@buzlarkralicesi
|
-13/1- ❝Valentino❞ Baştan ayağa öfkeden ibaret bir hâle gelmiştim. Tam her şey açığa çıkmışken onu elimden kaçırdığıma inanamıyordum. Lâl tehlikeli bir hamilelik geçirdiği için kaçabileceğini düşünmemiştim, bu yüzden dış tehlikelere karşı temkinli olmalarını söylesem de içeridekiler için ekstra komut vermemiştim. Güvenlik önlemlerini yeterince dikkate almamıştım. En azından şu dönemde bunu yapabileceğini tahmin etmemiştim, bebek için kalır diyordum. Tanrım. Gitmeyi kafasına koymuştu ve Azize de evde olduğu için korumaların dikkatini dağıtması zor olmasa gerekti. Sonuçta onları ben bile ayırt edememişken onların ayırt edememesine şaşmamalı, değil mi? Aptallık etmiştim. Luigi ilk defa haklıydı. Aşk beni aptallaştırmıştı. Normal şartlarda asla yapmayacağım hatalar yaparken sevdiğim kadını da kaybetmiştim. Onu bulacaktım. Her nereye giderse gitsin onu bulacaktım. Adamları toplayıp her köşeyi aramaları için emir verdiğimde öfkeme hâkim olamıyordum. Pietro ve Luigi'yle yalnız kaldığımızda daha fazla sakin kalamadım ve öfkeyle yemek masasını darmadağın ettim. "Lânet olsun!" Pietro her ne kadar omzuma dokunarak "Valent, sakin ol." dese de bu benim için mümkün değildi. Kahretsin. Onu elimden kaçırdığıma inanamıyordum. Sinirden ellerim titriyordu. Sakinleşmeye çalışıp sertçe burnumu çektim ve Luigi'ye döndüm. "Onun İtalya'dan çıkmasını engelleyin. Hemen." Başını onaylarcasına sallayan Luigi vakit kaybetmeden telefonuna sarıldı ancak "Valent, geç kalmış olabiliriz biliyorsun değil mi?" demekten de geri durmadı. Geç kalmış olabilme ihtimalimi düşünmek bile istemiyordum. Tüm vücudum öfkeden sarsılırken bunları düşünmek beni delirtiyordu. ❝Lâl❞ Bodrum'a ulaştığıma memnundum. Ancak pansiyonun olduğu yere giden şehir içi otobüs en az bir şehirden diğerine giden otobüsler kadar dolandığından içim dışıma çıkmıştı. Başımı cama yaslayıp müzik dinlerken çok yorgundum, neredeyse uyukluyordum. Aşk bir rüya Aşkın kanunu 
Yeni bir hayata başlamak, her şeye baştan başlamak için o kadar yorgundum ki. Bir süre saklanıp dinlenmek, güç toplamak istiyordum. İçimdeki kırgınlığı söküp atmam çok zordu. Yaralıydım. Ve yaralarımın iyileşmesi zaman alacaktı hatta belki de bazıları asla iyileşmeyecekti. Önce yolda bir bankaya uğrayıp Haldun abinin bana gönderdiği parayı çekmiştim. Bu para olmasaydı ne yapardım hiç bilmiyordum. Daha önce evden kaçtığım için Başkan temkinliydi, beş parasız kalmam için elinden geleni yapmış, banka hesaplarımı bloke etmişti. Wendy'nin bana vermiş olduğu adrese geldiğimde yorgunluktan ayakta zor duruyordum. Bana pansiyon diye bahsettiği yer düşündüğümden daha güzel bir yerdi. Büyük yeşillik bir alana küçük kulübeler hâlinde odalar yayılmıştı. Bu hoş görüntü bana Ağva'daki butik otelleri hatırlatıyordu. İçeri girdim ve Wendy'den bahsetmeden bir oda ayırttım. Ücreti nakit ödedim ve kibarca rahatsız edilmek istemediğimi söyledim. Wendy'yi arayıp sağ salim ulaştığımı haber verdim. Sessiz sedasız odaya yerleştiğimde ölmek üzere hissediyordum. Sanki son günlerini yaşayan yaşlı biri gibiydim. Ne eksik ne fazla. Soyunup dökündüm ve bir duş bile almadan kendimi yatağa attım. Yorganın altına saklanıp yıllarca çıkmak istemiyordum. Olanlara inanmak o kadar güçtü ki. Ben kötü biri değildim. Aptaldım. Hatalarım olmuştu hem de çok. Ama kötü biri değildim. Gerçekten. Bugüne kadar kimseye bile isteye kötülük etmemiştim. Azize de buna dâhil. Hatta onu arayıp bulmak bile istemiştim. Cesedini dahi olsa arayıp bulmak, her şeyi açığa çıkarmak için uğraşmıştım. Onu ailesinden bile çok düşünmüş, onun için üzülmüştüm. Kendimi onun yerine koymuştum. Ben bir cinayete kurban gitseydim, bir kaza sonucu ölseydim ya da her neyse. Bir şekilde yok edilseydim katilimin ortaya çıkmasını isterdim. Bir mezarım olsun isterdim. Bu yüzden onun için hayatımı tehlikeye atma pahasına savaşmıştım. Kendi ailesiyle bile. Şimdiyse o kalkmış beni hayatını çalmakla suçluyordu. Benden nefret ediyordu. İnsanın tanımadığı birinden nefret etmesi nasıl bu kadar kolay olabilirdi ki? Ben küçük, kimsesiz bir kız çocuğuydum. Sonunda sahipsizlikten kurtulup bir aileye kavuşacağı için mutlu olan bir çocuktum sadece. Küçük bir çocuk nasıl kötülük yapmak için başka birinin yerine geçmeyi planlayabilirdi? Bu nasıl hastalıklı bir düşünce yapısıydı? Anlamak güçtü. Öte yandan sevdiğim adam, Valentino... Beni en derinden yaralayan adam. Onu, yaptıklarını düşünürken kendimi öyle güçsüz ve savunmasız hissediyordum ki gözlerimden akıp yanaklarımı sırılsıklam eden yaşlar bile içimdeki bu duyguyu tarif edebilecek güçte değildi. Sabah oldu, akşam oldu. Hava aydınlandı, karardı. Ne kadar süre yatağın altında öyle kaldığımı bilmiyordum. Zaman mefhumu benim için yok olmuş gibiydi. Birkaç kere kapı çaldı ama açmak için kalkmaya bile güç bulamadım, üşendim. Burada beni tanıyan, merak edebilecek biri yoktu. Ödememi yapmıştım ve rahatsız edilmek istemediğimi de söylemiştim. Bu yüzden kalkıp kapıyı açma zahmetine girmek istemedim. Kimse umurumda değildi. Sadece uyumak istiyordum. Her şeyi unutana kadar uyumak. Gözlerimi araladığımda perdeler kapalı olduğu için sabah mı akşam mı olduğunu anlamak güçtü. Kapı ısrarla alacaklı gibi çalıyordu. Yüzümü buruşturdum. Uyku sersemi zar zor yataktan kalktığımda vücudumdaki ağrılarla zor doğruldum. Kapıyı açtığımda genç, çelimsiz bir kız elinde yemek tepsisiyle bana bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden kızın konuşmasını bekledim. "Merhaba. Ee... Şey... Biz sizi merak ettik uzun bir süre haber alamayınca. Sanırım Ufuk abinin kuzeninin arkadaşıymışsınız. Yemek falan da yemediniz galiba." Benden birkaç yaş küçük kız mahcup bir yüz ifadesiyle elindeki tepsiyi uzattı. Bense hiç içimden gelmemesine rağmen nezaketen tebessüm edip tepsiyi aldım. "Teşekkür ederim. Ama bundan sonra yemek getirme zahmetine girmenize gerek yok, beni mahcup ettiniz." "Rica ederim, bir şeye ihtiyacınız olursa mutlaka haber verin olur mu?" Onaylar gibi başımı sallayıp "Teşekkürler." diyerek kapıyı kapattım. Hiç kimseyle konuşmak istemiyordum. Tamamen içime kapanmak istiyordum. Sessizlik istiyordum. Sadece susmak. Susarak oturmak. Kimseye dert anlatmak gelmiyordu içimden. Kalbim yaralıydı. Gücüm yoktu. Her şeyi unutmak istiyordum. Kendi varlığımı bile. Ama bebeğim için ayakta kalmak zorunda olduğumdan dolayı tepsidekileri yedim. Yediklerim midemde durmadı yine. Kısa sürede yediklerimi kustum. Allak bullak olan midem beslenmeme izin vermiyordu. Yüzümü yıkadım ve havluyla kurulandım. Yatakta bir süre öyle boş boş etrafa bakındım. Karnıma dokundum. "Sen şanssız bir bebeksin." Kendimi yalnız hissederken ona haksızlık ettiğimi düşündüm. Yanımda kimse olmayabilirdi ama o beni bırakmamıştı. Hem de başlarda onu istemememe rağmen. "Sen de benim gibi yalnızsın. Kimsesiz..." diye mırıldandım acıyla. "Ama benden şanslısın. Dünyaya gözlerimi açtığımda benim bir annem bile yoktu." Karnımı okşadım merhametle. "Senin bir annen var. Seni hiçbir zaman bırakmayacak bir annen. Ben hep yanında olacağım." Güçsüz hissettiğimi kendi içimdeki minik şeyden gizlemeye çalışarak ıslanan gözlerimi tavana diktim. "Bizim kimseye ihtiyacımız yok, bebeğim. Bir babaya ihtiyacımız yok. Biz birbirimize yeteriz." Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken bebeğimle kaderimizin ne kadar benzediğini düşünüp durdum. Doğduğumda yanımda kimse yoktu. Dünyaya gelmeme sebep olan iki kişi de beni istememişti. Kimsesizdim. Hayata bir sıfır yenik başlamıştım. Yetimhanede geçen kimsesiz yıllarımın sonunda nihayet şans yüzüme güldü diye düşünmüştüm, bir aile beni istemişti. Sonunda, demiştim. Benim de diğer çocuklar gibi bir ailem olacak. Normal çocuklar gibi. Ama öyle olmadı. O aileye girmek... Meğer sonun başlangıcıymış. Bilmiyordum. Öz ailem bile beni istemezken evlat edinen ailem tarafından sevilmeyi beklemiştim ümitle ve çaresizce. Olmamıştı. Kendi ailesi tarafından bile istenmeyen birini kim karşılıksız sevebilirdi ki? Hiç kimse. Arsızca ve gurursuzca herkeste bu sevgiyi aramıştım. Batur... Birbirimizi sevdiğimizi sanmıştım. Beni bu iğrenç aileden ve hayattan kurtarır zannetmiştim. Bu aileden ve bu ailenin getirdiklerinden. Vural'dan. Oysa Batur her şeyden habersiz, Vural'ın bana yaşattıklarından habersiz bir biçimde onun önünde Vural abi diye el pençe divan duruyordu. Ömrümce eksikliğini yaşadığım sevgiyi Batur'da aramıştım ama onda da bulamamıştım. Beni aldatmıştı. Meğer beni hiç sevmemiş. Bu benim için ağır bir yıkım olmuştu. İplerin koptuğu an olmuştu benim için. Tam artık kimse beni karşılıksız sevemez diye düşünürken karşıma Valentino çıkmıştı. Ondan kaçsam da kurtulamamıştım. Sevilmekten ve aşktan ümidimi kesmişken o beni biri tarafından karşılık beklemeksizin sevilebileceğime inandırmıştı. Kandırmıştı. Ona kapılırken başıma bunların geleceğini bilmiyordum. Âşık olmamak için çok çırpındım, acı çekeceğimi biliyordum ama bu kadarını ben bile tahmin etmemiştim. Ona kapılmak benim sonum olmuştu. İçimden her gün bir parça kopuyordu ona dair. Aptallığıma doymayayım. Ama artık akıllanmıştım. Bu dünyada yalnız olduğumu hayat kafama vura vura öğretmişti. Kimseye güvenmemem gerektiğini de. Biraz bahçeye çıkıp hava aldım. Uzun uzun yürüdüm sessizce. Sonra odamın kapı eşiğine oturup elimi çeneme dayayarak etrafı seyrettim. Her şey çok güzel ve umut verici görünürken benim içim bir kış kadar fırtınalıydı. Buradaki bahar havası bana çok tezattı. Hep böyle mi olacaktı? Onu her düşündüğümde içimde hep bir burukluk mu kalacaktı? Ben bununla nasıl baş edecektim? Onsuz bir hayata nasıl alışacaktım? Hiç böyle olmamıştı. Daha önce de ayrılmıştık ama birbirimize ne kadar uzak olsak da benimle olduğunu hissediyordum. Birleşmeye dair içimde küçücük bir umut vardı benden bile gizlenen. Şimdiyse her şeyin tamamen bittiği bir noktadaydık ve bir daha onu göremeyeceğimi düşündükçe içim burkuluyordu. Ona kızgın ve kırgındım, yüzünü dahi görmek istemiyordum ama aynı zamanda onu göremeyecek olmak kalbimi kırıyordu. Her iki duyguyu da aynı anda nasıl yaşayabiliyordum? Anlamak zordu. Yüzümün ıslandığını fark ettiğimde elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Artık hissiz gibiydim. Canım yanıyordu ama sanki canı yanan ben değildim. Kendimi uzaktan seyreden duygusuz biri gibiydim. Bu durumu nasıl tarif edebilirdim bilmiyorum doğrusu. İlk defa yaşıyordum böyle bir hissi. Gözyaşlarımı silerken bana uzatılan mendili fark edip başımı yerden kaldırdım. Uzun boylu, kumral bir adamdı mendili uzatan. Önce tanımadığım için temkinli yaklaşsam da uzattığı mendili aldım. "Teşekkürler." "Rica ederim." Sessizce yanıma oturdu ve hiçbir şey söylemeden bir süre öylece durdu. Bense insanların ne düşündüğünü umursamaktan uzak olduğumdan, içimden geldiği gibi sessizce ağlamaya devam ettim. Burnumu çekerken etrafa bakınıyordum ve çitlerin arkasında uzun boylu, esmer bir adam arkası dönük duruyordu. Heyecanla oraya odaklandım. Valentino'ya çok benziyordu. Buraya gelmiş, beni bulmuş olabilir miydi? Arkası dönük adam sağa döndüğünde yanlış alarm olduğunu anladım. O değildi. Buraya gelmiş olma ihtimali bile kalbimin bu kadar hızlı çarpmasına sebep olurken onu nasıl unutacağımı ben de bilmiyordum. Bildiğim tek şey unutmam gerektiğiydi. Sessizliğini bozan adam "Kötü bir gün, ha?" diye sordu yalnızca. Kibar ama soğuk birine benziyordu. Yanıt vermedim. Aramızdaki sessizlik bir süre daha sürdükten sonra "Gitsem iyi olacak." diyerek ayağa kalktım. Az önce cool ve kibar bulduğum adam "Henüz tanışmıyoruz ama seni bu kadar üzen şeyi merak ettim doğrusu." sorusunu yönelttiğinde tuhaf bir bakışla karşılık verdim. O da diğer insanlar gibi meraklı kalabalığın bir parçası olmalıydı. "Ağlayan her kadın gördüğünüzde derdini sormuyorsunuzdur umarım. Aksi takdirde sizi sapık sanmaları olası." Oldu olacak meraklı mahalle teyzeleri gibi çekirdek çitleyerek ne oldu senin bebeğin babası nerelerde diye sorup dedikodu dinleseydi bari. Gözlerimi devirdikten sonra "İyi günler." diyerek arkama döndüm. Eski Lâl olsaydı alaycı bir espriyle haddini bildirirdi o adama ama ayakta duracak hâlim yokken buna enerji harcayacak değildim doğrusu. Uzaklaştım oradan. Bedenimi buraya kadar taşımış olsam da aklım hâlâ oradaydı. İtalya'da. Onun yanında. Ne yapıyordu acaba? O kadınla, aynı yatakta... Düşünme, Lâl. Düşünme. Unut. Hiç yokmuş gibi. Olmamış gibi. Zor, biliyorum ama yapabilirsin. Unut onu. Bırak, ne halleri varsa görsünler. İlk kez mi haksızlığa uğruyorsun sanki? Bırak işte, boş ver. Düşünmek sana iyi gelmez. İçimde ondan bir parça varken nasıl unutabilirdim ki? Mümkün müydü böyle bir şey? Öyle biri hiç olmadıysa bu küçük hatıra neyin nesi diye yüzüme çarpmaz mıydı aklım gerçekleri? Temiz hava aldıktan sonra odama girdim, bir duş aldım ve yine yatağıma gömüldüm. Sonsuza dek böyle süremeyeceğinin farkındaydım. Bir şeyler yapmam gerektiğinin de. Ama şimdi buna gücüm yoktu. Dinlenmek istiyordum. Her şeyi bir kenara bırakıp uyumak ve dinlenmek. Tabii bu mümkünse. Burası bana acı veriyordu. Onunla Bodrum'da tanışmıştık. Halikarnas'ta bir gece diye başlamıştı her şey. Şimdiyse geldiğimiz nokta içler acısıydı. Ben buraya gelmiştim ve artık hayatımda o yoktu. Onunla zaman geçirdiğimiz yerlere bir bir gitmek istesem de bana acı vereceğini bildiğim için hiçbirine gitmedim. Ne tanıştığımız bara, ne atladığım uçurum kenarına ne de başka bir yere. Onunla yaşadığım her an çok özeldi benim için. Ama şimdi... Hepsi buruk bir anıydı kalbimde. Büyük bir hüsrana uğramıştım ve o güzel anıları kirletmek istemiyordum. Ondan geriye kalanlarla yetinmek zorundaydım. Yaralıydım ve iyileşmem gerekiyordu. Ancak hayat bana iyileşmem için fırsat verecek miydi? Görecektim. Ertesi gün kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Hâlâ yorgun, halsizdim ama vitaminlerim bittiği için eczaneye gitmem gerekiyordu. Kendimi biraz zorlayıp dışarı çıktım. Küçük kulübedeki resepsiyona geldiğimde masada o adam vardı. Bana mendil uzatan adam. Hararetli bir biçimde masada not tutuyordu. İçeri girdiğimi görünce "Merhaba. İyi görünüyorsun." dedi sanki beni uzun zamandır tanıyormuş gibi. Mesafemi koruyarak başımı salladım. "Evet, teşekkür ederim ilgilendiğiniz için." Elini uzattı. "Ben Ufuk. Kuzenim Nazlı bahsetmiştir, pansiyonun sahibiyim." Onun Wendy'nin bahsettiği kuzeni olduğunu anlamam zaman almıştı. Kendi derdim dışında başımı kaldırıp hiçbir şeyle ilgilendiğim yoktu ki. Hafifçe kaşımı kaldırdım. "Nazlı...?" Demek gerçek adı Nazlı'ydı. Ona Wendy demeye o kadar alışmıştım ki gerçek adını sormak aklıma bile gelmemişti. Nazlı... Kulağa hoş geliyordu. "Ben de Lâl." Uzattığı eli sıktım. "Biliyorum. Memnun oldum, Lâl. Nazlı bana senden çok bahsetti." Duraksadı ve temkinli bir ifadeyle "Sen diye hitap etmemde bir sorun yok değil mi?" diye sordu. Sanki içimi okuyormuş gibi. Sonra bahçede ona soktuğum lafı iade etmek suretiyle "Sonra durduk yere beni sapık ilân etmeni istemem." diye ekledi. Başımı iki yana salladım. "Sorun yok, elbette." Bana bilge bir ifadeyle bakarken düşüncelere daldım. Wendy acaba hikâyemin ne kadarından bahsetmişti bu adama? Sanki her şeyi biliyormuş gibi bakıyordu. Ya da bu benim hüsnükuruntumdu. Her neyse. Şimdi bunları düşünecek durumda değildim. Buraya gelme amacımı hatırlayıp direkt konuya girdim. "Ben aslında buralarda eczane var mı diye sormak için gelmiştim." "Tabii, yakınlarda var. Pansiyon çıkışında sağda. Götürmemi ister misin?" "Yok, ben giderim sağ ol." "Yalnız biraz uzak, benden söylemesi." Karnımı işaret eder gibi bakarak ekledi. "Bu şekilde yürüyerek gidebileceğin kadar yakın değil. Araçla gitsen daha iyi olur." Yüzüm düştü. Teklifini hemen geri çevirdiğim için pişman olsam da gururumu çiğneyip ondan beni götürmesini isteyemezdim. "Sorun değil, ben hallederim. Teşekkür ederim." Başıma ne geliyorsa zaten bu saçma gururumdan geliyordu ama can çıkıyordu da huy çıkmıyordu işte. Kapıdan çıkıp usul usul yürümeye başladım. Eskiden olsa bu yolları üç defa gidip gelir yine de yorulmazdım ama gelin görün ki hiçbir şey olmadığı gibi bu da eskisi gibi değildi. Biraz yürüdükten sonra çitlerden destek alıp azıcık soluklandım. Güneş tepedeydi ve terlemiştim. Etrafı seyrederken bir araba önümde durdu. Camı açıp dışarı bakan adam Ufuk'tan başkası değildi. Kolunu camdan sarkıtan adam "Pansiyonun eksiklerini almaya gidiyorum, atla da gideceğin yere bırakayım." dedi sıradan bir yüz ifadesiyle. Posta koymak için fazla yorgundum. Kısa bir an düşündükten sonra ön koltuğun kapısını açan adama hiçbir şey söylemeden arabaya bindim. "Teşekkürler." Bir süre sessizlik sürüp gitti aramızda. Sonunda adam "Sohbetine doyum olmuyor doğrusu." demekle yetindi. Tanımadığım biriyle ne konuşacaktım ki? "Radyoyu açmamda bir sakınca var mı?" Başımı cama yaslayıp öylece dışarıyı seyretmeden önce "Keyfine bak." dedim yalnızca. Bir rüya gördüm dün gece Yıldızlarla dolu bir yolda Gözlerindeki ışığı Bir rüya gördüm dün gece Yıldızlarla dolu bir yolda 
Radyodaki müziğe kulak vermiş sessizce etrafa bakınırken adamın "Dürüst olmak gerekirse hiç de Nazlı'nın bahsettiği gibi biri değilsin. Hakkında anlattıklarından sonra böyle birini beklemiyordum." sözüyle kendime geldim. Sakince "Nasıl bahsetti ki benden?" diye sordum. "Çok matrak, eğlenceli bir kız falan diyordu ama sen anlattıklarına tezat biri çıktın." Sirk maymunu değildim sonuçta, insanları eğlendirme gibi bir zorunluluğum olduğunu sanmıyordum. Onca yaşanan şeyden sonra bir de eski Lâl gibi davranmayı unutmuştum. Hep zor bir hayatım olmuştu. İhanete uğramıştım. Sebepsiz nefret oklarının hedefi olmuştum. Sevgi gibi kızlar beni, hayatımı kıskanırken nankör ve doyumsuz bir sürtük olduğumu düşünmüştü. Sevdiğimi sandığım adam Batur'sa beni aldatmıştı. Ailem kabul ettiğim insanlar tarafından hiç sevilmemiştim. Bunlara zamanla alıştığım için alaycı ve hazırcevap yapım belki de insanlara karşı bir savunma mekanizmasıydı benim için. Ama Valentino... Onun tarafından ihanete uğramak, en büyük yıkım olmuştu benim için. Ondan yediğim darbeyle ayağa kalkamamıştım, kalkacağa da benzemiyordum. Eski Lâl'i öldürmüştü o. Mutlu, neşeli, eğlenceli Lâl'i öldürmüştü. Onu yeniden hatırlamayı nasıl başarabilirdim ki? Herhangi bir yanıt vermedim adama. Benim isteksizliğime rağmen sohbeti sürdürme konusunda yine adım attı Ufuk denen adam. "Kaç aylık?" Aklım başka yerlerde olduğu için "Hı?" diye medeniyetten uzak bir soruyla yanıt verdim sorusuna. Bakışları karnıma gittiğinde anca anlayabilmiştim bebekten bahsettiğini. "4 aylık." "Bu işlerden pek anlamam ama daha küçük görünüyor." Yorumuna herhangi bir karşılık vermedim. Ama bu muhabbetin nereye varacağını da çok iyi biliyordum. İnsanların meraklı soruları canımı sıkıyordu bazen. Kötü niyetli olmadıklarını anlayabiliyordum ama bu gereksiz bilgiler ne işlerine yarayacaktı da soruyorlardı? Anlayamıyordum doğrusu. "Cinsiyeti belli olmuştur herhâlde." "Bilmiyorum, öğrenmedim." Şakayla karışık takılır gibi "Ne kadar meraksız bir anne adayısın? Başkası olsa çoktan öğrenmişti." deyiverdi öyle. Asıl sormak isteyip soramadığı soruya gerekli zemini hazırladıktan sonra patlattı bombayı. "Hayır sen öğrenmeden durabildin, babası nasıl dayandı acaba?" Sıradan bir biçimde sorduğu soruyla sarsıldım. Başımı aksi yöne çevirip baş ve işaret parmağımı burun direğimde gezdirdim. Ağlama, Lâl. Şimdi sırası değil. Bundan sonra insanlara zayıf yanlarını göstermeyeceksin. Yetmedi mi bu kadar acı? Akıllan biraz. Büyü artık. Sakinliğimi korumaya çalışarak "Her bebeğin bir babası olmak zorunda mı?" dedim terslercesine. Sesimin titreyişine engel olamamıştım. Bu sorular hep olacaktı, alışmak zorundaydım. Sonsuza dek kaçamazdım. Yanımdaki adamın bunu hissetmemesini diledim. Kolları direksiyonda sabitlenmiş adam ise bozuntuya vermeden "Teorik olarak evet." yanıtını verdi. Hiç terslenmiş biri gibi davranmıyordu. Ancak bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. Bu konuda hassas olduğumun da. Sesi ve konuşma tarzı hep şu televizyonda konuşan bilge profesörler gibi sakin ve kendinden emindi. Tuhaf bir biçimde rahatlatıcıydı da. "Ama herkes anne baba olamıyor maalesef." Son cümlesi analiz ettiğimden çok daha farklı çıkmıştı. Bir robottan ziyade gerçek bir insan gibiydi. Herkesin bir yarası vardır, onun yarası da belki benimkine benzerdi. Ellerimi kollarıma sardığımda az önce ona kızan tavrımdan eser kalmamış gibiydi. "Evet, ne yazık ki." "Hayatta seçemediğimiz şeylerden biri ailemiz ne yazık ki." Temkinli bir ifadeyle ekledi. "Bir diğeri de âşık olduğumuz kişi." Hikâyemin ne kadarını biliyordu hiçbir fikrim yoktu ama kurduğu cümle aklımda bir ışık yaktı. Seçme şansım olsaydı âşık olmak için yine Valentino'yu mu severdim? Bana bu kadar acı çektirmesine rağmen. Yolun kenarında eczaneyi gördüğümde bulduğum kaçış yoluna tutundum. "Sağda durur musun?" Herhangi bir şey söylemeden dediğimi yaptı ve sağda müsait bir yerde durdu. "Getirdiğin için sağ ol. Kendim geri dönerim." "Biraz meraklı biri olduğumun ve sorularımla seni sıktığımın farkındayım. Ama Nazlı'ya söz verdim, sana göz kulak olmam gerekiyor. Dönüş yolunda çenemi kapalı tutmaya çalışırım." Arabadan indiğimde genç bir kız grubundaki kızlardan biri bana dikkatlice bakınca saçımla yüzümü gizleyip başımı ters istikamete çevirdim. Beni tanımış gibi baktığı için korkmuştum. Şimdi durduk yere magazin basınını buralara kadar çekmeye gerek yoktu. Bir yandan kendimi gizlemeye çalışırken diğer yandan arabadaki adama laf yetiştirmeye çalışıyordum. "Ben çocuk değilim, bana göz kulak olmana gerek yok." Neyse ki adamın niyetinin kötü olmadığını anlayabiliyordum. Yoksa daha sert çıkışabilirdim. Bir şeylerden gizlenmeye çalıştığımı anlayan adam alaycı bir ifadeyle "Belli." diye mırıldandı ancak sonra ciddileşip gerçek bir yanıt verdi. "Birinin seni kollamasına ihtiyacın olmadığını biliyorum. Ama verdiği sözü tutan biriyim. Seninle ilgili değil yani, prensip meselesi." Yanıtımı beklemeksizin "Yarım saate burada buluşuruz." dedikten sonra arabayla uzaklaştı. Tuhaf bir adamdı. Genellikle meraklı insanlar bana itici gelmiştir ama bu adamın farklı bir havası vardı. Merak ettiği yanıtları bir şekilde ağzınızdan alıyordu. Taktik desem değil, nasıl yapıyordu ben de bilmiyordum. Aslında tanımadığım biriyle bu kadar konuştuğum bile vuku bulmamıştır. İçinizden ne geçirdiğinizi çok iyi biliyorum, Valentino farklı, onu bu işin dışında tutalım. Eczaneden gerekli vitaminleri aldıktan sonra cüzdanıma baktım. Paralar yavaş yavaş suyunu çekiyordu. Bu gidişle bir iş bulmam şarttı. Her şey üst üste geliyordu. Çok bunalmıştım. Ben güçlü durmaya çalıştıkça yeni yeni sorunlar baş gösteriyordu ya da unuttuğum bazı sorunlar ben buradayım diyordu. Acı çekmeye, sızlanmaya bile vaktim yoktu. Eczaneden çıktığımda araba kapıda bekliyordu. Eczaneye girerken genç bir kız dikkatle bana baktığından beri temkinli davranıyordum, herkesin gözü benim üzerimdeymiş gibi hissediyordum. Aslında değildi, biliyordum. İnsanların tek derdi ve olamazdım ama endişelerime engel olamıyordum. Çocuk doğduğunda ister istemez herkesin haberi olacaktı bundan. Yalnız bir anne olduğumu herkes öğrenecekti. Ama şimdi çıkabilecek herhangi bir haber beni kötü etkileyebilirdi. Magazin basını acımasızdı. O manşetlere hazır değildim. Aynı grup bu kez eczanenin karşısındaki kafede oturmuş geyik muhabbeti yapıyor gibi görünürken eczaneye girmeden beni süzen kız yanındaki adama omuz atıp beni gösterdi. Benim arabaya binmediğimi gören Ufuk ise arabadan inip yanıma geldi. "Bir sorun mu var?" Henüz ona bir yanıt veremeden yüzümü gizlemeye çalıştım. "Yok bir şey. Şuradakiler bana dikkatlice bakıyor da, tanısınlar istemiyorum." Durumu anlayan adam bana sarılıyormuş gibi kollarımdan tuttuğunda "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye terslemeye hazırlansam da yaptığı şeyin işe yaradığını görünce bir şey söylemedim. Bana sarılan adam sakin bir ses tonuyla "Seni kamufle etmeye çalışıyorum." diye fısıldadı kulağıma. Dalga geçer gibi ekledi. "Yoksa sana sarkıntılık falan yapmıyorum merak etme." Ağzımın kenarıyla "Ha ha, çok komik." diye söylendim. Beni diğer yana çevirip ön kapıyı açtı. Arabaya bindim. Ona bir teşekkür borcu hissettiğim için "Teşekkürler." dedim yalnızca. "Arkadaşların falan mıydı?" "Yok, hayır." Duraksayıp "Sen beni tanımıyor musun?" diye sordum. Böyle de itici ünlü egosu kasmışım gibi hissediyordum ama karşımdaki adamın durumdan habersiz görünmesi merak duymama sebep olmuştu. "Nazlı'nın arkadaşı olman dışında mı?" Başını iki yana sallayarak "Hayır." cevabını verdi. Demek ki bu memlekette televizyon izlemeyen insanlar da varmış, diye geçirdim içimden. Bu durumun da bana kârı yoktu ama zararı vardı maşallah. Neyse. Ben hâlâ para mevzularını nasıl hallederim diye düşünürken merakla bana bakan adam "Canın sıkkın görünüyor, bir sorun mu var?" diye sordu ve ekledi. "Bebekle ilgili falan." Eczaneden çıktığım için merak etmesi normaldi. "Yok." Kısa bir yanıtla geçiştirdim. Şimdi bir de buna dert anlatacak hâlim yoktu. "Dönüş yolunda çeneni kapalı tutacağını söylemiştin." "Aslında tam olarak çenemi kapalı tutmaya çalışırım demiştim." Gözlerimi devirmeme karşılık keyifle güldü. Ancak keyfimin kaçık olduğunu görünce üstelemedi. "Kapalı bir kutu gibisin. Her zaman sana ulaşmak bu kadar zor mu?" Artık patlama noktasında olduğum için laf sokmaktan kendimi alı koyamadım. "Ufuk bak ne diyeceğim, ben sana öz geçmişimi içeren bir dosya hazırlayayım, yarın masana bırakayım sen de beni bir sal artık ne dersin? TC kimlik numaramı da veririm, GBT'me de bakarsın. Sen de rahatlarsın ben de rahatlarım valla bak." Bu sözüm üzerine yola bakarak güldü Ufuk. "İşte şimdi tam olarak Nazlı'nın anlattığı gibi biri oldun. Özüne döndün desene." "İnsanların üstüne bu kadar gelme, herkes benim kadar anlayışlı yaklaşmayabilir." "Bu senin anlayışlı hâlin mi?" Gülüp eğlenme evresi geçtiğinde ciddileşti ve kendince meraklı sorularına bir açıklama getirdi. "Lâl, meraklı biri gibi göründüğümün farkındayım." Yan gözle baktığımda gizli bir itirafta bulunur gibi ekledi. "Evet, aslında meraklı biriyim. Ama sana sürekli sorular sormamın sebebi biraz da Nazlı. Bana senden çok bahsetti. O benim için çok değerli, sen de onun için çok değerlisin. Bu yüzden seni daha yakından tanımak istedim. Ayrıca bana bebek için tehlikeli bir dönemden geçtiğini söyledi. Ben de endişelendim, bu konuda hassasiyet göstermek istedim. O gelene kadar bana emanetsin." Wendy. Ağzında bakla ıslanmayan hain arkadaşım. Ufuk'un konuşmasından hikâyemin bildiğine ihtimal vermediğim bir kısmını anlatmış olduğunu çıkarabilirdik. Ne gerek vardıysa. Dertlerim yetmiyormuş gibi başıma sardığı işlerle ayriyeten uğraşmak zorunda kalıyordum. "Ufuk bak gerçekten iyi niyetini anlıyorum. Ama ben çocuk değilim. Ayrıca bu dünyadaki ilk bekâr anne de ben olmayacağım, lütfen artık böyle Türk dizisi izleyen yaşlı teyze tadında meraklı sorular sorma olur mu? Sabrım taşmak üzere çünkü." Sözlerine dayanarak hikâyemi bildiğini düşündüğüm adam söylediklerime biraz şaşırmış görünüyordu. Demek ki tam anlamıyla hikâyemi bilmiyordu. Biraz da benim ağzımdan aldığı laflarla bir sonuca ulaşmıştı. Pansiyona kadar gelmiştik. Ufuk arabayı park ettiğinde ciddi bir yüz ifadesiyle bana döndü. "İyi düşündün mü Lâl?" Sabrım taşmak üzereyken sakin kalmaya çalışarak "Neyi?" diye sordum. "Yalnız başına çocuk büyütmek çok zor. Bunu en iyi ben bilirim." Yutkundu. "Bak, ne yaşadığını bilmiyorum ve akıl vermek haddim değil ama bebeğin babasıyla en ufak bir barışma ihtimaliniz varsa bunu değerlendir olur mu?" Yüz ifademden öfkelendiğimi anlamış olmalıydı, hemen gardını aldı. "Bu söylediklerim yüzünden az sonra beni haşlayacağını bakışlarından anlayabiliyorum. Ama babasız büyüyen biri olarak bunu söylemeye borçlu hissettim kendimi. Haddimi aştıysam tekrar özür dilerim." Vay anasını satayım ya. Ben bunları hiç düşünemiyordum çünkü. Karnımdaki bebek tehlikedeyken İtalya'dan ta buralara keyfimden gelmiştim. Öfkeme hâkim olamadım ve arabadan indiğimde "Doğru, neler yaşadığımı bilmeden bana akıl vermek senin haddin değil." diyerek arabanın kapısını sertçe kapattım. Odama döndüğümde Ufuk'un sözleri ister istemez aklımı kurcaladı. Sanki bu benim tercihim miydi? Böyle olmak zorundaydı. Yalnız kalmıştım. Beni sevmeyen, bir yalana inanan, başkasına dokunan bir adamın yanında sırf ondan çocuğum var diye kalacak değildim ya. Sanki yeterince acı çekmiyormuşum gibi tüm dünya üzerime geliyordu. Aklım yeterince karışıkken, bütün gün bunları düşünüp kafa patlatırken gerek var mıydı böyle bir tavsiyeye şimdi? Vitaminlerimi aldıktan sonra yatağa uzandım ve hafif ağrılarımın geçmesini bekleyerek uyumaya çalıştım. Düşünceler peşimi bırakmıyordu ama bazı şeyleri düşünmenin bir faydası olmadığını anlayalı çok olmuştu. Bu yüzden uyumak için kendimi zorladım. İki gün boyunca Ufuk'la hiç karşılaşmadık. Bunda benim asla odamdan çıkmamamın etkisi de büyüktü. Odamdan çıkmak şöyle dursun, yatağımdan bile kalkamıyordum. Bir gün iyi, bir gün kötü yuvarlanıp gidiyordum. Biraz hava almak, sessizce yürümek istedim. Kendimle kalmak bana iyi gelse de sürekli yatağın içindeyken ruh hâlim melankolik bir hâl almıştı. Sürekli yaşadıklarımı düşünüp kafamda evirip çeviriyordum. Buna engel olamıyordum. Yürüyerek sahile indim. Temiz hava biraz olsun iyi gelmişti. Sessizlik ve dalga sesleri. Sanki tüm dertlerimi alıp götürebilecekmiş gibi hissettirmişti bir an. Mümkün olabilseydi keşke. Denizin karşısında kumların üzerine oturup kollarımı dizlerime sardım ve sessizce denizi seyrettim. Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Bazen kendimi nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Hâlâ tehlikede olmanın verdiği tedirginlik beni korkutuyordu ama Başkan ve Vural'ın beni burada aramayacaklarını düşününce rahatlıyordum. Artık yalnız başımaydım. Buna alışmak benim için zor olmasa gerekti, nasılsa Valent hayatıma girmeden önce de hep yalnızdım. Kimse beni, dertlerimi anlamadı hiçbir zaman. Şimdi de yalnız olacaktım. Pek bir fark yoktu yani. Tek fark, artık bebeğim de benimleydi. Onunla daha güçlü olacaktık. Biraz dinlenip güç topladıktan sonra geri kalan her şeyle savaşabilirdim. Dalgaların sesini dinlerken yanıma oturan yabancıya döndüm. Ufuk'tan başkası değildi. Tam çemkirecekken buna fırsat kalmadı, Ufuk direkt "Haddimi aştım biliyorum." diye söze girdi. "Evet, aştın." Yanımdaki adamdan bu kadar dürüstçe bir teslimiyet beklemiyordum. Bu yüzden çok üstüne gitmek gelmedi içimden. Hem söylediklerinde haksız da sayılmazdı. "Ama haklıydın." Benim bu itirafıma şaşıran adam kaşlarını kaldırarak "Hayret," dedi. "İlk defa beni kalaylamadın." Hiçbir şey söylemeden omuz silktim. Ne diyebilirdim ki? Ne kadar kimseye ihtiyacımız yok desem de bir bebeğin babaya da ihtiyacı vardır, bu inkâr edilemez bir gerçekti. Benim ihtiyacım olmasa da bebeğin vardı. Ufuk yine meraklı tavrından ödün vermeyen sorularından birini sordu. "Babası bebeği istemiyor mu?" Sağ elimi alnıma götürüp nefes aldım. "Bu öyle bir şey değil." Her şey bu kadar basit olsaydı keşke. Eğer hayatımdaki kişi öyle biri olsaydı yani bebeği istemeseydi hayatından çıkıp giderdim. Kendime yeni bir hayat kurardım. Şu ankinden farklı bir şey yapmazdım anlayacağınız. Yine de şu anki kadar kafam karışık olmazdı, önüme bakardım. Ancak olaylar o kadar kaotik bir hâl almıştı ki ne düşüneceğimi ya da ne hissedeceğimi bilememiştim. Onu istesem de aklımdan çıkaramıyordum. Gururum ayaklar altındaydı. Kuyruğu dik tutmaya çalışsam da onu sevmekten vazgeçemiyordum. Allah da beni kahretsin işte ne yapayım? "Öyle bir şey değil derken... Bebekten haberi mi yok?" Ufuk sorular sordukça nefesim kesiliyor gibi hissediyordum. Sanki ortamdaki oksijen çekiliyordu, aldığım nefes yeterli gelmiyordu. Yaşananlar aklıma doluşuyordu. Bir el boğazımı sıkıyormuş gibiydi. Sağ elimi boynuma götürdüm. "Bir şey sorma, ne olur." "Tamam, özür dilerim." Dürüstçe ekledi. "Ama babasız çocuk büyütmek sandığın kadar kolay değil, bunu bil yeter. Eğer aranızdaki düzelebilecek bir şeyse kestirip atma derim." Kafam dağılsın diye Ufuk'un durmadan bana yaptığını bu defa ben ona yaptım ve meraklı bir soru yönelttim. "Senin baban neredeydi?" Ancak o benim gibi kapalı bir kutu olmadı, sorduğum soruları yanıtlamakta istekliydi. "O beni istemedi. Yani daha doğrusu istememiş. Biz hep annemle iki kişilik bir ekiptik." Annesini anlatırken gözleri parlıyordu. "Bana baba yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yaptı. O mükemmel bir anneydi. Ama..." "Ama?" Benim gibi kollarını dizlerine saran adamın gözleri deniz manzarasına daldı. "Anne ayrı, baba ayrı. Kimse kimsenin yerini tutamaz ki. Hayatını buna adasan da olmaz, Lâl. O çocuk her zaman bir babanın yokluğunu hissedecek." Ufuk'u o kadar iyi anlıyordum ki. Onun yaşadıklarını alıp ikiye çarpsak benim yaşadıklarıma eş değer olurdu herhâlde. Hayata gözlerimi açtığımda ne annem vardı ne babam. Sonrasında aralarına girdiğim aile de malûm. Buna rağmen Ufuk'un sözlerini düşünmeden edemiyordum. Söyledikleri aklımı başıma getirse de bu yalnızca benim isteğimle çözülebilecek bir durum değildi. Valentino'yla aramıza öyle engeller girmişti ki istesem bile bunun üstesinden gelebileceğimizi sanmıyordum. Bu yüzden onu tamamıyla hayatımdan çıkarmıştı. Serin bir esinti başladığında Ufuk "Kalkalım mı? Üşüyeceksin." dedi ilgili bir biçimde. Başımı sallayarak onayladım ve Ufuk'un yardımıyla yavaşça yerimden kalktım. O gece konuştuklarımızı düşüne düşüne uyumuşum. Ertesi gün yataktan kalkmak bile istemedim. Saatlerce sessiz sessiz tavana bakarak günü geçirdim. Bir duş almak için yataktan kalktım. Karnımda küçük bir hareketlenme hisseder gibi olsam da emin olamadım. Heyecanlandım. İçimde bir şeylerin hareket etmesi çok heyecan vericiydi. Bir canlının ilk hareketleri. Aynı hareketlenmenin olması için biraz bekledim ama olmadı. Belki de daha erkendi de ben hareket etti sanmıştım, hamilelik ve anne karnındaki bebeklerle ilgili hiçbir şey bildiğim yoktu ki. Bir an önce bu eksikliği gidermeliydim, bu konuda kitaplar okumak da en az bebeğimin hareketlerini hissetmek kadar heyecan verici olacaktı. Onu korumak ve onun sağlığı için her şeyi öğrenmeliydim. Hem kafam dağılırdı, boş düşüncelerden aklımı kurtarırdım. Vitaminlerimi alıp yatağa uzandığımda televizyonu sesi kısık bir şekilde açık bırakmıştım. Kapı çaldı. Yine o münasebetsiz Ufuk olduğunu düşünerek açmama kararı aldım ama öyle ısrarcıydı ki beni mecbur bırakmıştı. İki büklüm ayağa kalkıp kapıya yürüdüm ancak kapıyı açtığımda beklediğim gibi Ufuk değildi gelen. Kapıdaki kız boynuma atlayana kadar onun Wendy olduğunu anlayamamıştım bile. "Tanrım, daha arkadaşımla yüz yüze tanışmadan teyze adayı olduğuma inanamıyorum!" Wendy'ce bir karşılaşma diyebilirdik buna. Hani önce bir merhaba, ben Wendy, nasılsın falan yoktu ama bu samimiyet daha bir içimi ısıtmıştı doğrusu. Onu sesinden tanımıştım. Beni hiç tanımadığı hâlde tüm dertlerimi dinleyen, en yakınlarımdan bile daha yakın olan can dostum Wendy. Yarım bir tebessümle "Sana da merhaba Wendy." diye mırıldanıp onu içeri buyur ettim. Hep nasıl biri olduğunu merak etmiştim ama onunla konuşurken birini hayal etmemiştim, bu yüzden onu gördüğümde hayalimdeki gibi veya hayalimdeki gibi değil diye bir düşünceyle değerlendirmemiştim. Benim boylarımda, açık kumral saçlı bir kızdı. Neşeli yüzü bana Disney Channel lise dizilerindeki sevimli kızları hatırlatıyordu. Sanki konuşacak çok şeyimiz yokmuş da her gün görüşüyormuşuz gibi oturup havadan sudan sohbet etmeye başlamıştık. Wendy'nin endişeli bakışlarla "Ay inanmıyorum sana, yüzün kaşık kadar kalmış. Üstelik de kireç gibi." sözü üzerine aynaya bakma isteği duydum ama kalkıp bakmadım. "Sağ ol Wendy ya, çok ferahlattın içimi." "Ben senin içini ferahlatmak için değil, seni ve bebeği düşünmek için varım canım, önce onu bir netleştirelim." Duraksadı ve sahte bir kıskançlıkla ekledi. "Bu hâldeyken bile nasıl böyle güzel olabiliyorsun, pes doğrusu!" "Aman Wendy, ne güzelliği... Sen de bir kaşık kadar diyorsun bir güzelsin diyorsun. İltifat mı ediyorsun hakaret mi belli değil." Başımı öne eğip güldüm. Sanaldan tanıştığım biriyle ilk karşılaşmamızda ona karşı bu kadar yakınlık hissedebileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Hatta bir gün yüz yüze tanışacağımızı bile düşünmezdim. Ancak o kadar uzun süre telefonda konuşup dertleşmiştik ki sanki uzun yıllardır uzak kalan yakın arkadaşlar gibi hemen kaynaşmıştık. "Ufuk'u öyle beter terslemişsin ki çocuk buraya kadar bana eşlik bile edemedi senin korkundan." Gülüştük. Sonra ciddileşen Wendy "Nasılsın, iyi misin?" sorusunu yöneltti. Uzun zamandır ilk defa biri bana nasıl olduğumu bu kadar içten sormuş gibi hissettim. Gerçekten, nasıldım? İyi miydim? Sanırım bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum. "İnan nasıl olduğumu ben de bilmiyorum, Wendy." Omzumu sıvazladı. "Her şey düzelecek, Lâl. Buna inan." "Düzelmek zorunda." Karnıma dokundum. "En azından onun için." Gözlerim camdan dışarıya daldı. "Yoksa artık Valent'le bizden bir şey olacağı yok." "Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun? Bana anlattığın Valentino seni kolay kolay bırakmaz." "O beni tanımıyor bile, Wendy. Azize'den beni ayırt edemedi. Bir yalana inandı. Sana anlattığım Valentino'yu unutmanı tavsiye ederim çünkü onun aşkı gerçek değilmiş, bunu görmüş olduk." "Çok katı düşünüyorsun, Lâl. Başınıza gelen olaylar gündelik şeyler değil ki. Çok ekstrem şeyler. Kafasının karışması sana âşık olmadığı anlamına gelmez bunu sen de biliyorsun." Duraksadı. "Hem belki seni tanıdı ama emin olmak için zamana ihtiyacı vardı, hiç düşündün mü?" Yaşananları tekrar düşünmek canımı bir kez daha yakıyordu. "O bir başkasına dokundu." diye fısıldadım acıyla. Bunu söylerken kalbime sayısız bıçaklar saplanıyor gibi hissediyordum. Gözyaşlarıma engel olamadım. "Bunun geri dönüşü yok, Wendy." Çaresiz bir biçimde etrafına bakınarak düşündü kız. Sonra "Buraya geldiğinden beri seni aramadı mı hiç?" diye sordu aniden. "Bilmiyorum, çünkü telefonumu kapattım ve hiç açmadım. Dış dünyayla iletişime geçmek istemiyorum, hiçbir şeyi düşünmek istemiyorum artık. Sadece uyumak istiyorum." Koluma dokundu teselli edercesine. "Tamam canım, sen iyice bir uyu dinlen. Bunları sonra konuşuruz nasılsa." Ayağa kalktığında onu geçirmek için harekete geçtiysem de engel oldu. "Kalkma, ben şimdi gidiyorum. Yan odayı tuttum. Bir gözüm üzerinde. Artık buradayım, uzun uzun konuşacak vaktimiz var. İyice dinlen, bebeğin buna ihtiyacı var." Wendy gittikten sonra günlerdir süren bitkisel hayatıma devam ettim. Başını yastığa koyup sessizce ağlayarak uyuma ve kapanış. Son günlerimin özeti buydu işte. Sürekli bu kadar halsiz hissetmek beni de yoruyordu. Günlerdir üzerimden kalkmayan bu yorgunluk hissi beni endişelendirmiyor da değildi. Doktora gitmeli miydim bilmiyordum. En son tehlikede olduğumu ve yataktan kalkmamam gerektiğini söylemişti doktor. Ben de onu dinleyip yataktan kalkmamaya çalışıyordum günlerdir. Ancak sonsuza kadar böyle süremezdi, değil mi? Şımaracak kimsem yoktu. Ayağa kalkıp çalışmalıydım. Dünyaya gelecek olan bebeğimin geleceği için buna mecburdum. Benden başka kimsesi yoktu. Onun için güçlü olmak zorundaydım. Ertesi sabah kan ter içinde uyandım. Rüyamda onları görmüştüm. Valent ve Azize... Kadının duyduğum sesleri kulağımda bozuk plak gibi tekrar ederken zihnim o sesin üzerine korkunç sahneler koyuyordu. Valent'in onu öperken, ona dokunurken, içine girerken, onunla sanki benimle seviştiği gibi sevişirken. Onları öyle görmediğim hâlde bu kadar etkilenmişken bir de görseydim kim bilir nasıl olurdum. Ölürdüm. Mecazi değil, gerçekten ölürdüm. Yataktan kalktığımda nefes alamıyormuşum gibi hissettim. Panik atak krizi miydi bu yaşadığım? Ne olduğunu bile anlayamadan bununla başa çıkmaya ve kendime gelmeye çalıştım. Kötü başlayan bir sabah aynı şekilde kötü devam etti. O gün mide bulantım ve kasılmalarım iyice artmıştı. Yataktan biraz doğrulduğumda iyi hissetmiyordum ama Wendy'yi de endişelendirmek istemedim. Belki geçer diye bekledim ama ağrıdan yatakta kıvranmaya başlamıştım. Selvi'yi aramak için telefonumu açtığımda Valent'ten sayısız arama bildirimiyle karşılaştım ancak görmezden geldim. Selvi'yi arayıp durumumu anlattım. Muayene için çağırsa da şehir dışında olduğumu söyledim. Kanama olmamasının iyi bir işaret olduğunu söylese de önemli bir şey olabileceğini, en yakın doktora gitmemi tavsiye etti. Bu hâlde nasıl kalkıp gideceğimi bilemiyordum ama bebeğime bir şey olma korkusuyla yataktan doğruldum. Önce tuvalete uğrayıp yüzümü yıkadım. Çıkmak için küçük bir çanta hazırlarken kapının tıklatılmasıyla gelenin Wendy olduğunu düşündüm. Usulca uzanıp kapıyı açtığımda karşımda o duruyordu. Valentino. Şok olmuştum. Bir an rüya görüyorum sandım ama gerçekten karşımdaydı. Burada ne işi vardı? Nasıl bulmuştu beni? Bunları düşünmekten kendimi alamasam da onu gördüğüm için kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. "Senin ne işin var burada?" Kapıyı suratına kapatmak için hamlede bulunsam da başarılı olamadım. Yumuşak bir güç gösterisiyle beni engelledi. "Git buradan Valentino." "Seni dünyanın diğer ucuna gitsen bile bulacağımı biliyorsun." Sakinliğini bozmadan devam etti. "Ve seni almadan buradan gitmeyeceğimi de." Kahretsin. Hâlâ ona bakarken içim titriyordu. Olanlara rağmen hâlâ onu nasıl sevebiliyordum, inanamıyordum doğrusu. Kendime çok kızıyordum. Bana bir adım yaklaşan adama karşılık bir adım geriledim ve bana uzandığında ellerimi kaldırarak onu engelledim. "Dokunma bana." "Lâl." "Valentino, seni görmek istemiyorum." Ondan uzak durma isteğime saygılı görünüyordu ama beni dinleyip gitmek yerine olduğu yerde kalıp konuşmaya devam etti. "Ne kadar öfkeli ve kırgın olduğunu görebiliyorum. Sonuna kadar haklı olduğunu da." Yüzünde üzüntü ve pişmanlık emareleri görsem de beni eskisi kadar etkilemiyordu. Yuvam sandığım o evde yaşadıklarım aklıma geldikçe eskisi gibi hissetmem mümkün görünmüyordu zaten. "Ama en azından konuşalım. Sana kendimi affettirmeme izin ver." Yüzüne bakmamaya çalışarak söylediklerine karşılık verdim. "Sen ve ben... Biz diye bir şey artık olamaz Valentino. Seni affetmem gibi bir durum söz konusu bile değil." "Lâl, hatalı olduğumun farkındayım. Ama herkes hata yapar." Benimle göz kontağı kurmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. "Lâl, yüzüme bakar mısın?" "Bakamam, yüzüne baktıkça midem bulanıyor." Aramızdaki sessizlikten istifade ederek "Git lütfen. Yüzünü görmek istemiyorum." diyerek kapıyı gösterdim. "Seni almadan hiçbir yere gitmiyorum, Lâl." "Lâl, bir sorun mu var?" Açık kapıdan ikimiz dışında bir başkasının sesi geldiğinde başımı kaldırdım. Gelen Ufuk'tan başkası değildi. Arkasından da Wendy gelmişti. "Bu bey seni rahatsız mı ediyor?" Ufuk'un son sözü üzerine Valent adama öldürücü bir bakış atarken çene kaslarının oynadığını gördüm. Her an kıyamet kopacakmış gibi tedirgindim çünkü Valent'i tanıyordum. Neyse ki Ufuk'a herhangi bir cevap vermeden bana döndü. "Montrel eşyalarını toplasın, gidiyoruz Lâl." "Ben bir yere gelmiyorum, Valentino." Ufuk bir hamle yapmak için adım atsa da Wendy kuzeninin kolundan tuttu ve "Biz çıkalım." diyerek onu dışarı sürükledi. Neyse ki hâlden anlayan bir arkadaşım vardı da domine olmuş ortamı sakinleştiriyordu. Valentino "Sen gelene kadar hiçbir yere gitmiyorum, Lâl." derken gözlerini bana dikmiş inatla karşımda duruyor ve bunu kabullenmemi bekliyordu. "Seni burada bırakmayacağımı iyi biliyorsun." Valent'in hayır sözünden anlamadığını gören Ufuk "Sana gitmeni söyledi." derken sakin ancak uyarıcı bir ifade takınmıştı. Bu durum Valentino için bardağı taşıran son damla olmuştu ve öldürücü bakışlarını adama dikip "Sana fikrini sorduğumu hatırlamıyorum." dediğinde her ne kadar sakin görünse de Ufuk'un olaylara karışmasından ötürü öfkeyle adama sert bir yumruk attı. Ufuk'un yüzünde patlayan yumrukla birlikte Wendy'nin de benim de dudaklarımızdan korku dolu bir çığlık koptu. Kendimi Valent'in önüne atıp onu engelledim. "Valentino!" Wendy Ufuk'a yerden kalkması için yardım ettiğinde "Lütfen gidelim, bu bizi ilgilendiren bir konu değil." derken adamın onu dinlemesini umut etti yalvaran bakışlarla. Ufuk kuzenini dinleyip dışarı çıktığında gözden kayboldu ancak Wendy hâlâ kapının önünde meraklı kalabalık gibi olanları dinlemek için bekliyordu. Öfkeyle karşımdaki adama döndüğümde az önceki kavgadan çok kötü etkilenmiştim. Hayatımda yeterince gerilim yokmuş gibi. "Sen ne yaptığını sanıyorsun Valentino? Buraya kadar gelip insanların huzurunu bozduğun yetmiyormuş gibi bir de adamı kendi otelinde nasıl yumruklayabiliyorsun?" "Onu ilgilendirmeyen bir konuya karışma cüretinde bulunmasaydı başına bunlar gelmezdi." Az önceki olayın üzerine kolayca bir sünger çekip sakinleşiverdi. Ilımlı yaklaşan adam "Öyle ya da böyle konuşmamız gerektiğini biliyorsun. Sana kendimi anlatmama izin ver." dediğinde kalbimden kopan parçaları nasıl yerine getirebileceğini düşündüm. Mümkün değildi ki. Beni tanıyamamasını anlayışla karşılayabilirdim ya da zamanla affedebilirdim çünkü o kadını karşımda gördüğümde ben bile kendimden şüphe edecek kadar şaşırmıştım. Bir şekilde bunun üstesinden gelebilirdim ama bir başkasına dokunmasını göz göre göre nasıl affedebilirdim, nasıl unutabilirdim? "Benim bilmediğim, her şeyin seyrini değiştirecek ne söyleyebilirsin ki Valentino?" Vücudumu taşıyamayacak kadar yorgunken sulanmış gözlerimi ona çevirdim. "Her şey bitti, anlamıyor musun?" "Ne saçmalıyorsun, Lâl? Bizim bir bebeğimiz olacak." Bunu söylerken gözleri parlıyordu, hevesli, umutlu ve mutluydu. Buruk bir mutluluk. Valent'in yüzündeki hevesin yarısı bende yoktu. Onu sevdiğime, güvenliğime bin pişmandım. Sanki başıma bunların geleceğini hissetmiş gibi bebek istememiştim. Her şeyde bir hayır var diye boşuna demiyorlarmış demek. Belki de bu bebeğin en büyük şanssızlığı bize ait olmasıydı. Kırgın bakışlarım ona döndüğünde kararlıydım. "Ne benim ne bebeğimin... Bizim sana ihtiyacımız yok. Seni hayatımdan çıkardım ben." "Lâl, böyle söyleme. Hâlâ beni sevdiğini biliyorum. Tüm bunları beni cezalandırmak için söylediğini de." Tekrar konuşmaya çalıştığımda parmağını dudaklarıma kapattı. "Şşşt... Tek bir kelime daha etme. Hepsini hak ettiğimi biliyorum ama sana kendimi affettireceğim. Sadece tüm kapıları kapatma, çabalamama izin ver. Bebeğimiz için..." Onunla tartışacak takatim kalmamıştı. Karnıma kramplar giriyordu. Yorgun bir biçimde gözlerimi kapadım. Bıkmıştım artık. "Valentino, bitti artık. Anla bunu. Seninle tartışacak hâlim yok. Beni rahat bırak." Kapıya doğru bir adım attığımda gözlerimi açamayacak kadar bitkin hissediyordum. Beni kollarımdan tutup düşmemi engelleyen adamın belli belirsiz endişeli sesini duyabiliyordum ancak. "Lâl... Lâl, iyi misin?" Gözlerim kapanırken onun kucağındaydım. ❝Ufuk❞ Onu ilk kez odasının önünde otururken görmüştüm. Üvey annesi tarafından kulesine hapsedilmiş hüzünlü bir prenses gibiydi. Ağlıyordu. Bakışlarım karnına kaydı. Belki de saçlarını uzattığı beyaz atlı prensinin hiçbir şeye değmediğini anlamış, hayal kırıklığına uğramıştı. Yaptığım şeyin çok yanlış olduğunu biliyordum ancak onu öyle görünce dayanamadım. Gözyaşları ve çaresizliğiyle o kadar doğaldı ki etkileyici bulmuştum. Sanatsal olarak. Cildinin bir heykeltıraş tarafından kusursuzca yontulmuş mermere benzemesi. Büyüleyiciydi. Uzun zamandır fotoğrafçılık ilgi alanlarım arasındaydı. Hoşuma giden, etkilendiğim her şeyi fotoğraflamayı severim. Kuşlar, çiçekler, insanlar, manzaralar... Karşımda mükemmel bir manzara gördüğüm için yine fotoğraf makineme sarıldım. Birkaç poz fotoğrafını çektim. Bunun etik olmadığını biliyordum, bu yüzden fotoğraflarını çektiğimi ona söylemek için yanına yaklaştığımda inci gibi süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle siliyordu. Peçete uzattım, teşekkür etti. Sanırım fotoğrafını çekmekle ilgili izin almak için doğru bir zaman değildi. Yanına oturup biraz daha iyi hissetmesi için sakince bekledim. "Kötü bir gün, ha?" diye sorduğumda onu ürküttüğümü fark ettim. Bir yabancı yanınıza gelip aniden sizinle samimiyet kurmaya çalışırsa elbette ürkerdiniz. O da tıpkı düşündüğüm gibi mesafeyi korumaya çalışarak "Gitsem iyi olacak." diyerek ayağa kalktı. Yüzündeki sahici hüzün bir yabancının bile yüreğini burkan cinstendi. Onu bu denli üzen keder neydi? Bebeğiyle onu buralara kadar getiren şey sevdiği kişi tarafından hayal kırıklığına uğratıldığı ihtimali üzerinde durmama sebep oluyordu. Herkesin bir hikâyesi vardır, onunkini ise çok merak ediyordum. Belki bir gün dost olurduk da bana başından geçen her şeyi anlatırdı. Genelde meraklı görünmekten ve bu tür sorular sormaktan hiç hazzetmesem de kendime engel olamamıştım. "Henüz tanışmıyoruz ama seni bu kadar üzen şeyi merak ettim doğrusu." "Ağlayan her kadın gördüğünüzde derdini sormuyorsunuzdur umarım. Aksi takdirde sizi sapık sanmaları olası." Böyle bir tepkiyi bekliyordum, ne yalan söyleyeyim. Normal biri bu tür bir tepki verirdi zaten. Ancak onunla ilgilenmemin en önemli sebeplerinden biri de Nazlı'nın onu bana emanet etmesiydi. Fotoğraflarını çekerken onun Nazlı'nın yakın arkadaşı Lâl olduğunu bilmiyordum ancak gerçek ortaya çıktığında bu tesadüfe şaşırmıştım. Arkadaşça davranmaya, ona yakın olmaya çalıştıkça Lâl kendini kapatıyordu. Kapalı bir kutu gibiydi. Belki de artık kimseye güvenmeyecek kadar kalbi kırık olduğu için hiç kimseyle arkadaş olarak dahi olsa samimiyet kurmak istemiyordu. Yorgun, bitkin ve zayıf kalmış kemikli yüzüne rağmen çok güzeldi. Yüzündeki kırgınlık ve hüzün insanın kalbine dokunuyordu. Üstelik çok inatçı ve lafını esirgemeyen bir karakteri vardı. Onu eczaneye götürme teklifimi başta kabul etmedi. Tıpkı Nazlı'nın anlattığı gibi dobra bir kızdı. Bahsettiği eğlenceli yanından ise eser yoktu. Hüznü bu özelliğini gölgeliyor olmalıydı. O akşam şiir kitabındaki dizeleri okurken aklıma onun bahçede çektiğim hüzünlü fotoğrafları gelmişti. Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Ona bebeğiyle ilgili akıl verme terbiyesizliğinde bulunduğum için bana haddini bildirdikten günler sonra sahilde düşünceli bir biçimde otururken rastlamıştım. Haklıydı. Ona akıl vermek benim haddim değildi. Kimin hayatında neler yaşadığını bilmeden yorum yapmak patavatsızlıktan başka bir şey değildi. Ancak onu öylesine üzgün ve karmaşık düşünceler içinde görünce dayanamamıştım işte. Belki de içinde bulunduğu durum sebebiyle annemle bağdaştırmıştım onu. Beni yalnız başına büyütürken türlü acılar çekmişti annem. Bize iki kişilik küçük bir dünya kurmuştu ve her türlü zorlukla savaşan iki kişilik güçlü bir ekiptik. Ama ne olursa olsun bir babanın yerini kimse tutamazdı. Yine onun hayatına burnunu soktuğumun farkında dahi olmadan "Babasız çocuk büyütmek sandığın kadar kolay değil, bunu bil yeter. Eğer aranızdaki düzelebilecek bir şeyse kestirip atma derim." diye eklediğimde Lâl'in yine beni haşlamasını bekliyordum ama öyle olmadı. İlk defa hayatıma karşı merak duyan bir soruyla dâhil oldu kurmaya çalıştığım muhabbete. "Senin baban neredeydi?" Bu konuları konuşmak bana her ne kadar acı verse de ilk defa bir konuyla ilgili karşımdaki kadının dikkatini çekmiştim. Açık yüreklilikle ona yaşadıklarımı anlatmak istedim. İstedim ki bebeğini yalnız büyütürken onun nelerden mahrum kalacağını öğrensin. Neye karar verirse versin bunun sonucunu bilerek adım atsın. "O beni istemedi. Yani daha doğrusu istememiş. Biz hep annemle iki kişilik bir ekiptik." Annemin fedakârlıkları bir bir gelmişti gözümün önüne. "Bana baba yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yaptı. O mükemmel bir anneydi. Ama..." "Ama?" Dürüstçe devam ettim. "Anne ayrı, baba ayrı. Kimse kimsenin yerini tutamaz ki. Hayatını buna adasan da olmaz, Lâl. O çocuk her zaman bir babanın yokluğunu hissedecek." Hayaller âleminde ya da masallarda yaşamıyorduk. Burası gerçek hayattı ve kimseye torpil kaymıyordu. Hayalperest ve iyimser bir biçimde bu bebeğe babasının yokluğunu hissettirmeyeceğini düşünürse ileride daha mutsuz olabilirdi. Bu yüzden Lâl'e kendimden bile gizlediğim, en derinlere gömdüğüm kalp kırıklıklarımı anlatmıştım. En azından bu kadarını bilmeye hakkı vardı. Ben en azından arkadaşlık kurabileceğimiz kadar uzun bir süre Lâl'in burada kalacağını düşünürken beklenmedik bir şey oldu. O geldi. Ailesini geri almaya gelmişti. Aslında bu iyi bir şeydi. Lâl'i ve bebeği yalnız bırakmayacak kadar çok seviyor olmalıydı. Ancak zorba tavırları tepemi attırmıştı. "Lâl, bir sorun mu var?" Nazlı'yla içeri girdiğimizde öncesinde yalnızca arkadan gördüğüm adamla yüz yüze gelmiştik. Uzun boylu, esmer, sert yüz hatlarına sahip bir adamdı. Yabancı bir esintisi vardı. "Bu bey seni rahatsız mı ediyor?" Bana uyuz olmuş bir biçimde baktıktan sonra karşısındaki kadına dönüp konuşmaya devam etti. "Montrel eşyalarını toplasın, gidiyoruz Lâl." Aksanı gerçekten yabancı olduğunu onaylıyordu ancak nereli olduğunu çıkaramamıştım. Beni kaale dahi almaması sinir bozucuydu. Lâl ise kesin ve net bir biçimde "Ben bir yere gelmiyorum, Valentino." demişti. Duruşu, tavırları tamamıyla karşısındaki adamı hayatından çıkarmıştı gibi kararlı görünüyordu. Nazlı "Biz çıkalım." diyerek beni dışarı çıkarmaya çalışsa da bunu yapmaya henüz niyetim yoktu. "Sen gelene kadar hiçbir yere gitmiyorum, Lâl." Karşısındaki kadın ne kadar inatçıysa adından İtalyan olduğunu anladığım adam da bir o kadar kararlı duruyordu. "Seni burada bırakmayacağımı iyi biliyorsun." Israrcı bir biçimde kızı rahat bırakmayan adama uyarıcı bir bakış attım. "Sana gitmeni söyledi." "Sana fikrini sorduğumu hatırlamıyorum." Yüzümde patlayan sert yumruğuyla yere yığıldığımda öfkelenmiştim. Ancak herhangi bir karşılık vermedim. Lâl'in çığlığıyla yutkundum. "Valentino!" Öfkemi bastırmaya çalışarak kuzenimin beni ayağa kaldırmak için uzattığı eli tuttum. Nazlı "Lütfen gidelim, bu bizi ilgilendiren bir konu değil." derken haklıydı. Bu konuya gereğinden fazla dâhil olmuştum. Ayrıca Nazlı bu kadar kesin konuşuyorsa bir bildiği olmalıydı. Belki de Lâl hâlâ o adama karşı bir şeyler hissediyordu ancak kafası karışıktı. Odadan çıktığımda Nazlı'nın elinden kolumu kurtarıp resepsiyona doğru yürümeye başladım. O adama her ne kadar uyuz olsam da sevdiği kadına sahip çıkması gizliden de olsa onu takdir etmeme sebep olmuştu. Belki zamanla sebep olduğu kırgınlıkları affettirmenin bir yolunu bulurdu. Nazlı yana yakıla yanıma gelip Lâl'in İtalya'ya döneceğini, kendisinin de Lâl ile gideceğini, her şey ani bir biçimde geliştiğini söyleyince elimde Lâl'in fotoğraflarının olduğu zarfı kuzenime uzattım. "Bunu Lâl'e verir misin?" "Bu ne?" "Onun fotoğrafları. Kendisinden izin alma fırsatım olmamıştı. Haberi olmadığı hâlde fotoğraflarının bende olması doğru değil. İçinde durumu açıklayan küçük bir not var. Kendisine bunu ulaştırırsan sevinirim." Nazlı hiçbir şey söylemeden başıyla onayladı ve gitti. Kısa bir an da olsa hayatımın küçük bir parçasında bebeğiyle birlikte hayatıma ayna olan bu kadını tanıdığıma memnun olmuştum. Fotoğraflarını çektiğim için kendisinden izin alma fırsatım olmamıştı. Olmayacaktı da. Yine de annemle birlikte kurduğumuz küçük dünyanın geçmişteki yansımasını hatırlamama sebep olduğu için onu tanıdığıma mutluydum. Keşke arkadaş olacak kadar vaktimiz olsaydı ancak bir rüya kadar kısa, bir rüzgâr gibi ani gelip geçmişti Lâl hayatımdan. O başka bir tabloya ait eşsiz bir renkti ve gittiği yerde mutlu olmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. ... * YAZAR NOTU: Hi guyss! 💫 20 Bin okunmaya özel yeni bölümümüzle karşınızdayım işte! Hayyyvannn gibi bölüm yazdım arkadaşlar, Halikarnas'ta Bir Gece'deki 5000 küsur kelime rekorunu aştım, 7700 küsur kelime! Artık bölüm kısa demezsiniz diye umuyorum. 😂 Nasıl buldunuz yeni bölümü? Buraya yazabilirsiniz. Bu bölümü helioswift , woawsu , ArCalgan , zmrKara_8 okurlarıma armağan ediyorum! Geçen bölüm sormayı unutmuşum, Azize'nin telefonla konuştuğu "Dokuz" karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce hikâyeye yeni katılan bu karakter kim ya da nasıl biri? Tahminlerinizi ve düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. Bu arada Ufuk karakteriyle ilgili neden bu kadar gereksiz bilgiye vakıf olduk, hikâyeye neden girdi neden çıktı diye düşünebilirsiniz, normaldir. Belki de gelecekte onu tekrar görebiliriz, kim bilir? Şimdi gelelim asıl konuya... Valent Lâl'i nereye giderse gitsin buldu, sizce bundan sonra neler olacak, olaylar nasıl ilerleyecek? Bu konudaki düşüncelerinizi hatta isteklerinizi de buraya yazabilirsiniz. İstek sahnelerinizi buraya, hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini de buraya yazabilirsiniz. Ben istek sahnelerinizi okumaktan ve gerçekleştirmeye çalışmaktan büyük zevk alıyorum bunu bilin. 💞 Bu arada hikâyemizin daha çok kişiye ulaşması için hiç girmem dediğim Tiktok dünyasına da girdim, Lâlentino için daha ne kadar fedakâr olabilirim? 👻😂 Eğer bana Tiktok'ta destek vermek isterseniz - ki ben çok isterim - hikâyemizin Tiktok hesabı halikarnastabirgece olacaktır, sizleri bekliyor olacağım. 😍 Hepinizi çoooook ama çok seviyorum, iyi ki varsınız! Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |