@buzlarkralicesi
|
-27- Odada yalnız başıma geçirdiğim uzun süren sessizlik o kadar haddini aşmıştı ki bunun beni çıldırtmak için özel olarak planlandığını düşünmeye başlamıştım. Böyle elim kolum bağlı, çaresiz, hiçbir şey yapamaz hâlde beklemek daha da delirtici bir durumdu. Ellerimi ayaklarımı bağlamışlardı, çözmeye çalışsam da olmuyordu. Her çözmeye çalıştığımda canım acıyordu, kelepçelerin olduğu yerdeki izler belirginleşiyordu. Her yolu denedikten sonra artık buraya mahkûm olduğumu kabullenmek zorunda bırakılmıştım. Ve anlamıştım. Ben burada ölecektim. Çıldırtıcı sessizliğin ardından camlar olmadığı için günün veya gecenin hangi saati olduğunu bilmediğim bir zamanda kapı açıldı ve Abraham yanında kıyafetlerinden birinin hemşire, diğerinin de doktor olduğunu düşündüğüm iki kişiyle geri döndü. Doktor ve hemşire geride kalıp çantalarından çıkardıkları şeylerle bazı hazırlıklara başlarken Abraham bana doğru yürüdü usulca. Tam önümde yüzümle aynı hizada eğildi ve saçımı okşar gibi olduğunda öfkeyle başarabildiğim kadar geri çekildim. Ellerinin bana temas etmesini istemiyordum, sahte sevgisine ve acımasına ihtiyacım yoktu. Bana doğru eğilmiş bir biçimde konuşan adam "Şimdi seni bayıltacaklar." dedi. Sanki olacakları bilmiyormuşum gibi. Bunu bana daha acı vermek için mi yapıyordu? Daha da korkmam için. Bana daha fazla korku aşılamasına gerek yoktu ki. Nasıl olsa burada ölüp gidecektim. "Anesteziden sonra bir şey hissetmeyeceksin, bilincini kaybedeceksin. Sonra da.." Kısa bir es verdikten sonra kendince dramatik olduğuna inandığı bir ifadeyle ekledi. "Uyanmayacaksın." Öfkeyle yüzüne bakarken hınçla tükürdüm. "Pislik!" O durumdayken yapabildiğim tek şey buydu. Ona olan hislerimi daha etkin bir şekilde ifade edebilecek pozisyonda değildim. Ellerim kollarım bağlı olmasa neler yapardım neler. Abraham ise tükürmemden hiç etkilenmeden devam etti söyleyeceklerine. "Bu seninle son görüşmemiz. Bana söylemek istediğin bir şey var mı?" "Allah belanı versin!" Söylediklerim onda hiç etki bırakmıyormuş gibi sakin bir ifadeyle "Anlıyorum." dedi başını öne eğerek. Kısa bir düşünme anından sonra yüzü yeniden bana döndü. "Son bir isteğin var mı?" Sanki isteyeceğim şeyi bilmesi bir sürprizmiş gibi "Seni serbest bırakmamız dışında." diye ekledi. Bunu yapmayacaklarını iyi biliyordum. Bunun Fabri'nin dediği gibi basit bir iş konusu olmadığını da biliyordum. Fabri için iş olabilirdi ama Abraham için biricik kızının hayatının kurtulmasına bağlanıyordu. Yani beni bırakmayacaklarını çok iyi biliyordum aslında. Onlar için hiçbir şey ifade etmediğimi de biliyordum. Olmayan merhametini kanıtlamak ister gibi "Sonuçta idam mahkûmlarına bile son arzuları sorulur, bilirsin." dedi Abraham. Ne isteyebilirdim ki? Onlardan isteyebileceğim hiçbir şey yoktu ama yukarıdan isteyebileceğim çok şey vardı. Dilerim ki onlar da en büyük acıları çeksinler, bana ve belki masum birçok kişiye yaşattıklarının bedelini ödesinler. O an onlardan da isteyebileceğim bir şey olduğunu hatırladım. Babam olacak adamla yüzleşmiştim. Yüzleştiğim şeyden pek memnun olmasam da. Ama beni doğurmasa da ona ait olduğum o kadını, annem olacak kadını görmemiştim. Onunla yüzleşmemiştim. "Onunla yüzleşmek istiyorum." dedim ve hemen anladığından şüphe duymadığım adama açıkladım. "Biyolojik annemle." Doğurmasa da bir anne kendi evladını nasıl ateşe atardı ki? Onun da Abraham gibi düşündüğünü tahmin etmek zor değildi. Ama annelik babalıktan farklıydı. Annelik, daha bebeğinin olacağını öğrendiğin ilk andan itibaren hissettiğin bir şeydi. Bir erkek anca çocuğu doğduğunda baba olduğunu hissederdi ama bir annenin bebeğiyle bağlarının her zaman daha farklı olduğuna inanırdım. Bugüne kadar. Bugün bana farklı bir kapı, bir pencere açmıştı. O kadın beni doğurmamıştı. Dolayısıyla bir annenin bebeğini karnında taşırken onunla kurduğu bağdan mahrum kalmıştı. En azından benim doğum şeklimden dolayı. Missy midir ne zıkkımdır, onda daha farklı olmuştur elbet. Ama yine de onunla yüzleşmek istiyordum. Yüzüne karşı sormak istiyordum. Ve benden vazgeçtiği için elimden gelirse onu suçlu hissettirmek istiyordum. Duyguları olmayan birini nasıl suçlu hissettirebilirdiniz bilmiyordum ama. Abraham reddetmek yerine yüzüne yapıştırdığı bir acıma ifadesiyle bana baktı. "Bunun sana bir faydası olmaz." dedi başını iki yana sallayarak. "Faydası oldsun diye istemiyorum zaten pislik herif, gözlerinin içine bakıp katil olduğunu haykırmak istiyorum. Kendi çocuğunun katili olduğunu!" "Yapma, üzülürsün." Sanki benim üzülmemle ilgileniyormuş gibi sahte acıma ifadesi midemi bulandırıyordu. Beni öldürecek olan kendisi değilmiş gibi. Aşağılayıcı bir bakışla "Siz beni üzemezsiniz artık." derken her şeyi tersine döndürmüş gibiydim. Onların ellerinde olan bendim. Dezavantajlı konumda olan da bendim ama sanki benim üzerimde hiçbir etkileri olamazmış gibi davranan yine bendim. Onların ancak bedenime zarar verebileceklerini, ruhuma daha fazla bir şey yapamayacaklarını ifade ederken blöf yapmıyordum. İçimde öyle çok şeyi kırıp dökmüşlerdi, o kadar duyguyu yok etmişlerdi ki daha fazla üzülemezdim. Karşımdakilerin insan olmadıklarını anlayalı çok olmuştu. Adamın bakışlarındaki restleşme sonrası ölçüp tartmayı izledikten sonra geri adım atmadım. "Son arzum bu, ister yerine getirin ister getirmeyin." Odada avuç içiyle çenesini kaşıyarak dolanan Abraham kısa bir duraksamadan sonra keyifsiz bir biçimde arkasında hazırlık yapan doktor ve hemşireye döndü. "Operasyon birkaç saat daha gecikecek." Onlar malzemeleri toparlayıp çıkarken Abraham da bana son attığı karmaşık bakış sonrası onları takip etti. Yine odada kalmıştım. Yine bir sessizlik. Çok yakında ebedi bir sessizlik beni bekliyordu zaten. Canımı aldıklarında. Ameliyat masasında bağlanmış, çaresizce kaderima razı gelmeyi beklerken yine önce dışarıdan, sonra da içerden gelen bir kapı sesi. Ve içeri Fabri girdi. Başımı aksi yöne çevirdim ve yüzüne bile bakmadım. Zaten hangi yüzüne bakacaktım ki? "Ne gelip duruyorsun? Defol git başımdan." Sanki beni yeterince bitirmemiş gibi gelip duruyordu. Bir idam mahkûmunu ziyaret eder gibi. Yüzündeki sahte vicdan azabıyla da ilgilenmiyordum ayrıca. Elinden bir şeyler gelirken bir insanı göz göre greölüme göndermene rağmen çektiğin azap vicdan azabı değildir. Beni kurtarabilirdi. Hâlâ yapabilir. Ama yapmıyordu, yapmazdı. Nedeni beni ilgilendirmiyordu. Bu sadece seçimlerle ilgiliydi. Hayatta yaptığımız seçimler gibi. Benim Fabri'ye inanıp onun evinde avlanmam gibi. Utanmadan karşıma geçmiş "Yapma lütfen, Ece. Ben de böyle olsun istemezdim." diyen adamın ellerim kollarım bağlı olmasaydı beynini dağıtırdım. "Çok merak ediyorum, nasıl olsun isterdin mesela? Söyle de onu yapalım!" Bana daha fazla zarar verebilirmiş gibi karşımda yalandan üzülmesi mideme kramplar sokuyordu. "Kapa çeneni, git buradan. Pislik herif. Hangi yüzle geliyorsun hâlâ?" Başını önüne eğdi duygusal bir ifadeyle. Elleriyle oynuyordu. "Seni son kez görmek istedim." İç geçirdi. "Seninle son kez vedalaşmak." Yüzüne bile bakmadan umursamaktan uzak bir ifadeyle onu yok saydım." Benim senin gibi rezillerle konuşacak şeyim yok. Veda da yok. Parti bitti, hadi defol git buradan. Eğlenceni başka yerde ara. Bu her yanı bağlanmış paramparça edilecek çaresiz kızdan size ekmek çıkmaz artık. Defol git, gözüm görmesin seni." Göğsünü şişirecek kadar derin bi nefes alırken tavanda olan gözleri bana döndü. Ben her ne kadar ona bakmamaya gayret ediyorduysam o tam tersi dimdik yüzüme hatta gözlerime bakıyordu. Yüzsüzlük böyle bir şeydi işte. "Sen dinlemesen de ben konuşacağım. Kendimi anlatmama izin ver." Çekip gidemezdim. Böyle bir pozisyondayken ne yazık ki onu dinlememeyi seçemezdim. Böyle bir lüksüm yoktu. Buraya yatırılıp kuzu kuu bağlanmıştım, el mecbur maruz kalacaktım anlattığı saçmalıklara. Ama ilgilenmediğim her hâlimden belliydi. Arkama döndüm, muhatap olmadım. O ise günah çıkarmaya gelmişti. Bana içini dökmeye. Yapabileceği bir şey olmadığı için benden af dilemeye belki. Kendini temize çıkarmaya. Beklemediğim bir şekilde "Bir kızım var." dedi önce. "Annesi Sierra değil. Onun annesiyle yollarımız çok daha önceden kesişmişti. Çok âşık olduğum bir gençlik hatasına ait zamandan. Onu seviyorum. O benim kızım." Onu anlatırken benim babamın bana hissetmediği sevgi ve merhameti görüyordum gözlerinde. Başka bir babanın kızına hissettiği merhamete kurban gidiyordu canım. Buna karşı ne hissedebilirdim ki? Kendi kızı için başka birinin canını alıyordu. Kendi kızı için başka birinin kızını ölüme terk ediyordu. Gerçek anne ve babasının önemsemediği bir kızın. "Ondan vazgeçemem, Ece. Onu kaybedemem. Özür dilerim. Ona bir şey olmasına dayanamam." Bana yaklaştı ve önümde diz çöktü. Ellerimden birini avuçlarının arasına aldı. Engel olmaya çalışsam da hareket kabiliyetim kısıtlı olduğu için başaramadım. Elleri sıcacıktı. Benim burada, bu soğuk odada buz gibi olan ellerimin aksine. Gözlerime baktı. "İster inan ister inanma, seni gerçekten sevdim. Ama kızıma zarar gelmesine izin veremem. Göz göre göre bunu yapamam ben." Acı acı güldüm başımı sallayarak. "Sen de haklısın. Kendi anne babası için bile bir şey ifade etmeyen birini feda etmek, kendi kızını tehlikeye atmaktan daha kolay." "Böyle söyleme, yalvarırım." Burnunu çeke çeke konuşmaya başladı. "Benden başka kimsesi yok. Kendimi de onu da korumak zorundayım. Çünkü bana bir şey olursa onun kimsesi yok." Dolmuş gözlerimi adama dikmiş acımı gizlemeksizin karşılık verdim. "Benim de kimsem yok." Bu öyle acınası bir tonda çıkmıştı ki dudaklarımdan, fark ettiğim an kendime kızdım. Dudakları düz bir çizgi hâlini alırken titreyen çenesini ağlamamak için sıkıyordu. "Kendimden de önce düşünmem gereken biri var. Kızım var." "Anlıyorum. Kızın için bizi feda ediyorsun. Beni ve karnımdaki bebeği." Başımı onaylarcasına salladım. "Eğer bu günah çıkarma seansı içini rahatlattıysa defolup gidebilirsin. Bir daha da buraya gelme." Bana sapkın işini ve bunu yapma sebeplerini anlatamadığının farkına varan adam yavru köpek bakışı gibi mahzun bir bakış attıktan sonra çaresiz çıktı odadan. Hangimizin daha çaresiz olduğu tartışmaya bile açık değildi. Elleri kolları bağlı olan, daha dünyaya bile gelmeden karnındaki bebek neye uğradığını şaşırmadan ölüme terk edilen, kalbi sökülüp alınacak olan o değildi sonuçta. Bunun bir parçası olduğu için de ona acıyacak değildim. Burada kapalı kaldığım süre boyunca zaman algımı iyice yitirmiştim. Odada ne bir saat, ne bir pencere olmadığı için ne kadar zaman geçtiğini asla bilmiyordum. Bildiğim tek şey elim kolum bağlı bomboş beklediğim için zamanın çok zor geçtiğiydi. Bu yüzden burada geçen bir saat bir ömür gibiydi. Hareketsiz bir biçimde ne kadar beklediğimi bilmediğim o anlardan birinde hafif uykuya dalar gibi oldum. Birbirinden korkunç rüyalar misafir oldu zihnime. Ameliyat masasında çaresizce yatarken ve her şeyi hissederken doktorun elini göğsüme sokup kalbimi çıkardığını görmek gibi korkunç rüyalar. Bir tanesinde de karnım ve bacaklarımın arası kanlar içindeyken acıdan kıvranışımı umursamadan içimden henüz bir pıhtı olduğunu düşündüğüm bebeği söküp çıkardıklarını görüyordum. İrkilerek uyandığımda boncuk boncuk terlemiştim. Oldukça korkmuş durumdayken karşımda hiç tanımadığım o kadın kollarını kavuşturmuş duruyordu. Alev kızılı saçları ve zayıf bedeniyle duvara yaslanmış beni izliyordu. "Uyandın demek." sözüyle yaslandığı duvarda doğruldu ve bana doğru bir adım attı. Elini uzattı ve "Ben Mari." diye tanıttı kendini. Sonra bağlı ellerimi yeniden fark edip el sıkışamayacağımı fark etmiş olacak ki indirdi elini. Bunu bilerek mi yapmıştı yoksa boşluğuna mı gelmişti bilmiyordum ama her iki durumda da yeterince sinir bozucu biriydi. "Beni görmek istemişsin, geldim." Aynı pişkinlik. Aynı yüzsüzlük. Hiçbir şeyden etkilenmeme iksiri mi yapmışlardı bunlar burada kendilerine? Nasıl bir kafaydı bu? İki insan birbirine bu kadar mı benzerdi, bu kadar mı aynı olurdu? Abraham ve Mari. İki ruh hastasının genlerinden mi doğmuştum yani? Bu en kötü kâbuslardan bile kötüydü. Nefes almakta güçlük çektim. "Nasıl?" Sorum öyle içten bir merak ve anlamazlık barındırıyordu ki öfkemin önüne geçti. Şimdi sadece onu anlamaya çalışıyordum. "Nasıl yapabiliyorsun bunu? Nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorsun?" Bana ifadesizce bakan kadın bir yanıt verecekmiş gibi durmuyordu pek. Kendini sadece dinleme moduna almış gibiydi. "Bunu bir insana nasıl yapabiliyorsun? Hem de tamamen sana ait, öz çocuğun olan birine karşı." İfadesiz bakışları oluk bir ruh gibiydi. O bakışların arasında canlı bir insan yoktu sanki. Bir robottan farksızdı. "Ne duymayı umuyorsun ki?" diye sordu sadece. Benim veryansın etmemle ilgilenmiyordu. İsyanımın onun gözünde bir karşılığı ya da etkisi yoktu hiç. Ben yoktum. Onun için de yoktum. Anladım ki ben bu dünyada hiç kimse için yokmuşum. Olmamışım. Ne biyolojik babam Abraham, ne biyolojik annem Mari, ne arkadaşlığına güvendiğim Fabri ne de sevdiğim adam Carlo. Hiçbiri beni gerçekten sevmemiş, onlar için bir şey ifade etmemişim. Bu kaçıncı hançerdi vücuduma saplanan, bilmiyordum. Her biri için bir hançer. En acıtanından. Hiçbir kan bağımın olmadığı, beni karnında taşıyan Demet için bile bu insanlar için daha fazla şey ifade etmişim. Yazık, boşa gitmiş bir yaşam. "Beni buraya kadar getirdin. Çok üzgünüm dememi falan mı bekliyorsun?" Bir insanın dürüstlüğ ancak bu kadar can yakabilirdi. Özellikle "Seni karnımda taşımadım. Seninle ne fiziksel ne de duygusal bir bağım yok. Hissetmiyorum. Ne yapabilirim ki?" dediğinde içime saplanan o acının tarifi yoktu. "Benden özür dilememi mi bekliyorsun? Eğer bu senin acını dindirecekse dilerim. Özür dilerim. Oldu mu?" Boş bakışları beklentimi karşılayıp karşılamadığını iki saniyeden fazla merak etmedi bile. Asıl acı olan neydi biliyor musunuz? Bu dünyada bir anlamınız olmadığının farkına varmış olmamdı. İnsan yaşadığı süre boyunca hep bir anlam arayışında olur. Varoluşunu sorgular. Birileri için anlam ifad ettiğini bilmek ister. Ancak ben hayatıma giren ve değer verdiğim ya da vermediğim herkesin gözünde silik bir karartıymışım hep. İnsanların hayatından geçip gitmişim, bir anlamım olmamış. Biyolojik açıdan dünyaya gelmeme sebep olan insanların gözünde ise bir deney faresi olmam dışında anlam ifade etmemişim. Onlar için başarısız ilk deneme falanmışım sadece. Bu öyle acıydı ki. Bunu değiştiremeyecek olmak daha da acı. Öfkemi yüzüne kusmak isterdim. Tam olarak karşımdaki kadının yüzüne. Yapabileceğim en iyi şeyi yaptım ve "Beni acımı ne dindirir biliyor musun?" dedim ona. Yüzüne tükürürcesine ekledim. "Senin ölmen! Senin ölüp gitmen! Adi fahişe!" Hakaretlerimi daha fazla dinlememek için usulca odadan çıkıp gitti kadın. Bu yüzleşmenin beni rahatlatması gerekiyordu. Pişman değildim, iyi ki olmuştu ama içimi rahatladığı da söylenemezdi. Olan bitenden sonra fazla zaman geçmeden içeri doktor, hemşire falan girdi. Ameliyat hazırlıklarına başladıklarını hissedebiliyordum. Onların ardından Abraham ve Fabri de girdi. Ben yalnızca sonumun gelmesini çaresizce bekleyen aciz bir fareydim orada. Fabri sanki gerçekten umurundaymış gibi "Canı yanmayacak değil mi?" sorusunu yöneltti Abraham'a. Ne kadar ince bir düşünce. Sanki konuşan kişi babam değilmiş gibi "Merak etme, tamamen anestezinin etkisinde olacak. Hiçbir şey hissetmeyecek." yanıtını verdi Abraham. "Huzurlu bir ölüm." Hâlâ baba diyorsun, Ece. Hâlâ. Sen ne tür bir aptalsın? Evet, genlerini sana verdiği için baban olduğu gerçeğini değiştiremezsin ama bunu düşüncelerinde tekrar etmek zorunda değilsin. Acınası ve aşağılayıcı bir gülüş yolladım Fabri'ye. Mesajı aldığını düşünmesini istedim. Nefes almaya çalıştım. Karnımın altında garip bir sancı hissediyordum. Vücudum don tutmuş gibi soğuktu, üşüyordu. Neden bu kadarsoğuk bir yerde tutulduğumu ben de anlamadım. Ya da ölmek üzere olduğum için bana mı soğuk geliyordu. Hemşire kollarımdan birine serum iğnesini batırırken doktor dışında başka bir adam ağzımı garip bir şeyle kapattı. Beni uyutacaklarını düşündüğüm bir şeydi bu. "Ondan geriye doğru say." dedikten sonra bunun ne kadar manasız olduğunu kendi de anlamış olacak ki durup düşündü. "Ya da sayma, fark etmez." 10, 9, 8... Gözlerimi kapamadan önce etrafıma son kez baktım. Bu ölmeden önce gördüğüm son görüntüydü. Onun için hiçbir şey ifade etmediğim biyolojik babam, beni sevdiğini iddia ederken beni ölüme yollayan arkadaşım sandığım Fabri, etrafımda tanımadığım doktor, hemşire ve içerisi soğuk, basık bir oda. İşte ölmeden önce görüp görebileceğim son şey bunlardı. Kaderime razı geldim. Debelenmedim. Gözlerimi kapattım ve son uykuma dalmayı bekledim. 5, 4, 3... O an kulağıma uzanan Fabri'nin "Seni seviyorum, lütfen beni affet." diyen fısıltısının ölürken bile huzurumu bozmasına izin vermemeye gayret ettim. Hatırlamak istediğim tek şey onun için hiçbir şey ifade etmiyor olsam bile Carlo'yla geçirdiğim güzel günlerdi. Sahte ama güzel günler. 2, 1. ... * YAZAR NOTU: Hi guyss! 💞 Öncelikle bu bölümü alyagmr , eylmele , HadiyeNur2 okurlarıma armağan ediyorum. 🩷 Evet, hepiniz ilk kitabımızın finaline hoş geldiniz! Tek kitap olarak planladığım ama olay örgüsünün kitaba dökülmüş hâlinden dolayı kalın bir kitap olacağını anladığım ve ikiye ayırmak zorunda kaldığım KADEH'in birinci kitabının sonuna geldik. Siz yine de bunu bir veda olarak algılamayın, buralardan çok uzağa ayrılmayın. Çünkü muhtemelen yaz aylarında ikinci kitapla geri döneceğim. ❤️ Şimdilik KADEH'in ilk kitap finaliyle hikâyeye kısa bir mola veriyoruz. Burası bir duraklama alanı. Soluklanıp uygun zamanda ikinci kitapla devam edeceğiz. Sizler bölümümüzü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. En çok nelere şaşırdınız? Ne ummuştunuz ne buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Tüm yorumlarınızı tek tek okuyorum. Bundan sonra neler olabileceğinize dair tahminlerinizi de buraya alabilirim. Çok uzatmayacağım, ilginizi ve yorumlarınızı bekliyor olacağım. Kısa bir veda bu. Bekleme sürecinde diğer kitaplarıma göz atabilirsiniz. Sizleri aşırı aşırısı seviyorum ve bunu biliyorsunuz. 👩🏼❤️👩🏽 Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA |
0% |