Yeni Üyelik
40.
Bölüm

❅ Napoli'de Bir Gece | 26

@buzlarkralicesi

-26-

❝Lâl❞

Arabayı istediğim yerde durduran adam merakla nereye geldik der gibi yüzüme bakarken kapımı açıp arabadan indim. İhtiyacım olan yer burasıydı. Valent'in beni getirdiği deniz kıyısına gelmiştik. Benden af dilerken, bir şeyleri telafi etmek için getirdiği yere şimdi yalnız başıma gelmiştim. Ne acıdır ki birlikte çıktığımız bu yolda bir başımaydım artık. Bunu en acı şekilde hissediyordum. Usulca ilerledim sahilde, Nikolai de sorgulayan bir ifadeyle konuşmadan beni takip etti. Valent'le kağıda dileklerimizi yazdığımız ve şişeye hapsedip denize attığımız yerde, tam o noktada durdum. Ufka baktım. Denizin usulca gidip gelen dalgalarına. Umutsuz bakışlarım günbatımını seyrettikten sonra yolda Nikolai'nin neden aldığımızı anlamadığı not kâğıtlarını ve şişeleri çantamdan çıkardım. "Bu... Benim ölmeden önce yapılacaklar listemdeki maddelerden biriydi." İç geçirdim. "Buraya Valent'le gelmiştik. Dileklerimizi yazıp denize atmıştık." Umutsuz bir iç çekiş daha. Başımı öne eğdim. "Hiçbiri kabul olmadı." Sessizce beni dinleyen adama dönmeden konuşmaya devam ettim. "Ha madem dileklerin olmadı, neden buraya geldin diye soracak olursan... Sadece sessiz dalgalara anlatabilirim içimdeki acıyı. Çünkü sadece o bıkmadan beni dinliyor." Sesli sayılabilecek bir nefes verirken sitemkâr olduğumun sonradan farkına vardım. "İnsanlar o kadar sabırlı olamıyor, hemen kaçıp gidiyor."

"Lâl Hanım, Don Riccardo-"

Gözlerimi kapadım ve Nikolai'nin sözünü keserek "Onu suçlamıyorum." yanıtını verdim. "Belki de ben tahammül edilemez biriyim. Acı çektikçe acı veriyorum. Sonuçta herkesin sabrının bir sınırı var. Kimse sonsuza dek acı çekmek için birini sevmez." Müebbet cezaya çarptırılan bir mahkûm gibi başımı öne eğdim. "Bense lânetliyim herhâlde. Kendime de beni sevenlere de acı veriyorum sevdikçe..." Konuşmak için hazırlanan adama baktım. "Hiçbir şey konuşmasak olur mu? Bana patronunu savunman gerekmiyor. Burası mahkeme değil, ben de buraya onu yargılamaya gelmedim. Sadece içimdeki bu acının zehrini denize dökmek istiyorum." Yere bıraktığım şişeyi ve not kâğıdını gösterdim. "Sen de katılmak istersen..."

Yere eğilip şişeyi ve kâğıdı alan adama bakmadım. Kendi elimdeki not kâğıdına içimden gelenleri yazdım.

"Bebeğim, umarım gittiğin yerde mutlusundur."

Kağıdı katladım, sardım ve şişeye yerleştirip mantardan kapağı kapattım. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldıktan sonra atabildiğim kadar uzağa fırlattım. İçimde büyük bir ağırlığı kaldırıp atmışım gibi kısa süreli bir rahatlama hissettim. Sanki bebeğime son görevimi yerine getirmişim gibi. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldıktan sonra beni izleyen Nikolai'ye döndüm. "Hadi, gidelim." Kumsalda sessizce yürümeye başladık. Telefonuma gelen mesajla arabaya yürüyen Nikolai'nin arkasında kaldım ve mesaja baktım. Bu numarayı hatırlıyordum. Dokuz denen o adam her kimse bana bu numaradan ulaşmıştı.

Gönderen: +**** *** ** **

"Valentino'nun şuan Zita'yla olduğunu biliyor muydun?"

Mesajı okuduğumda beynimden vurulmuşa dönmem gerekiyordu ama öyle olmadı. Neden bilmiyorum ama öyle hissetmedim. Sanki içimde bir yerler bunun böyle olacağını biliyordu ve kendini buna alıştırmaya çalışıyordu. Oysa hiçbir şeye alıştığım falan yoktu. Mesajı okurken kalbim duracakmış gibi hissettim. Canım yanıyordu. Bana attığı konuma baktım. Buna cesaretim var mıydı? Onları öyle görmeye dayanabilecek miydim? İçim acıyordu ama bununla yüzleşmem gerektiğini de biliyordum.

Arabaya bindiğimizde Nikolai aracı çalıştırmadan önce aynadan bana baktı. "Eve gidiyoruz, değil mi?"

"Hayır." Kısa bir an düşündükten sonra eve gitmenin bir anlamı olmadığı kanısına varmıştım. Artık benim yuvam bile değildi orası. Valentino yokken soğuk ve ıssız bir yerdi yalnızca.

"Nereye gidiyoruz?"

Tek tuşla Nikolai'nin telefonuna Dokuz'un bana attığı konumu gönderdim. "Telefonuna bir konum attım, oraya gidiyoruz."

Sorgulamadan sürmeye başlayan adam kaçamak bakışlarla dikiz aynasından beni gözlemliyordu. Bense içimde pır pır uçan telaşlı bir kuşun çırpınışlarını yutmaya çalışıyor gibi tedirgindim. Yutkundum ve camdan dışarıya baktım. Onları orada görseydim ne olacaktı ki? Valent'e hesap mı soracaktım? Çocuğunu doğurma ihtimali olan kadınla neden buluştuğunu mu soracaktım ona? Üstelik bir bebeğin iki kişiyi birbirine bağlayan en güçlü bağ olduğunu bildiğim hâlde. Gözlerimi kapadım çaresizce. Kalbimdeki sancıyı yok saymaya çalıştım. Ailem bildiğim, öyle kabul ettiğim adam ellerimden kayıp giderken benim yapabileceğim bir şey yoktu. Üstelik bu bana ilk defa olmuyordu. Daha önce defalarca yaşadığım bir şeydi bu. Evlat edinildiğimde nihayet bir ailem olacak diye sevindikten sonra da olmuştu bu. Batur'a kalbimi açıp onu hayatımın aşkı sandığımda da. Bu bana ilk kez olmuyordu. Ve bu hisle baş etmeyi artık öğrenmem gerekiyordu. Eğer hayatta kalmak istiyorsam bununla baş etmeliydim. Gerçi artık hayatta kalmak istediğime de emin değilken bununla mücadele etmeye değer miydi, bilmiyordum. Gözlerimden süzülen yaşları yok sayarken içimdeki o korkunun beni titretmesine engel olamadım.

Nikolai arada bir aynadan beni süzerken "Lâl Hanım, iyi misiniz?" diye sordu. Sesinde küçük bir telaş vardı.

Bense usulca gözyaşlarımı silerken yutkundum ve yalnızca aşağı yukarı başımı sallamakla yetindim.

Bir süre sonra araba durdu ve Nikolai "Geldik." dedi her şeyden habersiz bir biçimde. Olanları anlamaya çalışan bakışlarla benden bir tepki bekliyordu.

Bana atılan konuma gelmiştik. Arabadan inip gerçeklerle yüzleşmem gerekiyordu ama kalbim çok hızlı atıyordu. Ayaklarım titriyordu. Derin bir nefes aldım ve "Sen burada kal." dedikten sonra arabadan indim. Çitlerle çevrili bir yerdi burası. Bir at hipodromuna benziyordu, içerisinde de otantik bir kafe vardı. İnsanlar bahçesinde bir şeyler içiyordu. Sakinliğimi korumaya çalışarak çitlerden içeri girdim. Bahçeye yaklaştım. Karnım ağrıyordu. Çitlere kısa bir süre tutundum, nefes almaya çalıştım. İçimden kendime sürekli sakin olmam gerektiğini tekrarlıyordum. Merdivenleri iki basamak çıktıktan sonra onları gördüm. Zita ve Valentino. Oradaydı. Zita masada oturup bir şeyler anlatırken Valentino ayakta durmuş bir süre onu dinledikten sonra tartışmaya başladı. Çok samimi görünmüyorlardı ama bir aradalardı sonuçta. Eğer bebek varsa daha da samimi olacaklardı. Tüm dengeler değişecekti. Tam bunları düşünürken Zita'nın eli Valent'inkini yakaladı. Gördüklerim beni yaralıyordu ve gerçekleri bir tokat gibi yüzüme vuruyordu. Kalbime bıçaklar saplanıyordu. Ayakta duramayacak kadar kötü hissediyordum. Elimi kalbime götürdüm. Yumruk yapıp kalbime bastırdım. Sanki içindeki acıyı dindirebilecekmiş gibi. Sanki kalbimi sertçe yumruklarsam o acıdan kalbimin ağrısını hissedemezmişim gibi. Yutkundum. Boğazımdaki yumruyu yok edemeyeceğini bile bile. Merdivenlerden indim ve çitlere tutunarak yürümeye çalıştım. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken yumruğumu ağzıma bastırdım ve hıçkırıklarımı yuttum.

Arabanın içinde bekleyen adam beni o hâlde görünce panikle arabadan inip yanıma geldi. "Lâl Hanım!" Kollarımdan tutup arabaya kadar yürümeme yardım etti. "Ne oldu size böyle? İyi misiniz?"

Başımı iki yana salladım hiçbir şey söyleyemeden. Arabaya bindik. Bir süre öylece kalakaldım. Nikolai ön koltuktan bir şişe su uzattı bana. Sessizce alıp bir yudum içtim. Onun "Daha iyi misiniz şimdi?" sorusuna karşılık belli belirsiz başımı salladım. O şok hâlindeyken tek bir cümle çıkabildi dudaklarımdan. "Gidelim buradan." Burada görmem gereken bir şey kalmamıştı. Aslında burada bir yerim de yoktu genel olarak. Uzun uzun dışarıdaki manzarayı izledim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitsem nereye gidecektim, kalsam nasıl kalacaktım bilmiyordum.

Bir süre nereye gideceğimizi bilemez hâlde dolanıp dururken Nikolai "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

"Sen sür."

Emin olmayan bir baş işaretiyle arabayı çalıştırdı Nikolai. Haklıydı aslında. Açıkçası ben de nereye gideceğimi bilmiyordum. Daha doğrusu gitmek istediğim yeri bilsem de buralara yabancı sayılabileceğim için belli bir güzergâh yoktu kafamda. Arabayla öyle dolanıp durduk bir süre. Akşam karanlığı çökmüştü. Işıklarla süslü dar bir sokaktan geçerken gördüğüm gece kulübünün önünde "Duralım burada." dedim yalnızca. Dikiz aynasından soru dolu bakışlar atan adamı yanıtsız bırakıp arabadan indim. Arkama bakmadan "Sen gidebilirsin." dedim içeri girerken.

Peşimden gelen adam karşılık verirken karmaşık bir yüz ifadesine hâkimdi. "Gidemeyeceğimi biliyorsunuz."

Acı bir tebessümle yanıt verdim. "Merak etme, artık Valentino için o kadar önemli değilim. Beni yalnız bıraktığın için sana kızmaz." Nasıl olmuştu bilmiyorum ama aniden bir şeyler değişmişti. Valent'le bir şeyler kopmuştu aramızda. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı sanki. İçimden hayati parçalar kopup gidiyordu ve ben buna engel olamıyordum. Başıma gelen felaketlere çaresizce seyirci kalıyordum yalnızca. Kendimi değersiz, kimsesiz ve çaresiz hissediyordum. Sıfır gibi. Bilirsiniz, sıfırın bir değeri yoktur. Ama kaybedecek bir şeyi de yoktur. Ben de kaybedecek şeyim kalmadığını hissederken battı balık yan gider diye geçirdim içimden.

Kapıdan içeri girdim ve bar kısmına yürüdüm. Sert bir içki söyledim kendime. Yanıma gelen Nikolai'ye net bir tepki verdim. "Beni yalnız bırak."

"Lâl Hanım, gidemem. Biliyorsunuz."

"Dışarıda bekle o zaman, ayağıma dolanma." Kimsenin bakıcılığına ihtiyacım yoktu. Kendimle kalmak istiyordum. İçmek istiyordum. İçip sarhoş olmak. Adımı, yaşadıklarımı, her şeyi unutana kadar içip yok olmak. Bunun hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Belki de aptalın tekiydim. Valent tarafından fark edilmek için saçmalıyordum. Aslında hiçbir şey düşünerek ya da planlayarak yapmamıştım bunu. Sadece beni görmesini istiyordum. Ne hâlde olduğumu görmesini. Bu ıstıraba bir son vermesini. Gitmek ya da kalmak. Bir şeylerin netleşmesini istiyordum. Böyle arafta kalmak beni öldürüyordu. Bu acıyla tek başıma mücadele edemeyecek kadar dengemi kaybetmiştim ama onu yanımda istediğime de emin değildim. Karmaşık duygularım içimi kemiriyordu. Sağlıklı düşünemiyordum. İstediğim dördüncü içki bardağını da tek seferde kafama diktim ve boş bardağı masaya bıraktım. "Bir tane daha." Adam hızlı gittiğimi ima eder gibi uyarıcı bakışlarla bana baktığında kararlı bir biçimde yaklaşıp göz teması kurdum ve tekrarladım. "Bir tane daha." Parasını masaya sertçe bıraktım. Şuan istediğim son şey bir barmenden akıl almaktı. Başını sallayan adam bardağımı doldurdu.

Kendimi Halikarnas'ta adımı unutmak isterken bara girdiğim o gecedeki gibi hissettim. Tarih tekerrür ediyordu sanki. Yaşamlarımız da böyle küçük dejavulardan ibaret değil miydi? O geceki gibiydim. Her şeyi unutmak istiyordum ve sarhoştum. Yalnızdım. O geceden pek bir farkı yoktu hâlimin. Sadece biraz daha kırık döküktüm o kadar.

İçkimi kafaya diktiğimde yorgun ve baygın bakışlarla boş bardağa bakıyordum. Hap aldıktan sonra içki içip sarhoş olduğum, kendimi ölüme kadar sürüklediğim geceyi hatırladım. Onun beni kusturduğu gece. Valent'le birbirimizi hiç tanımayan iki yabancı gibiydik ve o zaman bile daha kıymetliydim onun gözünde. Beni kolları arasına alıp iyileştirmeye çalışan adam. Şimdi bir başka kadının yanındaydı. Belki de bebeğini doğuracak olan kadının. O artık yoktu. O olmayınca ben de yoktum. Sanki onunla var olmuştum. Şimdi kendimi yalnız, savunmasız, çıplak ve köksüz bir ağaç gibi hissediyordum. Değersiz, yok olmuş. Görmezden geliniyordum. Bu duyguyla nasıl baş edebilirdim bilmiyordum. Başımı masaya dayayıp sessiz hıçkırıklarla ağladım. O an daha iyi anladım yalnız olduğumu. Hepimiz doğarken ve ölürken yalnızdık, bu gerçeği kabullenmiştim. Hiç olmazsa diğer insanlar doğduktan sonra ve ölmeden önceki zaman dilimini sevdiği, değer verdiği ve onu seven insanlarla doldurabiliyordu. Oysa benim için yalnızlık mütemadiyen süren bir durumdu. Belki de benden kaynaklanıyordu bu durum. Bir şeyler yapıyordum ve istemeden de olsa uzaklaştırıyordum onları kendimden. Sessizce ağladığımı fark eden barmen bana döndü. "Yalnız mı geldin? Yanında kimse yok mu?" Bir yanıt vermedim, midem bulanıyordu. "Arayabileceğin kimse yok mu?"

Hayal kırıklığıyla baktım hiç tanımadığım adama. "Kimsem yok benim." Çantamı alıp sallana sallana yürütmeye başladım barın içinde. Çıkışa doğru yürürken kalçamda bir el hissettim.

Gözlerimi açık tutmaya çalışırken arkama baktım ve adamın biri arkamdaydı. "Tatlım, bu gece biraz eğlenmek istemez misin?"

Öfkelendim. "Ne yapıyorsun sen be?" Yarı baygın bir biçimde bir yumruk sallayacakken ne olduğunu anlamadan beni taciz eden adam esaslı bir yumruk yedi. Benden yemediği kesindi çünkü o an değil yumruk atmak, ayakta durmaktan bile aciz olan ben gözlerimi bile açamıyordum.

Kendimi biraz zorladım ve adamı yumruklayarak yere seren adamın Nikolai olduğunu gördüm. Yere düşen adamı hınçla yumruklamaya devam ediyordu ve çok öfkeli görünüyordu. "Elini kırıp götüne sokmamı istemiyorsan siktir git buradan seni orospu çocuğu!" Zoraki ayağa kalkıp kaçan adama kısa bir an baktıktan sonra bana döndü. "İyi misin?" Elleri kollarımı bulduğunda "Neden bu kadar içtin?" diye sordu. Benimle ilk defa senli benli konuşuyordu. Bunun üstünde duramayacak kadar sarhoştum. Aklım yalnızca Valent'e olan özlemimle doluydu. Şuan yanımda olmasına öyle ihtiyacım vardı ki. Ancak bunu söyleyemezdim çünkü olacaksa da kendi isteğiyle yanımda olsun isterdim. Mecburiyetten ya da yanımda olması gerektiğini düşündüğü için değil. O ise dikenlerimi çıkardığım ilk an çekip gitmişti. Bir mecburiyet gibi hissetseydi gitmezdi. Uzun lafın kısası, onu kaybetmiştim. Beni tutan adamın kollarına yığıldım güçsüzce, o beni tutup sarılmasa yere düşüverecektim. Ona tutundum ve annesine dert yanan bir çocuk gibi kollarının arasında "Onu kaybettim." diye sızlandım ağlamaklı. "Artık beni istemiyor."

Kısa bir an duraksayan adam beni kollarında tutarken "Yüzünü yıkayalım, biraz kendine gel." demekle yetindi. Beni personel tuvaletine götürdü. Saçlarımı arkaya atıp yüzümü yıkadı. Bense aklım gidip gelirken pek bir şey hatırlayacak durumda değildim. Hatırladığım tek şey belli belirsiz sözlerdi. Kimin söylediğini ayırt edemediğim "Sen çok özel bir kadınsın. Mutlu olmayı hak ediyorsun ve olacaksın da. Sana söz veriyorum." sözü. Anlam veremedim. Gözlerimi tekrar açabildiğimde evimizin yatak odasında, yatakta oturuyordum. Valent önümde diz çökmüş bana yalvarıyordu. "Yalvarırım bunu bana yapma. Kendine de bana da acı çektirme, lütfen." O kadar ütopik bir sahneydi ki gerçek olup olmadığına bile emin değildim. Valent ve diz çökmek. Çok saçmaydı. Kesin saçma sapan bir sarhoş rüyasıydı. Ayrıca bana yalvarmaktan daha önemli dertleri olduğuna da emindim. Zita'yla doğacak bebeklerine bir düzen kurmak gibi. Kendimden geçerken bile kâbus gibi üzerime çöken bu şeyleri düşünmek istemezdim.

❝Valentino❞

Defalarca arayıp görüşmek için ısrar edince Zita'nın görüşme teklifini kabul etmiştim. Bazıları için kulağa ruhsuzca ve canice gelebilirdi ama Zita'nın bana ait bir bebeği taşıma ihtimali beni heyecanlandırmıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu umurumda bile değildi. Şefkatten çok uzaktı biliyordum ama ben zaten hiçbir zaman şefkat timsali bir adam olmadım. Şuan umurumda olan tek şey evde dağılan Lâl'i nasıl toplayabileceğimdi. Ona her yaklaştığımda dikenlerini çıkarıp beni yaralıyordu. Beni kendinden uzaklaştırmıyordu. Yanında istemiyordu. Oysa bunu birlikte aşmak isterdim. Onu kollarıma alıp teselli etmek isterdim. Ne yazık ki Lâl bebeğimizin kaybına onun kadar üzülmediğimi düşünüyordu. Ona göre ben insani duygulardan uzak bir adamdım. Belki de haklıydı. İnsani duygularla pek alakam olmamıştı. Ama bu farklıydı. O bizim bebeğimizdi. Varlığını öğrendiğimde nasıl benden uzak bir duygu yaşar gibi heyecanlandıysam onu kaybettiğimizde de aynı biçimde üzülmüş, bir uçuruma çakılmış gibi hissetmiştim. O benim bebeğimdi. Bizim bebeğimizdi. Ve ben onları koruyamamıştım. Belki de bu yüzden Lâl'in beni yanında istememesine saygı duyuyordum.

İsteksiz bir biçimde merdivenleri çıktım ve buluşacağımız mekâna göz gezdirdim. Gelmemiş olmasını umsam da kenardaki masada oturmuş beni bekliyordu. Masaya yaklaşıp ilgisizce oturdum. "Ne istiyorsun?"

"Valent, ne demek ne istiyorsun? Söylediklerimin senin için bir önemi yok mu? Bir bebeğimiz olabilir dedim sana! Beni bir kere bile aramadın! Merak dahi etmedin!"

Onun aksine sakin bir ifadeyle ellerimi masaya koydum ve sağ elimi kaldırarak onu durdurdum. "Zita, sana o zaman da söylemiştim. Bu bebek, senin kararındı. Bana haber dahi vermeden yaptın bunu. Şimdi yanında olmamı nasıl bekliyorsun anlamıyorum." Tam konuşacakken net bir biçimde ekledim. "Bu kararı yalnız verdin, sonucunda da yalnızsın. Ben yokum, anlıyor musun?"

Şaşkınlıkla gözlerini kıstı kadın. "Nasıl bu kadar katı olabiliyorsun? Valentino, bahsi geçen şey senin ve benim bebeğimiz? Ne demek bu konuda yalnızsın?"

"Söylediklerim gayet açık, Zita. Bu konuda bana danışmadın. Bilgim dahilinde bile olmadan benim spermlerimi kullanarak hamile kalmaya çalıştın. Aslında bir suç işledin farkında mısın? Seni dava bile edebilirim."

"Valentino, bu bebeği kabul etmezsen neler olacağını tahmin edebiliyor musun?"

Neyi kast ettiğini çok iyi anlıyordum. Olası bu bebeği kabul etmemem iki güçlü mafya ailesi arasında yeni ve öncekinden daha büyük bir savaş çıkması için gayet makul bir sebepti. İç geçirdim. "Zita, inan umurumda bile değil. Bu konu senin sorumluluğunda, ben yokum. Beni hiçbir şeye zorlayamazsın, çok iyi biliyorsun. Lâl ile çok zor bir dönemden geçiyoruz, onun yanında olmalıyım. Onu üzecek bir şey daha yapmana tahammülüm kalmadı, bizden uzak dur."

Hayretler içinde "O kadın senin aklını bulandırmış. İnanamıyorum." diye sayıkladı Zita.

Bense tartışmaya girme gereği bile duymadan karşılık verdim. "Bu seninle son görüşmem. Bir daha beni arama. Bizi rahat bırak."

Tam masadan kalkmak üzereyken elimden yakalayıp beni durdurdu. "Castelli ailesi sana yeniden bir komplo düzenleme hazırlığında." diyebildi yalnızca. Az önceki şoku atlatmamış gibi bir hâli vardı. Söylediklerimi hazmetmeye çalışıyor olmalıydı.

Hafifçe kaşlarımı çattım. "Neden beni korumaya çalışıyorsun hâlâ?"

Karnına dokundu kadın. "Sen bizi kabul etmek istemiyor olabilirsin ama bebeğimin babasını kaybetmek istemiyorum. Bir gün pişman olup bize döneceğin günü bekleyeceğim. Bize tek parça dönmeni istiyorum."

"Ortada öyle bir bebek bile yok henüz. Olayları dramatize etmeye bayılıyorsun değil mi?" Elimi kadından kurtardım. "Böyle bir şey asla olmayacak." Arkama bile bakmadan masadan ayrıldım ve az önce çıktığım merdivenlerden inmeye başladım. Luigi'yi arayıp bu yeni haberi paylaştım. Castelli ailesiyle ilgili gereken yapılacaktı.

Arabaya bindim ve birkaç saniye nereye gideceğimizi söylememi bekleyen şoförü görmezden gelerek başımı arkaya yaslayıp gözlerimi kapadım. Wendy'yi aradım, meşguldü. Lâl'in nerede olduğunu merak ediyordum. Evi aradım. Nina çıktı. "Lâl ne durumda?" diye sordum.

"Lâl Hanım hava almak için dışarı çıktı."

Sinirlenmeye her an hazır bir biçimde "Tek başına mı?" diye sordum.

"Hayır, Nikolai yanındaydı."

Telefonu kapattım. Şoföre bir barın önünde durmasını söyleyip arabadan indim. Sakin bir yerdi sık sık geldiğim bu bar. En sessiz köşesine geçip bir içki söyledim. Güçlü olmak ve güçlü kalmak. Hayatımın neredeyse tamamını kaplayan bir beceriydi bunlar. Ancak şimdi olanlara karşı güçlü kalmak o kadar zordu ki. Sevdiğim kadın gözlerimin önünde acı çekerken. Hem de benim yüzümden.

İkinci içki bardağımı yudumlarken telefonum çaldı. Arayan Nikolai'ydi. Açtım.

"Don Riccardo."

"Evet."

"Lâl Hanım..."

Sakinliğimi koruyarak "Ne oldu?" diye sordum yalnızca. Bir şeylerin ters gittiğini adamın ses tonundan anlayabiliyordum.

"Bir gece kulübüne geldi. Ve... Çok içti. Kendisini eve götürmek istedim ama bunu kabul etmiyor."

Sesli bir nefes aldım ve sağ elim burnumun direğinde dolanırken sakin kalmaya çalıştım. "Konum at." Telefonu kapattım. Lâl. Her şeyi olabildiğince zorlaştırmaya programlanmış gibiydi. Bebeğimizin kaybı onu derinden sarsmıştı ve nasıl toparlanacağımızı bilmiyordum.

Kulübe ulaştığımda Nikolai Lâl'i kollarıyla sarmış dışarı çıkarmaya çalışıyordu ama Lâl aksi bir ifadeyle çıkmama konusunda diretiyordu. "Ya bırak beni! Bir yere gitmiyorum ben."

Lâl'in hâlini görünce öfkeli bakışlarım Nikolai'ye döndüm ve azarlayıcı bir ses tonuyla söylendim. "O bu kadar içerken sen neredeydin?"

"Efendim... Gitmemi istedi, gitmedim. Ama içmesine de engel olamadım."

Sinirle soluduktan sonra Lâl'e döndüm. Usulca yanına yaklaştığımda beni gören kızın baygın bakışlarına kinaye eklendi. "Ooo kimleri görüyorum!" Yanındaki adama döndü. "Nikolai, baksana kim gelmiş! Valentino Riccardo teşrif etmiş!" Alaycı bir ifadeyle bana bakarken sözlerindeki suçlayıcılık tuhaf bir biçimde amacına ulaşıyordu. "Sonunda varlığımı hatırlamış bakar mısın? Eee tabii iki kadını birden idare etmenin de bir zorluğu var. Biriyle gezip tozarken öbürünü unutuyorsun. Biz de ne yapalım? Sıramızın gelmesini bekliyoruz."

"Saçmalama, Lâl. Hadi, gidiyoruz." Sakinlikle yanına yaklaştım.

Koluna dokunduğumda öfkeyle geri çekildi. "Dokunma bana!" Sert bir hamleyle uzaklaştı benden. "Git! Kimin yanından geliyorsan ona git! Benden uzak dur!" Nikolai'nin kollarından da kurtuldu. "Sen de bırak, gidin! Kimseyi istemiyorum. Benim kimseye ihtiyacım yok. Kendim yürürüm." Yürümeye başlayan yeni bir çocuk gibi temkinli ve sarsıntılı bir adım attıktan sonra diğer adımıyla yere kapaklandı.

Öfkeme hâkim olmaya çalışarak kollarından tuttum ve onu kaldırdım. "Bu kadar yeter." Onu tüm bağırış çağırışlarına rağmen kucakladım. "Gidiyoruz."

"Bırak beni!"

"Lâl, bunu neden yapıyorsun? Daha iyileşmedin bile!"

"Umurunda mı, Valentino? Henüz iyileşmemiş olmama rağmen beni bırakıp giden sen değil misin?"

"Beni yanında istemeyen sendin!"

"Bırak bunları Allah aşkına ya! Sen de fırsat bu fırsat kendini Zita'nın kollarına mı attın?"

Ne dediğini anlamıyordum bile. Geçiştirdim. "Sarhoşsun, Lâl. Bunları ayıldığında konuşuruz."

Yarı uyur yarı uyanık bir biçimde sayıklayan kızı arabaya bindirdikten sonra ben de bindim. Alnına dokundum. Biraz ateşi vardı. Onun gözleri kapalıyken anlamsız söylenmelerini çözmeye çalışıyordum. Hiçbir şey anlaşılmıyordu.

Eve geldiğimizde onu kollarıma alıp yukarı, odamıza çıkardım. Banyodaki kabine soktum ve suyu açtım. Soğuk suyun şok etkisiyle küçük bir çığlık attı. "Ne oluyor ya? Ne yapıyorsun?"

"Seni kendine getirmeye çalışıyorum." Islanmayı umusamadım ve iyice ayılması için kucağıma çektiğim kadını ılımaya başlayan suyla ıslatmaya devam ettim. Yanaklarına yapışmış saçları kenara çekip yüzüne baktım. "Kendine geldin mi biraz?"

Gözlerini aralayan kadın kucağımdan geri çekildi. "Tamam, bırak." Usulca itti beni. "Ayıldım. Bırak." Gözlerine baktım ve bir şeyler söylemesini bekledim. Ama bakışları bana tamamıyla yabancıymış gibi bakıyordu. "Çık dışarı, soyunacağım."

"Seni bu hâlde bırakacağımı sanıyorsan yanılıyorsun."

Alaycı bir tebessümle "Sen beni daha kötü hâllerde de yalnız bıraktın Valentino, inan hiç sorun olmaz. Sen keyfine bak."

"Ne saçmalıyorsun Lâl?"

"Valentino, çık dışarı."

"Benimle inatlaşma, Lâl. Çıkmıyorum." Söylene söylene ayağa kalkan kadın yüzünü ekşiterek karnını tuttu. Ne olduğunu anlamadığım için endişelendim. "Lâl, iyi misin?" Bana yanıt vermeden aceleci bir hâlde kendini kabinden dışarı attı ve klozete kustu. Uzanıp saçlarını tuttum. İçindeki her şeyi çıkardıktan sonra yüzünü yıkadım. Uykulu yüz hatlarından anlaşıldığı gibi bana laf söyleyemeyecek kadar halsizdi.

Üzerindeki ıslak kıyafetleri çıkarıp havluya sardım ve kucakladığım gibi yatağa götürüp yatırdım. Yüzündeki ıslak saçları kenara itip önce saçlarını, sonra yanağını okşadım. "Lâl, bebeğim..." Dudaklarımı alnına götürdüm. Hâlâ ateşi vardı. "Bebeğimiz gitti. Seni de kaybedemem." Sayıkladım. "Kaybedemem." Gözleri kapalı, anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu. Kendinde miydi tam olarak bilmiyordum ama bana yanıt verdiğini düşündüm. Ne söylediğini anlamak için eğildim. "Ne dedin?"

"Bebeğim... Ne olur beni de al yanına..."

Acıyla gözlerimi kapadım. Duyduğum sözler fiziki acıdan daha büyük bir acı hissettiriyordu bana. Hayatımda yaşadığım en nadir şeylerden biri oldu, kontrolsüz bir biçimde gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Bilinçsizce yatakta doğrulan ve oturmaya çalışan kızın önünde diz çöktüm. Bu duruma dayanamıyordum artık. "Lâl... Yalvarırım bunu bana yapma artık. Kendine de bana da acı çektirme, lütfen." Ellerine kapanıp başımı ona yasladım sayıklayarak. "Lütfen... Lütfen yapma bunu artık. Lütfen..."

Usulca gözleri kapanan yarı baygın kızı yatağa yatırdım ve üzerini örttüm. Işığı kapatarak odadan çıktım. Bütün gece uyuyamadım. Salondaki koltukta başımı ellerimin arasına almış bir biçimde düşünerek öylece oturdum. Bu acının bitmesini bekledim. Kafamdaki Lâl'in sözlerinin durmasını bekledim.

"Baba olmak istemekle bitmiyor, Valentino Riccardo! Anne baba olmak o kadar kolay değil. İstemek yetmiyor. Fedakârlık istiyor, özveri gerektiriyor. Bir bebeğimiz olmasını çok istiyordun, bana güven diyordun, bizi her şeyden koruyacağını söylemiştin ama koruyamadın!"

Beni bebeğimizin katili olarak gören sevdiğim kadının sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Bir vicdan azabı gibi dönüp dolaşıp tekrarlanıyordu. Gözlerimi kapattım ve onun haklı sözlerini yutmaya çalıştım. Beni yiyip bitirecekmiş gibi hissettiren bu azabın son bulmasını beklemekten başka çarem yoktu.

❝Lâl❞

Başım zonkluyordu. Neredeyse gövdemden ayrılacaktı sanki. Ağzımda bok gibi bir tat varken memnuniyetsizce gözlerimi araladım. Odaya giren en ufak bir ışık hüzmesi gözlerimi yerinden çıkacakmış gibi acıtıyordu. Elimi birinin tuttuğunu anca o zaman fark edebildim. Başımı o yöne çevirdiğimde Wendy yanımda oturmuş elimi tutuyordu. "Kendine geldin sonunda."

Hiçbir şey söylemedim. Yüzümü ekşiterek yerimden kıpırdandım. Dün geceye dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Neler olmuştu, ne yapmıştım? Bilmiyordum. Başımdaki ağrı dayanılmaz bir hâl alınca şikâyet eder gibi kendi kendime söylenmeye başladım. "Offf... Başım çatlıyor."

"O kadar içersen olacağı bu." Çocuğunu azarlayan bir anne gibi tepki verdikten sonra yüzü yumuşadı. "Neler oluyor, Lâl? Nasıl bu hâle geldiniz?"

Nefes aldıktan sonra "Bilmiyorum, Wendy." dedim. Çünkü bilmiyordum. Bu hâle nasıl geldiğimize dair en ufak bir fikrim yoktu. Bir şeyler olmuştu ve hayatımız tepetaklak dönmüştü. Kavuşmak için can atan iki âşıkken birdenbire aynı evde iki yabancıya dönüşmüştük. Aramızda geri dönülemez yollar yıkılmıştı ve birbirimize ulaşmamızı engelliyordu. Dün onu Zita'yla gördüğümde hayatımızda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Bunu en büyük samimiyetimle hissedebiliyordum. "Sanırım artık yolun sonuna geldik." Bu cümleyi kurmak benim için zor olsa da gerçek buydu. En zor zamanımda elimi bırakan adamı eski karısıyla gördüğüm an her şeyin geri dönülemez bir noktaya geldiğini, artık kendi isteğimle bile bir şeyleri düzeltemeyeceğimi anlamıştım acı bir şekilde.

Hayret ve üzüntüyle yüzüme bakan Wendy itiraz etti. "Bu şekilde bitemez. O kadar engeli aşıp birbirinize kavuştuktan sonra bu kadar basit bir şekilde bitemez." Başını iki yana sallarken gerçekleri kabullenmek istemiyordu. "Böyle bitemez."

Bir şey söylemedim. Onu Zita'yla gördüğümü, olası bir bebeğin varlığıyla savaşamayacağımı, içimdeki tarifi olmayan kırgınlıkları anlatmadım. Hayalperest dünyasında her şeyin düzeleceğine dair açık kapı bırakmasına, buna inanmasına izin verdim. Benim hayallerim başıma yıkıldı diye herkesin hayallerini yıkmamın bir anlamı yoktu.

Sessizliğime karşılık elimi tuttu Wendy. "Lâl, biliyorum çok olmadık bir zamana denk geldi ama gitmek zorundayım."

"Nereye?"

"Bir süreliğine Türkiye'ye dönmek zorundayım."

Yatakta hafifçe doğrulup merakla yüzüne baktım. "Hayırdır, ne oldu? Her şey yolunda mı?"

"Pek yolunda değil." Dudağı memnuniyetsizce kıvrıldığında bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım.

Aklıma ilk anda babaannesi gelmişti. Ailesi ve hayatı hakkında pek konuşmayı seven biri değildi ama babaannesinin rahatsız olduğundan azıcık da olsa bahsetmişti. Hemşirelik okurken babaannesinin hastalığı yüzünden mezuniyetine bile katılamadan apar topar Hollanda'ya dönmek zorunda kaldığını, hastalığında ona refakat edip biraz iyi hissettikten sonra doktorun da izniyle onu Türkiye'ye, babasının yanına getirdiğini anlatmıştı. Benimle telefon arkadaşlığı Hollanda'da olduğu zamanlarda başlamıştı anlattığı kadarıyla. Bunun dışında hayatıyla ilgili pek bir bilgim olmadığı için aklıma ilk gelen babaannesinin hastalığının kötüleşmiş olabileceği gelmişti. "Babaannen mi?"

Umutsuzca başını salladı. "Alzheimer'ı ilerlemiş. Bu da yetmezmiş gibi böbreklerinde sorun varmış sanırım, tam olarak bilmiyorum. Gidince öğreneceğim. Bildiğim tek şey bakıma muhtaç olduğu." Başını iki yana sallayarak "Ufuk ve benden başka kimsesi yok." diyebildi.

Onaylayarak başımı salladım. "Tabii ki gitmen gerekir Wendy, hem senin için de değişiklik olur. Babaanneni görmüş olursun. Onu ne kadar özlediğinden bahsetmiyor muydun? Onu merak ediyordun." Elimi elinin üzerine koydum. "Git ve gör onu. Sana da iyi gelecek."

Mahcup bir ifadeyle başını öne eğdi. "Böyle de hiç içime sinmiyor, Lâl. Daha yeni düşük yaptın. Bana en ihtiyacın olan zamanda-"

"Wendy, saçmalama. Ben başımın çaresine bakarım." Geçiştirircesine ekledim. "Abartılacak bir şey yok. Olan olmuş zaten. Sürekli başımda durman bir şeyi değiştirmeyecek ki. En azından babaannene bir faydan dokunacak, bir de böyle düşün." Ağzını arar gibi "Luigi de gelecek mi seninle?" diye sordum.

Omuz silkti aksi bir ifadeyle. "Aaa ne münasebet canım? Niye gelsin? Hiç gerek yok."

Anlaşılan aralarında soğuk rüzgârlar esiyordu. Aralarının bozuk olduğu aşikârdı. Üstelemedim. "İyi bakalım. Ulaşınca beni haberdar et mutlaka, babaannenle ilgili haberlerini de eksik etme tamam mı?"

"Tamam, merak etme." Şakayla karışık yargılayıcı bakışlarla ekledi. "Sen de kendine mukayyet oldu. Dün geceki gibi götü başı dağıtma."

Tebessüm ederek onayladım. "Olur, dağıtmam."

Wendy'le vedalaştıktan sonra bir duş aldım. Kapı tıklatılıp içeri Nina girdiğinde kahvaltının hazır olduğunu, Valentino'nun beni beklediğini söyledi. Başımla onayladım. Gri eşofmanım ve beyaz tişörtümü giydikten sonra aşağı inmeye hazırdım. Yavaş adımlarla merdivenlerden aşağıya indim. Ruhum çekilmiş gibi hissediyordum. Yorgundum. Hiçbir şeye tepki veremeyecek kadar halsiz hissediyordum. Tartışmak, kavga etmek bile bir efor gerektiriyordu benim için, ona bile hâlim yoktu. Bu ilişkinin böyle gitmeyeceğini anlamıştım, yolun sonuna geldiğimizin de farkındaydım ama bunu kabullenmeye ya da bitirmek için adım atmaya cesaretim ve gücüm yoktu. İnceldiği yerden kopsun dedim sadece.

Aşağıya indiğimde Valentino telefon görüşmesini yeni sonlandırmıştı ve bana bakıp hiçbir şey olmamış gibi "Günaydın." diyerek masaya oturdu. Aramızda hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyordu ve bu üzerinde çok eğreti duruyordu.

Baş işaretiyle onaylayarak karşısına oturdum. Yardımcılardan biri gazeteleri getirdi. Valent kahvesinden yudum aldıktan sonra gazeteyi incelemeye başladı. Nina bir isteğim olup olmadığını sorunca "Bitki çayı alabilirim, teşekkürler." dedim. Telefondan haberleri kurcaladım öyle sessizlik içinde sıkılırken. Manşetlerde Vural'ın adını görünce merakla tıkladım habere.

"KORKUNÇ SUİKAST!

Ülkenin ileri gelen politikacılarından Adnan Sezer ve oğlu Vural Sezer dün gece bir felaketin kıyısından döndü. Dün gece katıldıkları bir davet sırasında evleri havaya uçan Sezer ailesi, bu durumun basit bir elektrik probleminden kaynaklanmış olabileceğini söylerken iddialar Sezer ailesine bir suikast düzenlendiği yönünde."

Haberin devamını okuma gereği duymadan Valentino'ya döndüm. Gayet rahat ve sakin görünüyordu. "Vural'ın evini sen mi havaya uçurttun?" Onunla aynı sıradanlıkta, sanki bakkaldan iki ekmek aldın mı tarzı basit bir soru sorar gibi bir tepki verdim.

Elindeki gazeteyi hafifçe silkeleyip sayfayı çevirirken "Yaptıklarının bir bedeli olmalıydı." yanıtını verdi yalnızca.

Herhangi bir yanıt vermedim. Tepkisiz kaldım. Ne söyleyecektim ki? Yaşadıklarımdan sonra öyle bir şey olmuştu ki hissizleşmiştim sanki. Olduğum kişi değildim. Düzgün düşünemiyordum, doğru karar veremiyordum. Atmosferdeki boşlukta süzülür gibi savruluyordum bir o yana bir bu yana. Her şeye karşı hissizleşmenin hakkını verir gibi bu suikast olayına karşı da umursamaz davrandım. Düşünecek daha büyük problemlerim yokmuş gibi bir de Vural'ı düşünecek hâlde değildim. Bebeğimi kaybetmemin bir sebebi de Vural ve Başkan değil miydi zaten?

Nina'nın getirdiği bitki çayından bir yudum aldıktan sonra masadaki sessizliğe tahammülüm kalmamıştı. Valent'in sohbetine doyum olmuyordu. Yavaşça masadan kalktım. "Ben doydum, sana afiyet olsun." Bir adım atacakken Valent'in sözüyle duraksadım.

"Lâl, biraz durur musun?" Arkama döndüm ve ona baktım. Herhangi bir şey söylemeden ne diyeceğini bekledim. "Biraz konuşmak istiyorum." dedi. Savaş baltalarını gömmüş gibiydi, uzlaşmacı yaklaşıyordu.

Benim de tartışmaya takatim olmadığı için ters tepki vermedim. Yorgun ve umursamaz bir tavırla sordum. "Ne konuda?"

"Bizimle alakalı." Sanki biz diye bir şey kalmış gibi. "Oturur musun?" diye ricada bulunduğunda belki de bu bir ayrılık konuşmasıdır diye düşündüm.

Sözünü ikiletmeden oturdum. Aramızdaki soğuk sessizlik sürüp giderken ben de salmıştım artık bazı şeyleri. "Seni dinliyorum."

"Çok zor bir dönemden geçiyoruz, Lâl. Bunun farkındayım. Kafanda bir sürü soru işaretleri olduğunun da farkındayım."

"Biliyor musun Valentino, inanmayacaksın ama kafamda hiçbir soru işareti yok. Kalmadı, bitti."

"Ne demek bu?"

Kavga etmekten uzak olduğu gibi bir şeyleri düzeltme gayreti bulunmayan bir ifadeyle boş verdim. "Bir şey demek değil, Valent. Açıkçası benim açımdan konuşulacak bir şey yok. Ben sadece seni dinliyorum."

Temkinli bir biçimde yüz ifadelerimi inceledikten sonra sözlerine devam etti. "Zita'yla ilgili hiçbir konu beni ilgilendirmiyor, bunu kendisine de söyledim. Artık ikimizin de hayatını netleştirmesi gerekiyor, her şey bir düzene girmeli. Herkes yerini bilmeli. Bu yüzden evlilik hazırlıklarını durdurmadım hatta hızlandırdım. Beklemenin bir anlamı yok, zaten bebek için evlenmiyorduk, ikimiz de istediğimiz için vermiştik bu kararı. Bizim için hiçbir şey değişmedi. Bu yüzden planladığımız tarihte nikâh törenimizi yapalım diyorum. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?"

Birbirini anlamayan, anlasa da sürekli yanlış anlayan iki kişinin doğru düzgün düşünmeden ya da sırf bir düzene girmek için verdiği bir kararla evlenmesi kadar saçma bir şey duymamıştım. Üstelik henüz bebeğimizi yeni kaybetmişken. Sanki birilerine inat olsun diye acımı kalbime gömüp düğün dernek yapamazdım. Ayrıca eğer bir bebek varsa Valent'in bu kararı verdiğine pişman olacağını da adım gibi biliyordum. "Ne evlenmesi Allah aşkına Valentino?" diye itiraz ettim sakin bir biçimde. Agresiflikten çok uzak, yorgun bir ifadeyle karşı çıkmıştım bu isteğine. "Biz bebeğimizi daha yeni kaybettik. Düğün derneğin sırası mı şimdi?"

"Lâl, seni anlıyorum ama bir şekilde hayatımıza devam etmek zorundayız. Tamam, belki nikâh için acele ettim. Henüz erken hissediyor olabilirsin ama bu acıya saplanıp kalmamız ne kadar doğru?"

"Valentino, biz bu acıya saplanıp kalmadık. Ben saplanıp kaldım. Sen maşallah hayatına devam ediyorsun zaten." Kavgaya mahal vermemek için ekledim. "Seni yargılamıyorum. Yani en azından artık birilerini yargılayamayacak kadar yorgunum. Senden acını benim kadar yoğun yaşamanı da beklemiyorum. Ama sırf bazı şeylerin yolunu kesmek için yanlış ve acele kararlar verip beni de bu kararlara sürükleme olur mu? Çünkü bebeğimizi kaybetmişken, yeni bir bebeğin varlığı söz konusuyken, ilişkimiz sallantıdayken düşünmemiz gereken son şey belki de düğün." Bir şey söylemesine fırsat vermeden merdivenlere yöneldim ve odama çıktım. Başım hâlâ çatlıyordu. Odaya ulaştığımda kahvaltı masasında arkamda şaşırmış bir biçimde bıraktığım Valentino şoförün açtığı kapıya yürüyüp arabasına bindi ve gözden kayboldu. Bir süre camdan dışarıyı seyrettim kollarımı kavuşturarak.

Telefonumun zil sesi beni düşüncelerimden sıyırırken arayanın Wendy olabileceğini düşündüm. Belki uçağa bindiğini haber vermek için aramış olabilirdi. Ancak telefon ekranında yabancı bir numara vardı. Aynı yorgun ifadeyle aramayı yanıtladım. "Efendim?"

"Merhaba, Lâl."

Yine o sinir bozucu robotik ses. "Bana bak dokuz musun sekiz misin, ne istiyorsan git derdini Valentino'yla hallet! Zaten canım burnumda, ayarlarımı bozma benim."

"Ben..." Duraksadı. "Ben bebek için üzgün olduğumu söylemek istedim sadece."

Anlayamamıştım ve bunu gizlemedim de zaten. "Düşmanının bebeği doğmadı diye niye üzüldün anlamadım."

"Ben Valent için üzgünüm demedim, seni ve bebek için üzgünüm dedim."

"Dost Acı Söyler kitabın satmayınca Düşmanlar da Ağlar kitabınla mı şansını denemek istedin?" Akıllısı beni bulmaz, delisi peşimden ayrılmaz. Sessizce sabır çektim. "Bana bak, Valent'e Dokuz'u sor, Anna'yı sor dedin eyvallah. Ama bunlar beni ilgilendirmiyor. Benim derdim bana zaten yetiyor, bir de senin çıkardıklarınla uğraşamam. Neyse sorunun çık Valent'in karşısına, er meydanında kozlarınızı paylaşın. Böyle telefon sapığı olarak hayatımıza sızmaya çalışma."

"Lâl... Ben Valent'in düşmanıyım, senin değil. Aslında sana iyilik bile yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim." Sabırla onu dinliyordum, neler zırvalayacaktı acaba? "Bebek ve sen... Valent ikinizi de bir an olsun hak etmedi. İkinizi de koruyamadı."

"Eee, sana ne bundan? Bizim hayatımızla, onun beni hak edip etmemesiyle neden bu kadar ilgileniyorsun?"

"Sonun Anna gibi olsun istemiyorum sadece. Bunu hak etmiyorsun, Lâl. Daha iyisini hak ediyorsun." İç geçirdi telefonun diğer ucundaki robotik ses. "Zita olayı patlak verdiği hâlde neden hâlâ oradasın anlamak güç."

Açık konuşmak gerekirse bunu ben de anlamıyordum ama elbette bunu telefonun diğer ucundaki ney düğü belirsiz bir yabancıyla paylaşacak değildim. "Bizim aile meselelerimiz seni ilgilendirmez." Telefonu suratına kapattım sakince. Sırlar ve yalanlardan bunalmıştım. Benim geçmişim, onun geçmişi, ikimizin de sırları... Beni çok boğmuştu. O yüzden artık Anna'yı da ona ne olduğunu da bilmek istemiyordum. Merak etmiyordum.

Öte yandan burada neden kaldığıma gelince... Telefondaki adama posta koymak kolay. Kendime bunun hesabını nasıl verecektim? Sahi, ben hâlâ neyi bekliyordum? İçten içe Valent'le kopmayacağımın farkındaydım. Zita'nın bebek olayı netleşsin diye mi bekliyordum? Bebek olmasa ne olacaktı? Valent'le devam mı edecektik? Bebek varsa ne olacaktı? Her şeyi yutup oturacak mıydım sanki? Ben, nişanlım ve hamile eski karısı. Biz kocaman bir aileyiz. Böyle mi olacaktı? Ne yaptığımı da ne yapacağımı da o kadar bilmiyordum ki. Keşke bir şeyleri düzeltebileceğim bir sihirli değneğim olsaydı. Bebeğimi geri getirebilseydim. Valentino aramızdaki şeyleri onarmaya çalışırken bu çabayı samimi buluyor muydum bilmiyordum ama kısa bir an kendimi çabalamadığım için suçlu hissettim. Sanki bu ilişki için yalnızca o çabalıyormuş gibi. Her şeyi eski hâline çevirebilseydim, onunla güzel günlerimize geri dönebilseydik... Böyle bir şey mümkün müydü? Yeniden bir bebeğimiz olsaydı bu acının yara bandı olabilir miydi?

Aradan günler geçerken Valent'le gerekmedikçe öyle eskisi gibi derin sohbetlere girmiyorduk. Wendy'nin Türkiye'ye gitmesine yardımcı olduğu için onunla ilgili bir iki kelime ediyorduk. Bazen kahvaltılarda ya da akşam yemeklerinde denk düşüyorduk, hepsi o kadar. Sanki kavga etmemek için bilerek işlere yoğunlaşıyordu. Aramızdaki bu karmaşık hâle gelmiş ilişkiyi nasıl çözeceğimize dair en ufak bir fikrim yoktu. Acaba çok mu üstüne gitmiştim? Bu zamana kadar ilişkiyi kurtarmak için hep o çaba göstermişti. Bense yanıma yaklaşmasına bile izin vermemiştim. Öte yandan Zita meselesi aklıma geldikçe tabii ki haklısın deyip kendimi gazlıyordum. İnsanın belirsizlikler arasında sakin kalarak varlığını sürdürmesi ne zor şeymiş. Gün geçtikçe aramızdaki uçurumlar derinleşiyormuş gibi hissediyordum. Bebeğimin acısı kalbimi yeterince yaralamıyormuş gibi Valentino'yla da aramızdaki bağ kopmaya yüz tutmuştu. Bir şeyler yapmalıydım. Acımı unutturacak, Valent'le yeni bir sayfa açmama yardımcı olacak bir şeyler yapmalıydım. Belki de ilişkimize son bir şans vermeliydim. Onu Zita'yla gördüğüm anı aklımdan silmeye çalışarak, gururumu ayaklar altına alarak böyle düşünüyordum. Sağlıklı düşündüğümden emin değildim. Kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum. Bir dediğim bir dediğimi, bir düşündüğüm bir düşündüğümü tutmuyordum. Benliğimi kaybetmiştim ama çözüm bulma çabamdan ödün veremiyordum. Doğru mu yapıyordum yoksa yanlış mı bilmiyordum ama bir adım atmam gerektiğini hissediyordum. En azından kendim için. En azından acımı dindirmek ya da bir yara bandıyla kapatabilmek için.

Akşam yemeği hazırlanırken kıyafet dolabımdan güzel bir şeyler seçtim. Diz hizamın biraz üstüne gelen bordo renkli bir elbise, altına ona uygun bir ayakkabı, hafif bir makyaj yaptım. Belki de artık yas bitmeliydi. Bir bebeğin kaybını yeni bir bebek geri getirebilirdi. Bir şekilde içimdeki bu dayanılmaz acıyı söküp atabilirdi, kim bilir...

Nina yemeğin hazır olduğunu söylediğinde son kez aynada kendime baktım ve aşağıya indim. Valentino henüz yeni gelmişti, kapının hizasından masaya doğru yürürken beni gördü. Uzunca bir sure bakışları bende gezindi ve sonra benimle eş zamanlı olarak masaya oturdu. "Bugün çok güzelsin."

"Teşekkür ederim."

Wendy gittiğinden beri Paola hala bir şekilde bana destek olmaya çalışıyordu ama onun da bir evi olduğu gerçeği vardı. Bu yüzden onu iyi olduğuma ikna edip geri göndermiştim. Artık evde yalnızdık.

Yemek boyunca havadan sudan konuşmalarla vakit öldürdük. Bense içimdeki o dolup taşan soruyu Valent'e soramadım. Zita'nın hamile olup olmadığını. Deli gibi merak ediyordum ama soramıyordum. Hem çok meraklı görünmek istemiyordum -ki bu çok saçmaydı- hem de bu sorunun sonu bir kavgaya çıkacaktı, hissediyordum. Kavga edecek gücüm yoktu. Bir şeyleri düzeltmek için bile zor güç bulmuştum. Saçma sapan sebeplere tutunup kendimi kandırmış, ilişkimize bir şans daha vermek istemiştim. Normalde asla yiyip yutmayacağım bir şeye susup içten içe hasta olmayı göze almıştım. Sırf bir şeyleri düzeltebilme umuduyla.

Yemek bitiminde ikimiz de odaya çıkmıştık. O usul usul saatini ve kol düğmelerini çıkarırken fırsat bu fırsat diye düşündüm. Aynanın önünde duran adama arkasından sarıldım. Bana doğru döndü ve sarılarak karşılık verdi. Ellerim gömleğinin düğmelerinde dolanırken aceleyle düğmeleri çözmeye başladım. Dudaklarım dudaklarını bulduğunda benim kadar hızlı olmasa da öpüşleriyle yavaş yavaş karşılık veriyordu.

El çabukluğuyla gömleğini çıkardığımda dudakları dudaklarımdan ayrıldı, nazikçe elleriyle yüzümü avuçladı ve bana baktı. "Bebeğim..." Duraksadım. Ne söyleyeceğini bekliyordum. "Doktor bunun için erken olduğunu söyledi, biliyorsun."

Gözlerinin içine baktım kararlılıkla. "Valent, ben hazırım. Doktorun ne dediği de umurumda değil." Onu yatağa yönlendirip uzamasını sağladığımda üzerine tırmandım. Dudakları dudaklarımı sömürürken eli çekmeceye uzandı. Her zaman korunması için ısrar eden ben, elini tutup onu engelledim. Dudaklarımı geri çektim ve "Hayır, gerek yok." dedim. "İstemiyorum."

Meraklı bakışları beni süzerken ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Sanki ilginç ve olmadık bir şey yapıyormuşum gibi bana bakıyordu.

Uzaylı inceler gibi bana bakan adama karşılık verdim. "Ne? Yeniden bebeğimiz olsun istemez misin? Baba olmak istemiyor muydun?"

Ellerimi nazikçe tutarken beni geri çekti ve yatakta doğruldu. "Lâl, bebeğim... Elbette baba olmayı istiyorum. Ama her şey henüz çok taze, zamana ihtiyacımız var."

Yatakta hafifçe geriledim ve ondan uzaklaştım. Bana hasta, sağlıklı düşünemeyen biri gibi bakıyordu sanki. Böyle hissediyordum. Belki de haklıydı. Lânet olası bulduğum bu çözüm dünyanın en saçma, en uyduruk, en aptalca çözümüydü. İşe yaramamıştı. Valent istemiyordu. Belki haklı sebepleri vardı belki eskisi gibi hissetmiyordu belki de başka bir şey. Ama istemiyordu. Kalbim kırılmasın diye palavra sıkıyordu. Aslında haklıydı. Hâli hazırda baba olmak üzereyken neden işleri karıştırıp benden de yeni bir çocuk yapsın ki?

Aptal, Lâl. Nasıl bu kadar aptalca düşünebildin? Neden bu kadar aptalsın? Bu gurursuzluğun niye?

Adamın sağ eli yanağımı okşadığında nazikçe geri çekildim. "Sanırım haklısın. Bu aptalcaydı, gerçekten. Çok aptalcaydı." Öylece söylenirken yataktan kalktım üzerimdeki çıkarıp yerine pijamalarımı giydim.

"Lâl, lütfen biraz dur da konuşalım."

"Hayır, hayır konuşulacak bir şey yok. Sen haklısın. Gerçekten." Yataktaki yerimi aldım, ona sırtımı dönüp "İyi geceler." dedim ve uyumaya çalıştım. Yüzüne bakamayacak kadar yüzüm kızardı. Bu içinde bulunduğum durum... Çok utanç vericiydi. Aptalca olmasını bir kenara bırakın, resmen başka bir kadının varlığını bile bile gururumu ayaklar altına alıp adamı yeni bir bebeğe zorlamıştım. Daha önce hiç bu kadar utandığımı, yerin dibine girdiğimi hatırlamıyordum. Bunu unutmaya çalışarak gözlerimi yumdum ve uyumaya çalıştım. Bu rezillikleri unutmam gerekiyordu.

❝Valentino❞

Aramızdaki soğuk rüzgârlardan, fırtınalı kavgalardan sonra Lâl'in yeniden benimle birlikte olmak istemesi normal şartlarda bir şeyleri düzeltmeye çalıştığını işaret ettiği için beni mutlu ederdi, gururumu okşardı. Bir adım attığı için mutluydum ama bu durumun sağlıksız olduğunu anladığımda kendimden nefret ettim. Bebeğimizi benim yüzümden kaybetmiştik. Lâl'in tüm dengesi bozulmuştu. Benim yüzümden. Şimdiyse henüz iyileşmemesine rağmen benimle birlikte olmak istiyordu, yeniden bebeğimiz olması için çabalıyordu. Bunun sebebi o kadar açıktı ki. Zita'nın hamile olma ihtimali onu çileden çıkarıyor, yaşadıkları sağlıklı düşünmesine engel oluyordu. Onu tahmin edemeyeceği kadar iyi anlıyordum. Bebeğimiz için birlikte kurduğumuz hayallerimizi Zita'yla olacak bebeğimizle yaşayacağımızı düşünüyordu. Korkuyordu. Bunun mümkün olmayacağını söylesem de inanmayacaktı, biliyordum. İçindeki kuruntuları ne olursa olsun atamayacağımı da biliyordum.

Çok zor bir dönemden geçiyordu, sağlıksız düşünmesi ve böyle hissetmesi çok normaldi ancak onu nazikçe reddettiğimde yüzündeki hayal kırıklığını fark etmemem mümkün değildi. "Sanırım haklısın. Bu aptalcaydı, gerçekten. Çok aptalcaydı."

Onu kırmak, isteyeceğim son şeydi. Ama onun sağlığını düşünürken bile onu kırıyordum. Ona bir şey olmasına dayanamazdım. Beden sağlığı kadar ruh sağlığı da beni endişelendiriyordu. Bu yüzden onunla konuşmak istedim. "Lâl, lütfen biraz dur da konuşalım."

"Hayır, hayır konuşulacak bir şey yok. Sen haklısın. Gerçekten." Bana sırtını dönüp uyumadan önce "İyi geceler." dediğinde tüm kapıları yeniden yüzüme kapatmıştı. Yine benden uzaklaşmıştı. Böyle olsun istemiyordum. Dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyorduk ve ben bu işin içinden en az hasarla nasıl çıkacağımızı bilmiyordum. Bu kez daha çok içine kapanması beni fazlasıyla üzüyordu. Hiçbir şey yapamamak, onun yaralarını saramamak içimde bir yerleri fena hâlde kırıyordu. Ona karşı çaresiz ve savunmasız hissetmek öyle kötüydü ki. İnsan en sevdiği kişiye de fayda sağlayamayacaksa varolan gücünün ne önemi vardı ki?

❝Lâl❞

Karmakarışık, bölük pörçük rüyalar arasında tuhaf bir hisle uyandım. Sabah olmuştu. Yatakta yalnızdım. Camdan dışarı baktım ve gerinerek yatakta doğruldum. Ayaklarım bir ıslaklıkla ürperirken çarşafı üzerimden çektim. Ellerim kana bulandı. Çarşaf, yatak kanlar içerisindeydi.

İstemsiz bir çığlık koptu dudaklarımdan. İrkilerek yataktan kalktım. Sırtım korkuyla duvara yapıştı. Yan yan odayı turlayıp banyodaki su sesine koştum. Valentino banyoda duş alırken aniden içeri daldım. "Valentino!" Çığlığım üzerine su sesi kesilmişti. Kabine girdim nefes nefese. Korkudan konuşamıyordum. Nefes almaya çalıştım.

Adam şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Lâl, ne oldu? Ne bu hâlin böyle?" O da en az benim kadar şaşkın ve endişeliydi.

"Her yerde kan var. Yatakta. Her yerde kan var!" Dilim tutulmuştu sanki. Sayıklıyor gibiydim. "Valentino, her yerde kan var! Yatakta! Her yerde!"

Yüzümü ellerinin arasına alan adam önce üstüme başıma baktı. Elleriyle vücudumu kontrol etti. "Yaralandın mı? Ne oldu?"

"Hayır. Yani... Bilmiyorum. Bende bir şey yok ama yatakta kan var!"

Valentino beni sakinleştirmeye çalıştı. "Şşş... Tamam, sakin ol. Bak, ben buradayım. Kötü bir kâbustu sadece."

Aksi ve korkak bir hâlde "Kâbus değildi Valentino!" diye direttim. Elinden tutup onu içeri götürdüm. "Gel, bak! Gel! Göstereceğim sana. Her yerde kan..." Her yere baktım. Odaya, yatağa. Her yer muntazam bir biçimde temizdi. Korkarak sıçradığım yatakta kan falan yoktu. Hiçbir şey yoktu. Her şey gayet normal görünüyordu.

Uzanıp aldığı havluyu gövdesine saran adamın bakışları önce odada, sonra bende gezindi. Bakışlarından anlayabiliyordum. Delirdiğimi düşünüyordu, bana acıyordu.

Neler düşündüğünü bilsem de savunmaya geçtim. "Valentino... Gerçekten her yer... Yani... Gerçekti anlıyor musun? Çok gerçekti! Fazla gerçek!"

Saçlarımı okşayarak başımı göğsüne yaslayan adam bana inanmadığı gibi ben de kendime inanmıyordum. Her şey bu kadar gerçekken nasıl kâbus olabilirdi ki? Aklım karmakarışık hâle gelmişti. "Tamam bebeğim, her şey yolunda. Ben buradayım. Tamam."

Beni sakinleştirirken bile hâlime acıyor gibiydi. O an ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. Önce banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Kendime gelmeye çalıştım. Baktım olmuyor, bir duşa girdim, olanları unutmaya çalıştım. Odaya döndüğümde Valentino hazırlanmış, endişesini gizlemeye çalışan bir ilgiyle bana bakıyordu. Sabahki olayla ilgili tek kelime etmedim. Eşofmanlarımı giydim sakin kalmaya çalışarak.

Valentino ise "İyi misin?" diye sormaktan kendini alamadı.

Onaylayarak başımı salladım. Üstüne bir şey söylemedi. Ama hakkımda neler düşündüğünü anlıyordum. Bile bile sessiz kaldım. Kapıyı tıklatan Nina kahvaltının hazır olduğunu söylediğinde aşağıya indik.

Kahvaltı masasında ölüm sessizliği hâkimdi. Benim söyleyecek bir sözüm yoktu. Sabahki olay yeterince kafamı karıştırmıştı. Valent'in hakkımda ne düşündüğü de açıktı. Neyi konuşacaktık ki zaten? Çok tuhaf bir hava oluşmuştu aramızda.

Aramızdaki sessizliği bozan Valentino olmuştu. Temkinli ve sakin bir sesle söze girdi. "Belki de profesyonel bir destek almalıyız. Psikolojik-"

Sanki beklediğim bir şeymiş gibi savunmaya geçtim. "Valent sen ne yapmaya çalışıyorsun?" Beklediğim bir şeymiş gibi dediğime bakmayın, duyduklarıma inanamıyordum. Mesele profesyonel destek almaktan ibaret değildi. Valent'in bakışları, sözleri, imaları. Bana kendimi deli gibi hissettirmişti. Yoksa ben de biliyordum psikolojik destek almanın delilik olmadığını. Ama tavırları. Bana Başkan ve ailesinin yaşantıklarını hatırlatıyordu. Beni deli yerine koyup bir yere kapatmaya çalışmaları, ayak altından öylece çekmeye çalışmaları. Kendi menfaatleri ve bildiklerimin ortaya dökülmemesi için benden kurtulmak istemeleri... Şimdiyse aynı şeyi bana âşık olduğum, evim dediğim adam yapıyordu. "Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye bağırdım. "Ailem gibi sen de beni hastaneye kapatıp kurtulma peşinde misin? Hayır öyleyse bileyim!"

"Lâl..." Hayretler içinde bana baktı. Sanki bu sözü çıkaran kendisi değilmiş gibi.

"Bak, beni istemiyorsan direkt yüzüme söyle ben giderim. Tamam mı?" Masadan kalktım. "Böyle iğrenç oyunlara başvurup beni ayak altından çekmene hiç gerek yok! İstenmediğim yerde duracak değilim!" Kaçar gibi odayı terk ettim. Hızla merdivenleri tırmanırken nefesim kesiliyormuş gibi hissettim. Peşimden gelen adamı duymadan kendimi odaya kapattım, kapıyı kilitledim. Sırtımı kapıya yasladığımda yeni bir atak geldiğini hissediyordum. Nefes almaya çalıştım.

Kapıyı zorlayıp kilitli olduğunu gören adam ise vazgeçmiyordu. "Lâl! Lütfen kapıyı açar mısın? Beni yanlış anladın! Neler saçmalıyorsun sen? Ne demek senden kurtulmak?" Kapıyı yumruklayarak bana seslenmeye devam etti. "Lâl aç şu kapıyı!"

Odadaki oksijenin çekildiğini hissediyordum. Sanki nefes alamayacak kadar azalmıştı havadaki oksijen. Yer ayaklarımdan kayıyor gibiydi. Kendimi çok çaresiz hissediyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Gitmeyi bile düşündüm. Güvendiğim adam, sırtımı dağ gibi yasladığım adam beni kliniğe kapatmaktan bahsediyordu. Günday ailesi gibi o da benden kurtulmak istiyordu. Böyle bir durumda ne düşünebilirdim? İşte şimdi delirmek üzereydim. Sıkışıp kalmıştım.

Dakikalarca kapıyı çalan adam benden ağlarken çıkardığım hıçkırıklar dışında bir yanıt alamayınca biraz daha kapıyı çaldıktan sonra durdu.

Kapıya yaslı bir biçimde otururken katıla katıla ağlamaya başladım. Bunun olduğuna inanamıyordum. En güvendiğim insanın bana bunları yaptığına inanmak istemiyordum. Sığınacak son limanım da yok olmuştu. Gözyaşlarımla oraya yığılıp kaldım. Hareket edemedim. Düşünemedim. Aklım devre dışı kalmıştı sanki.

Gözlerimi araladığımda kapının tıklatılma sesleriyle kendime geldim. Dijital saate baktığımda ertesi sabah olduğunu anladım. Gözlerim şişmiş gibi hissediyordum. Kapı sesine daha fazla dayanamadığım için ayağa kalktım, daha fazla çalmaması için kapıyı açtım ve yüzüne bile bakmadan arkamı dönüp yatakta oturdum. Hiçbir şey söylemedim. Kırık kalbimi göz önüne alırsam ne söyleyebilirdim ki zaten? Söylenecek ne kalmıştı?

Kapının açıldığını gören adam ise vakit kaybetmeden içeri girmişti, camdaki yansımasına baktıktan sonra dizlerinin üstüne çöküp yatakta arkama oturdu. "Lâl... Beni çok yanlış anladın. Ben profesyonel destek alalım derken ikimizi de kast etmiştim. İkimiz de son zamanlarda çok zor şeyler yaşadık. Biz bebeğimizi kaybettik. Üst üste yaşananlar... Bu travmadan kurtulmak için başka bir yol bulamadım." Elleri omuzlarımı okşamaya kalktığında kendimi geri çektim. Bana dokunmasını istemiyordum. "Seni böyle görmeye dayanamadım." Bana arkamdan sarıldığında ona karşı hâlâ öfkeliydim ve içimde tarifi mümkün olmayan bir kırgınlık vardı. Ona tepki vermedim ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da içten içe anlamıştım. Zaten ne yaparsam yapayım eskisi gibi olmuyordu. "Senden kurtulmak istemek... Bu çok ağır bir itham." Başını omzuma yasladı. "Seni kaybetmeye dayanamam, anlıyor musun? Dayanamam. Seni de kaybedemem." Son sözleri sayıklar gibi çıkmıştı.

Buz gibi bir sesle karşılık verdim. "Orası hiç belli olmaz. Bir bebek her şeyi değiştirebilir." En katı hâlimle söylemiştim bunları.

Beni kendine doğru çevirdi ve gözlerime baktı. "Lâl, Zita'yla ilgili durum bizim aramızdakileri etkileyemez. Sırf bana sormadan hamile kalmaya çalıştı diye seni bırakıp ona gidecek değilim."

"O kadar basit değil, Valentino. Her şey senin söylediğin kadar basit olmuyor reelde. Sen hayal dünyasında yaşıyorsun. Ortada kanlı canlı bir bebek olduğunda akan sular durur. O yüzden kalkıp da bana böyle aşk adamı gibi artistik taslama." Yataktan kalkıp banyoya girdim. Ardından telefonu çalan adamın aramayı yanıtlayarak odadan çıktığını duydum yalnızca. İçimde tarifi olmayan sancılar vardı. Kırgınlıklar. Bitmiştim. Tükenmiştim artık. Bir çözüm yolu kalmamıştı benim için. Bunun bir sonu olmadığını anlamıştım. Yolun sonuna gelmiştik. Sadece bunun nerede patlak vereceğini beklemenin verdiği bir boş vermişlik vardı içimde. Artık yalnız olduğumu, eninde sonunda bunun biteceğini biliyordum. Ailemden ve sırlarımdan kaçıp kendimi Bodrum'a attığım zamana dönmüştüm. Yani yine başa dönmüştük.

Yatağa uzanıp cenin pozisyonunda sessizce duvara baktım bir süre. Ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. Uyandığımda akşam karanlığı bastırmıştı. Kapı tıklatıldığında içeri Nina girdi. Akşam yemeğinin hazır olduğunu, Valentino'nun beni beklediğini söyledi. Yerimden kalktım. Bir pelte gibi vücudumu taşıyarak odadan çıktım. Bu kadar uyumuş olmama rağmen vücudum yorgundu.

Aşağıya indiğimde Valentino masada oturmuş beni bekliyordu. Yardımcılar servisi yaparken masaya doğru yürüdüm ve yüzüne bile bakmadan sessizce oturdum.

Benimle göz göze gelmeye çalışan adam "Yüzüme bakmayacak mısın?" diye sordu.

"Bakılacak bir yüzün kaldı mı?"

Sözüme içten içe bir öfke duysa da burnundan solumakla yetindi. "Sana vermem gereken önemli bir konu var. Ama önce yemek yemeni istiyorum. Günlerdir doğru düzgün bir şey yemedin."

"Aç değilim."

"Hasta olmanı istemiyorum, Lâl. Lütfen önündekileri ye."

Yalandan da olsa yemekten iki çatal aldım. Başta yemek sessiz geçti. Zamanı geldiğini hissettiğimde Valentino sakinlikle elindeki çatalı ve bıçağı bıraktı. "Zita'nın aşılama işlemi bugün sonuçlanmış." Şarabımdan bir yudum alırken sessizliğimi korudum. İçimde iki Lâl vardı. Bu sorunun yanıtı Valent'e âşık Lâl için çok önemliydi. Ama her şeyin bittiğini kabullenen ve kendini akıntıya bırakan Lâl için hiçbir önemi kalmamıştı çünkü aşkları çoktan bu sınavı kaybetmişti. Yine de söyleyeceklerini dinledim. "Sonuç negatif. Zita hamile değil." Hiçbir şey söylemedim. Tepkisiz kaldım. Benim bile şaşırdığım bir umursamazlık vardı üzerimde. Bunun farkına varan ve bir tepki vermediğimi gören adam bana baktı. "Bir şey söylemeyecek misin?"

Boş gözlerle "Ne söylememi istersin?" diye sordum yalnızca.

"Böyle tepkisiz kalman beni delirtiyor."

"Bir tepki vermem neyi değiştirebilecek? Ne dememi istiyorsun? Bu olanlar bebeğimizin hayatına mâl oldu. Ben bebeğimi kaybettikten sonra bunun benim için bir önemi var mı sanıyorsun?"

"Lâl..."

"Valentino sen beni hep yalnız bıraktın. Bebeğimi kaybettiğim gün yalnız kaldım ben, unuttun mu? Sen bu cehennemin ortasında beni yalnız ve çaresiz bıraktın. Şimdi kalkmış bana bir tepki vermekten bahsediyorsun. Sanki vereceğim tepkinin bir önemi varmış, kalmış gibi. O an benim ne durumda olduğum senin umurunda bile değildi."

"Umurumdaydı."

"Değildi."

Az önce sessizlik ve sakinlikle yanıt veren adam masaya vurdu ve aniden bağırdı. "Umurumdaydı!" Yutkundu ve duraksadı. Sakinleşmeye çalışır bir biçimde tekrarladı. "Umurumdaydı, Lâl." Bir nefes alıp sözlerine devam etti. "Beni yanında istemeyen, kendinden uzaklaştıran sendin. Beni hep ittin!" Başını önüne eğdi. Az önceki öfkesinin yerini suçluluk almıştı sanki. "Belki de haklıydın." Durdu. "Tüm suç benimdi, ben sizi koruyamadım." Sesinde bir kinaye gizliydi sanki. Onu suçlandığım günkü sözlerimle karşılık vermişti bana.

"Hoşuna gitmeyen şeyler duyunca kaçtın."

"Sana zaman verdim. Olanlarla başa çıkman için yalnız kalmaya, sakinleşmeye ihtiyacın vardı."

"Benim yalnızca sana ihtiyacım vardı, Valentino." Sesim kırgın bir çocuk gibi çıkmıştı. "Kaybettiğimiz ikimizin bebeğiydi. Senin bana destek olmana, yaralarımı sarmana, ne yaparsam yapayım beni yalnız bırakmamana ihtiyacım vardı. Ama sen ilk fırsatta kaçtın. Acılarıma sağır oldun. Arkana bile bakmadan gittin."

Karşılığında "Çünkü haklıydın!" diye bağırdı. Kendi içinde bir hesaplaşma yaşıyor gibiydi. Benden çok kendine hesap veriyordu sanki. Sakinleşmeye gayret ederek ekledi. "Her şey benim yüzümden oldu. Bebeğimizi benim yüzümden kaybettik. Benim yüzümden... Onu koruyamadım. Sizi koruyamadım. Yanında olmayı çok istedim ama sen beni istemezken bu gerçek beni durdurdu. Yüzüne bakamadım bu yüzden. Beni bebeğimizin katili olarak gören, âşık olduğum kadının yüzüne bakamadım, anlıyor musun? Sana daha fazla acı vermeye hakkım yoktu."

"Benden uzak durarak bana acı vermemiş mi oldun?"

"Beni istemedin!"

"Sana her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı. Ama sen zoru görünce hemen kaçtın." Başımı iki yana salladım. "Yeni bir bebek fikri hemen seni şaha kaldırdı."

"Şunu söyleyip durmaktan vazgeç!" Beklenmedik bir anda elini pencere camına geçirdi ve paramparça etti. "Beni her şeyle suçlayabilirsin, Lâl. Karanlık bir hayatım olmasıyla, düşmanlarım olmasıyla, sizi koruyamamış olmamla... Ama seni aldatmış olmakla beni suçlayamazsın çünkü hiçbir zaman yapmadım!"

Elinden dökülen oluk oluk kanlar içimi acıtsa da karşısına dikildim ve gözlerinin içine bakarak keskin bir fısıltıyla karşılık verdim. "Belki beni bedenen aldatmadın. Ama Zita'ya gittiğinde her şey bitti, Valentino. Buna rağmen ilişkimizi kurtarmaya çalıştığım için de kendimden utanıyorum çünkü sana olan aşkım gözlerimi bu denli kör etmiş olmalı." Yutkundum. "Ama gözlerim açıldı, aydınlandım. Ben o hâlde kendi kendimi yerken yanımda olmayan birine âşık olmanın ne kadar aşağılık bir duygu olduğunu anladım. Ben bebeği kaybettiğimden dolayı seni, içten içe de kendimi suçlarken sen benim yanımda değildin. Sana git demiş olmam işine bile geldi çünkü o bebeğin olma ihtimali bile seni heyecanlandırdı." Başımı iki yana sallarken kırgındım ama az önceki saldırı kokan ses tonum yoktu. "Bunun için seni suçlayamam. Olsaydı eğer o senin bebeğindi. Elbette yanında olacaktın, bu beni tarifsiz yaralayacak olsa bile böyle olması gerekiyordu, farkındayım. Ama ben acılar içinde kıvranırken sen... Zita'nın kollarına koştun." Hafızasını yoklar gibi düşünürken onu aydınlattım. "Sarhoş olduğum gecenin gündüzünde sizi gördüm, Valentino. El eleydiniz." Donup kalan adama "Hadi inkâr et." dedim ve yanıtını bildiğim için buna dair bir soru sormadım. "Ama edemezsin değil mi? Çünkü sen oradaydın! Zita'nın yanında. Sana bir bebeğin her şeyi değiştirebileceğini söylediğimde bunu kast ediyordum, Valentino. Zita eğer hamile olsaydı o bebek senin olduğu için kuzu kuzu yanında olacaktın. Zita ne zaman çağırsa gitmek zorunda olacaktın. İkimiz de çok iyi biliyoruz ki Zita bunu sonuna kadar kullanacaktı." Durup düşündüm. Açıklama yapmaya hazırlanan adama döndüm. "Farkında mısın, Valentino? Ben her seferinde senin kafa karışıklığının içinde kendimi kaybediyorum. Artık ben diye bir şey kalmıyor. Bugün böyle bir şey oldu, yarın bambaşka bir şey olacak. Biz birbirimize iyi gelmiyoruz."

Valentino sağlam kalmış elini yumruk yapmış duvara yaslarken başını da yumruğuna yaslamış kısa bir an düşündü. "Tek yaptığın bu değil mi? Çekip gitmek." Bir iki adım atıp bana döndü. "Haklısın, seni bıraktığım için hatalıydım ama sadece ikimize biraz zaman vermek istedim. Görmüyor musun, ikimiz de birbirimizi ne kadar yaraladık?" Ellerini iki yana açtı dürüstlükle. "Tanrı aşkına, şu halimize bak!" Başını iki yana sallayıp gözlerini kısa bir an kapadı ve birkaç saniye sakinleştikten sonra gözlerime baktı. "Zita çağırdı, gittim. Evet. Ama karnında benim bebeğimi taşıma ihtimali olduğu için değil, bizi rahat bırakması için son kez uyardım. Hepsi bu! Anlıyor musun?"

Bense tepkisiz bir biçimde onu dinliyordum. Kulağa bahane gibi gelen o sözleri. Bir ilişkiye kaç şans verilirdi? Azize meselesinde başımıza gelen ekstrem bir olay olduğu için, onu kaybetme korkusu yaşadığım için, pişman olduğu için, bebeğimiz olacağı için ve bunun gibi birçok sebepten ona, aşkımıza şans vermiştim ama sonucunda çok daha kötü yaralar almıştım. Şimdi bizi birleştirecek bir bebek de yoktu üstelik. İkimiz de yorulmuştuk. Bunu onun gözlerinde görüyordum. Benim fevriliğim ve sert çıkışım, onun sabrının tükenmişi... İlişkimizin bitmeye yüz tuttuğunu onun gözlerinde görüyordum. Uzatmaları oynuyorduk.

Benim sessizliğim ve tepkisizliğim sabrını taşırmış olacak ki bakışları öfkesini daha da gün yüzüne çıkardı. "Elbette tüm bunlar senin umurunda bile değil. Söylediğim hiçbir şeye inanmıyorsun."

"İnanmıyorum çünkü telefonla bile uyarabileceğin birinin ayağına gidiyorsun. İnanmıyorum çünkü kimsenin zorla bir şey yaptıramayacağı biri olduğunu bildiğim hâlde koşa koşa ona gidiyorsun. İnanmıyorum çünkü bebek var yok mu belirsizliği içindeyken sen de net değildin ve bu söylediklerinin birer bahane olduğunu sen de biliyorsun!"

Bana uzun uzun öfkeli ve kırgın baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden ceketini aldı ve evden çıktı. Her zaman yaptığı gibi. Kaçtı. İşte bu kadar. Şimdi her şeyi unutup devam etsek bile bir sorun olduğunda Valentino Efendi'nin yine topuklayacağını ve kaçacağını anlamış bulunuyorduk. Artık beni, söylediklerimi bile kaldıramayacak kadar yorulmuştu. Onu suçlamıyordum. Belki de ben çekilmez biriydim. Ancak şu olanlar da gösteriyordu ki biz birbirimiz için değildik. Zora gelince her defasında dağılıyorduk. Ve ben onu sürekli kaybetmekten yorulmuştum. Bitmiştim. Tükenmiştim.

Bir süre çıkıp gittiği kapıya baktıktan sonra kollarımı kavuşturarak cam kenarından dışarıya baktım. Onun gidişine. Sonra koltuğa oturup cam kenarına boş bakışlarla bakarken kendimi bıraktım. Uzun zamandır sıkıp hapsettiğim benliğim bunu hak ediyordu. Dayanmam gereken bir şey kalmamıştı artık.

Böyle düşünerek uyuyakaldığımın bile farkında değildim. Hatırladığım tek şey sabaha karşı bir kapı sesiydi. Valent'in gelip üstümü örtmesi ve yukarı çıkması. Koltukta gerinip yavaşça ayağa kalktım. Bütün gece uykumda bile düşündüğüm bu ıstırabı bitirmenin zamanı gelmişti. Çünkü bu yalnızca benim için değil, sevdiğim adam için de bir ıstıraba dönüşmüştü.

Merdivenlerden yukarı çıktım sakince. Yatak odasına girdiğimde banyodan su sesi geliyordu. O duş alırken kıyafet dolabını açıp küçük bir bavula sadece ihtiyacım olacak birkaç eşyamı koydum. Gerisine gerek yoktu zaten. Artık sırtımda ve hayatımda bir ağırlık istemiyordum. Bavulu kapıyla dolabın arasındaki çıkıntıya yavaşça koyduktan sonra yatakta oturup onunla vedalaşmayı bekledim. Bu kez kararlıydım, kararımı değiştirmesi ya da beni ikna etmesi için değil, gerçekten vedalaşmak için bekliyordum. Önceki gibi kaçıp gitmek yakışmıyordu bize. En azından masum bir vedalaşmayı hak ediyorduk. İki medeni insan gibi.

Duştan belinde havluyla çıkarken saçlarını kurulayan adam beni yatağın önünde oturmuş gördüğünde soğuk, kırgın ama konuşmak için beklediği çok belli bir ifadeyle gözlerime baktı. "Günaydın."

Başımı salladım ve sakince "Günaydın." diye karşılık verdim.

"Konuşmak için biraz daha sakin misin?"

"Ben de seninle konuşmak için bekliyordum zaten." Bakışlarından neler olup bittiğini anlamaya çalışan bir ifade geçip giden adamı daha fazla merakta bırakmaya niyetim yoktu. Elimle yanımdaki boş yeri gösterirken "Otursana." dedim arkadaşça bir ifadeyle.

Bir şeylerin ters gittiğini anlayan Valentino oturmadı. Durduğu yerde en başından beri sormak istediği soruyu dillendirdi. "Lâl, neler oluyor?"

"Dün bütün gece düşündüm, Valentino. Bu zamana kadar yaşadığımız her şeyi. Tüm zorlukları. Ve tabii son yaşananları. Düne kadar aramızdaki tek sorun Zita'nın hamile olma ihtimali sanıyordum." Açık yüreklilikle başımı sallarken tüm dürüstlüğümde devam ettim. "Hayır, değildi. Biz bebeğimizi kaybettik, Valent. Büyük bir acıydı bu. Birbirimize tutunmak varken biz birbirimizi yedik durduk. Senin yüzünden, benim yüzümden derdine düştük. Yalnızca seni suçlamıyorum, benim de çok hatalarım oldu. Hırçınlıklarım. Ama sonuçtaki o büyük resme baktığımızda... Biz bu sınavı kaybettik, Valentino."

"Lâl..." Sözün nereye gittiğini tahmin eden adam sakin bir atakta bulunsa da nazikçe engel oldum.

"Sözüm bitmedi." Pür dikkat beni dinlemeye devam eden adamın gözlerine baktım. "Birbirimizi çok kırdık, yıprattık."

"Lâl, ne demek istiyorsun?" Kapının kenarında duran bavulu yeni fark eden adam kafasında parçaları birleştirip bana döndüğünde devam ettim.

"Bir arada kaldıkça birbirimizi daha da kıracağız. Sanırım bir süre uzak kalmamız iyi olacak." Sorunun sadece onunla ilgili olmadığını kendi içimde de bildiğim için bununla ilgili sinyal vermekte mahsur görmedim. "Hem... Benim de bazı hesapları kapatmam gerekiyor. Kendi hayatımla ilgili savaşmayı öğrendim, senin yanında senin sayende büyüdüm ben. Şimdi buna sebep olanlarla da yüzleşmeye gidiyorum. Ve tabii... Seninle de olan derdimi bitiriyorum. Artık hayatını zehre çevirmek istemiyorum, birbirimizi kırıp dökelim istemiyorum."

Bakışları bavulda kilitlenen adam bana döndü acı ve alaycı bir tebessümle. "Kal desem kalacaksın sanki."

Haklıydı. Artık sözlerin bir önemi yoktu. İçimde küçük bir oyuk vardı küçük yaşlardan beri. Ben büyüdükçe o da büyüdü. Yaşadıklarım beni bazen çocuklaştırdı, bazen olgunlaştırdı. Ama her seferinde bunu kıra kıra yaptı. Beni yonta yonta. Olmayan ve olduğunu sandığım ailemle derdim bitmedikçe sevdiğim adama çattım. Onun da sabrı taştı. Belki beni sevdiğine kendini bile inandırırken bu yalana kandığını anladı. Belki de gerçekten sevdi, çok sevdi ama yoruldu. Bunların da bir önemi yoktu. Ben içimdeki bu koca oyuğun müsebbibi olanlarla hesaplaşmadan kendimi bulamayacaktım. Ve bu birbirimizi kırıp dökmeye uzanan kısır döngü sürüp gidecekti. Onun bitirmeye cesareti yoktu, kendine bile itiraf edemiyordu belki. Olsun, ben yapardım bunu. Önemli değildi. Uzanıp sağ elimle yumuşakça kavradığım hafif nemli yanağından öptüm. "Elveda Valentino... Bana kattığın her şey için sana çok teşekkür ederim. Umarım bir gün çok mutlu olursun." Son ana kadar sevdiğim o adamla vedalaşıp evden çıkarken bir parçamı da burada bırakmıştım aslında.

Bunun eninde sonunda bir gün olması gerekiyordu. Kendimle hesaplaşmam, onunla hesaplaşmam, geçmişimle hesaplaşmam. Hatta belki de... Gerçek ailemle hesaplaşmam. Ancak tüm bunları kendim yapmalıydım. Kendi yaramın pansumanı olmak zorundaydım. Aksini deneyince çok acıtmıştı.

Dışarı çıktığımda baktığım ilk şey yatak odamızın camıydı. Valent orada durmuş camdan dışarıya, bana bakıyordu. Beni uğurluyordu.Kapıdaki arabaya bindim. Sürücü koltuğunda Nikolai vardı, dikiz aynasından bana baktı. "Havaalanına..." dedim yalnızca. Yüzünden hüzün, durumu kabulleniş ve anlamını, tarifini bilmediğim birçok duygu geçip gitti ve arabayı çalıştırdı. Hayatımın aşkı dediğim adamı bir çırpıda görünen ama içimde boğum boğum yaralarımın arasında hayatta tutmaya çalışırken başarısız olduğumu kabullenmiştim artık. Daha şimdiden bu kararın etkisinde onun özlemiyle yanıp tutuşurken bunu kabullenmek için kendimi hayatımın hesaplaşması için hazırlıyordum.

Artık çok farklı bir Lâl görecekti herkes. Hiç tanımadıkları bir Lâl ile tanıştıracaktım onları. Bebeğimi kaybettiğim gün benim miladım olmuştu. Eski Lâl'in can çekişerek ölümü ve benim, yeni Lâl'in doğumu. Şimdi olması gereken olacaktı. Kapanmayan tek bir hesap kalmayacaktı. Geçmişin sisli perdesini aralayıp beni bu hâle getiren gölgeleri tek tek söküp atacaktım içimden.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 💖 Aman Allah'ım... 😱 Sanırım kendimi öyle aştım ki bu bölümü okumaktan bıkacaksınız. Ama bu bölümü parçalara ayırmak ve ahengini, akışını bozmak hiç istemedim. Yine çok geciken ve dinlene dinlene okuyabileceğiniz bir bölüm... Ama bu uzunluklara fazla alışmasanız iyi edersiniz çünkü hem her bölümün olay örgüsü bu kadar uzun olmuyor hem de ben günlerdir yazarken parmaklarım koptu. 🤤 Hem sınava hazırlanıyorum hem de kursa gidiyorum, bu yüzden bölümler biraz geç geliyor ama merak etmeyin, düzene sokmaya çalışacağım. Bu upuzuuuun bölümden çokça yorum bekliyorum, haberiniz olsun. 💖
Bu arada... Bir konuya değinmek istiyorum. Aramızda bu hikâyenin çok uzadığını ve saçmaladığını düşünen bazı arkadaşlar var, bunu yorumlarda görüyorum. Öncelikle fikirlerine elbette saygı duyuyorum ama gerçekten bu 2 kitaplık seriye bunları söylerken 5-6 kitaplık serileri görseler ne yaparlardı acaba... 😏 Ayrıca kabalaşmak istemiyorum ve kabalık olacaksa da çok özür dilerim ama eğer saçmaladığını düşünüyorsanız da okumayı bırakabilirsiniz çünkü sanıyorum bu sizin için daha iyi olacaktır. Sıkılıp bıktığınız bir hikâyeye hâlâ devam etmek sizin için yanlış bir karar gibi geliyor, en azından yazarı da sıkıp bıktırdırmamış olursunuz. Çünkü ben sıkılıp bıkmayanlar için sonuna kadar yazmaya devam edeceğim. VE ŞUNU DA BELİRTMEK İSTİYORUM, BU KISIM ÖNEMLİ. Ben bu hikâye beğenildiği için kurguyu uzatmadım. Eğer bu şekilde olsaydı bu eleştirileri yapanlar elbette haklıydı ama çoğunuz da görüyorsunuz ki ortada olgunlaşan bir süreçte açığa çıkıp çözülmesi gereken çokça mesele, yüzleşilmesi gereken bir sürü kişi var. Şuan düğüm bölümünde olduğumuz için ve belki de çoğunuzun hoşuna gitmeyen şeyler olduğu için saçmalıyor yaftası yediğimi düşünüyorum ve bu üzücü. Ben bu hikâyenin kurgusunu daha paylaşmaya başlamadan önce bu şekilde kurgulamıştım. Olayları, hikâyenin uzunluğunu. Şimdi birileri saçmalıyorsun, bitir dediği için hikâyenin hakkını vermeden 3-5 bölümde aceleyle bitirecek değilim. Bazen kurguda aynı yerde dönüp dolaşıyormuşuz gibi geliyor olabilir. Çünkü böyle olması gerekiyor. Neden mi? Tamamlanmamış yüzleşmeler, yüzleşilmemiş travmalar ve bunun insan üzerindeki yansıması bu şekilde. Hatırlayın, çaresiz hissettiğimiz anlarda bir pusulamız yokken çare aramaya çalışırız ve çoğu zaman aynı yollarda dönüp dururuz. Çünkü ya sorunumuzun ne olduğunu tam bilmiyoruzdur, sorunumuzla yüzleşmemişizdir, halının altına süpürmüşüzdür, farkında değilizdir. Başından beri söylüyorum, normal karakterler yazmıyorum ki normal sorunları olsun. Her şey hemen açıklığa kavuşamaz, bu kadar basit değil. Her şeyin bir zamanı ve olgunlaşma süreci var. Her neyse, yeterince uzattım ama açıklayıcı olduğumu düşünüyorum. Lütfen, eğer bu hikâyeyi sıradan hikâyelerle karıştırmadan okursanız bir sorun yaşayacağınızı sanmıyorum. Zaten bu hikâye sizin için bitmesi gereken bir ıstırap hâlini aldıysa artık doğru yerde değilsiniz demektir. Sevgilerimle...
Şimdi tamamen okurlarıma dönüyorum ve son sözlerimi söylüyorum. Kafamda öyle şeyler var ki olacak... Offf... Size anlatmamak için kendimi zor tutuyorum. En az bugünlerin acısını çıkaracak kadar güzel şeyler. Sadece sabredin ve beklemede kalın. 💖 Buraya bölüm hakkındaki OLDUKÇA CÖMERT yorumlarınızı yazabilirsiniz. Buraya da yeni bölüm tahminlerinizi kondurursanız vallahi tadından yenmez. 😋 Ayrıca aşağıdaki sosyal medya hesaplarımızdan bizi desteklerseniz daha ne isterim? ❤️ Sizleri aşırı aşırısı sevdiğimi çok iyi biliyorsunuz, birlikte çok daha güçlüyüz! Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub

Loading...
0%