@buzlarkralicesi
|
-3- Yatağın karşısındaki koltukta karnıma çekerek oturduğum dizlerimi ellerimle sarmıştım. Başımı bir ileri bir geri hareket ettirirken dışarıdan bakıldığında bir deli gibi göründüğümün farkındaydım ama umurumda bile değildi. Saatler sürmüş gibi hissettiğim uzun bir süre boyunca sessizlikle cezalandırılmıştım. Bir süre böyle durduktan sonra beynime elektrik verilmiş gibi ani bir hareketlenmeyle ayağa kalktım. İçinde bulunduğum odayı deli gibi taramaya başladı gözlerim. Her yerde kamera vardı. Her yerde. Neredeyse sıçarken bile izliyordu bu şerefsiz beni. Dur bir dakika, orada da mı? Hızlı adımlarım merakla koridorda ilerledi ve sağa döndü. Kapıyı açıp küçük tuvalete girdim. Duvar kenarlarına, köşelerine baktım. Hoparlör vardı ama kamera yoktu. Bu da demek oluyordu ki Kral denen adamımız mahremiyete saygı duyuyordu. Aman ne nazik davranış. Gözlerim portatif klozetin epey bir üstünde, arkası görünmeyen havalandırmaya kaydı. Umutla bir klozete bir havalandırmaya bakarken oraya çıkıp çıkamayacağımı düşündüm. Zordu. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi, klozetin ağırlığımı taşıyabilecek kadar sağlam olduğu şüpheliydi. Son derece yeni, temiz ve lüks görünse de duvara olan bağları çok güçlü görünmedi gözüme. İkinci sebepse klozete çıksam da havalandırmanın ulaşamayacağım kadar yüksekte olmasıydı. Bu da demek oluyordu ki havalandırmaya yükselebilmek için bir şeyleri kullanmam gerekiyordu. Acele etmedim. Odaya döndüm. Etrafı taradım. Koltuğu oraya taşıyıp denemeyi düşündüm ama hem çok ağırdı hem de yine istediğim yüksekliği karşılamıyordu. Düşün, Melisa düşün. Buradan kaçmanın tek yolu bu olabilir. Ne kadar olduğunu bilmediğim uzun bir süredir burada olduğum için karnımdaki gurultu acıktığımı hatırlattı bana. Açken kafam çalışmıyordu. Piç kurusunun biri beni buraya bırakıp ölüme terk etmişti. Açlıktan ölmemi bekliyordu herhâlde. Etrafı inceledim. Yiyecek bir şeyler olup olmadığına bakındım. Koridora girmeden küçük bir bölme daha olduğunu keşfettim. Duvarın kenarındaydı. İçeri girdiğimde sadece kıçımın sığabileceği bir mutfak gibiydi. Tamam, abartmayayım ama şirinler köyünden sadece iki kişi aynı anda bu mutfağa girebilirdi. Bir tane de mini dolap vardı. Heyecanla dolabın kapağını açtığımda konserve yemekler olduğunu gördüm. Epey konserve yemek vardı ama her şeyin bir sonu olduğunu da biliyordum. Ne yani, buradaki bütün konserve yemekler bittiğinde beni açlığa mı terk edecekti? Tüm bunları düşünmek istemedim. Dolapta neler yiyebileceğime baktım. Konserve yemekleri rutin hayatımda pek sağlıklı bulmadığım için tercih etmiyordum ama burada bir tercih şansım yoktu. Konservede sarma, konservede barbunya, taze fasulye bilmem ne. Ama hepsi konserve. Ben mutfakta vakit öldürürken kapımdan bazı sesler geldi. Kapının açıldığını düşünüp hızla oraya koştuğumdaysa üzüleyim mi sevineyim mi bilemediğim bir şeyle karşılaştım. Kapımın alt kısmında ancak dışarıdan anahtar gibi bir şeyle açılabildiğini düşündüğüm bir bölmeden bana tepsiyle yemek bırakılmıştı. Benim yetişmeme fırsat kalmadan arkadaki her kimse bölmeyi kilitleyip kapattı. "Hey! Dur bir dakika! Sen kimsin?" Sorularımın hiçbirine muhatap bulamadım. Herhangi bir yanıt yoktu. "Kimsin sen?" diye tekrarlasam da bu gizemli kişinin uzaklaşan adımlarından başka hiçbir şey duyamadım. Ne bir yanıt, ne bir ipucu. Hiçbir şey. Yardım istemeye bile fırsatım olmadı. Aynı umutsuzlukla yere çöktüğümde olayların iyi tarafından bakmaya çalışan bir Polyanna gibi en azından bana getirilen güzel kokulu yemeklere baktım. Tepside adını bilmediğim güzel soslu bir sphagetti, salata, farklı ama güzel kokan sarı bir çorba vardı. Sphagetti tabağının altında görünen beyaz şeyi önce peçete falan sansam da biraz dikkatli baktığımda onun bir kâğıt olduğunu gördüm. "Burada benim misafirimsin. Aç kalmanı istemem. Bugünlük bu yemeklerle idare et.
K."
O kadar açtım ki direkt dalmak istedim yemeklere. Hepsi de öyle güzel kokuyordu ki lezzetli olduklarına neredeyse emindim. Ancak karnımın gurultusuna rağmen hayatta kalma içgüdüm bana engel oldu. Ya içinde bir şey varsa? İki adım gerilerken kendimle savaştım. Bu yemekleri silip süpürmek için dünden hazırdım ama beni buraya bayıltıp kaçıran birinin ikram ettiği yemeklere ne kadar güvenebilirdim ki? Kokusu çok güzeldi. Kim bilir tatları nasıl nefisti. İrademe karşı çıktım ve onları yemeyi reddettim. Uzanıp tepsiyi ileri doğru ittim. Eğer açlıktan ölecek gibi olursam konservelerden yerdim, ne yapayım? En azından onların içinde zehirli bir şey olmadığına emin olabilirdim. Önümde itmiş olduğum tepsiye temkinli ve kararlı bir biçimde bakarken hoparlörden bir ses geldi. "Yemekleri yiyebilirsin. İçinde hiçbir şey yok." İrkilerek bakışlarımı hoparlöre döndüm. Alayla güldüm. "Sana inanmamı mı bekliyorsun?" "Seni burada zarar vermek için misafir etmiyorum." "Beni burada misafir etmiyorsun, ruh hastası! Beni burada esir ediyorsun!" "Kelimelerimizi seçerek konuşalım." Onun uyarı dolu sesiyle kendime hâkim olmam gerektiğini hatırladım. Yoksa yine beni burada yalnız bırakır, benimle konuşmazdı. Benimse karşımdaki kişiyi kısa zamanda çok iyi tanımam gerekiyordu. Buradan çıkmak istiyorsam tabii. Hem açlıktan hem de kaçırılmış olmaktan olsa gerek sinirlerim öyle yıpranmıştı ki sakin olmaya çalışmak çok zordu. Sabırla gözlerimi kapayıp bunun geçici bir durum olduğunu kendime hatırlatıp durdum. "Benden ne istiyorsun?" "Önce yemeğini bitirmelisin." Onunla konuşmak için sabırsız olduğum için "Aç değilim." diyerek yalan söyledim. Kendimin bile inanmadığı bir yalan. "Bana yalan söyleme. Karnının gurultusunu buradan duyabiliyorum." Benim bir şey söylememe fırsat vermeden "Yemeğini bitir." diye tekrarladı. "Merak etme, içinde sana zarar verecek hiçbir şey yok." "Yemekleri yersem konuşabilecek miyiz?" "Evet, elbette." Bundan memnuniyet duymuş gibi ses rengi değişti. "Benimle konuşmak istiyorsan konuşursun." Temkinli bir biçimde bir hoparlöre bir de yemek tepsisine baktıktan sonra daha fazla dayanamadım ve kendimle savaşmayı bırakıp tepsiyi önüme çektim, kıtlıktan çıkmış gibi yemeye başladım. Biraz kendime gelip beynime kan gittiğini hissettiğimde düşmanca baktığım hoparlör ve kameralara bakıp önümdeki tepsiyi kucaklayıp kameraya arkamı döndüm. Yemek yerken beni izlemesini istemedim. Özellikle aç köpekler gibi yemeğe dalmışken. Allah'ım, dünya varmış. Yemek yemek ne güzel şeymiş? Acıkan karnını doyurmak. Hiç bu kadar değerli olduğunu hissetmemiştim. Sanırım her an bu lüks elinizin altındayken mahrum kalmanın ve sonra yeniden sahip olmanın verdiği muazza doyum hissini anlayamıyordnunuz. Öte yandan yemeğimi hızlı yememin bir sebebi de biter bitmez Kral denen bu megalomanla konuşabilecek olmamdı. Çok riskli bir yüzeyde ilerliyordum. Karşımdaki kişi normal biri değildi. Beni kaçırıp buraya hapsetmesinden de bunu anlayabilirdiniz. Onunla konuşurken sözlerimi seçmem gerektiğinin de farkındaydım. Herhangi bir kelimem onu öfkelendirebilir, beni burada bırakıp gidebilirdi. Bunu istemezdim. Onu tanımak için sabırsızlanıyordum çünkü benden ne istediğini son derece merak ediyordum. Kral denen bu adam kimdi ve benimle zoru neydi? ... * YAZAR NOTU: Hi guyss! 💞 Öncelikle bu bölümü FatmaNurapar5 , zehraakar158 okurlarıma armağan ediyorum. 🩷 Yorumlarda bölüm kısa diyenlere aynı hatırlatmayı tekrarlamak zorundayım, bu bir mini hikâye olacak arkadaşlar. Ne kadar süreceği henüz belli değil ama bölümleri kısa olacak, bunun farkında olarak okursanız keyif alırsınız. Çok teşekkür ediyorum. ❤️ Şimdi biraz KUTU dedikodusu yapalım. Sizce Kral kim ve nasıl biri? Ve kızımızla ne gibi bir alakası var? Kapıdaki sayı ne anlama geliyor? Kral'ın amacı ne? Bunun gibi sorulara tahmin ve teorilerinizi buraya yazabilirsiniz. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA |
0% |