@buzlarkralicesi
|
-17- GEÇMİŞ ❝Melisa❞ O gün hava güneşliydi. Günlerdir bulut, kasvet ve yağmurdan öyle bunalmıştım ki güneş açar açmaz kendimi dışarı atmak istemiştim. Babamla evimizin yakınlarındaki göl kıyısında yürüyüşe çıktık. Güneşin ışıltılı harelerinin göle yansıması, yeşillik, çimlerin rüzgârın ılık esintisiyle özgürce bir o yana bir bu yana savrulması... Tüm bunlar iyi gelmişti. Yazarlık hayali benim için çocukluktan gelen bir şeydi. Annem pek olumlu yaklaşmasa da çekimser davranıyordu. Ne ol diyordu ne de olma. Ama ben biliyordum, o kendisi gibi akademisyen olmamı isterdi. Bir mimar ve eskilerde şair olan babamsa annem gibi düşünmüyordu. Hayallerimin peşinden gitmemi öğütlüyordu. Babalar biraz farklıydı bence. Onlar hayatta olduğu sürece kızlarını dizinin dibinde ister, yaşadıkları sürece kızlarına bakacaklarını düşündükleri için seçtikleri mesleğin para kazandırıp kazandırmadığını pek de takmazdı. En azından kendi babamdan gördüğüm buydu. Annem daha sağlamcıydı. O her zaman bir kadının ayakları üstünde durmasını savunan biriydi ve ben ikisiyle de gurur duyuyordum. İyi ki bu ailenin bir parçası olmuşum. Sevgi dolu bir ailede büyüdüm. Annem ve babam çok çalışan insanlar oldukları için birbirimize gerektiği kadar vakit ayıramıyorduk ama birlikte geçirdiğimiz her anı ve zamanı kaliteli kılmaya gayret ediyorduk. Her zaman bir paylaşımımız oluyordu. Bana soracak olursanız yazma tutkum babamın göğsünü kabartıyordu. Ondan bir parçayı taşıyor ve o parçaya istikrarlı bir biçimde sahip çıkıyordum. Bir zamanlar şiir, deneme, küçük kısa hikâyeler yazdığını odasındaki kâğıt taslaklarından gördüğüm adam, belki de yarım bıraktığı tutkuyu kızının tamamlayacağını düşünüp heyecanlanıyor, mutlu oluyordu. Annemle birbirimizi severdik. Çok da güzel zaman geçirirdik. Birlikte alışverişe çıkar, sonrasında bir yerlerde oturup kahve içerken kadın sohbeti yapmaya bayılırdık. Ama babamla ilişkimiz bir başkaydı. Belki bunun sebebi kız olmamdı. Hani kızlar babalarına âşıktır falan derler ya. Ben âşık değildim, hiç de olmamıştım ama sanki o benim kankamdı, kayıp ruh ikizimdi. Sırdaşım, dert ortağım, çekinmeden her şeyi anlatabildiğim arkadaşımdı. Anneme anlatsam evhamlanıp binbir çeşit felâket senaryoları yazabileceği şeyleri babama çat diye açabiliyordum. Sakince beni dinliyor, akılcı fikirler ve çözümler sunuyordu. Üstelik ortalığı ayağa da kaldırmıyordu. Babamla ilişkimiz biraz farklı boyuttaydı ancak bunu sadece sırdaşlık niteliğine sıkıştırmak doğru olmazdı. Yazarların en çok yaşadığı sorunlardan biri yazar tıkanıklığıdır. Bazen aklımızda bir fikir olsa bile günlerce, haftalarca düşünür, en ince ayrıntısına kadar kafamızda tasarlamaya çalışırdık. Hep küçük bir boşluk çıkardı. İşte babam benim danışman arkadaşımdı. Takıldığım yerde yol gösterenim, fikir sunan yanımdı. O günlerde yine bir eser üzerinde çalışıyordum. Aslında zor ve meşakkatli bir konu seçmiştim. Baş karakterim kötü bir geçmişi ve travmaları olan biriydi. Böyle bir karakteri yazmak oldukça zor ve sancılıydı. Bu yüzden sık sık tıkanıklık yaşıyordum. Gün boyu göl kenarında güzel bir yürüyüş yapıp kuğuları seyrettikten ve bu güzel havanın hakkını verdikten sonra gölün kenarındaki güzel bir kafeye oturduk. Bahçesi olan şirin bir yerdi ama biz içeriye oturmayı tercih ettik. Zaten içerisi de oldukça havadardı, camları yok gibi inceydi. Oradan göl kenarını izlemek bir başkaydı. Sağ elimi saçlarımın arasından geçirirken "Nasıl bitireceğimi bilemiyorum baba." diye mırıldandım iç geçirerek. "Normal karakterleri yazmak kolay ama-" İşaret parmağını kaldıran adam bilge bir biçimde başını iki yana salladı. "Hiçbir karakter normal değildir." "Nasıl yani?" "Sen normal kelimesini düz anlamında kullanıyorsun. Sana göre normal karakterler düzdür ve düz bir hayat yaşarlar. Üç boyutlu değildirler. Sen karakterleri yazarken ete kemiğe bürüme konusunda bana kalırsa biraz zayıfsın." Haklıydı. İnsanlar gerçek, içimize işleyen, aaa bu ben dediğimiz karakterleri nasıl yazabiliyordu aklım almıyordu. Yok muydu bunun bir formülü? "Sen karakterlerin yerine kendini koymuyorsun. Onları sadece bir isim, yaşı olan, öylece işe gidip gelen, kızınca herkes gibi kızan, sevgilisinden ayrılınca herkes gibi üzülen insanlar yapıyorsun. Onları herkesleştiriyorsun. Sanki bir tornadan çıkmış gibi aynı oluyorlar. Oysa insanlar farklıdır, düz ya da normal değildir. Hepsinin ayrı bir hikâyesi vardır. Üzülünce farklı üzülür hepsi, kızınca farklı kızar. Haksızlığa uğradığını hissettiğinde tepkisini farklı ortaya koyar. Kendince nüansları vardır." "Haklısın. Ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyorum baba." Gözleriyle etrafı gösterdi adam. "Gözlem." dedi sakince. "Gözlem yapacaksın. Tanıdığın kişilerden referans alacaksın. Hepsine farklı bir kimlik vereceksin, kendine has özellikler atayacaksın. Biri sudan korkarken diğerinin tutkusu yüzmek olacak. Kontrastlar oluşturacaksın." Dirseğini masaya dayadığım elime çenemi yaslamış, büyülenmiş gibi babamı seyrediyordum. Soluksuz bir biçimde onun anlattığı benzersiz şeyleri dinliyordum. Yok, yok ben yazar olmayı beceremiyordum. Hak etmiyordum da. Bu kadar ufku açıkken babam bile bu işleri bırakmışken ben kim, kitap yazmak kim? Daha karakter nasıl oluşturulur onu bile bilmiyordum ki. Hayranlığımı gizlemeksizin "Baba, ne çok şey biliyorsun. Filozof gibi bir şeysin sen." dedim ve ardından hemen sordum. "Neden yazmayı bıraktın ki? Eminim bu hâlde benden çok daha iyi şeyler yazardın." Kaşları havalandı düşünceli bir ifadeyle "Ben yarım bıraktım. Gerçek tutkumun bu olmadığını anladım. Onu bir iş gibi benimseyince gözümdeki büyüsünü ve ışıltısını kaybetti." dedi ve yeniden bana odaklandı. "Ama sen daha iyilerini yazacaksın." Onun motivasyonuyla başımı yan yatırıp yeniden denemeye karar verdim. Daha iyisini yazabilirdim. Hele yanımda babam gibi ilham verici bir karakter varken. Neden olmasın? GÜNÜMÜZ Burada kaldığım her gün sanki oksijenim biraz daha tükeniyormuş gibi hissediyordum. Çaresiz hissettiğim için de olabilirdi bu, kapalı alan fobisi geliştiriyor da olabilirdim, bilmiyordum. Bu sonradan geliştirilebilen bir şey miydi? Onu bile bilmiyordum. Bildiğim tek şey, yalnızlıktan delirip kafayı yemek üzere olduğumdu. Her zamanki yerime tünemiş bir şeyler yazmaya çalışırken aklım karman çormandı. Nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Kral'la hikâyemi yazmak istiyordum. Kaçırılma hikâyemi. Belki de bir kralla piyonunun hikâyesi. Ancak nereden başlayacağımı pek bilmiyordum. İlk zamanlar silikti sanki hafızamda. Burada gözlerimi açtığım ilk günkü duygularımı hissetmeye çalışıyordum ama şokta olduğumdan olsa gerek, bir türlü o duyguyu ifade edebilecek doğru kelimeleri birleştiremiyor gibiydim. Babamla göl kenarında konuştuklarımı hatırladım. Onları düşünmeye çalıştım belki bana faydası olur diye. Onunla yaptığımız her sohbet yaratıcı yazarlık atölyesi gibiydi. Bana sürekli deneyebileceğim, uygulayıp sonuçlarını kullanabileceğim çözümler buluyordu. Yeni yöntemler, kimsenin aklına gelmeyecek formüller. Bir sürü iksirleri olan bir büyücü gibi. Şu aşamada beni yaratmak zor olmazdı. Ben, bedeni içine sıkışmış ve hapsedildiği için kendini çaresiz hisseden özgür bir ruhtum. Şimdiyse özgürlük mücadelemi veriyordum. Asıl mesele, bu hikâyenin anti-kahramanı, kötü adamı Kral'ı yazabilmekti. O başlı başına bir kitap konusu, bir gizemdi. Onu yazarken nelere dikkat etmem gerektiğini bilmiyordum çünkü onu tanımıyordum. Bana gösterdiği kadarını görüyordum, tanıttığı kadarıyla tanıyordum onu. Oysa benim daha fazlasına ihtiyacım vardı. Adına ihtiyacım vardı, yaşına, mesleğine. Sonra aile hayatına, duygu durumunun ne hâlde olduğuna, zaaflarına, korkularına... Bu liste uzar giderdi. En kestirme yoldan Kral'ın gerçekte nasıl biri olduğuna ihtiyacım vardı. Bunu öğrenmeliydim ben. Öte yandan bu basık, nefes almanın bile gitgide zorlaştığı yerde bir şeyler yazabilmek neredeyse mümkün değildi. Her seferinde burada yalnız olduğumdan şikâyet edip duruyordum ama bir çözüm yoktu. Ben bunu çekecektim. En azından buradan çıkana dek. Bir şeyler yazamayacağımı anladığımda kâğıtlarımı toplarken önce mikrofona hafifçe vurma sesi geldi. Sanırım bu Kral'ın kapımı çalma stiliydi. Hani müsait misiniz falan demek için insanların kapısını çalardık ya, malûm, benim burada mahremiyetim diye bir şey kalmamıştı. Kral da nazik bir psikopat olduğu için geldiğini önceden haber veriyordu sağ olsun, Allah razı olsun. Allah'ın psikopatı. Hayır, beddua etmeye de korkuyordum, bu manyağın başına bir şey gelse burada hapis kalacaktım. Şah falan diyordum ama ya o da Kral'sa, çoklu kişilik bozukluğu olan bir manyaksa ve beni farklı farklı kişilikleriyle tanıştırıyorsa. Ben de o geberdiğinde burada hapsolmuş bir biçimde ölecektim. Acaba bununla ilgili bir önlem almış mıydı merak ediyordum doğrusu. Her şeyi düşünen Kral bunu da düşünmüş müydü? "Merhaba." Ağzımın kenarından isteksiz bir "Merhaba." kelimesi çıktı. Beni burada yalnız ve kimsesiz bıraktığı için ona öfke duyuyordum ve bunu gizleyemiyordum. O kadar politik biri sayılmazdım. Zaten biri sizi kaçırıp kutu gibi bir yere hapsederse aklınızda bulunsun, benim gibi yapmayın. Biraz politik olun, adamın aklına, zihnine, bir yerine girin ki sizi serbest bırakabileceği kadar yetkin planlarınızı ona empoze edebilin. Ben yapamıyordum çünkü salaktım. Habire ağlıyordum. Ve sanırım benim anti-kahramanım biraz fazla zekiydi. Bu ucuz numaralara kanmıyor gibiydi. "Yine yüzünden düşen bin parça." "Çok özür dilerim beni kaçırmak gibi bir iyilik yapmana rağmen sana surat astığım için." "Seni anlıyorum." "Bok anlıyorsun." Yatakta yaslanmış, dizlerimi karnıma çekmiş hâldeyken kollarımı kavuşturdum. "Bir bok anladığın yok. Burada neler yaşadığımdan haberin var mı? Çok yalnızım. Televizyon eskisi kadar sıkıntımı almıyor. Gönderdiğin kitaplar bitti. Burası basık ve havasız sanki. Artık eskisi gibi nefes alamıyorum." "Seni anlamadığımı düşünüyorsun." Bir süre sessiz kaldı ve bu da düşünüyor olduğunu aklıma getirdi. "Bakalım sana gönderdiğim sürprizi teslim aldığında da böyle düşünecek misin?" Merakla kaşlarım çatıldı. Ne gönderiyor olabilirdi ki? Yeni kitaplar falan. Puff... İki dakika sonra kapıdan sesler gelmeye başladı. Kapı yavaşça açıldı ve küçük bir aralıktan büyük bir kutu bırakılıp yeniden kapandı, üzerime kilitlendi. Kapının yeniden üzerime kilitlenmesi hapsolma hissimi tetiklese de kutudaki şeyin ne olduğunu oldukça merak ediyordum. Kutuda bir sürü delikler vardı. Bu daha çok merak etmeme sebep oldu. Kutuyu alıp açmak yerine her salak baş karakter gibi "Bu nedir?" diye sordum. "Aç da bak." Aşırı büyük olmasa da beklediğimden büyük bir kutu olduğunu söyleyebilirdim. Bir de kalın, kırmızı bir kurdeleyle özenli bir biçimde süslenmişti. Ona bakarsan bomba da olabilirdi. Saçmalama, Melisa. Adam bulunduğu yeri patlatacak değil ya. Ama işte tam anlamıyla burada mı bulunuyor? Onu da bilemiyordum. Neyse, bu aptalca fikirleri bir kenara bırakıp benim için özenle hazırlanmış kutuya yaklaştım ve yavaşça kurdelesini çözdüm. Kutuyu küçük bir çabayla açtıktan sonra içinden çıkana inanamadım. Kül gibi gri renkte tüylü bir kediydi bu. Miyavlamaya başladı ışığı görünce. Sonra kediye dair mamasıdır, kumudur, yatağıdır vesaire... Onunla ilgili bir sürü eşya. Demek kutu o yüzden bu kadar büyük diye düşündüm ama bir yandan da gözlerim parladı. Serbest kalır kalmaz etrafı koklayarak keşfe çıkan kediyi kucağıma aldım ve sevmeye başladım. "Ne güzel şeysin sen böyle..." "Beğendin mi?" Mutlu olduğumu gizleyemezdim. Çok sevinmiştim. Buradaki yalnız zamanlarımı şenlendiren bir sürpriz olmuştu, yalan yok. "Beğendim." dedim ama sonrasında bu zavallı kediciğin de benim kaderimi paylaşması hissi yüreğimin sıkışmasına sebep oldu. "Ama onu istemiyorum." "Anlamadım, neden?" Duraksadı. "Yalnızlıktan şikâyetçi olduğunu sanıyordum. Bu kedi sana arkadaşlık edecek." "Ama benim yüzümden benim gibi bir esir olacak burada. O böyle bir şeyi hak etmiyor." Başımı iki yana salladım. "Lütfen bunu geri al." "Tamam, alırım." Bir süre sessiz kalıp düşündükten sonra "En azından bir iki gün yanında kalsın, senin de sıkıntın geçer. Sana arkadaşlık eder. Sonra yine aynı fikirdeysen geri alırım ve onu serbest bırakırım." dedi. İşte ben de bundan korkuyordum. Bir iki gün yanımda kalınca ona alışmaktan ve bırakamamaktan. Oysa bu büyük bir bencillik olurdu. Sırf benim canım sıkılmasın diye gezmeyi ve avlanmayı seven bir hayvanı güneşe bile muhtaç bırakmak. Hayır. "Ona alışmak istemiyorum." "Peki, bu konuyu daha sonra konuşuruz." Beni geçiştirmesine küçük bir an sinir olsam da "Sana hoşuna gidecek başka bir haberim daha var." dediğinde ne söyleyeceğini merak etmeden duramadım. "Nedir?" Tek kelimelik bu soruyu sorduktan sonra üzerinden ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir sürenin sonunda "Zamanı geldi, Melisa." dedi Kral. "Beni göreceksin." ... * YAZAR NOTU: Hi guyss! 💞 Geleneksel Pazartesi'ye, KUTU akşamına hoş geldiniz! Yeni bölümü nasıl buldunuz? Kral hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce nasıl biri? Bir yandan insanları kaçıran kötü hatta ne yapacağı belli olmayan korkunç biriyken diğer yandan Melisa'yı mutlu etmeye çalışan jestleri falan... Biraz kafa karıştırıcı bir karakter mi ne? Bilemedim. Kral hakkındaki düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. Melisa'nın Kral'a karşı duygu ve düşünceleri sizce ne yöne doğru evriliyor? Buraya yazabilirsiniz. Ben çok uzatmadan veda etmek istiyorum ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim, bölümü birikmiş hikâyeye yeni bölüm yayınlamak gibisi yok. Bu hisse bayıldım. 😍 Keyifli okumalar diliyorum ve bol yorumlarınızı bekliyorum. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA |
0% |