Yeni Üyelik
32.
Bölüm

❅ Kırılmış Kum Saati | 30/1

@buzlarkralicesi

-30/1-

Adımları parlak beyaz yüzeyde ilerlerken elindeki bavulu çekiştiriyordu. Dün Zühre'yi ve çocukları göndermişti, şimdi de kendisi dönüyordu. Gidiyordu işte. Asmin'in istediği oluyordu. Bu aşk için savaşmaktan yorulmamıştı, yalnızca bunu hep tek başına yapmaktan bitap düşmüştü. Sorun da buydu; o yaklaştıkça Asmin hep itmişti ellerini. Onun da sevdiğini biliyordu, sadece neden bu kadar çabuk pes ettiğini anlayamıyordu.

Bu gidiş onun tercihi değildi. Mecburi bir gidişti. Sevdiği kadını çok iyi tanıyordu, ısrarla olduracağı bir iş değildi bu. Bitti dediğinde biterdi işte. Ve hiçbir şey yapamazdı insan, eli kolu zincirlenmiş gibi bağlanırdı.

Koltuğunu bulup oturdu. Uçak kalktıktan sonra camdan dışarısına baktı. Her defasında ellerini iten kadının yüzü hayalinde canlandı tekrar. Onsuz yapabilmeyi öğrenmeliydi. En azından artık hayatta olduğunu biliyordu. Bu yetmeliydi ona. Yetebilmeliydi.

●●●

Oturduğu koltukta parmaklarını birbirine kenetlemiş, halı desenlerini inceliyordu. Tıpkı küçükken yaramazlık yapıp anne babasından azar dinlediği zamanlardaki gibi, halıdaki desenlerin renklerine ve oluşturduğu örüntülere bakıyordu. Zaten hayatında olup biten her şeyi sadece izleyebiliyordu. Herhangi bir tepki veremez hale gelmişti artık. Önünde volta atıp duran yaşlı adam sessizliğini bozduğunda başını dahi kaldırmadı.

"Azad gitti yani, öyle mi?"

Bakışlarını yerden ayırmadan "Evet." Cevabını verdi sadece. Ama bu gidiş, aslında diğer tüm gidişlerden farklıydı. Bu gidiş, Azad için bir terk ediş değildi. Çünkü bu gidiş, gidenin terk edildiği, kalanınsa terk ettiği bir gidişti. Asmin onu kendinden uzaklaştırmıştı. Üstelik ona ihtiyacı olduğunu bile bile yapmıştı bunu. Saklayamazdı; ona oksijen gibi, su gibi muhtaçtı. Ama ona muhtaç olan tek kişi kendisi değildi, bunu bilmek yeterince yıkıyordu. Ona muhtaç iki küçük çocuğun varlığı... İşte bu doğru bildiği her şeyi yıkıyordu. Çocuklar dedi mi akan sular duruyordu. O alışmıştı Azad olmadan yaşamaya, nefes almaya. Bu yüzden bir karar vermesi gerekiyordu ve en doğru kararı vermişti.

"Ne oldu da gitti böyle birdenbire? Bana hiçbir şey söylemedi."

"Git dedim ve gitti Bilal Baba."

Kızın eğik başına bakıp kirli sakallı çenesini kaşıdı. Aslında onun da istediği buydu. Hep bir yanı bunu düşünüyordu, inkâr edemezdi. Ama ikisini de mahveden bu kararı Asmin'in vermek zorunda kalması üzücüydü. Sessizliğini koruyan kızın yanına oturdu. Elinde büyümüştü, kendi çocuğundan ayırmamıştı onu. Mümkün olsa, bir yolu bulunsa mutsuz olsun ister miydi hiç? Yoktu işte. Bir yolu yoktu, olamazdı. Baba şefkatiyle sardı kollarını. "Sen en doğrusunu yaptın kızım, şüphen olmasın. Neler hissettiğini, nasıl bitip tükendiğini görebiliyorum. Kalpsiz değilim! Sadece... Olması gereken buydu, sen de çok iyi biliyorsun. Ben de isterdim kavuşmanızı, el ele tutuşup göğsünüzü gere gere insan içine çıkmanızı... Bütün bunları ben de isterdim. Ama..."

"Biliyorum, oluru yok." Ağlamamak için kendini çok zor tutuyordu. Alt dudağı söz dinlemiyor, tir tir titriyordu. "Ama kalbi anlatmak zor. Mantığı umursamayan, hep benim dediğim olsun deyip bencillik etmeyi alışkanlık haline getirmiş bir organa bunu anlatmak zor."

Başını okşadığı kıza "Biliyorum kızım," dedi. Onu ne kadar iyi anlıyordu. Elbette tam anlamıyla empati kurabilmesi için yaşayabilmesi gerekiyordu. Ama yıllarca onun yanında vakit geçiren biri olarak neler hissettiğini az çok tahmin edebiliyor, kalbindeki duyguların yoğunluğunu en derinlerinde hissedebiliyordu. Baba olmak biraz da böyle bir şeydi; evladının acılarını kendi kalbinde hissedebilmek ve onun üzüntülerine, sevinçlerine, acılarına ortak olmak. Her şeyi onunla birlikte yaşamıştı. Acıyı, kederi, sevinci, heyecanı ve daha birçok duyguyu... "Ama alışacaksın. Daha önce nasıl alıştıysan, şimdi de öyle alışacaksın. Ben elimden geleni yapacağım. Ne olur kendini üzme."

"Tamam." Toparlanıp istemsizce akan gözyaşlarını sildi. Ayağa kalkıp pencere kenarına doğru yürüdü. İfadesiz bakışları camdan dışarısına kayarken "Bunun sonsuza kadar böyle sürmeyeceğini biliyordum zaten, sürpriz olmadı." diye mırıldandı. Doğru, sadece onu harekete geçirecek, onda elektroşok etkisi yaratacak bir gelişmeye ihtiyacı vardı. Onu da Zühre memnuniyetle yapmıştı.

Kapı çaldığında Bilal Ağa "Birini mi bekliyordun kızım? Misafirin varsa sonra uğrayabilirim." dedi.

"Caner'i biliyorsun, o uğrayacaktı. Gitmek zorunda değilsin, kal istersen."

"Yok, benim de bir sürü işim vardı zaten. Yeni parfüm esanslarıyla ilgili küçük bir toplantı yapılacaktı."

Başını salladı kadın. Bilal Ağayı uğurladıktan sonra koltuğa eğreti bir biçimde oturmuş adamın yanına döndü. "Rahatına bak, kendi evinmiş gibi..."

"Öyle yaparsam bir daha burada yaşanmaz." diyerek güldü Caner. İfadesizce kendisine bakıp tebessüm etmeye çalışan arkadaşının "Çay mı, kahve mi?" sorusuna "Kahve olur." cevabını verdi. Sesindeki alaycılığın farkında olmayan kız mutfağa doğru hareket ederken "Saçmalama, geç otur şuraya." diyerek koltuğu gösterdi. "Buraya kadar kahve içip fal bakmaya gelmedim."

"Ne için geldin? İntihar edip etmediğimi kontrol etmek için mi?"

"Saçmalamasan mı acaba? Sen öyle bir şeyi yapamazsın bir kere." Sesinde öyle kendinden emin bir tını vardı ki, Asmin'i kendinden bile iyi tanıyor gibiydi. Yanılıyor olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu belli ki.

Hâlbuki bir defa kalkışan, devamını da getirirdi. Bunu yalnızca Asmin ve Bilal Ağa biliyordu. Alaycı bir gülüşle "Ya, ne demezsin..." diye mırıldandı.

Gayet samimi ve arkadaşına destek olmaya çalışan bir edayla "Nasıl hissediyorsun kendini?" diye sordu. Cevabı az çok tahmin etmesine rağmen sormuştu. Daha önce Asmin'i bu kadar yıkılmış ve bitkin bir halde görmemişti.

"Gömülmek üzere olan bir cesetten farksız."

"Ağzından yel alsa nasıl olur ki acaba? Ha bire bir ölüm lafıdır almış başını gidiyor. Dünyanın sonu değil ya! Bugün ayrılır, yarın barışırsınız."

"Sürekli ayrılıp barışan sevgi kelebeklerinden değiliz Caner. Üstelik kavga ettiğimiz için de ayrılmadık, biliyorsun. Mecburiyetlerimiz var." Bakışları ölgün, bitkin olmasına rağmen çaresizliğini gizlemeye çalışırcasına güçlü durmaya çalışıyordu. Öte yandan Caner'in yüzüne baktığında ondan sakladıkları aklına geliyordu. Kendi derdi yetmiyormuş gibi bir de bu durumla başa çıkmaya çalışıyordu. Galip'in yaptıklarından halâ haberi yoktu. Olmasa daha iyiydi çünkü onu gözünde öyle büyütmüştü ki, duyduğunda büyük hayal kırıklığına uğrayabilirdi. Her çocuğun bir kahramanı olurdu. Caner babasını hiç tanımamış, annesini erken kaybetmiş olduğu için onun kahramanı dayısıydı. Katil dayısı. Bu gerçeği unutmak istercesine başını salladı.

●●●

Tüm bu olayların ardından 2 gün devrilip giderken herkes için hayat yeterince zor ve çekilmez haldeydi. Azad'sız kalan Asmin de, sevdiği kadının yokluğuyla mücadele etmeye çalışan Azad da yeterince acı çekiyordu. Öte yandan Galip... O emsalsiz bir yürek yangınıyla yanıp kül oluyordu. Buna rağmen ağzını açıp tek kelime etmiyor, dik durmaya çalışıyordu. İçi yanıp küle dönüşürken o dışarıdan hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyordu.

Aynanın önünde ceketinin yakalarını düzeltirken yansımasına dalıp gitti. O güne döndü. O gün... Asmin nasıl da haddini bildirmişti ona? "Sen bir katilsin." demişti. "Korkak bir katilsin."

"Biliyor musun, seri katillerin zeki insanlar olmasına hep şaşırmışımdır. Adamın tarihe geçmiş bir sözü var. Bana yukarıdan bakarsanız, aptalın tekini görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız, tanrıyı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız, kendinizi görürsünüz. Şuan bana tam karşıdan bakıyorsun Galip, ne görüyorsun?"

İlk başlarda basit bir kurbandı onun için. Abdülhan Balkan'a olan can borcunu ödemek için her adımını takip ettiği sıradan bir töre kaçağı. Ölüm hükmü verilmiş diğer kurbanlardan bir farkı yoktu. Ama zamanla... Her şey gibi duygular da değişiyordu işte. Galip önce onun bünyesinde barındırdığı güce hayran kalmış, sonrasında da ona daha ne olduğunu bile anlayamadan abayı yakmıştı. Onun başına silah dayadığı an, kendi can damarlarından birini kesiyormuş gibi hissetmişti. O duygunun eşsizliğini, yoğunluğunu bir türlü çıkaramıyordu aklından. "Demek aşk böyle bir şey..." Daha önce hiç hissetmemişti böyle şeyler. Oğlunun annesine karşı bile böylesine yoğun, kalbi delici cinsten duygular hissetmemişti.

Çalan telefonuyla birlikte aynadaki yansımasından ayırdı gözlerini. Daha büyük sorunları vardı. Telefonunun ekranına baktığında bunu daha iyi anladı. "Abdülhan Balkan" yazıyordu ekranda. Güzel, şimdi ne cevap verecekti? Niye öldürmedin diye sorduğunda ne diyecekti?

Korkunu ecele faydası yoktu. Daha fazla erteleyemezdi. Abdülhan denen bu cellat kılıklı adamı daha fazla oyalayamayacağını çok iyi biliyordu. Onu sandığından da iyi tanımıştı. Ne kadar acımasız biri olduğunu da gayet iyi biliyordu. Aramayı cevaplarken gayet sakin bir ses tonu takınma konusunda kendini zorladı. "Alo."

"Günler geçti aradan, günler! Sen neredesin? Neden aramalarıma cevap vermiyorsun?"

"Bana sesinizi yükseltmeyin Abdülhan Bey! Ben sizin kapınızdaki tetikçi değilim."

"İş lafa geldi mi mangalda kül bırakmıyorsun! 'Ben sözümün eriyim, verdiğim sözü tutarım!' diye kükrüyorsun! Ama Asmin'in beyninde olması gereken kurşun halâ silahında. Bunu nasıl açıklayacaksın, çok merak ediyorum Galip."

"Bana bağırmamanız gerektiğini söylemiştim! Siz dememiş miydiniz, onu canlı istiyorum diye?"

"Sana ya onu öldür, ya da kolundan tutup bana getir dedim. Onu serbest bırak, gününü gün etsin demedim! Sen de hiçbir yola gelmedin. Öldür dedim, öldüremedin. E kolundan çekip getiremedin de!"

"Bakın-"

"Anlaşıldı Galip Efendi. Sen eğer bu işi beceremiyorsan, ben yapacağımı bilirim. Daha da zahmet etme! Sana güvendim, hata ettim. Sen yapamadın, bundan gayrı ben yapacağım!"

Suratına sertçe kapanan telefonla olduğu yerde donup kaldı adam. Beyni durmuştu adeta. Ne tepki vereceğini, ne yapacağını, bu duruma nasıl engel olacağını düşünmeye başladı.

O sırada dışarıdan yeğeni Caner seslenerek odaya girdi. "Hadi dayı ya, bir kahvaltı yapacağız, burnumuzdan getirdin ha. Bekle bekle ağaç olduk! E gel de artık yiyelim şunu."

"Sen ye Caner, benim işim var."

"Ne oldu ki?"

"Bir şey olduğu yok Caner, çık dışarı!"

Dayısının bu gergin haline bir türlü anlam veremeyen adam sessizce odadan çıktı. Kaşlarını kaldırarak "Gene kısa devre yaptı." dedi ve hızla merdivenlerden inerek kahvaltı masasına doğru gitti.

Galip'se olacakların hışmından son derece korkuyordu. Onun da engel olamayacağı şeyler vardı elbet. Sabahtan akşama kadar Asmin'in kapısının önünde nöbet tutsa da o adam ne yapar eder öldürtürdü onu. Bir yolunu bulur yapardı, biliyordu. Düşünmeliydi. Ne yapmalıydı bu durumda? Her ne kadar yapmaktan hoşlanmasa da bir yol gelmişti aklına. Telefonunu tuşladıktan sonra çıkan arkadaşına "Senden bir numara bulmanı istesem, yapabilir misin?" diye sordu aceleci ve telaşlı bir ifadeyle.

Esneyip duran adam "Keşke bir günaydın deseydin önce." diye gevelerken arkadaşının aceleci ses tonuna bir anlam verememişti.

"Yapar mısın, yapamaz mısın diyorum!"

"Tamam, tamam. Şimdi bilgisayarın başına geçiyorum. Adamımızın adı ne?"

Endişeden kararmış gözleriyle "Azad Balkan." cevabını verdi Galip. Sesi boğuk ve endişeli çıkmıştı. Kalbi dakikada kaç bin atıyordu kim bilir... Çok iyi bildiği bir şey vardı; Abdülhan Ağa durmayacaktı. Bunu bilmek onu dehşete düşürüyordu.

...

Loading...
0%