@buzlarkralicesi
|
-32- ❝Valentino❞ Aşk... Ne tuhaf şeydi. Belki de dünyanın en tuhaf şeyi. Aklı başında bir insanı deli edebilecek kadar tehlikeliydi de aynı zamanda. Birçok kez Lâl ile aramızda ipler koptu. Ve yine birçok kez her şeyin tamamen bittiğini düşündüm. Bu ilişkiyi artık nasıl toparlarız diyerek çaresiz hissettim. Ancak her seferinde bir çıkış yolunu bulduk. Bunun adı aşktı. Her şeyin zor olmasına rağmen birbirimizden vazgeçememe durumu başka nasıl tanımlanabilirdi ki? Lâl ne zaman aramızda bir yakınlaşma hissetse ev arkadaşı kelimesine vurgu yapıyordu. Sanki artık bunun dışında bir ilişkimiz olamaz der gibi. Ama farkında değildi, bu bizim kaçabileceğimizden çok daha güçlü bir duyguydu. Bundan öylece kaçamazdık. Çok geçmeden o da bunu anladı. Isabella geldiğinde Lâl'in yüz ifadesi her şeyi anlatıyor olsa bile bunu gizlemeye çalışması, yüzüne oturan ani sinir gülümsemesi, dişlerinin arasından kendini sakin olmaya zorlayarak konuşması, Isabella'yı öldürecekmiş gibi bakması. Her an üzerine atlayıp onu öldüreceğini düşünmedim desem yalan olurdu. Beni kıskanırken, içten içe bana sinir olup hesap sormak isteyip kendine engel olmaya çalışırken öyle komik ve tatlıydı ki. Sanırım beni kıskanması, paylaşamaması, sahiplenmesi, kaybetmekten korkması hoşuma gitmişti. Isabella'nın bana yakınlığı hakkında duygularını kafasına silah dayasalar bile söylemezdi. Ancak şanslıydım ki onu bahçede hakkımda konuşurken yakalamıştım. Telefonda konuşurken yaşadığı sıkıntı yüzünden okunuyordu. "Ya ne zor işmiş bu işler böyle? Keşke çirkin bir erkeğe âşık olsaydım. Şöyle kısa boylu, tıknaz, şişman, kel, göbekli falan. Böyle çok zor oluyor. Bütün kadınlar bok sineği gibi adamın tepesinde, ne yapacağım ben şimdi?" O geri geri farkında olmadan bana doğru yürürken son söylediği cümleye gülmeden kendimi alıkoyamıyordum. Nereden buluyordu bu komik sözleri, anlamak mümkün değildi. "Allah'ım, ne talihsiz başım varmış? Ne Melanie'si biter, ne Zita'sı, ne Katerina'sı biter ne Isabella'sı. Bütün birleşmiş milletler adamın etrafına toplanmış sanki ya..." Bana çarptığında sevimli bir şaşkınlıkla duraksadı. "Ay!" Beni gördüğünde nasıl davranacağını şaşırmıştı. Hiçbir şey duymasaydım bu bile benim hakkımda konuşurken yakalandığını kanıtlardı. "Şey... Wendy ben seni sonra arayacağım hadi görüşürüz öptüm bay!" Ellerim ceplerimdeyken onu söyle bir süzdüm. Sanırım onunla biraz uğraşmak eğlenceli olacaktı. "Sen beni mi çekiştiriyordun?" Benden uzaklasip geri adımlar atmaya devam etti. "Yo... Ne alakası var? Biz bambaşka bir şey konuşuyorduk bir kere tamam mı? Ayrıca dünya senin etrafında dönmüyor tamam mı? Yakışıklı, uzun boylu, esmer, kaslı, Yunan heykeli gibisin diye kendini öyle bir şey sanma yani!" Ağzından söylememesi gereken bir şey kaçıran yaramaz bir çocuk gibi elleriyle ağzını kapadığında gülmekten kendimi alamadım. Bu hâlini görseydi ne kadar tatlı olduğunu kavrar ve onu neden sevdiğimi anlardı. Hakkımda böyle düşünmesi gurur vericiydi ama tüm bunları itiraf etmesi için böyle mi olması gerekiyordu? Ah, Lâl. Keyifli gülüşüme engel olmaya çalışırken "Olur, sanmam." dedim ve ona doğru yürüdüm. Aramızdaki mesafenin azalmasından son derece korkan kadın ise geri adımlar atarak mesafemizi açmaya devam ediyordu. Aramızdaki mesafe kapandığında neler olabileceğini iyi biliyordu çünkü. Ne zaman birbirimize yaklaşsak bu çekime engel olamıyorduk ve sonu yatakta bitiyordu. Tedirgin bakışlarla benim dışımda her yeri seyreden kadının direkt yüzüne baktım. "Bir şey merak ediyorsan gelip bana sor. Arkamdan dedikodu yapman sana bilgi akışı sağlamaz." "Yok canım, ne soracağım? Ben bir şey merak etmiyorum ki." Gözlerini kaçırdı. "Ayrıca... Benim bir şey sorma gibi bir hakkım yok. Niye soracakmışım ki sana? Sonuçta biz seninle sadece ev arkadaşıyız, değil mi?" Ev arkadaşı. Evet, yine başlıyorduk. Lâl. Bu inadından ne zaman vazgeçeceksin merak ediyorum doğrusu. "Öyleyiz." Saatime baktım. "Neyse, ben çalışma odasına döneyim. Isabella sunum hazırlıklarını tamamlamıştır. Uzun bir toplantı olacak. Hoşça kal." Onu arkamda bırakırken sinirden çıldırdığını tahmin etmek güç değildi. Şimdi kim bu Isabella diye kendi kendini yiyordur. Beni tanımıyormuş gibi. Bunu defalarca yaşamıştık. Defalarca başka kadınlar. Anlamamış mıydı? Benim için yalnızca o vardı. İstesem de başkası olamıyordu. Bebeği aldırdığı yalanını söyleyip beni kendinden uzaklaştırdığında da onu unutmaya çalışmıştım. Ama olmamıştı. Olmuyordu. Yalnızca ben istiyorum diye onu unutmam mümkün değildi. Biz birbirimiz için yaratılmıştık ve birbirimizden başkalarıyla istesek de olamazdık. Birbirimize zarar versek bile ayrılamazdık. Çalışma odasında Isabella'ya sözleşmede tekrar incelenmesi gereken yerleri gösterirken karşımızdaki ağacın hışırtıları bir anlığına dikkatimi dağıtsa da baktığım zaman ağaçta bir şey göremedim. Rüzgâr savurmuş olmalı diye düşündüm. Ancak bir süre sonra çok sert bir gürültü çıkınca ikimiz de cama yöneldik. Lâl yerde sırt üstü düşmüş acılar içinde kıvranıyordu. "Lâl!" Şaşırdım ve endişelendim elbette. "Orada ne arıyorsun? Ne oldu sana böyle?" Yüzü kıpkırmızıydı ve acıyla bacağını tutuyordu. "Eeee... Şey... Ayyy canım çok yanıyor!" Peşimde Isabella'yla aşağıya indiğimizde Pietro'yla karşılaştık ve üçümüz de Lâl'in yanına koştuk. Ben ne olup bittiğini anlasam da Lâl'e bir şey olmuş olabileceğine dair endişem galip gelmişti. "İyi misin?" "Bacağım..." Hemen kucağıma aldım. "Doktor çağırın." Onu içeri götürüp salon koltuğuna yatırdım. Isabella'nın meraklı "Ağaçtan mı düştünüz?" sorusuna bile katlanamayan Lâl öfkeyle başını iki yana sallarken aksi çizgi film karakterlerine benziyordu. Çocuk gibi kaşlarını çatmış içinden bir şeyler homurdanıyordu ama asla dışarıdan bir şey söylemiyordu. Isabella Lâl'i tanımıyordu. Dolayısıyla onun tarafından dayak yemek üzere olduğunun da farkında değildi. Sakinlikle "Toplantıya yarın devam ederiz, Nina seni uğurlasın." diyerek Isabella'yı yolladım. Bas başa kaldığımızda merak ve endişeyle bacağına bakıyordum. Çok kötü görünmüyordu ama canının yandığı belliydi. Ağaçtan düşmüştü sonuçta. Çok daha kötü şeyler olabilirdi. Başını çarpıp ciddi bir yaralanma bile yaşayabilirdi. "Doktor gelir şimdi, kendini nasıl hissediyorsun?" "İyiyim. Sadece canım çok acıyor." "Ne işin vardı o ağacın tepesinde?" "Şey..." Ne söyleyecekti çok merak ediyordum. İçinde bulunduğu durumu nasıl açıklayacaktı acaba? "Erik topluyordum! Evet evet, erik topluyordum!" Hayatımda bundan daha amatörce bir yalan duymamıştım sanırım. "Bu mevsimde? Hem de o ağaç bir erik ağacı bile değilken?" "Ahiret sorgusu mu bu ya? Benim burada canım yanıyor, sen bana oydu buydu soru soruyorsun! Ufff!" Ben cevabımı almıştım. Onun bu şirin bir şekilde iş üstündeyken yakalanması durumunu daha fazla üstelemek istemedim. Gülerek geçiştirdim. "Tamam, tamam sormadım bir şey." Elini tuttum. Ya ona bir şey olsaydı? Neyse ki iyiydi. Yanımdaydı. "İyi olduğuna emin misin?" "Hı hı." Doktordan iyi haberi aldığımızda rahatlamıştım. Onu odasına taşıyıp yatağına yatırdığımda hâlâ beni kıskandığı için yaptığı şeye inanamıyordum. Ağaca çıkıp bizi gözetlerken düşmüş ve bize yakalanmıştı. Tanrım. Seni kıskanıyorum, başka kadınlarla görmeye tahammül edemiyorum demek yerine bir çocuk gibi arkamdan iş çevirmeye çalışması çok komikti. Tam yaramaz bir çocuk gibiydi. Ne bir eksik ne bir fazla. Güldüğümü gören kız daha çok sinirlendi. "Valentino gülüp durma bak sinirlerimi bozuyorsun! Gülünecek bir şey yok ki ortada! Görünmez kaza! Kaç kere anlattım sana, erik ağacı zannedip tırmandım. Ne bileyim ben eriğin mevsimi nedir, aaa! Ziraat mühendisi miyim ben? Hayret bir şey ya! Herkesin başına gelebilir! Bu kadar büyütülecek ne var anlamıyorum ki ben!" "Ah, Lâl." Hâlâ yalanının arkasında durması, üste çıkması. Hâlâ beni seviyordu. Beni kıskanıyordu ve bunu kendine bile itiraf edemezken bir sürü şapşal hareketler yapıp beni güldürüyordu. "Çocuk gibisin, Lâl." Doktorun verdiği ağrı kesiciye ihtiyacı olup olmadığını merak ettim. "Canın yanıyor mu? "Yok canım, spor olsun diye doktor bacağımı sardı öyle! Hiç acımıyor, şimdi kalkıp olimpiyatlara katılabilirim yani o derece!" Gözlerini devirdi bana bakmayı reddederek. "Ayrıca da ne demiş Hallacı Mansur, beni düşmanın attığı taş değil dostun attığı gül yaralar." "Söylediğinden hiçbir şey anlamadım." Yine komik bir şeyler söylediğine emindim. "Sen benimle dalga geçtin diye canım daha çok acıdı gibi bir şey demek istedim sen detaylara öyle çok takılma! Sen ana temayı anla yeter, benimle dalga geçtin diye trip atıyorum işte!" Güldüm. "Anladım, peki." Her seferinde beni bu kadar güldürmeyi, eğlendirmeyi nasıl başarıyordu anlamıyordum doğrusu. Bu onun sırrıydı. Bildiğim tek şey buydu. "İyice dinlen, bir ihtiyacın olursa Nina'dan iste." Dinlenmesi için odadan çıkıp onu yalnız bıraktım. Ah, Pietro. Tüm bunlar onun yüzünden olmuştu. Onun dahiyane planı olmasaydı belki de Lâl ağaçtan düşmeyecekti. Çalışma odama çıktığımda masamın karşısındaki koltukta oturmuş beni bekliyordu. "Lâl nasıl oldu?" "Sayende çok iyi." Kinayeli ses tonumdan ödün vermedim. Anlamaz bakışlarla "Benim ne suçum var bu olayda?" diye sordu. "Sonuçta Lâl'e ağaca tırmanıp seni gözetlemesini ben söylemedim." "Bu aptalca plan senin başının altından çıktı. Üstelik sana bunu yapmamanı söylememe rağmen gidip Isabella'yı bu iş için ayarlamışsın." Sakince nefes alıp ellerimi ceplerime sokarak odada gezindim. "Lâl'in ne kadar kıskanç olduğunu biliyorsun. Sırf bu yüzden neredeyse kendine zarar verecekti." "Bu da seni kıskandığını, dolayısıyla hâlâ seni sevdiğini gösterir. Ben bunda bir sorun göremiyorum." Duruşunda zafer kazanmış bir asker edası vardı. "Bu saçma bir plandı, Pietro." "İşe yaradı ama." "Evet, işe yaradı. Lâl neredeyse bacağını kırıyordu." Başımı aşağı yukarı saklayarak ekledim. "Anlaşılan seni çalışman için yeterince meşgul edemiyorum, can sıkıntısından böyle aptalca planlar kuruyorsun." Kendinden emin bir ifadeyle üsteledi Pietro. "Biraz daha sabret, Lâl kendi ayaklarıyla tıpış tıpış gelecek görürsün." Pietro'nun dahiyane planına katılmasam da herhangi bir karşılık vermedim. Eninde sonunda Lâl anlayacaktı birbirimizden ayrı kalkamayacağımızı. Benim beklemek için zamanım vardı. Böyle çocukça oyunlara da ihtiyacım yoktu. Günlerce yoğun iş temposundan ve toplantılardan vakit buldukça Lâl'i uzaktan seyrediyor, onu gözümün önünden ayırmamaya çalışıyordum. Ancak o akşam gördüğüm şey sebepsiz bir biçimde beni rahatsız etti. Lâl düşmek üzereyken Nikolai'nin onu kucakladığını görmüştüm. "İyi misiniz?" diye sordu. Burun burunaydılar. Ben de en az Lâl kadar kıskançtım ama sığ bir adam değildim. Nikolai'yi Lâl'i ve bebeğimizi koruması için görevlendiren de bizzat bendim. Ancak Lâl'e bu kadar yakınlığı, ona bakışları hiç hoşuma gitmemişti. Belki ben abartıyordum ama içimdeki o ses tuhaf bir biçimde beni dürtüyordu. Ne olduğunu anlamadan başını çevirdi Lâl. "İyiyim ya, taşa takıldım. Yoksa yürüyebiliyorum yani. Sorun yok." Lâl ile bebeğimizi kaybettiğimiz zaman aramızdaki ipler gerilip koptuğunda Nikolai onun yanındaydı. Ben yokken yanında o vardı. Bu benim hatamdı, doğru. Ama Lâl'in İstanbul'da otelde baş başa konuşurken bana söylediği söz kafama sert bir tokat gibi çarpmıştı. "Ya Allah'ın yakın koruması Nikolai bile daha çok yanımdaydı ama sen yoktun Valentino!" Kulağımda çınlayan o sözler ve üzerine gördüğüm bu sahneyle dişlerimi sıktım. "Ne oluyor burada?" Aralarına katılmaktan kendimi alamadım. Onun varlığımı hissetmesini istedim. Nikolai. "Lâl, bir sorun mu var?" Kendimden emin bakışlarım adama döndü. "Nikolai?" "Efendim, bir sorun yok." Aramızdaki gerginliğin farkına varan Lâl ise ortamı yumuşatmak için araya girdi. "Ayağım taşa takıldı, düşmek üzereydim. Nikolai de yardım etti sağ olsun. Bacağım daha tam iyileşmedi ya hani." Birkaç adım atıp Lâl'in kolunu tuttum. "Tamam, olabilir. Ama bir dahakine sıkılırsan benim haberim olsun." Lâl ise sanki bu anı bekliyormuşcasına her zamanki gibi laf sokmaktan geri durmadı. "Sen çok meşgulsün ya Valentinocuğum, Isabella'larla Misabella'larla... Toplantılar, işler, güçler. Çok önemli işlerin arasında rahatsız etmek istemedim." Sürekli yoğun olan işlerimden epey bunalmışa benziyordu. Herhangi bir yanıt vermeden Nikolai'ye döndüm. "Teşekkürler Nikolai, sen gidebilirsin." Bakışlarımdan vermek istediğim mesajı aldığını düşünüyordum. Tabii yanlış anlayıp onu boş yere suçlamıyorsam. Lâl'in soru dolu bakışlarına karşılık "Bir şey mi oldu?" diye sordum. "Sen hayırdır Valentino?" "Anlamadım?" "Ne oluyor sana böyle? Beni kendi tuttuğun korumadan mı kıskanıyorsun, hayırdır yani." "Kıskanmamı gerektiren bir durum mu var?" "Yo, ne alakası var yani? Hem ayrıca biz sadece ev arkadaşı değil miyiz? Ne kıskanmasıymış o öyle?" Bu ev arkadaşı meselesi canımı sıkmaya başlamıştı. Bana yalan söylemesini görmezden gelebilirdim ama kendine nasıl bu kadar yalan söyleyebiliyordu? "Bunu beni gözetlemek için çıktığı ağaçtan düşüp sakatlanan birinin söylemesi gerçekten çok ironik." Kollarımdan kurtulup "Bırak beni." dedi ve incinmiş bacağına rağmen kendi yürümeye çalıştı. İnatçı şey. "Ben kendim yürürüm çok şükür, hiçbirinize ihtiyacım yok. Düştüysek kalkarız. Allah bana bir ayak daha vermiş, çok şükür Rabbim'e beni size muhtaç etmedi. Allah kimseyi bu erkek milletine muhtaç etmesin, çok amin." Arkasından bakarken bu kadının hayatıma hem ödül hem de ceza olarak girdiğini çoktan anlamıştım. O benim hayatımdı. Isabella yeniden toplantı için bize geldiğinde sadece Lâl'i sinir etmek için bize kahve söylemesini istemiştim ve yüzünün öfkeden kızardığını görmek her şeye değerdi sanırım. Bu eğlenceliydi. Lâl'in kontrolü kaybedip kıskançlıktan delirmesi. Bu kadının içinde birden çok Lâl vardı. Neşeli, şirin bir kız çocuğu olan Lâl, arzuları dolup taşan seksi ve ateşli Lâl, her an kavga çıkarmaya meyilli ve laf ebesi Lâl. Tabii, o tam bir laf sokma ustasıydı. Onu kızdırmak için söylediğim sözü ciddiye alıp rövanşını almaya geleceğini düşünmemiştim. Ben kahveleri Nina'nın getirmesini beklerken elinde kahvelerle odaya girivermişti. "Kahveleriniz geldi!" "Sen neden zahmet ettin ki? Nina'ya söyleseydin o getirirdi." Kıskandığını gizleyemeyecek kadar çileden çıkmıştı. Sanırım Pietro haklıydı, bir hamle yapması an meselesiydi. "Aaa olur mu canım? Misafieimize kendi ellerimle ikramda bulunmak istedim!" Ama Lâl'in asıl çileden çıkmasına sebep olan hamle hiç beklemediğim bir anda geldiğinde tehlike çanları bizim için çalmak üzereydi. Isabella "Pardon." diyerek ceketimin yakasını silkelerken ölüm fermanını imzalandığının farkında bile değildi. "Ceketinize toz bulaşmış." Bu kadarını ben bile beklemiyordum. Isabella rolüne fazla kaptırmış olmalıydı ve Lâl'in bu işi burada böylece bırakmayacağını benim kadar iyi bilmiyordu. Lâl'i hafife alıyordu. Bir şeyler yapacağını, bunu Isabella'nın yanına bırakmayacağını biliyordum ama kalkıp kahveyi kadının üzerine dökeceğini düşünmemiştim. "Ayyy canım ya, çok affedersin! Yanlışlıkla oldu! Fincan elimden kayıverdi! Ah ah ah görüyor musun bak? Görünmez kaza işte!" Kısa bir şaşkınlık anından sonra sıradan bir ifadeyle Isabella'ya döndüm. "Yandın mı? İyi misin?" "İyiyim, bir şeyim yok." "Nina sana tuvalete kadar eşlik etsin." Isabella gittiğinde artık konuşmamızın zamanı geldi diye düşünüyordum. Ancak bunu onun itiraf etmesini bekledim. Yani ondan hiç yapmayacağı bir şey bekliyordum. Ona bakışlarıma karşılık hiçbir şey olmamış gibi "Ne oldu?" diye sordu. "Lâl." "Efendim?" "Bana az önceki tiyatro oyununla ilgili bir şeyler söylemek ister misin?" Küçük yaramaz şey. Benim yırtıcı vahşi vaşağım. Peşimde olan -ya da olduklarını sandığı- kadınları pençelerine alıp onlarla bir oyuncak gibi oynamayı seviyordu. Katerina'ya yaptığı gibi. "Ne tiyatrosu?" Anlamamış gibi davranmak hoşuna gittiği gibi inkâr aşamasına geçmekten de çekinmedi. "Yok artık! Bilerek yaptığımı düşünmüyorsun değil mi?" "Aslına bakarsan tam olarak öyle düşünüyorum." O ünlü bakışlarımdan birini attım. Zekâmı hafife alma küçük kız bakışımı. "Var ya şuan o kadar günahımı alıyorsun ki Valentino, bak bu vebalin altından kalkamazsın!" Bir süre daha kendisinin itiraf etmesini bekledim. "Kazayla kadının üstüne kahve döktüm diye neredeyse katil ilân edeceksin beni, helâl olsun gerçekten!" Güldüm. İtiraf etmeyeceği açıktı. "Lâl, itiraf et ve kurtul bence. İkimiz de bunu bilerek yaptığının farkındayız." Sonunda dayanamamıştı. "Ya sen asıl bu saçma samimiyeti açıkla bence! Bu kız sana bu kadar yakın davranacak cüreti nereden buluyor?" Gözleri çakmak çakmaktı. Ne kadar öfkeli olduğunu gözlerinde görebiliyordum. İstediğim tam olarak buydu. Memnuniyetimi gizlemeksizin gözlerimi kıstım. "Anlamadım, sen bana hesap mı soruyorsun şuan?" "Hayır da... Yani..." Duraksadı. "Yani siz bu kızla bu kadar samimiyseniz demek ki sen benimle nişanlıyken de sana böyle davranıyordu! Ne o öyle ceketine dokunmalar, yakanı silkelemeler, yakın temaslar!" Onunla birlikteyken başka bir kadının bana yaklaşmasına izin verebileceğimi nasıl düşünebiliyordu anlamıyordum doğrusu. Ben onu tanıdığım günden beri onunla birlikte değilken bile başka bir kadınla olmayı düşünmemiştim bile. Benim dışımda gelişen olaylar dışında tabii. Pietro'nun bu aptalca planı gibi benim dışımda gelişen olaylar. "Bak, tabii ki o zaman durum başkaydı. Nişanlım olduğunu, bebeğimiz olacağını biliyordu." "Ha şimdi bilmiyor, ondan böyle davranıyor. Öyle mi diyorsun yani? Eee fırsat bu fırsat tabii!" Gülmemek için kendimi zor tuttum. "Lâl, biraz sakin olur musun?" "Hayır, ben sakinim de yani bu ne yani böyle şimdi? Gereksiz bir samimiyet! Böyle mıç mıç mıç! Ne alaka yani?" "Lâl, neden bana böyle sorular soruyorsun şimdi?" Artık itiraf etmesini istiyordum. "Yoksa beni kıskanıyor musun?" Beni kıskandığını ikimiz de biliyorduk. "Ne? Tabii ki hayır!" "Lâl, farkında mısın? Bunlar ev arkadaşına sorulabilecek türden sorular değil." Yüzü gölgelendi. "Haklısın. Haddimi aştım. Kusura bakma, bir daha olmaz." İtiraf edip kurtulmak yerine geri adım atmayı tercih etmişti. Lâl gibi bir kadın için birini sevdiğini, kıskandığını itiraf etmek dünyanın en zor şeyiydi. Arkasını dönüp giderken kolundan tutup durdurdum ve onu kendime çektim. "Lâl." Onunla bu kadar yakınken kendime hâkim olabilmek çok zordu. Yutkundum. "Hadi itiraf et artık. Beni kıskanıyorsun. Çünkü hâlâ beni seviyorsun." Dudaklarına uzanıp öptüm. "Bir kadının bana dokunması ihtimali seni çıldırtıyor." Alt dudağını ısırdım. Bu az önceki masum öpücükten çok daha fazlasıydı. "Deliriyorsun." Buna dayanamayacağını çok iyi biliyordum. Bundan kaçamayacağını. Böyle bir şeyden kaçamazdık. O ve ben. Bundan kaçamazdık. Onun bedenine dokunduğumda ellerim, bedenim yanıp kavruluyordu. Uzun zamandır ona dokunmamış olmanın bende yarattığı etki inanılmazdı. Ona doyamıyordum. Yeniden. Bir daha. Defalarca. İçimdeki canavarın uyandığının ancak o uzun sevişmemizden sonra farkına varmıştım. Yanımda yorgunluktan uyuyakalan, kuş gibi küçük hafif bedeniyle uzanan kadının sırtını okşadım. Ellerim saçlarına gitti. "Seni herkesten koruyabilirim. Ama kendimden nasıl koruyacağımı bilmiyorum." Onun için en büyük tehlike belki de bendim. ❝Nikolai❞ Montrel'i beklerken onu karşımda görmeyi ummuyordum. Birden yan odadan kapı açıldı ve o çıkageldi. Lâl. Beni fark etmeden merdivenlere yöneldiğinde ona doğru bir adım attım. "Lâl Hanım..." O buradaydı. Dönmüştü. "Sizi yeniden görmek çok güzel." Düzelttim. "Yeniden burada görmek güzel." "Teşekkür ederim Nikolai. Bir süre daha buradayım." Gözleri etrafta gezinirken kısa bir an da olsa yüzünü inceleme fırsatı bulabilmiştim. Burnunu, elmacık kemiklerini, hafif dolgun yüzünü, biçimli dudaklarını. Makyajsız bile güzeldi. "Valent nerede?" "Kahvaltıda, sizi bekliyor. Daha sonra asistanıyla çalışma odasında çalışıyor olacak." Her zamanki kibar ifadesiyle yanımdan ayrıldığında olduğum yerden onu seyretmeye devam ettim Montrel'i beklerken. Onun düşüp yaralandığını öğrendiğimde iyi olup olmadığını merak etmiştim. Yanına gitmek istedim ama ne gibi bir bahaneyle gideceğimi pek bilemiyordum. Sadece geçmiş olsun demek için de gidebilirdim ama Don Riccardo'nun gözü üzerimdeydi ve bir sebepten ötürü benden şüpheleniyordu. Ya da sebebini anlayamadığım bir biçimde benimle yıldızları barışmamıştı. Bu yüzden onun odasına kapanıp çalıştığı zamanlarda kitap, dergi, film götürme bahanesiyle Lâl Hanım'ı ziyaret ettim. Dinlenmesi gerekirken canı sıkılsın istemedim. Bahçede biraz yürüyüp onunla sohbet etme fırsatı yakaladığımda sebepsiz bir biçimde mutlu olmuştum. Onun insana pozitif enerji verme gibi bir özelliği vardı. Başına ne gelirse gelsin etrafa gülücükler saçtığı zamanlar oldukça rahatlatıcıydı yanındaki insan için. Arkadaş canlısı davranışları, esprili ve eğlenceli yanı insanın içini ısıtıyordu. O akşam bahçede düşmek üzereyken onu tuttuğumda ilk kez bu kadar yakınlaşmıştık. Hızla kolundan tutup on kucakladığımda her şey aniden gelişmişti. "İyi misiniz?" Ay ışığında parlayan yüzü ilk defa bu kadar yakınımdaydı. Yakınlığımızdan rahatsız olmuş olacak ki nazik bir biçimde geri çekilmek istedi. "İyiyim ya, taşa takıldım. Yoksa yürüyebiliyorum yani. Sorun yok." "Ne oluyor burada?" Don Riccardo bizi o şekilde gördüğünde yüzünde ilk kez yanında Lâl yokken uyandırdığı canavarın ifadesi vardı. "Lâl, bir sorun mu var?" Bana döndüğünde bir anda o canavarın uyanışına bürünmüştü. "Nikolai?" Onun yanında sakin kalmak zordu ama ben soğukkanlılığımı korumuştum. "Efendim, bir sorun yok." Vural Sezer'i öldürürken yanında olmamı sağlaması bir gözdağıydı benim için. Belki de bir mesaj ya da uyarı. Bunu anlamıştım. Lâl açıklayıcı bir biçimde karşılık verdiğinde sorun çıksın istemiyordu. "Ayağım taşa takıldı, düşmek üzereydim. Nikolai de yardım etti sağ olsun. Bacağım daha tam iyileşmedi ya hani." Lâl'in koluna girdiğinde bana kısa bir bakış atan adam "Tamam, olabilir. Ama bir dahakine sıkılırsan benim haberim olsun." derken bir şeyler hissetmiş gibiydi. Bir aslanın sırtında, ensesinde soğuk bir nefes hissetmesi gibi. "Sen çok meşgulsün ya Valentinocuğum, Isabella'larla Misabella'larla... Toplantılar, işler, güçler. Çok önemli işlerin arasında rahatsız etmek istemedim." Yeniden bana dönen bakışları sözlerinin aksine teşekkürden çok uzaktı. "Teşekkürler Nikolai, sen gidebilirsin." Don Riccardo zeki bir adamdı. Bir şeyler seziyor olmalıydı. Ancak emin olmadan suçlamak ya da harekete geçmek ona göre değildi. Hakkında çok fazla şey bildiğimin farkında bile değildi. Lâl'in bildiklerinden bile fazlasını. Lâl bilseydi ne yapardı acaba? Yine onunla kalır mıydı? Bilmiyordum. Aralarındaki ilişki dinamiğini çözümleyemiyordum. Lâl'i Türkiye'ye dönmesi için havaalanına bıraktığımda her şeyin tamamen bittiğini düşünmüştüm. Bu ilişkinin bittiğini. Öyle olmadı. Ama beni asıl şaşırtan şey Lâl'in gelmiş olmasından çok, günler sonra ayağa kalktığında onu odamın önünde görmekti. Kum torbasını yumruklarken onu aralık kapımın önünde gördüğümde şaşırdım. "Lâl Hanım..." "Şey, pardon rahatsız mı ettim? Senin burada olduğunu bilmiyordum. "Yok, rahatsız etmediniz elbette." Hemen atletimi giydim. O ise etrafı süzüyor, uzaktan odamı inceliyordu. Hâlâ inanamıyordum. İlk defa odama gelmişti. Kısmen de olsa yaşadığım yeri görmüştü. Onu burada gördüğüme şaşkındım. Bunu hayal dahi edemezdim. Masamdaki sözlüğü gördüğünde ilgi çekici buldu. "Türkçe mi öğreniyorsun?" Hâlâ nefesim düzene girmemişti. Onu karşımda görmenin de heyecanıyla derin bir nefes aldım. "Öğrenmeye çalışıyorum." "Dilimize ilgin olduğunu bilmiyordum." Elimdeki sargıları çözerken daha sakin nefes alabiliyordum. "Sizinle Türkçe de sohbet edebilmek isterim." Ekledim. "Türkçe'yi de hep merak etmişimdir." Hoşnut bir biçimde başını salladı. "Dilimiz güzeldir. Ama atasözleri ve deyimleri öğrenirken zorlanabilirsin. Yardımcı olabilirim." Her güzel ana olduğu gibi bu an da kısa sürmüştü. Saate baktı ve "Ooo... Kahvaltı hazır olmuştur artık. Ben gideyim. Sana iyi çalışmalar." diyerek gitti. "Sağ olun, efendim." Arkasından bakarken gözüm dalmıştı. İçten içe bunun ne kadar yanlış olduğunu kendime hatırlatsam da benim için bunun etkisinden kurtulmak zordu. Saçmalamayı kes, Nikolai. Buraya bunun için gelmedin. Kendine gel. Bütün gün onu seyrettim. O bahçede gezinirken, odada kahvesini yudumlarken, kahvaltı masasında Don Riccardo'yla sohbet ederken. Muzır bir kız çocuğu gibiydi. Ve her hâliyle güzeldi. Dışarıda birkaç işim olduğu için birkaç saatliğine izin istemiştim. İşlerimi bitirip eve döndüğümde Bayan Isabella'nın memnuniyetsiz bir biçimde evden bahçeye çıkan yolda yürürken gördüm. Büyük bahçenin çıkış kapısından gittiğini görünce ters bir şeyler olduğunu anlamıştım. İçeri girdim. Nina'nın taşınması gereken birkaç eşyayla ilgili yardıma ihtiyacı vardı. Ona yardım ederken sohbet etme bahanesiyle Isabella'ya ne olduğunu sordum. Sadece üzerine kahve döküldüğünden bahsetti. Önemsenecek bir şey yoktu anladığım kadarıyla. Geldiğimi haber vermek ve bir isteği olup olmadığını söylemek için Don Riccardo'nun çalışma odasına doğru yürürken duyduğum sesler beni hemen yandaki yatak odasına sürükledi. Onları görmüştüm. Don Riccardo ve Lâl. Dudakları kızın sırtında gezinirken elleri kalçalarındaydı. Burada görünmem bile ölüm sebebiydi ama hafif aralık kapıdan olanları gördüğümde olduğum yere çivilenmiştim sanki. Donup kalmıştım. Hareket edemiyordum. Onun kalçalarını sıkıp okşarken içine girmesi, kadının çok derinden gelen yastığa gömülmüş iniltileri. Daha önce hiç bu kadar acı dolu bir orgazm yaşamamıştım. Ona dokunuyordu. Onu mutlu ve tatmin ediyordu. Ama onu hak etmiyordu. Orada, Lâl ile olmayı hak etmiyordu. Onu hak etmiyordu. Geri geri adımlar atarak koridordan usulca uzaklaştım. Duvara dayalı sağ yumruğuma yasladım başımı. Onu hak etmiyordu. Seslerin geride kaldığı koridorun solundan yürüyüp gözden kayboldum ve hızla odama döndüm. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! Art arda yeni bölümlerle sizi şaşırtmaya geldim. Bakalım beğenecek misiniz? Bir süredir Valent'in ağzından okumuyordunuz, sizi biricik aşkınızla kavuşturmak istedim. 💖 Bölümümüzü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Yeni bölümle ilgili istek sahnelerinizi ve tahminlerinizi de buraya yazabilirsiniz. 😍 İsterseniz bizi Instagram ve Tiktok gibi sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirsiniz, her bölüm sonunda aşağıya adreslerimizi bırakıyorum. Siz bolca yorum yaptığınız sürece bölümler böyle hızlı gelmeye devam edecek. ☺️✨ Şimdilik bu kadar, sevgiler ve de bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |