Yeni Üyelik
41.
Bölüm

❅ Napoli'de Bir Gece | 27

@buzlarkralicesi

-27-

❝Lâl❞

İşte orada, karşımda öylece yatıyordu. Çocukluğumun kâbusu. Yerde acıyla kıvranıyordu. Tehlikeli ve ölümsüz sandığım o adam gözlerimin önünde acı çeke çeke ölüyordu. Boğazına tıkanmış köpüklü kusmuğunda boğularak. Ondan kurtuluyordum. Bir yanım özgür kalıyordu belki de. Yüzündeki o acı çeken ifade için yıllarca beklemiştim. Değil onu öldürmek, ona yaklaşmaya bile cesaret edememiştim. Korkmuştum hep. Şimdiyse korktuğum o adamdan kurtuluyordum.

Her şeyden önce saatler öncesine dönmeliydim sanırım. Tüm bunlar olmadan saatler öncesine...

İstanbul'a dönen uçakta her şeyi düşünmüştüm. Kendi aklımca planlar yapmıştım. Fuat eniştemi aradım. Ondan arabamı getirmesini istedim. Havaalanına iner inmez ona haber vermek için aradım ve arabamı getirmek için yola çıkacağını söylediğimde "Enişte..." dedim. Duraksadım.

"Efendim, Lâl?"

"Evdeki kasada bana ait bir şey var. Arabamla beraber onu da getirebilir misin?"

"Tabii, nedir?"

"Kasada duran siyah bir kutu. Yalnız içini açma olur mu?"

Şüpheyle "O kutuda ne var, Lâl?" diye sordu Fuat.

"Hiç. Bana ait nakte çevirilebilecek birkaç şey. Önemli bir şey değil." Yalan söyledim. Çünkü açmasını istemiyordum. Beni engellenmesini istemiyordum. Artık kimsenin yapacaklarıma karışmamalıydı. Bu zamana kadar çok şeye susmuştum. Bitmesini beklemiştim. Hiçbir şeyin sonsuz olmadığını düşünen ben, acının ve ruhuma edilen bu işkencenin de sonsuz olmadığını düşünmüştüm. Yanılmıştım. Bu yanılgı bana koca bir hayata mâl olmuştu. Ve kaybettiğim bebeğime... Onu koruyamamıştım. Şimdiyse her şey için çok geçti. Geri kazanılamayacak kadar çok şey kaybetmiştim ve artık kaybedecek bir şeyim kalmamıştı. Kendime bir söz verdim. Görülmesi gereken hesap kalmayacaktı. Herkesten tek tek hesap soracaktım. Hesaba katılmamış sürprizleri bilmeden.

Havaalanında beni karşılayan Fuat önce baştan aşağı beni süzdü. Onunla pek de konuşacak vaktimiz olmamıştı, bebeği kaybettiğimi bile beni gördüğümde anlamıştı. Üzgün bakışlarla bana baktı ve sarıldı. O an belki de ağlamamı, ona içimi dökmemi bekliyordu. Eski Lâl olsa öyle yapardı ama yapmadım. Artık ağlayamayacak kadar hissizleşmiş, birilerini ağlatacak kadar acımasız biri hâline gelmiştim. Kaybedecek bir şeyim kalmadığı için kuş gibi hafiftim.

"Hadi, şurada bir kahve içelim." dedi Fuat.

Pek oyalanmak istemiyordum. Yapılacak çok şey vardı ama eniştemi kırmak istemedim. Böylece şüphe de çekmemiş olacaktım. O yüzden onaylayarak başımı salladım.

Sakin bir yere oturduk ve kahvelerimizi içerken ondan beklediğim sorular gelmeye başladı. "Valentino neden gelmedi? İşleri mi yoğundu?"

"Hayır enişte, ayrıldık biz. Daha doğrusu, ilişkimize ara verme kararı aldık."

Cevabını bildiği bir soru sormanın farkındalığıyla bana baktı. "Bebek olayı yüzünden mi?"

"Öyle de denebilir." Ellerim tembelce kahve bardağımla oynarken iç geçirdim. "Boş ver, enişte. Aslında en iyisi oldu biliyor musun? Ben ona çok zarar veriyordum." Kendi iç hesaplaşmamın içinde boğuluyormuşum gibi hissettim. "Kuzeni Luigi ilk tanıştığımızda birbirimize uygun olmadığımızı ve birbirimize zarar vereceğimizi söyleyip beni uyarmıştı. O beni hiç istemedi. Ama haklıydı." Başım söylediklerimi onaylarcasına yavaş yavaş sallandığında tekrarladım. "Haklıydı. Ben ona zarar veriyorum, enişte. Onu severken bile ona zarar veriyorum. Çünkü ben sevmek nedir, sevilmek nasıl bir şeydir bilmiyorum. Hiç şefkat, sevgi, aşk duygularını tatmadım. Hep tattığımı sandım. Bu yüzden kimseye güvenemedim. Hiçbir zaman kendimi kimsenin kollarına güvenle bırakamadım. Beni koruyan biri hiç olmadı. Hep kendi kendimi korumak zorundaydım. O kâbus dolu aile evinde sürekli savunma hâlinde olmaya alışmıştım. Sonra biri geldi, beni gerçekten sevdi. Bunları ilk defa onunla yaşarken bocaladım. Onu severken zarar verdim, acımı yaşarken bile onu hep ittim, kendimden uzaklaştırdım, onu suçladım. Ve onu suçlarken bile o mahkemede kendimi yargıladım."

Fuat masada duran elimi tuttu ve şefkatle bana baktı. "Lâl... Yaşadığınız şeyler kolay değildi. Normal çiftler için bile çok ağır şeyler bunlar. Ki sizin hayatınız hiçbir zaman kolay olmadı. Birbirinizin yaralarını saramadınız çünkü ikiniz de yaralıydınız. Belki hatalar da yaptınız. Olabilir. Hata insanlar içindir. Kendine de ona da biraz zaman vermelisin. Böylece yaralarınız kabuk bağlar ve her şeye yeniden başlarsınız."

Buna inancım kalmamıştı artık. Yeniden başlamak kavramı artık benim için geçerli değil gibiydi. Valentino varken veya yokken. Birçok kez yeniden başlamaya çalıştım bu hayatta. O hayatıma girmeden hemen önce kendi düğünümden kaçıp izimi kaybettirirken olduğu gibi. Adımı değiştirip buralardan kaçtığımda Halikarnas'ta bir barda onunla karşılaştığım gibi. Onunla veya onsuz defalarca yeniden başlamaya çalıştım ama olmadı. Belki de bu benim kaderimdi. Bu hayata hapsolmak. Bilmiyordum. Kararlı bir biçimde nefes aldım. "Artık ona zarar vermek istemiyorum. Çünkü ben onu hiçbir zaman hak etmedim. Bu yüzden ondan uzak durmam en iyisi."

İkimiz de ayağa kalktık, Fuat bana sarıldı şefkatle. Saçlarımı okşadı. "Bunları düşünme. Sen çok iyi bir anne olurdun. Ve olacaksın da. Zamanı geldiğinde her şey senin için çok güzel olacak, inan bana."

"Benim için öyle bir ihtimal kalmadı artık." Başımı iki yana sallarken nefessiz kaldığımı hissettim. Bunları düşünmek, konuşmak bana iyi gelmiyordu. Dahası, düşünmenin de bir faydası yoktu artık. Onun kollarından ayrıldığımda asıl amacımı hatırladım. "Neyse, bunları konuşmayalım şimdi. Sen benim istediklerimi getirdin mi?"

"Evet. Araba otoparkta." Ceketinin iç cebinden çıkardığı anahtarı bana uzattı. "İşte."

"Kara kutu?"

"Arabanın içinde." Ben elinden arabanın anahtarını aldığımda yüzündeki şüphe dolu ifadeyle tekrar sordu. "Lâl, o kutunun içinde ne var? Neler oluyor?"

"Yıllar önce olması gereken oluyor, enişte. Belki de ilk kez olması gereken oluyor." Onu geride bırakarak gittiğimde arkamdan seslenişini bile duymazdan geldim. Artık beni birilerinin vazgeçirmesine izin veremezdim. Bunun sonu hapis ya da mezar. Önemi yoktu. Ne olursa olsun bu hesap görülecekti.

Otoparktaki arabaya bindim. Yan koltuktaki kara kutuyu kucağıma koyup açtım. İçindeki silahı çıkarıp baktım, kontrol ettim. Mermileri içindeydi. Bir zamanlar kendimi korumak için aldığım ama kullanmaya asla cesaret edemediğim silahım. Şimdi tam zamanıydı. Hatta belki geç bile kalmıştım.

Planım için gerekli olan her şeyi aldıktan sonra yola koyuldum. Akşam karanlığı çöktüğünde Vural'ın evi önündeydim. Adamları yine kapıda nöbet tutuyordu. Bir ordu karargâhı gibi onu korumak için nöbetteydiler. Ne yazık ki nöbet tutmaları hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Ben her şeyi göze almıştım onun gibi bir pisliği bu dünyadan yok etmek için.

Kapıdaki adama kendimi tanıtmama gerek kalmadı, beni zaten tanıyordu. Vural pisliğine geldiğimi haber verdikten sonra içeri alındım. Herhangi bir aramadan geçmediğim için memnundum. Zaten böyle olacağını da tahmin ediyordum. Bahçedeki ışıklı yolu takip ettiğimde evin kapısının önünde duruyordu. Bir şovmen edasıyla kollarını açmış bana bakıyordu. "Bir gün bu anın geleceğini adım gibi biliyordum. Bıkmadan, usanmadan bekledim. Sonunda buradasın. Ait olduğun yerde." Hiçbir şey söylemeden usul usul ilerledim. Ona biraz daha yaklaştığımda parmaklarında küçük, sol bileğinde ise koca bir bandaj olduğunu gördüm. Parmakları ve el bileği tabutundan kaçmış bir mumyanın parçalarını andırıyordu. "Evine hoş geldin, Lâl."

Hiçbir şey söylemedim. Böyle sanmaya devam etmesi benim işime gelirdi. İçeri girdiğimizde hesaplaşmamızın kaçarı yoktu. Kendimi soğukkanlı bir katil gibi hissiz ve acımasız hissediyordum. İlk kez birini incitmekten bu kadar korkmuyordum. Çünkü çok incinmiştim. Beni içeri buyur etti. Arkasından usulca içeri girdim. Salonun soldaki kısmında güzel bir masa vardı. Benim geleceğimi bilmiyordu. Beklediği bir misafiri mi vardı bilmiyordum. Umurumda da değildi. Yalnızca davetsiz bir misafir planımı bozabilir mi diye sorma gereği duydum. "Misafir mi bekliyordun?"

Bana döndü ve iyice yaklaştı. Soğuk nefesini yüzümde hissetmek midemi bulandırsa da katlandım. Gözlerimin içine baktı ve yanıtladı. "Senden başka beklediğim kimse yok. Hiçbir zaman." Birkaç adım gerilediğimde bana bakmaya devam etti. Daha sonra odanın sağ üst kısmında kalan Amerikan mutfağına yöneldi. Çekmeceden aldığı iki mumla masaya geri döndü. Hareketleri yüksek miktarda enerji takviyesi almış biri gibi hiperaktif ve heyecanlı görünüyordu. Masanın iki yanına koyduğu mumları el çabukluğuyla yaktı ve sandalyelerden birini çekti. "Otursana!"

Başımı iki yana salladım sakince. "Aç değilim."

"O zaman bir şeyler içeriz, ha?"

Benden yanıt bekleyen heyecanlı ve soru dolu bakışları tuhaf bir biçimde komik gelmişti. Gerçekten ona dönebileceğimi düşünmesi nasıl bir aptallıktı? Hem de öyle durup dururken. Kendine mi çok güveniyordu yoksa adına aşk, tutku dediği ağır saplantı duygusu gözlerini bu denli kör mü etmişti? Anlamak güçtü doğrusu. Sorusunu onaylamak üzere başımı salladım.

"Hemen mahzenden en güzel şarabımı getiriyorum ve bu unutulmaz geceyi kutluyoruz. Bir yere kımıldama." Aşağı uzanan merdivenleri inerken sessizce onu seyrettim ve derin bir nefes alıp karşımdaki karo şeklindeki dekoratif aynaya baktım. Ellerim içinde sanki çok kıymetli şeyler varmış gibi çantamı sıkı sıkıya avuçlarken dışarıdan sakindim ancak içimde fırtına öncesi yaşanan o kıyamet hüküm sürüyordu. Masadaki içeceklere baktım. İki kadeh şampanya duruyordu. Ben gelmeden önce bir planı olduğu açıktı. Belki de biriyle düzüşecekti ve bunu bölmüştüm. Aslına bakarsanız... Umurumda bile değildi. Ama umurumda olan tek şeyi yaptım ve çantamdan çıkardığım küçük şeffaf paketteki tozu karşımdaki şampanya kadehine boşaltıp parmağımla karıştırdım. Etrafıma bakındım. Evin hangi bölgelerinde kamera olduğunu az çok biliyordum, buraya defalarca gelmiştim. Bir kere evin iç kısmında kamera yoktu çünkü Vural gibi saplantılı manyak biri yalnızca kendi kontrolünde ve istediği zamanlarda o da yatak odasında kamera kullanırdı. Geri kalan kameralı güvenlik sistemleri hep evin dışına kuruluydu. Onların da yerini tek tek biliyordum. Açıkçası ben gelmeyeli çok şey değişmiş olsaydı ve planım patlasaydı da umurumda değildi. Dedim ya, kaybedecek bir şeyim yoktu ve onu yok etmek için bir fırsatım varsa bunu deneyecektim. Hepsi bu.

Adam mahzenden elinde bir şarap şişesiyle döndü. O mutfakta içkileri hazırlarken konuşmalarını duysam da o an az sonra yapacaklarımı düşünüp yay gibi geriliyordum. İçimde tuhaf bir coşku, heyecan ancak aynı zamanda her saniye tırmanan bir gerginlik vardı. İlk kez içinde yaşadığım bu hayat bana ait olacakmış gibi hissediyordum. Ve ilk kez ayaklarıma bağlanmış bu zincirlerden kurtulmaya bu kadar yakındım sanki. Azize her ne cehennemdeydi ve neden hayatına sahip çıkıp beni bu esaretten kurtarmamıştı bilmiyordum. Bu da bana acı çektirmek ya da dersimi vermek için kurduğu planlardan biri miydi, onu da bilmiyordum. Bildiğim tek şey, Azize ya da hiç kimseye bağlı olmadan, Başkan'ı ya da Vural'ı umursamadan kendi hayatıma sahip çıkmak istediğimdi. Bu da amacım için attığım ilk ve en tehlikeli adımdı.

Başkan'la Vural arasında nasıl bir anlaşma ya da bağlılık yemini vardı bilmiyordum, hiçbir zaman da çözememiştim ancak Vural olmazsa ortada bir anlaşma da kalmazdı. O öldüğünde ortaya çıkacak görüntülerin beni hapse atması da artık umurumda değildi ve beni durdurmaya yetmiyordu. Çünkü ben artık bardağı taşıran o son damladaydım. Hapse girecek dahi olsam kendi hayatını yaşayan huzurlu ve normal biri olmak istiyordum. Evet, diğer normal insanlar gibi. Sihirli kelime buydu. Sanırım.

Az önce açtığı kırmızı şarabı kadehlere doldururken konuşmaya devam ediyordu. "Bu anı ne kadar çok beklediğimi tahmin dahi edemezsin. Ama geleceğine hiç kuşkum yoktu. Öyle ya da böyle bu anın geleceğine olan inancımı hiç kaybetmedim. Sen gördüğüm ilk andan beri benimdin. Hep benim oldun. Hayatına giren hiçbir erkek bunu değiştiremezdi. Senin son durağın her zaman ben olacaktım, bunu biliyordum. İçimde bir yerler bunu biliyordu. Hayatına Batur girdiğinde de böyle düşünüyordum. Onun geçici olduğunu." Alayla tıksırırcasına güldü. "Onun bir çerez olduğunu. Dişlerimle öğütebileceğim kadar zayıf bir rakipti benim için." İçkileri alıp bana doğru geldi. Bense usulca masaya oturmuş ellerimi kucağımda birleştirmiştim. Ölümün soğuk nefesini üflerken hayal eden bir ölüm meleği gibi olduğum yerde sessiz, soğuk, intikam almak için bekliyordum sanki. Tüm o zırvalıklarını dinliyordum. Son sözlerini. İçkilerimizi masaya koydu. "Nitekim Batur da hayatına giren, girmeye çalışan diğer erkekler gibi çıktı." Alaycı bir biçimde kaşlarını kaldırdı. "Ups. Acı bir şekilde de olsa." Dürüst olduğu her hâlinden belli olan ifadesi yüzüne yapışmış bir maske hâlini almıştı sanki bana bakarken. "Ama itiraf etmeliyim, Valentino Riccardo beklediğimden daha çetin bir ceviz çıktı. Batur ya da hayatına girmeye çalışan diğer erkeklerden daha güçlü, daha dişime göre bir rakipti. Savaşmak eğlenceliydi ama bitti, ben kazandım." Sargılı bileğini ve parmaklarını hafifçe havaya kaldırdı gösterircesine ve ekledi. "Bana dikilmek zorunda kalınan bir el ve kırık birkaç parmağa mâl olsa da ben kazandım. Hatta itiraf etmek gerekirse senin için savaşmak kanımı coşturan tuhaf bir heyecan uyandırdı bende." Şarabından bir yudum aldı, oturduğu yerden kalkıp etrafımda yavaş adımlarla döndü yürüyerek. Tam arkamda durdu, eğildi. Başı sağ omzuma yaklaştı ve karşımızdaki aynadan onun omzuma yaslanmak üzere duran ve gözlerini kapayarak kokumu içine çeken yüzünü görebiliyordum. Saplantılı ruh hastası manyak. "Seni elde etmek için daha istekli olmamı bile sağladı bu durum. Zoru severim, bilirsin. Sense... Ah..." İç geçirdi. "En zoruydun, bebeğim."

Elim kırmızı şarabın durduğu yerden az öteye uzanıp önümdeki şampanya kadehine uzandı. "Düşündüm de, böyle bir kutlamaya şampanya daha çok yakışır." Kadehi kaldırdığımda şeytani zafer gülüşü eşliğinde bana uyum sağladı ve şampanya kadehini benimkiyle tokuşturdu. "Bence bu gece bize özel olmalı. Dışarıdaki güvenlikleri biraz azaltabilirsin belki. Sana bir sürprizim var ve bunun bozulmasını istemiyorum." Kuşkuyla bana bakan adama inandırıcı bir ifadeyle baktım ve ekledim. "Sonuç olarak buraya döndüm ve artık Valentino ya da başka bir düşmanın yok. Sadece ikimiz varız." Rahat ve umursamaz tavrımla omuz silktim. "Onunla ayrılığımız karşılıklı anlaşarak oldu. Bu yüzden peşime düşeceğini sanmıyorum."

Onay bekler gibi tekrarladı. "Karşılıklı anlaşarak."

"Hıhı, karşılıklı anlaşarak." İkna olmuşa benziyordu. Eh, olsun bir zahmet. Ömrüm bu ve Başkan gibi manipülatif insanların yanında geçmişti, az çok öğrenmiştim onlar gibi beyin yıkamayı ve insan etkilemeyi. İkna olan adam güvenlik şefiyle kısa bir telefon görüşmesinden sonra bana döndü. Kısa bir an ona baktıktan sonra mırıldandım. "Demek beni bu kadar çok seviyorsun."

Başıboş ve anlamsız sorum üzerine kadehi dudaklarına götüren adam onaylayan bir biçimde hafif başını salladı. "Hıhımm..." Kadehi tek seferde kafasına dikti mutluluk sarhoşu olan adam. Elindeki boş kadehi masaya bıraktığında bana baktı. "Tahmin bile edemeyeceğin kadar, bebeğim... Bu tutkumu anlaman için çok bekledim. Normal olmadığını ama bir gün anlayacağını biliyordum. Ve bu gece..." Uzanıp saçlarımdan boynuma ve biraz daha altına inen eli iğrençti. Bakışlarıysa ahlaksız. "Bu gece sana bunu kanıtlayacağımdan hiç kuşkun olmasın. Sana öyle şeyler yapacağım ki..." Aklında nasıl sapıklıklar vardı bilmiyordum ama gerçekleştirecek fırsatı olmayacağını bilmek, kontrolün benim elimde olduğunu hissetmek hiç olmadığı kadar zevkliydi. İlk kez kontrol bendeydi ve bunu hissetmenin tadına varmak inanılmazdı. Keyfini gölgeleyen hafif merakı yüzüne yansımıştı. "Her şey çok güzel, planladığım gibi bana döndün. Artık benimsin. Bundan çok memnunum." Hafifçe kaşlarını çattı. "Ama merak ediyorum... Fikrini değiştiren ne oldu?"

Sağ elimin parmakları masada ritim tutmuş takırdarken nefes verdim. "Fikrimi değiştiren... Senin deyiminle gerçekleri görmem çok tuhaf bir şekilde oldu aslında Vural." Hafifçe öksürmeye başlayan adama döndü yüzüm. "Gerçekleri görmem ve kabullenmem yıllarımı aldı. Hep bu hayata hapsolduğumu biliyordum. Küçük yaşlarda bunu kabullenmiştim. Şerif Günday'ın kızı olmak beni bir bataklık gibi içine çekerken bundan kaçamayacağımı biliyordum. Kaçmak istesem bile. Bu benim kaderimdi. Ve senin de dediğin gibi insan kaderinden kaçamaz, değil mi Vural? Sen öyle demiştin bana." Gözlerine baktım. Ne dediğimi anlamaya çalışıyordu ve öksürükleri sıklaşmıştı. Çantamdan çıkardığım silahı ona gösterdim. "Bunu ne zaman almıştım biliyor musun?" Kaşlarını çatmış bana bakmaya devam ediyordu. "Bana tecavüz ettiğin geceden sonra." Yüzündeki o ebleh ifade komik bir biçimde hoşuma gitmişti. Aptal. Tüm yaptıklarına rağmen onu sevebileceğime, ona âşık olabileceğime inanabiliyordu. "Yaptıklarını anneme anlattığımda bana inanmadılar. Daha doğrusu, bildikleri bu gerçeği sanki benim aklımın hayal ürünüymüş gibi gösterip kapı altına süpürdüler." Tek heceli yapay bir kahkaha attım. "Hah, tabi sana göre bu bir tecavüz bile değildi. Çünkü sen kendini diğer insanlardan üstün görüyorsun. Sana göre sen çok özel birisin ve diğerlerinden ayrıcalıklı haklara sahipsin. Bir şeyi istersen o şey kanlı canlı duyguları olan bir insan bile olsa, seni istemese bile sen onu istediğin için ona sahip olabileceğini sanıyorsun. Sonuçta sen Vural Sezer'sin. Zengin, varlıklı, yakışıklı, statü sahibi, saygın, güçlü bir adamsın. Her kadın seninle olmak ister. Sen birini isteyeceksin de o seni istemeyecek, yok daha neler!" Abartılı tepkim üzerine şok olmuş bakışlarla bana bakıyordu. "İşte sen böyle saplantılı manyağın tekisin! Seni pis sapık!" Elindeki silaha baktım. Öfkeden nefes nefeseydim. "İşte ben de... Kendimi korumak için aldım bu silahı. Çünkü beni benden başka koruyabilecek kimse yoktu. Olan tek kişiyi de sen aldın elimden. Engin abimi..." Gözlerimi kapadım. O acı, suçluluk duygusu ilk günkü gibi içimde dirilmişti sanki. Kapalı gözlerimden yaşlar süzülmüştü. "Onu öldürdün. Tek suçu kardeşini korumak olan Engin abimi, bu hayattaki tek koruyucu meleğimi aldın elimden." Hırıltılı nefesimin ardından devam ettim. "O zaman anladım, kimseyi kendi bataklığıma çekmeye hakkım yoktu çünkü beni korumaya çalışan herkes ölecekti. Batur'a da bu yüzden söyleyemedim. Götünün dibinde Vural abi, Vural abi diye hayranlıkla dönüp dururken bana yaptıklarını ona söyleyemedim. Hayat bana çok küçük yaşlarda bunu öğretti. Kendi başımın çaresine bakmalıydım. Kendi kendimi korumayı öğrenmeliydim çünkü beni koruyabilecek kimse yoktu." Elimdeki silahı evirip çevirirken daha sakindim artık. "Gecelerce yine gelirsin korkusuyla yastığımın altında zaman zaman bir bıçakla, çoğu zaman da bu silahla yarı uyur yarı uyanık tetikte bekledim. Defalarca seni öldürmeyi aklımdan geçirdim. Ama olmadı. Olmuyordu. Yapamıyordum. Ben ne senin ne de Başkan gibi olamazdım. Tüm işkencelerinize rağmen kendimi korumak ve kurtarmak için bile olsa birinin canına kast edemezdim. Ben buydum işte. Sustum ve sindim olduğum yere yıllarca. Kurtların arasındaki o kuzu oldum hep." Şampanyamdan bir yudum aldım. Boğazım kurumuştu. Sandalyeden hiddetle düşerken elleriyle yana yakıla boğazını tutan adam müthiş öksürüklerinden konuşmaya fırsat bulamıyordu. "Uzunca bir süre ben de kurtların arasındaki kuzu olduğumu düşünüyordum. Kimseye zarar veremeyeceğimi. Ama herkesin bir bam teli var. Bir zayıf noktası. Belki de kırılma noktası. Bilmiyorum." Gözlerimi acıyla kapadım. Yokluğunun sızısını hâlâ kasıklarımda hissettiğim küçük meleğimi düşündüm. Yıllar sonra Allah bana yeni bir kurtarıcı melek göndermişti. Engin abimi kaybettikten yıllar sonra yeni bir melek. Bebeğim... Kıymetini çok sonra anladığım, koruyamadığım bebeğim. "Benim kırılma noktam da bebeğimin gidişi oldu. Sizin yüzünüzden kaybettim onu. Hepinizin kötülükleri yüzünden. Sonra daha iyi anladım. Siz kötülükten besleniyorsunuz. İyi bir şeye tahammülünüz yok. En ufak bir şeye bile. Elimden aldınız onu. Koruyamadım sizin yüzünüzden." Yanaklarıma süzülen yaşları öfkeyle sildim. "Benim dönüştüğüm kişiden siz sorumlusunuz. Beni buna siz zorladınız! Kendinize dönüştürdünüz beni! Kötü biri yaptınız! Önceden de çok iyi biri değildim belki, kimse melek değildir. Ama bu... Bu kötülüğün arasında ben de kuzu değil kurt olmayı öğrenmeye zorlandım! Sizin tarafınızdan! Yarattığınız canavarla gurur duyun şimdi!" Masadan kalktığımda yerde kıvranan adamın ayağıma sarılmasıyla kendimi yıllarca korkarak yaşadığım adamın üzerinde hâkimiyet kurmanın verdiği özgüven, birini öldürmenin verdiği suçluluk duygusunu bastırıyordu. "Senin işini bitirdim, şimdi sıra Başkan'da. Merak etme, cehennemde uzun süre yalnız kalmayacaksın. Ortağını da yanına yollayacağım hemen."

Ayaklarıma kapanan ve nefes almakta güçlük çeken adam tıksırırcasına "S-Seni... Yalancı sürtük-k!" diyebildi yalnızca.

Eğilip onunla yüz yüze geldim. "Senin gibi bir orospu çocuğuna benim gibi yalancı bir sürtük gerekiyordu. Ne derler bilirsin Vural Sezer, şeytan azapta gerek."

Ayak bileğimi onun ellerinden kurtarıp bir adım geri attıktan sonra son kez ona baktım. İşte orada, karşımda öylece yatıyordu. Çocukluğumun kâbusu. Yerde acıyla kıvranıyordu. Tehlikeli ve ölümsüz sandığım o adam gözlerimin önünde acı çeke çeke ölüyordu. Boğazına tıkanmış köpüklü kusmuğunda boğularak. Ondan kurtuluyordum. Bir yanım özgür kalıyordu belki de. Yüzündeki o acı çeken ifade için yıllarca beklemiştim. Değil onu öldürmek, ona yaklaşmaya bile cesaret edememiştim. Korkmuştum hep. Şimdiyse korktuğum o adamdan kurtuluyordum.

Adımlarım evin dışına doğru ilerlerken içimdeki rahatlamanın verdiği bir suçluluk hissi vardı. Bir insanın ölmesine üzülmüyordum. Tıpkı onun duyguları olan bir insanın isteklerine saygı duymaması, bana zarar vermesi gibi. Ona ve onun gibilere dönüşüyordum. Ve bu korkutucuydu.

Çantama tıkıştırdığım silahla evden dışarı çıktım. Bahçedeki adamlar azalmıştı. Sadece üç kişi kalmıştı. Usulca bahçe çıkışına ilerledim, arabama birkaç adım kala kulaklığındakileri dinleyen korumalardan biri bana doğru yaklaştı. Bir terslik olduğunu anladım ama ani bir harekette bulunmadım. Adam iki adım daha atıp "Olduğun yerde kal!" diye bağırdı. Benimse durmaya niyetim yoktu. Bir adım atıp kaçmaya çalıştığımda adamlardan diğeri beni kollarımdan tutup sertçe yüzüstü duvara yasladı. Canım çok yanmıştı. Ancak arsızca kıvranmaya başlamıştım. Kollarından kurtulmaya çalışırken sağ arka ayağımla bacağına sertçe vurdum. Adamlardan diğeri beni etkisiz hâle getirmek için yüzüme bir yumruk indirdi. Başımı duvara sertçe vurduğunda beyin sarsıntısı geçiriyorum sandım. Ama pes etmedim, ben de bir yumruk salladım. Hedefini bulmadı. En arkadaki adam ayağımdan çekip yere düşürdü beni. Yerde kısa bir süre tekmeleyerek hırpaladılar beni. Ellerimle korumaya çalıştığım başım az önceki darbelerden dolayı dönüyordu. Arabama yalnızca iki adım vardı. Bunu yapabilirdim, onlarla baş edebilirdim. Dövüş Kulübü'ndeki Tyler Durden değildim ve olmama da gerek yoktu. Yediğim tekmeler canımı inanılmaz yakarken usulca uzanıp az öteme savrulmuş çantama sıkı sıkı sarıldım. Adamlardan birine can havliyle tekme attım ve hedef şaşırttım. Tekmem can yakmasa da kısa bir anlığına dikkatleri o yöne çekmeyi başarmıştı. Bu sırada çantamdaki silaha uzanabilecek kadar zaman kazanabilmiştim. Çok şükür.

Silahı onlara doğrulturken can havliyle ayağa kalktım. Yalpalayarak ayakta duruyordum. Karnımdaki ve midemdeki ağrıyla başa çıkmaya çalıştım. "Yaklaşmayın, vururum! Şakam yoktur!"

Adamlardan biri ağzının kenarlarıyla güldü. "Bizi vuracak mısın?" Yanındaki arkadaşına bakıp kahkaha attı. "Bahse girerim silah kullanmasını bile bilmiyordur." Ciddileşip sağındaki adama baş işaretiyle onay verdi. "Yakalayın şunu!"

Silahı ileri doğru itip sürgüyü geride bıraktım. Sol elimle kabzasını kavradım, parmağımı tetiğe yerleştirdim ve havaya ateş ettim. "Nasıl?" Beklenmedik bir durumla karşılaştıkları açık olan adamlar bana bakarken sakindim. "İkna olmuşsunuzdur umarım. Mermilerden biri beyninizde patlasın istemem." Az önce bana gülen adama baktım. "Nerenin komedyenisin bilmiyorum ama şakanın sırası olmadığını anlamışsındır artık." Onun yanındaki adama döndüğümde pantolonunun kemerine uzanmak üzere olduğunu fark ettim. "Şşşt... Sakın aklından bile geçireyim deme!" Omzunun biraz üzerindeki boşluğa ateş ettim. Bu kadar yakınından ateş edildiğini gören adam en ufak bir hareket bile etmeksizin şaşkınlıkla bana baktı. "Beynimizin yüzde yüzünü kullanırsak ne olur diye kendini test ediyordun herhâlde. Şakacı çocuk seni." Alaycı ses tonuma karşılık acı çektiğimi itiraf etmeliydim. Geri geri adımlarla arabama yaklaştım ve ön kapımı açtım. Aslında üçü birden organize bir şekilde bana saldırsaydı muhtemelen beni alırlardı. Valent'in bana silah kullanmayı öğretirken söylediklerini hatırladım. Öğrettiklerimi unutma. Kendini koruman gerektiğinde kullanmaktan da çekinme. Sana karşındakini korkutmak için riskli olmayan bölgelere nişan alıp ateş etmeyi öğreteceğim. Örneğin bacağına ateş etmen peşinden gelmesine engel olur. Elinde silahla üzerine gelirse eline ateş et. Bu sana zaman kazandıracaktır. Gövdesinden uzak dur, oraya ateş etme. Ölümcül bir yara alırsa başın belaya girebilir. Arabaya binmeden önce ortadaki adamın dizine ateş ettim ve dikkatlerinin dağıldığına emin olduğumda arabaya bindim. Adamlardan biri bana doğru ateş etti ama durmadım. Arabayı çalıştırmaya çalıştım. İlk denememde araba çalışmadı. Burada, bu cehennemde kalacağım için çok korksam da ikinci denememde başarmıştım. Hızla oradan uzaklaşırken o anın yaşattığı adrenalinin etkisiyle yaralarımın ağrısını bir süre hissetmedim. Ancak bu kısa sürdü. Vücudumun çeşitli yerlerindeki hırpalanmanın verdiği ağrılar baş göstermeye başlamıştı. Omzumdan sıyırıp geçen kurşun yarasını ise yeni fark etmiştim. Herhâlde arabayı çalıştırırken olmuştu. Derin nefesler almaya çalıştım ama omzum diğer yaralarımdan daha çok acıyordu. Ve kötü haber. Arkamda Vural'ın adamları beni takip ediyorlardı. Benzin göstergesine baktım, küçük çaplı bir İstanbul turu için yeterli olacak mıydı? Sanmam. O yüzden şehrin ara sokaklarında kaybolmaktan ya da korkunç trafiğin arasında kamufle olarak kaçmaktan başka çarem yoktu. Bulunduğum yolda ikinci şıkkı denemek en iyisi olacaktı. Başta kontrol onlarda olsa da trafiğin arasından sıyrılıp onları o kıyamet gibi arabaların arasında bıraktığımda rahat bir nefes aldım. Omzumun sırılsıklam kan olduğunu ve benzinimin bitmek üzere olduğunu görünce bir benzinlikte durmak şart olmuştu. Arkama baktım. Takipte bir araba yoktu. İyice izimi kaybettirdiğimden emin olduğumda ilk benzin istasyonunda durdum. Hâlimden ötürü bana tip tip bakan personele "Fulle abicim." dedim. Kısa bir an şaşkınlık geçiren adama bu sefer ben tip tip baktım. "Abicim, fulle. Hadi." O işini yaparken ben de arka koltuktaki ceketimi omzuma sarıp iyice sıktım. Böylece kanamayı biraz durdurabilirdi. Allah'tan sıyırıp geçmişti de başıma daha büyük işler açmayacaktı.

Benzini aldıktan sonra personele parasını ödedim. Tam o sırada nasıl oldu bilmiyorum ama bir kaos oldu. Arabama hışımla genç bir çocuk bindi ve arka koltuktan başıma doğrultulan namlunun soğukluğunu hissettim. "Sür."

❝Valentino❞

Lâl gittiğinden beri odadaki yatakta öylece oturmuş düşünüyordum. Bu hâle nasıl geldiğimizi. Aslına bakılırsa anlamak güç değildi. Her şey o kadar üst üste gelmişti ki bunun olmasına şaşırmadım bile. Çok zor bir dönemden geçiyorduk. Lâl için her şeyin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyordum. Biz bebeğimizi kaybetmiştik. O bebek onun olduğu kadar benimdi de. Ben de üzgündüm. Hem de çok. Ancak birimizin ayakta kalması gerekiyordu. Lâl toparlanamayacak kadar kötü durumda olduğundan bu görevi ben üstlenmeliydim. Ama güçlü kaldığım için Lâl tarafından suçlanan yine ben olmuştum. Sanki bebeğimizi kaybedişimize hiç üzülmemişim gibi bir izlenim oluşmuştu Lâl'in gözünde. Ona göre ben hiçbir şeyi gereğinden fazla umursamazdım. Bebeğimizin gidişini bile. Ama gerçek böyle değildi. Hatalarım olduğunu kabul ediyordum. İkimiz de bu kadar acı çekerken bu zor zamanımızda krizi doğru yönetememiştim. Azize'nin ortaya çıkışı, Lâl'in kaçırılması, Zita olayı, Vural'ın elindeki video kayıtları, Dokuz... O kadar çok şeyle uğraşmak zorundaydık ki sonunda yıprandık. Zita olayı ise Lâl için bardağı taşıran son damla olmuştu. Ve gitmişti. Lal gitmişti. Normal şartlarda izin vermeseydim bu ülke şöyle dursun bu kapıdan bile çıkamazdı. Ama bu neyi değiştirirdi ki? Onu zorla yanımda tutamazdım. Bu onun nefretini kazanmaktan başka işe yaramazdı. Şimdi onsuzlukla nasıl savaşacağımı bilmiyordum. Ona öylesine alışmıştım ki.

Hareketsiz bir biçimde ne kadar süre öyle oturup kaldım bilmiyordum. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Kapı çaldı. Gelen yardımcılardan biri olmalıydı, beklemesini söyleyip oturduğum yataktan kalktım, üzerimi değiştirdim. Siyah eşofmanımı ve ince kazağımı geçirdim. "Evet!"

İçeri Nina girdi. "Efendim, kahvaltınız..."

"Kahvaltı yapmayacağım."

Başını sallayarak "Peki efendim..." dedi ve dışarı çıktı Nina. Odada yeniden yalnız kaldığımda camdan dışarı uzaklara baktım. Onu çok üzmüştüm. Birbirimizi çok yıpratmıştık. Ama her şeye rağmen ne olursa olsun birlikte atlatabileceğimize inanıyordum. Tam olarak inandığım gibi olmadı. Olanlara karşı Lâl'in de sabrı taştı. Onun ne kadar kötü durumda olduğunu göremedim. Yalnız kaldı. Bu durumu atlatamadı. Atlatamadık.

Sessizlik içinde otururken telefonum çaldı. Arayan Pietro'ydu. Aramasını yanıtladım. "Evet?"

"Dokuz'un izini bulduk sanırım. Kesinleşince seni haberdar edeceğim."

Normalde kimden şüphelendiklerine kadar her şeyi soruştururdum ama bu konuyla daha sonra ilgilenecektim. Aklım bu kadar karışıkken uğraşmak istemiyordum. Üstünde durmadım. "Mutlaka haberim olsun."

"Senin neyin var?"

Hattın diğer ucundaki adamın bile dikkatini çeken durgunluğum üzerine yok bir şey deyip geçiştirecek hâlim yoktu. Kısa ve öz bir biçimde yanıt verdim. "Lâl gitti."

"Ne? Nereye?"

"Türkiye'ye döndü. Evi terk etti."

"İyi de neden?"

"Boş ver. Bir gelişme olursa hemen haber ver. O orospu çocuğunu bulun bana." Telefonu kapattım. O sırada Dokuz'un Lâl hakkında söyledikleri doluştu aklıma. Onu kaybetmen için elimden ne geliyorsa yapacağım, demişti. Lâl'i kaybetmiştim, istediği olmuştu. Ama ya daha fazla ileri gidip ona zarar verirse? Lâl şuan sağlıklı düşünemiyordu. Ağır bir depresyon geçiriyordu. Kendini koruyabilecek durumda değildi. Montrel'i arayıp İstanbul'daki güvenilir adamlarımızdan birini Lâl'i takip ettirmesi için görevlendirmesini emrettim.

Başımı ters yöne çevirdiğimde onu gördüm. Komodinin üzerindeki yüzüğü ve Lâl ile olan fotoğrafının çerçevesini aldım, uzun uzun baktım.

❝Lâl❞

Önce başıma doğrultulan silaha, sonra silahı elinde tutan çocuğa baktım. Çok gençti. Silah kullanmak için fazla küçüktü. Benim hırpalanmış hâlimle karşılaşıp kısa bir an şaşırsa da kararlılığı elden bırakmamıştı. Bense panik olmam gereken bu anda gayet cesurdum. Kendisine silah çekilen birine göre fazlasıyla sakindim hatta. Üstelik az önce adam öldürmüş birine göre de gayet rahat ve soğukkanlı hissediyordum kendimi.

Benim sükûnetim karşımdaki çocuğu şaşırtmış olacaktı ki "Dediğimi duymadın mı? Sür diyorum, sür! Beni Başkan'a götür!" dedi sesini yükselterek. Bunları söylerken tedirgin bir biçimde bizi gören var mı diye etrafına bakmayı ihmal etmiyordu. "Kulağın mı duymuyor, aklından mı zorun var?"

Dikiz aynasından göz ucuyla baktığım çocuğun paniğinin yarısı bende yoktu. Kaybedecek şeyi olmayan biri olmak ya da bir şeyden korkmamak böyle bir duyguydu demek. Özgür hissettiren ve bağımlılık yaratan tuhaf bir duygu. "Sigaran var mı?"

"Ne?"

"Sigaran diyorum, sigaran. Var mı?"

"Ne sigarası kızım? Seni rehin aldım, kafana silah dayadım farkında mısın?"

"E tamam, ne yapalım? Sigara da mı içmeyenlim?"

Söylediklerimi önce şok etkisiyle söylediğimi düşünse de umursamazlığıma şaşıran çocuk cebinden çıkardığı sigara kutusunu uzattı. İçinden bir sigara bir de kutudaki çakmağı aldım. Sigarayı yaktıktan sonra "Sigara içmek için küçük değil misin?" diye mırıldandım.

Tahmin ettiğim gibi hemen tahrik olup öfkelendi. "Küçük falan değilim ben! Çocuk muamelesi yapma bana!"

Sakinliğimi bozmadan duymazdan geldim. Sigaradan bir nefes aldıktan sonra üfledim. "Ben de aslında normalde pek sigara içmem ama..." Bir nefes daha alıp üfledim iç geçirerek. "Ne bileyim işte. Kırk yılın başında canım çekti." Gergindim de sanırım. Dışarıdan soğukkanlı görünsem de birini öldürmüştüm. Bin bir türlü aksiyondan geçmiştim ve hâlâ geçmeye devam ediyordum. İçimden geçenleri dürüstçe söylemekten çekinmedim. "Biraz da gerginim tabii. Büyük hesaplaşma geldi çattı sonunda." Kendi kendime konuşuyormuşum gibi bir hâl almıştı ses tonum. Deliriyordum galiba. Acaba arka koltukta bana silah çeken çocuk da gerçek miydi yoksa iyice sıyırmış mıydım?

Neye uğradığını şaşıran çocuk ben neyin içine düştüm der gibi bakıyordu sanki. "Ne anlatıyorsun kızım sen bana? Allah Allah ya, çattık belaya!" Sabırla başını iki yana salladı anlamsız iç geçirmeleriyle. "Tatavayı bırak da beni o Başkan itine götür!"

Başkan'la ne derdi vardı acaba? Gerçi o pislikle sorun yaşayan birini görmek benim için neden bu kadar şaşırtıcı olsundu ki? Adamın kendisi problemdi. "Sıranı bekle canım. Önce benim sormam gereken hesaplar var kendisine." Yarım kalan sigaramı camdan dışarı atıp arabayı çalıştırdım.

"Ne hesabıymış o? Sen onun kızı değil misin?"

Alayla "Dersini çalışmamışsın." derken tebessüm ettim. "Beni kaçırmadan önce en azından internete bakabilirdin."

"Nasıl yani, yanlış kişiyi mi kaçırdım ben? Sen onun kızı değil misin?" Hiçbir şey anlamayan çocuğa daha açık konuşmam gerektiğini anlamam uzun sürmedi.

"Kimlikte evet. Ama gerçekte... Kızı dışında her şeyim. Kölesi, çalışanı... En çok da düşmanı." Göz ucuyla dikiz aynasından arkadaki genç ve öfkeli yüze baktım. On yedi ya da on sekiz yaşında ya vardı ya yoktu. Bu öfkesinin sebebini anlamaya çalışıyordum. "Senin ne derdin var Başkan'la?"

Genç çocuk "Seni ilgilendirmez." diye beni tersledikten sonra saniyeler içinde hafızasını kaybetmiş gibi benzer bir soruyu bana yöneltti. "Asıl senin bu hâlin ne? Ağzın burnun yamulmuş."

Direksiyonu sıkı sıkı tutarken yola baktım yalnızca. "Bu da seni ilgilendirmez." Başkan'ın gizli karargâhına gelmek üzereydik. Hâlâ şakağıma doğrultulan namlunun sinir bozuculuğu sabrımı taşırmıştı. Ani bir refleksle silahı çocuğun elinden çekip alıverdim. "Şunu da tutup durma başımda, elinde çok komik duruyor."

"Ya ne yaptığını sanıyorsun sen? Deli misin?"

"Çok akıllı olduğum söylenemez." Düşünceli bir biçimde iç geçirdim. "Silah taşımanın tehlikelerinden haberin yok gibi duruyor. Karşındakinden çok sana zarar verir. Hem... Ne derler bilirsin, kalem kılıçtan keskindir. Atalarımız boşuna dememiş olmalı, değil mi? Birini zekânla alt etmek daha büyüleyici olsa gerek."

Açık torpidonun gözündeki silahımı işaret eden çocuk hazırcevap bir edayla yapıştırdı lafı. "Madem bu kadar tehlikeli, sen niye silah taşıyorsun o zaman?"

Duraksamadan "Ben yolun sonundayım." dedim dürüstlükle. "Kaybedecek bir şeyim kalmadı. Sense yolun başındasın. Önünde koca bir hayat var." İçimde ona olan nefretim tekrar alevlenmişti o an. "Başkan gibilerin bir hayat daha karartmasına tahammülüm kalmadı."

Karmaşık bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu çocuk. "Beni tanımıyorsun bile, neden iyiliğimi düşünüyorsun?" Merakı ve şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Gözlerinde kendimden bir parça buluyordum sanki. Birinin onu korumaya çalışmasına alışık değil gibiydi. Tıpkı benim gibi.

"Seni tanımıyorum. Ama Başkan'ı tanıyorum. Benim başıma gelenler başkalarının başına gelsin istemiyorum, hepsi bu." Karnımın biraz altında yükselen ağrı üzerine acıyla gözlerimi kıstım.

Bir şeylerin ters gittiğini anlayan çocuk "Ne oldu? Bir şey mi oldu?" diye sordu merakla bakarken. "İyi misin?"

Az önceki pozisyonumuzu düşündüğümde alaycı bir tebessüm belirdi dudaklarımda. "Başına silah dayadığın birini merak etmen ne ince bir davranış." Sonunda Başkan'ın karargâhına gelmiştik. Arabayı durdurdum. Aldığım derin nefesi bıraktım. "İşte geldik. Başkan'ın cehennem krallığına hoş geldin."

Çocuk bana tip tip baktıktan sonra arabadan indik. Adamları beni tanıdığı için üstümüzü bile aramadan içeri kabul edildim. Arkamda genç çocukla beraber kan revan içinde Başkan'ın yanına çıktığımda kapının önünde durdum ve ona döndüm. "Burada bekle."

"Sen bana emir veremezsin, buraya geldiysek içeri birlikte gireceğiz. Anca beraber kanca beraber."

İtirazından etkilenmemiş bir biçimde ikna edici ses tonumu takınarak karşılık verdim. "Buraya kadar benim sayemde elini kolunu sallayarak gelebildin. Bence pazarlık şansın yok. Başkan'la görülecek bir hesabım var, sonra sen girer ne istiyorsan konuşursun."

Onu geride bırakıp kapıdan içeri girdim. Kocaman bir oda karşıladı beni. Duvarları eskitme bir dekoruyla kaplıydı. Ve Başkan tam karşımdaki büyük camın önünde elleri ceplerinde arkası dönük bir biçimde duruyordu.

Sessizliği bozmak amacıyla "Ben geldim." dedim anlamsız bir biçimde. Hesap sormaya geldiğimi gizlemiyordum. Buraya gelene kadar bir sürü badire atlatmıştım ama hayatta kalmıştım. İşte buradaydım. Onunla hesaplaşmak için başladığım yere dönmüştüm.

Elleri ceplerinde arkası bana dönük olan adam "Görebiliyorum." diye mırıldandı. Usulca bana döndüğünde bir süre beni baştan aşağı süzdü. Başkan'ın karşısında olmak insana ürkünç bir his veriyordu. Onun karşısındayken kendinizi savunmasız ve korunmasız hissediyordunuz. Ondan daha aşağıda. Daha alt rütbede. Yüzünde sanki dünyayı hükmetmeye gelmiş gibi bir ifade vardı her zaman. O aşağılayıcı ve sizi her an bir böcek gibi ezecekmişcesine bakışları tuhaf bir biçimde etkisi altına alıyordu. Ancak bugün burada başıma gelen tüm felaketleri atlattığım için hükmedici bakışları bana işlemiyordu. Bugün buraya gelmiştim çünkü artık özgür kalmaya ihtiyacım vardı. Gelmiştim çünkü geçmişle kavgamı bitirmek istiyordum. "Ne istiyorsun?"

Geçmişimle hesaplaşmam için yanıtına ihtiyacım olan soruyu sordum. "Gerçek ailem kim?" Bunu hiç merak etmemiştim daha önce. Küçüklüğümde bu defteri kapattığımı sanıyordum. Onları merak etmiyordum. Kim olduklarını bilmek istemiyordum. Onları bulmak istememiştim çünkü bana bir faydası olmadığını düşünüyordum. Ancak başta kendimle ve Valentino'yla olan sorunlarımın kaynağı beni terk eden gerçek ailem ve onların bana bıraktığı güvensizlikten ileri geliyordu. Onlar hayatımda yoktu ama tam unuttum derken yaşadığım sorunların altından çıkıyorlardı. Sağlıksız, zehirli ve dengesiz hareketlerimiz bazen geçmişte yaşadıklarımız, bazense yaşayamadıklarımızın altında gizlidir. Bu da benim geçmişimin kirli mirasıydı sanırım. O yüzden gerçek ailemin kim olduğunu öğrenmek istiyordum artık. Sevdiğim adamı, kendimi hatta belki de bebeğimi yıpratıp kaybetmemin sebebi olan insanlarla yüzleşmek ve hepsiyle hesabımı kapatmak istiyordum. Karşımdaki adam ise sorduğum soruya bir yanıt vermeyi bile reddediyordu. "Annem ve babam kim, Başkan?"

"Asla öğrenemeyeceksin."

"Benimle bir işin kalmadı artık. Gerçek kızın, Azize yaşıyor. Beni serbest bırak."

Elleri ceplerinde başını önüne eğip tıksırır gibi güldü. "Bu kadar kolay mı sanıyorsun?"

"Ne?"

"Birini al, diğerini bırak. Gerçekten bu işin bu denli kolay olacağını düşünecek kadar aptal mısın?"

Ne dediğini anlamaya çalışıyordum. "Gerçek kızın yaşıyor diyorum, öz kızın! Alo, kime diyorum?"

Omuz silkti. "Bir önemi yok."

"Ne demek bir önemi yok?" Bir adım attım ona doğru. "Başkan, bak beni delirtme. Bizzat senin öz kızın, Azize, onun yerine geçmem için hayatımı kararttığın kızın yaşıyor diyorum! Onu al, beni bırak! Bunun neresini anlamıyorsun?"

"Sen aptal mısın? Bunca yıl geçtikten sonra böyle bir şey mümkün mü sence? Birbirine tıpatıp benzeyen iki kız elini kolunu sallaya sallaya gezebilecek. Ben de arasından birini seçip yer değiştirmenize izin mi vereceğim?" Şaşkın bakışlarımı umursamadan ciddiyetle devam etti. "Bu saatten sonra birbirinizin yerine geçmeniz gibi bir durum söz konusu olamaz. İkiniz de bir diğerinin geçmişini, yaşadıklarını, karakterlerini tıpatıp taklit edemezsiniz. Ne sen onun, ne de o senin yerine geçemez." Duraksadı. "Hem hiç düşündün mü, Azize kendi yerine geçerken sen nasıl elini kolunu sallayarak ortalarda Riccardo'yla gezip gazetelerde boy boy fotoğraf vereceksin? Bugüne kadar biriniz varken şimdi ikinizin birden var olduğu gerçeği kafaları karıştırmayacak mı? Her şey pamuk ipliğinde gibi bir anda çözülür, ne olduğunu bile anlamazsınız."

Neyi kast ettiğini anlasam da karşımdaki canavarın acımasızlığına bir kez daha inanamıyordum. "O senin öz kızın!" Donup kalmıştım. Alaycı bir öfkeyle güldüm. "Gerçi, kime ne anlatıyorsam! Öz oğlunun bile ölümüne göz yuman bir adamdan bahsediyoruz, kızına mı acıyacak?"

Acıyan aşağılayıcı bakışlarıyla beni ezerken "Aptal kız." diye mırıldandı. Tepeden bakışları ezici ve umarsızdı. "Görev her şeyin önündedir. Görev söz konusu olduğunda aptal duygusallıklara yer yoktur. Aşk, aile, sevgi... Görev söz konusuyken bunların hiçbir önemi kalmaz. Bir Azize gider, bir Azize gelir." Camdan dışarıya dalan gözlerindeki donukluk korkutucuydu. "Görev için gerekirse bir değil bin Engin feda edilir. Önemli olan şahıslar değil, görevdir."

Dehşet içinde baktığım adamla bir kez daha tanışıyordum sanki. Ne yaparsa yapsın şaşırmam dediğim adamın her sözü beni bir üst seviyeye çıkarıp şaşırtıyordu. O an aklımda yanıp sönen o soru süzülüverdi dudaklarımdan. "Azize nerede, Başkan? Ona ne yaptın?"

"Görevi berbat edemeyeceği güvenilir bir yerde." Tüm kararlılığıyla karşımda dikildi. "Her şey yıllardır olduğu gibi aynı düzende devam edecek. Sen benim kızımsın. Olması gereken bu."

Karşımda kusursuz bir sosyopat duruyordu. Tamam, ben deliydim ama karşımdaki adam zır deliydi. Yahu bahsi geçen kişi onun öz kızıydı, öz kızı! Nasıl her şeyin mahvolmaması uğruna onu gözden çıkarabilirdi? Hem de bir kez daha. Daha önce de yapmıştı bunu. Ama yıllar önce olanlar kazayla olmuştu. Şimdiyse tüm bunları bilerek yapıyordu. Bu tüylerimi ürpertmek için yeterli bir sebepti.

Bana iyice yaklaştı, gözlerimin içine baktı. Sağ işaret parmağını göğsüme delercesine bastırdı. "Benim kızım olarak kalacaksın. Üzerine düşen görevi yapacaksın. Senin bir ailen yok. Geçmişin yok. Bunu kabullen artık. Onlar seni istemedi. İsteselerdi yanında olurlardı, seni bir çöp gibi bırakmazlardı." Kırıcı sözlerini umursamazca etrafa döküp saçıyordu. "Sen onlar için gizledikleri ve unutmak istedikleri bir günahın tohumuydun. Seni hayatlarından atıp kurtuldular. Anlayacağın, gerçek ailen için o kadar önemli biri değildin. Olsaydın seni aramaktan bir an olsun vazgeçmezlerdi." Soğukkanlılıkla ekledi. "O pembe rüyalarına artık bir son ver. Yoksa daha çok üzülürsün."

Dolan gözlerimi umursamaksızın bana bakışlarına karşılık verdim. "Başardın." Beni baştan aşağı süzen adama fark ettiği ama dillendirmediği o gerçeği söyledim. "İstediğiniz oldu. Bebeğim sizin yüzünüzden öldü. Onu kaybettim. Sizin yüzünüzden. Başardınız. Tebrik ederim."

Ruhsuz bir maske gibi ifadesiz yüzüyle baktı bana. Gözlerindeki umursamazlık insan olduğundan şüphe ettiriyordu. "En başında olması gereken olmuş." dedi yalnızca. Sakin ve duygusuz. İşte bu kadar. "En başında sana o bebekten kurtulman gerektiğini söylemiştim."

Dişlerimi sıktım. Çenem ve alt dudağım benden bağımsız bir biçimde öfkeyle titriyordu. Çantamdan çıkardığım silahı ona doğrulttum titreyen elimle. Korkudan değil de öfkeden titriyordu ellerim. Son derece kararlıydım. "Bence en başından beri ölmesi gereken sendin."

O an ikimizin de beklemediği bir şey oldu ve içeri benimle gelen çocuk dalıverdi ve Başkan'ın üzerine saldırdı. "Öldüreceğim seni şerefsiz it!" Başkan'ın geri çekilmesiyle çocuğun yumruk atma girişimi başarısız oldu. Yeniden deneyerek adamın üstüne saldırdı. "Abim senin yüzünden hapse girdi! Ailemi dağıttın!"

Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken algıladığım tek şey Başkan'ın bir şekilde tanımadığım bu çocuğun da hayatını mahvettiğiydi. Bunu neden ve nasıl yaptığını bilmiyordum ama olan buydu. Başkan yakasını genç çocuktan kurtarırken bir sineği kovalar gibi davranıyordu. "Çekil şuradan be! Sizi bana parayla mı verdiler? Çekil!"

"Öldüreceğim seni ulan, öldüreceğim!"

Başkan kendisine saldıran çocuğa vurmak için el kaldırırken içeride oluşan gürültü ve hengame üzerine Başkan'ın adamları içeri daldığı gibi çocuğa silah çekti. Neler olup bittiğini çözmeye bile fırsatım olmamışken kendimi yeni bir savaşın ortasında bulmuştum. Çocuğun önüne geçip eli havada kalan Başkan'la arasına girdim. "Çocuğu rahat bırak!" Karşımdaki adamla iki düşman gibi bakışırken dişlerimin arasından tekrarladım. "Köpeklerine söyle geri bassınlar, çocuğu rahat bırak."

"Ben çocuk değilim!"

Bu durumdayken bile ergenlik tripleri atmaktan geri durmayan çocuğu susturdum. "Kapa çeneni!"

Bakışları benimle çocuk arasında mekik dokuyan Başkan alaycı bir sinirle güldü. "Bak sen şu Allah'ın işine. Şimdiden kardeş dayanışmasına başlamışsınız, ne hoş."

Soru dolu gözlerle arkama aldığım çocuğa baktım. Başta anlamasam da saniyeler içinde parçalar birleşiverdi kafamda. Fuat'ın anlattığı çocuk, Uras'ın kardeşi, Başkan'ın diğer gayrimeşru oğlu bu çocuktu. Onun bir kurbanı daha.

Başkan bu durumu lehine kullanmak ister gibi ortamdaki savaş atmosferini dağıttı. "Kerem, üvey ablanla tanış."

Benimse istediği gibi olayları karambole getirmesine izin vermeye niyetim yoktu. Bana istediğim cevapları vermemiş olabilirdi ama en azından bir aileyi daha mahvetmesine izin vermeyecektim. Bu artık benim Başkan'la kişisel savaşım hâline gelmişti. "Bana bak şerefsiz pislik, Uras'ı en kısa sürede hapisten çıkartıyorsun. Eğer buna engel olursan-"

Cümlenin devamını getirmemi bekleyen Başkan şüpheli bakışlarla tekrarladı. "Engel olursam?"

İmalı ses tonumla "Sonuçlarına katlanırsın." dedim bir cesaret. Gözlerim protez bacağına kaydı. "Ve emin ol diğer bacağının kopması başına gelen en iyi şey olur." Ona bir adım daha yaklaştım. Sadece aramızda olan sessiz bir anlaşmadan bahsediyormuş gibi imada bulundum. "Ağzımı açmamı istemezsin değil mi? Eskisi kadar sır tutasım yok çünkü." O an Başkan'la Azize konusunda anlaşma noktasına geldiğimi fark etmiştim ama geri adım atmadım. Çünkü işe yaramıştı. Başkan ikna olmuş görünüyordu ve adamlarına geri durmaları için yalnızca bakışlarıyla talimat vermesi yetmişti. Fırsattan istifade çocuğu kolundan tutup çekiştirdim ve birlikte dışarı çıktık.

Sessizce binadan çıkarken adının Kerem olduğunu dakikalar önce öğrendiğim çocuğun kafası karışık görünüyordu. Kaşlarını çatarak bana baktı ve "Beni neden korudun?" diye sordu.

"Kime bulaştığının farkında değilsin de ondan." Ön kapıyı açtım binmek için. "Hadi bin arabaya."

Kısa bir an duraksadıktan sonra arabaya binen çocuğun ardından arabayı çalıştırdım. Ortamda kısa bir sessizlik sürdükten sonra üvey kardeşim olduğunu öğrendiğim çocuk hâlâ sorularının yanıtını tam olarak alamamış gibi görünüyordu. Merakına yenilip yeni bir soru sordu. "Başkan'a ağzını açmak derken neyi kast ettin? Hayır çünkü ne ima ettiysen işe yaradı." Sessizliğimi korusam da cevap alma konusunda ısrarcıydı Kerem. "Onun hakkında ne buluyorsun ki bu kadar korktu? Bana dokunmadı."

"Bu senin boyunu aşar. Kurcalama."

"Ve daha da önemlisi... Madem o iti susturacak kadar önemli bir kozun var, bunu neden benim için kullandın? Beni tanımıyorsun bile!"

Başımdan savmak için "Canım öyle istedi, keyfinin kâhyası mısın?" diye tersledim onu. "Çocuk aklınla her şeye burnunu sokma."

"Çocuk değilim ben!"

"Çocuksun işte, eline silah alıp tek başına bir ordunun içine dalıp sağ kalmayı bekleyecek kadar çocuksun! Ben olmasam kuşbaşılı pide olacaktın, haberin yok. Ha eğer Başkan'ın oğluyum, o bana kıyamaz diye düşünüyorduysan vay haline!"

"Tabii ki öyle düşünmüyordum! O orospu çocuğunun kimseye acımayacağını bilecek kadar tanıyorum."

"Ne biçim konuşuyorsun sen? Ağzına acı biber sürerim senin."

"Bana bak Lâl misin nesin, canımı çok sıkıyorsun! Bana çocuk muamelesi yapma dedim sana!"

Söylediklerini duymazdan gelerek uyarıda bulundum. "Boyunu aşan işlere girme bir daha. Bu kez yanında seni koruyacak bir Lâl olmazsa Başkan gözünün yaşına bakmaz haberin olsun."

"Ne bildiğini söylemeyecek misin?"

"Hayır, söylemeyeceğim. Seni aşan soruların yanıtlarını aramaktan vazgeç." Biz böyle tartışa tartışa giderken siyah bir Volkswagen Caravelle yolumuzu kesti. Ani bir frenle arabayı durdurmak zorunda kaldım. Arabadan inen adamlardan birini görünce yolumuzu kimin kestiğini anladım. İki saniyeliğine başımı direksiyona dayadıktan sonra ofladım ve yola baktım. "Ne işi var bunun burada ya?"

"Neler oluyor? Bunlar kim?"

Kerem'in bitmek bilmeyen sorularını yanıtsız bırakıp bize doğru gelen Montrel'e baktım. Adam "Lâl Hanım, mümkünse arabadan inmenizi gerekiyor. Bay Riccardo sizinle görüşmek istiyor." dedi.

"Mümkün değil desem rahat bırakacak mısın?"

"Hayır."

Yine bir of çekip sakince arabadan indim. Kerem de merakına yenik düşüp peşimden geldi. Arkamdan yürürken "Bay Riccardo kim?"

Biraz gözü korksun diye "Organ mafyası." dedim alayla. "Seni neden Başkan'ın elinden kurtardım sanıyorsun? Organlarını mafyaya satacağım."

"Ha ha, çok komik."

Karşımızdaki arabadan inen adam bana doğru yürüdüğünde bakışları şaşkındı. Ona bir şey söyleme fırsatı vermeden "Ya sen ne yaptığını sanıyorsun Valentino? Dağ başında yol kesip dağa adam kaldırmalar falan. Ne bu şimdi?"

Söylediklerime yanıt vermek yerine hayretle mırıldandı. "Neler olmuş sana böyle?"

"Bir şey olduğu yok. Bana olanlar olmuş zaten. Bu hiçbir şey değil." Sağ eli elmacık kemiğimdeki morartıya giderken geri çekildim. "Bırak."

Beni baştan aşağı süzerken yüzündeki endişe yerini azarlayıcı bir ifadeye bıraktı. Şaka yollu olduğu çok belli bir yargılama tavrıyla bana baktı. "Seni iki gün kendi hâline bırakıyorum, ülkeyi birbirine katıyorsun."

"Ne oldu? Patırtımız İtalya'ya kadar geldi, siz de komşu olarak buraya uyarmaya mı geldiniz?"

Güldü adam. Yeniden alaycı hâlimle karşılaştığı için memnundu ama ben bunları duygusuz bir tavırla söylüyordum. Yüzü aniden ciddileşti. "Sana bunu kimin yaptığını söylemeyecek misin?"

"Valentino, bu seni ilgilendirmiyor. Neden geldin buraya? Neden çıktın yine karşıma? Daha yeni her şeyi bitirmedik mi biz?"

Kaşlarını çatarak "Biz?" diye sordu bunun tek taraflı bir karar olduğunu hatırlatırcasına. "Hatırladığım kadarıyla bu yalnızca senin kararındı."

"Valentino, yolumdan çekil."

"Çekilmezsem ne yapacaksın?"

Sabrım taşmak üzereydi. Onunla tartışacak gücü bulamıyordum kendimi. Omzumdaki sıyrık fena hâlde acıyordu. Sağlam elimle silah çektim ona. "İlla sana senin dilinle cevap vermem gerekiyor değil mi? Başka türlü laftan anlamıyorsun."

Benim silah çekmemle etrafındaki adamlar silahlarına davrandılar ama Valentino tek bir el hareketiyle onları durdurdu. Çünkü onu vurmayacağımı, vuramayacağımı çok iyi biliyordu. Hatta bu durumdan eğleniyor gibi bir ifade vardı yüzünde. Arkamdaki çocuğa baktı. "Dur tahmin edeyim, bize rakip yeni bir mafya çetesi kurdun ve arkandaki de en sadık adamın."

"Çok komiksin, Valentino. Çekil yolumdan."

Atik bir ifadeyle bana yaklaştı ve kolumu nazikçe büküp elimdeki silahı aldı Valentino. Bana arkamdan sarılmış bir biçimde dururken ben nefes nefeseydim. O ise alaycı bir ses tonuyla karşılık verdi. "Sana silah kullanmayı kim öğretti acaba?" İç geçirdi. "Ah, Lâl... Lâl..."

"Lâl, Lâl. Ne Lâl? Adımı mı ezberliyorsun?"

"Lâl, ne yaptığını sanıyorsun? Oraya giderken ne yapmayı düşünüyordun? Ya sana bir şey olsaydı?"

Tam olarak ne olduğunu ya da beni kimlerin hırpaladığını bilmese de Vural ile Başkan'a yaptığım ziyaretten haberi olmuştu anlaşılan. "O Başkan dua etsin de Kerem vardı yanımda. Yoksa ben onu eşek cennetine göndermesini bilirdim de... Hesapta olmayan şeyler oldu işte."

Kaşlarını çattı ve beni azarladı adam. "Böyle bir şeyi nasıl yaparsın? Nasıl kendini tehlikeye atarsın? Madem bir şeyler yapılması gerekiyordu, onları öldürecekken neden beni durdurdun? Neden engelledin, Lâl?"

"Çünkü bu benim meselem!"

Bağırırcasına bir ses tonuyla "Sen ben diye bir şey yok, Lâl!" derken öfkeliydi ve bir o kadar da benim için endişeli. "Bunu ne zaman anlayacaksın? Artık sen ben diye bir şey yok. Biz var!" Ben gözlerine bakmamaya çalışırken o aksime benimle göz göze gelmeye çalışıyordu. Kollarımdan tutup beni kendine yaklaştırdı ve gözlerimin içine baktı. "Farkında değil misin? Kaybettiğimiz bizim bebeğimizdi. Annesi sensen babası da bendim!" Kolları beni sararken ondan kopmak öylesine güçtü ki. "Neden anlamıyorsun? Sen kendini her tehlikeye attığında benim de canım yanıyor." Onun kokusu ve güven veren varlığı ayrılması güç bir bağdı benim için. "Seni de kaybetmeye dayanamam anlamıyor musun?"

Kendimi zorladım ve üstün bir çabayla kollarından kurtardım kendimi. Geri çekildim. "Sen neden geldin?" Dolmuş gözlerimi kaçırdım ve burnumu çektim. "İlişkimize ara verme kararı almamış mıydık biz? Ne bu böyle şimdi Valent? Yol kesmeler, bilmem neler... İkinci sınıf mafya dizisinde miyiz?"

Pasif agresif şakayla karışık benzetmeme güler gibi oldu bir an. Sonra elleri ceplerinde bana karşılık verdi. "Biz değil, sen vermiştin o kararı."

"Neden kararlarıma saygı duymuyorsun o zaman? Neden böyle yapıyorsun Valentino? Her şeyi ikimiz için de neden bu kadar zorlaştırıyorsun?"

"Kararına saygı duyardım." Bir adım daha yaklaşıp gözlerimin içine baktı kendine güvenen bir edayla. Karşısındaki çocuğu azarlayan bir ebeveyn gibi bana baktı. "Eğer başını belaya sokup kendini tehlikeye atmasaydın."

"Sana zarar vermek istemiyorum, anlasana."

Bana iyice sokulup burun buruna kalmamızı sağlarken mırıldandı adam. "Ya ben bana zarar vermeni istiyorsam?" Gözlerindeki sahici karanlık beni içine çekiyordu. "Ya ben, bana zarar verilmesinden hoşlanan bir mazoşistsem?" Dümdüz baktım ona saçmalama der gibi. "Ne?" Kulağıma fısıldar gibi ekledi. "Benim de karanlık arzularım olamaz mı?"

"Valentino saçmalama şimdi çoluk çocuğun önünde." Geri çekildim. Beni yeniden etkisi altına almasına izin veremezdim. Çünkü ona her kapıldığımda bu bağımlılık beni olmadık durumlara sürüklüyordu.

"Kendini tehlikeye attıktan sonra bir köşeye çekilip seni seyretmemi bekleyemezsin, Lâl. Biraz büyü artık."

"Öyle mi Valentino? Madem ben büyüyemiyorum, çocuk çocuk hareketler yapıyorum senin ne işin var böyle birinin peşinde? Ne diye peşimi bırakıyorsun?"

"Çünkü seni kovalamamı istiyorsun."

"Valentino saçmalama. Böyle bir şey istemiyorum."

"İstiyorsun."

Kerem dayanamayıp araya girdi. "İki âşığın didişmesini bölmek istemem ama siz istiyorsun, istemiyorum diye tartışırken biz burada böyle duracak mıyız?"

Sağ elim alnıma gitti. Omzumun ağrısı gitgide artarken karnımın altındaki sancı hissi yeniden belirginleşti ve baskısı biraz daha arttı. Nefes aldım. "Kerem'i evine bırakalım. Seninle sonra konuşacağız bunları Valentino."

"İstediğin kadar konuşabiliriz." Eliyle arka koltuğa buyur etti bizi.

Onu duymazdan gelerek Kerem'e döndüm. "Evin ne tarafta?"

"Evim falan yok benim. Siz beni Eyüp'te bırakın, ben başımın çaresine bakarım."

Şaşırdım ve garipsedim."Nasıl yani, ne demek evim yok?"

"Abimin hapse girdiğini öğrenince ev sahibi evden çıkardı tabii ne olacaktı başka?"

"Olmaz öyle şey, seni öylece sokağa bırakacak hâlimiz yok. Önce seni bir otele yerleştiririz, sonrasına sonra bakarız."

"Olmaz."

"Niyeymiş o?"

"Kimsenin iyiliğine ihtiyacım yok benim. Hele Başkan'ın kızının iyiliğine, hiç."

Öfkeyle "Ben Başkan'ın kızı falan değilim." dedim dişlerimin arasından. "Şimdi düş önüme ayağımın altına almayayım seni." Arabaya binmek üzereyken elim karnımın altındaki ağrıyan yere gitti.

Valentino beni belimden tuttu. "Lâl, sen iyi değilsin."

"Yok bir şeyim, hadi gidiyoruz."

Kerem bana merakla baktıktan sonra laf dinleyerek arabaya bindi. "İyi olduğuna emin misin?"

Onaylarcasına "Doktora görünmen gerek, hiç iyi görünmüyorsun." diye üsteledi Valentino.

Arabaya usulca bindiğimde "Bizi otele götür." dedim. Nihayet hepimiz arabaya binip yola çıktık.

III

Hayatta her şeyin bir zamanlaması vardır. Ve zamanlama, insanların hayata dair planlarını düzene sokabilir ya da olayların seyrini tamamen değiştirebilir. O gece Lâl'in planlarının sekteye uğraması da küçük bir tesadüf ve zamanlama hatasına bağlıydı.

Lâl içeri girdi, planını uyguladı ve gitti. Vural'ı zehirleyip öldürdü. Ya da... Öldürdüğünü sandı. O evde davetsiz bir misafir olduğundan habersizdi.

Lâl elbette o eve gelmeden önce neler yaşandığını asla bilemezdi. Vural'ın evine gelmeden iki saat önce kapı çaldı ve o gün evde yalnız kalıp kafa dinlemek için yardımcılarına izin veren Vural kapıyı açtı. Hiç kuşkusuz o da böyle bir misafiri beklemiyordu. Onu karşısında gördüğüne şaşırdı. "Senin ne işin var burada?"

"Seni görmek istedim." İç geçirdi Vural'ı baştan aşağı süzerken. "İyi olup olmadığını görmek istedim."

Kaşlarını çattı adam. "Neden?"

"Bilmiyormuş gibi konuşma." Sorgusuz sualsiz girdi içeri. "Bir hoş geldin bile demek yok mu?"

"Buraya gelirken kimse seni gördü mü?"

"Adamların dışında mı?" Başını iki yana salladı kadın. "Hayır." Dürüstlükle ekledi. "Ama inan bana, görseydi de umurumda olmazdı. Çünkü seni görmek için yine gelirdim."

Kapıyı gözlerini devirerek kapatan Vural kadına döndü. "Aramızda ciddi bir şeyler olmadığının farkındasın değil mi?"

"Biliyorum, biliyorum." Aynı göz devirmeyle karşılık verdi Sevgi. "Yaşadıklarımızın bir anlamı yok. Sen Lâl ile evleneceksin. Ben bu lafları çok duydum ve ezberledim artık, anlıyor musun?" Bu durumdan sıkılmıştı artık. Vural'ın, uzun yıllardan beri yakın olduğu arkadaşı Lâl'in nişanlısı olduğunu biliyordu. Ne nişanlı ama. Düğün günü kana bulanmış gelinliğiyle kaçtığı anı hatırlarken bu nişanın pek de sağlam temeller üzerine atılmadığını söyleyebilirlerdi değil mi? Lâl ve şımarıklıkları. Bundan sıkılmıştı. Daha fazla sıkıldığı bir şey varsa bu da Vural'ın ona gösterdiği sınırsız tolerans. Elini sallasa ellisini bulabileceği hâlde neden Lâl konusunda ısrarcı olduğuna anlam veremiyordu. Ama Vural'ı da kaybetmek istemiyordu. Lâl'in otel odasında kaçırılmasına yardım etmesinin en büyük sebeplerinden biri de buydu. Vural'ı kaybetmek istemeyişi. Onun gibi bir adamı kim istemezdi ki? Lâl aptalı dışında. Ülkenin sayılı politikacılarından biri olan, saygın ve varlıklı oluşunun yanı sıra karizması sayesinde parmakla gösterilen Vural Sezer'sindir ve şımarık sersem bir kız seni istemiyordur. Dünyanın en komik fıkrası olsa gerek. Yaklaşıp adamı yakalarından tuttu, kendine çekti. "Ben her şeye varım, Vural. Gizli saklı bir köşede seni beklemeye de varım." Adamın ilk iki düğmesini çözdü. "Sadece seni istiyorum, anlıyor musun? Sadece seni." Adamın dudaklarına uzandı ve onu öpmeye başladı. Kısa bir süre sonra ondan da karşılık aldığına memnun oldu.

Bir süre öpüştükten sonra dudaklarını kadından ayıran Vural uyarıcı bir ses tonu takındı. "Bir daha haber vermeden gelme buraya." İkisine de bir içki doldurdu ve kadına uzattı. "Biri görürse hiç hoş olmaz."

İçkisinden bir yudum alan Sevgi gayet açık sözlü bir ifadeyle yanıtladı. "Lâl İtalya'da o mafyayla düzüşürken senin kiminle yattığını umursuyor mu sanıyorsun?"

Onun konuyla ilgili sert yorumu Vural'ı bir fitil gibi ateşlemeye yetmişti. Sağ eliyle kadının boynuna sarılıp onu duvara yapıştırdı. "Onun hakkında düzgün konuş. Üzerine vazife olmayan konulara da burnunu sokma." dedi dişlerinin arasından.

Adamla göz göze gelen kadın ise dürüstlüğünden ödün vermiyordu. "Aç gözlerini artık Vural, o seni istemiyor. Seni hak etmiyor! Niye anlamıyorsun? Bu ihaneti nasıl yutuyorsun?"

"Kimse Vural Sezer'e hayır diyemez. Ve ben istediğim her şeyi alırım. Er ya da geç. Anladın mı beni?"

"Her erkek gibi senin de arzuların var, ihtiyaçların var. "Boynunu kıracakmış gibi sertçe sıkan adamın gözlerine uzun uzun baktı ve aynı sertlikte dudaklarına yapıştı. Hınçla öpüşerek yatağa doğru gittiler. Ve Sevgi'nin istediği oldu. Arkadaşı Lâl'in sözde nişanlısı Vural'la seviştiler. Vural'ın onu arzuları için kullandığını ve onunla duygusuz bir biçimde seviştiğini biliyordu, her şeyin farkındaydı. Ama içinde bulunduğu hayattan kurtulmak için Vural'dan daha iyi bir fırsatı olamazdı. Batmak üzere olan babası ve kötüleşen maddi durumları bir yana, Vural gibi biriyle evlenmeyi herkes isterdi. Sevgi de istiyordu. Ve Lâl ile aralarındaki ilişkinin eninde sonunda patlak vereceğini bildiği için vazgeçmeye niyeti yoktu. Yan döndüğü yatakta sol dirseğinde yükseldi ve Vural'ı seyretti kadın.

Yataktan kalkıp eşofmanını giyen adam Sevgi'ye bakmadan "Bana bakıp ne düşünüyorsun?" diye sordu.

"Onda ne bulduğunu." Nefes aldı düşünceli bir ifadeyle ve devam etti. "Tamam, güzel kız. Ama o kadar işte. Seni sevmiyor, seninle aynı yatağa girmiyor, seninle evlenmemek için taklalar atıyor. Haysiyetini iki paralık etti. Seni tanıyorum. Normalde senin gibi bir adam bunları yutmaz. Neden? Neden ille de o? Niye ondan vazgeçemiyorsun?" Kendi sorusuna yanıt aramaya çalıştı çaresizce. "Statü meselesi mi? Davul bile dengi dengine mi diyorsun? Yoksa babanın arkadaşının kızı, çocukluk arkadaşın diye mi? Anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum. Yatıyor olsanız ona cinsel anlamda bağlandın diye düşünebilirdim ama o da yok. Neden? Aklım almıyor. Bu sorunun yanıtını bulamıyorum."

"Kafanı böyle şeylere yorma." Düz bir ses tonuyla "Sen anlayamazsın." dedi Vural. "Statü meselesi değil. Sadece onu istiyorum anlıyor musun? Çocukluğumdan beri. Sadece onu istiyorum. Onu arzuluyorum. Bu arzuyu, tutkuyu sen anlayamazsın. Batur varken de bu böyleydi, öncesinde de, sonrasında da."

"Ama o seni istemiyor."

"Önemli değil. Zoru severim." Sevgi'nin cümlesi onu daha da harekete geçirmiş ve hırslandırmış gibiydi. "Kimse beni reddedemez, ben istediğim her şeyi alırım. Er ya da geç. Alırım. Bu kadar basit." Zil çaldığında duraksadı adam. Beklediği bir misafiri yoktu. Tedirgin oldu. Alelacele yerde duran beyaz tişörtünü giydi ve yatakta çarşafa sarılı kadına döndü. "Sakın sesini çıkarma, bu odadan da çıkma."

"Tamam."

"Hemen kalk ve giyin, çabuk!"

"Tamam Vural, anladım!"

"Giyindikten sonra saklan ve ben söyleyene kadar sakın o lânet yerden çıkma. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı!"

Telefonu çaldı, arayan kapıdaki adamlarından biriydi. Hemen aramayı yanıtladı. "Konuş. Kapıdaki kim?"

"Efendim, Lâl Hanım geldiler. Bahçe kapısından zili çaldı, size haber vermeden içeri almadık."

"Tamam. Hemen içeri al." Az öncekinden daha panik bir hâlde Sevgi'ye döndü. "Lâl gelmiş. Çıt çıkarırsan seni öldürürüm. Burada sessizce saklan."

İçinden "Aman ne iyi etmiş de gelmiş. Zamanlamasına hayranım." diye homurdandı Sevgi.

Öfkeyle kalkıp giyinen Sevgi'yi geride bıraktı ve odadan çıkıp kapıya doğru yürüdü. Davetsiz bir misafir olduğunu anlamıştı ama kapının önündeki kişinin Lâl olduğunu asla tahmin etmemişti. O olduğunu söylediklerinde şok olmuştu. Karşısında gördüğüne ise son derece memnundu. "Bir gün bu anın geleceğini adım gibi biliyordum. Bıkmadan, usanmadan bekledim. Sonunda buradasın. Ait olduğun yerde."

Elbette bu gelişini bir cinayet planına borçlu olduklarını tahmin edemezdi. Konuştular, konuşma hararetlendi ve ne olduğunu bile anlamadan kendini yerde can çekişirken buldu Vural. Bir fare gibi zehirlenirken.

Lâl hiçbir şey olmamış gibi evden çıkıp giderken Vural'ın sürpriz misafiri tarafından kurtarılacağını hesaba katamazdı.

Gizlice olanları dinleyen Sevgi, Lâl'in gittiğine emin olunca usul usul saklandığı yerden çıktı ve önce Vural'ın adamlarına Lâl'i çıkışta yakalamaları için olanları haber verdi, sonra ambulansı aradı. Lâl çocukluk kâbusundan onu öldürerek kurtulduğunu sanıp rahat bir nefes alırken her şeyin aleyhine gittiğinden habersizdi. Zekice kurduğu planının bir zamanlama hatasına kurban gittiğinden de.

*

YAZAR NOTU: Hi guys! ✨ Öncelikle sizleri çok özlediğimi belirtmek isterim. Bölümler arasında bu kadar aralık bırakmak benim tercihim değil aslında. Sadece üniversite sınavına hazırlanıyorum ve bunun yanısıra akademiye gidip kurs alıyorum ve bunlar benim vaktimi oldukça alıyor, bu yüzden bölümler biraz gecikiyor farkındayım. Ama bu sorunu çözmeye çalışacağımdan emin olabilirsiniz. Umarım yeni bölümden keyif alırsınız. 💖 Çünkü geç gelmesine rağmen yine kocamaaannn uzun bir bölümle geldim, bence bu affedilmem için yeterli bir sebep. 🥰 Geçen bölümlerde bahşedilmişti ama Kerem'le yüz yüze bu bölüm tanışabildiniz. Yeni karakterimiz Kerem'i nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Bölümümüzü nasıl buldunuz? Onu da buraya yazabilirsiniz. Sizce yeni bölümde bizleri neler bekliyor? Yeni bölüm tahminlerinizi de buraya alabilirim. ❤️ Sizce Lâl ve Valentino yeniden birleşebilecek mi? Nasıl barışacaklar? Buraya bu konuyla ilgili tahminlerinizi kondurursanız sevinirim. ✨ Ve son olarak, hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini de buraya yazmayı unutmayın. Tabii ki barışmalarını istiyorsanız. 😜 Sizleri aşırı aşırısı özledim ama bu kadar gevezelik yeter bence. Bol bol satır arası yorumlarınızı ve uzun bölüm yorumlarınızı bekliyorum. Bu kısım önemli bir husus. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub

Loading...
0%