarak tehditkâr bir ifadeyle söylemiştim bunları. Başını öne eğip gülünce inanılmaz karizmatik oluyordu ama tabii ki bir aptal gibi bunu ona söylemeyecektim. Söyleyeyim de zaten peşimi bırakmayan adam Japon yapıştırıcısı gibi yapışsın değil mi? Yok ya. "Çok işim var, beni rahat bırak." "Akşamki yemek için mi hazırlanacaksın? Kuaför, alışveriş?" Dimdik bakıp "Romantik komedi filmi mi çekiyoruz burada? diye söylenirken başımı iki yana sallamayı da ihmâl etmedim. "Umarım bu akşam da kaçmazsın." "Ben kaçmadım, sen emrivaki yaptın. Bu kez geleceğim dedim, gelirim. Böylece sen de birbirimize uygun olmadığımızı kendi gözlerinle görmüş olursun." "O kadar emin olma istersen." Böyle kendinden emin olması sinirden saç baş yoldurur cinstendi ve çapkın gülümsemesi açıklayamadığım şekilde cezbedici bir özelliğe sahipti. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. "Şimdi izninle, akşam görüşürüz. Muhtemelen bir daha görüşmemek üzere tabii..." Kenara çekilip geçmem için yolumu açarken "Unutma küçük hanım, çok bilen çok yanılır." demeyi ihmâl etmedi. Telefon kulübesinin kapısından çıkarken göz ucuyla ona bakarak "Senin gibi mi?" dedim ve duraksamadan yoluma devam ettim. Dar sokaklardan birinden çıkıp duraklardan birinde öylece bekledim. Neyi beklediğimi bile bilmiyordum. Aklımda hiçbir şey yoktu. Bomboştu. Her şey plansızdı. Geçen bir taksiye el kaldırdım, durdu. Taksiye bindim. Adam "Nereye bacım?" diye sorarken bile nereye gideceğimize dair bir fikrim yoktu. İşaret parmağımla adamı durdurup çantama daldırdım elimi. Taksimetrenin çalıştığını hatırlayınca "Siz devam edin, ben söyleyeceğim." diyerek zaman kazanmaya baktım ve çantamdaki defteri aramaya devam ettim. Evet, bulmuştum. Ölmeden önce yapılacaklar listeme göz gezdirdim. Taksiye binmiştim ve bir muammaya doğru yolculuk yaparken nereye gidebilirdim, ne yapabilirdim diye maddelere bakındım şöyle bir. Çok aramama gerek kalmadan ilk madde çarptı gözüme. Evet, bunu yapacaktım. "Bir uçurum var mı buralarda hiç?" ... |
0% |