@buzlarkralicesi
|
-41/2- ❝Lâl❞ Eve dönerken düşünmekten başıma ağrılar girmişti. Çantamı kurcalayıp bir ağrı kesici bulduktan sonra Montrel'den su istedim. Ön koltukla arka koltuk arasındaki bölmeyi aralayıp su şişesini uzattı ve bölmeyi tekrar kapattı. Ağrı kesiciyi içtikten sonra camdan dışarıya bakarak etki etmesini bekledim. Aradığın soruların cevapları çatı katında ne demekti? Ne vardı ki orada? Hem madem çatı katındaydı, beni neden Club Hydra'ya yönlendirmişti? Ayrıca onu bitireceğini bildiği şeyleri Valent neden hâlâ çatı katında saklayacaktı ki? Birbirinden saçma çelişkiler. Belli ki Nikolai yalnızca kafamı karıştırıp beni delirtmeye çalışıyordu. Bu olanlar bana fazla gelmişti. Nikolai'nin sürekli etrafımda dolanmaya devam etmesi beni daha da huzursuz ediyordu. Söylediklerinin kafamı karıştırması da cabasıydı. Bunu Valent'e söylemem gerektiğini biliyordum. Ve söyleyecektim de. Bir kez daha aramızda huzursuzluk çıkmasını kaldıramayacaktım. Zaten iyi değildim, bir de onunla kavga etmeye hâlim yoktu. Yaşananlar beni olumsuz etkiliyordu. Ruhuma eziyet eden bu duyguların etkisi vücuduma da yansımıştı. Eve döndüğümde o çok meşgul Valentino Riccardo'nun aşırı önemli işleri bitmiş olmalı ki salonda oturmuş kahvesini yudumluyordu. Beni görünce "Merhaba, hoş geldin." diye karşıladı. Sıcak, sakin bir karşılamaydı. Aramızdaki sorunları henüz aşamadığımızın ikimiz de farkındaydık. "Hoş buldum." Çantamı koltuğa bıraktım, arkamda beni bekleyen Nina'ya ceketimi çıkarıp uzattım ve yorgunlukla birkaç adım attım. Bütün gün bir şey yemediğim ve üstüne ilaç içtiğim için biraz midem bulanıyordu. Valent'i sakin gördüğüme memnundum çünkü yeniden kuduz köpekler gibi öfkelenip saldırmasıyla uğraşamayacaktım. Sakin duruşu, ona söyleyeceğim şey için bana cesaret vermişti. "Bugün Nikolai geldi yanıma, haberin olsun." Bunu çok sıradan bir sesle söylediğim için kendim bile şaşırmıştım. 3. Dünya Savaşı çıkarabilecek bir konudan bu kadar duygusuz bahsetmek beni bile korkutuyordu. Demek ki her şeye alışıyordum. Hissizleşiyordum. Elindeki kahveyi masaya bırakan adam dişlerini sıktıktan sonra aynı sakinlikle yanıt verdi. "Biliyorum." Bilmesine, bildiği hâlde sakin kalmasına şaşırmıştım. "Benimle paylaştığın için teşekkür ederim." Karşısındaki koltuğa yorgunlukla kendimi atarken "Hayret, dağ ayıları gibi tepişip orayı burayı dağıtmadın." diye mırıldandım. İğneleyici olmak istememiştim ama sanırım ses tonum öyle çıkmıştı. Bir süre sessizliğini koruduktan sonra bakışları bana döndü. "Seni ne kadar yorduğumu gözlerinde görebiliyorum." En azından bunu fark edebilecek kadar gözleri kör olmamıştı. Güzel. Bu da bir gelişmeydi. Usulca yerinden kalkıp bana doğru yürüdü ve yanıma oturdu. "Bu konuyu sana daha fazla zarar vermeden çözmek istiyorum." Söylediklerine sessizlikle karşılık verdim. Bu ilişki için çaba sarf ettiğini görmek güzeldi. Hâlâ bir şeylerin düzelebileceğine dair ümit veriyordu bana. Bakışlarını üzerimde hissettiğim adam "Bu akşam dışarıda baş başa bir yemek yiyelim mi?" diye sordu. Oldukça istekli görünüyordu. Biraz düşündüm. Bu kez sanki az önceki iğneleyici tavrımı affettirmek ister gibi anlayışlı bir ses tonuyla yanıt verdim. "Önemli işlerin varsa sonra da yiyebiliriz." Koltukta yana kayıp ondan biraz uzaklaştım. O da yana kayıp bana aynı ölçüde yaklaştı. "Senden daha önemli bir işim yok." Baş işaret parmağının arasına aldığı çenemi hafifçe kaldırıp gözlerime baktı. "Gidiyor muyuz?" Onunla bu kadar yakın olmak her zaman tehlikeliydi. Bu kez biraz daha fazla tehlikeli. Nazikçe geri çekilirken "Olur." diye mırıldandım ve usulca koltuktan kalktım. Çantamı alıp Valent'i arkamda bırakarak merdivenleri çıktım. Odaya girdiğimde çantamı bıraktım, kıyafetlerimi çıkardım ve duşa girdim. Sıcak suyun altında üzerimdeki uyuşukluğu atmaya çalıştım. Ama başımın ağrısı pek de geçmiş sayılmazdı. Bornozuma sarınıp banyodan çıktığımda midem bulanıyordu. Allak bullaktım. Eskiden de böyle olurdu. Çok üzgün olduğumda ya da kafayı bir şeylere taktığımda başıma ve mideme vururdu. Ama uzun zaman önce bir şeyleri kafaya takmayı bırakmıştım. Yani Halikarnas'ta Bir mafya lideriyle tanışmadan öncesine kadar. Valentino gömleğini giyerken bakışları bana dönmüştü. Kaşları çatıldı. "İyi görünmüyorsun." Bana yaklaştı sağ elinin tersiyle yanağımı okşadı. "Doktor çağırmamı ister misin?" Yorgunlukla başımı iki yana salladım. "Yo, iyiyim." Elbise dolabına uzandım ve giyecek bir şeyler baktım. "Bugün pek bir şey yemedim. Üstüne ağrı kesici alınca midem alt üst oldu, hepsi bu." İmalı bir ses tonuyla "Başka bir şey olmadığına emin misin?" diye sorduğunda ilk başta anlamadım. "Ne gibi?" "Acaba diyorum, şey olabilir mi?" "Ne?" "Hamile olabilir misin, Lâl?" Ben bir yanıt veremeden aceleyle ekledi. "Yeniden barıştığımızda bu konuyu hiç konuşmadık ama... Ben, korunmuyorum biliyorsun. Sen de yeniden bebek istediğini söyleyince-" Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına "A hayır, bu mümkün değil." dedim itiraz edercesine. "Çünkü ben korunuyorum, merak etme." Yüz ifadesi değişen adamın heyecanı söndü. "Ha, öyle mi? Tamam o zaman. Sorun yok." Ses tonu nezaketen anlayışlı davranır gibiydi ama hevesi kursağında kalmışa da benziyordu. Ne diyeceğimi pek bilemedim, o yüzden sessiz kaldım. Onunla konuşmadan böyle bir karar aldığım için bozulmuş olabilirdi belki ama yaşananlar gösteriyordu ki bizim için en doğrusu buydu. Biz bir bebeğin sorumluluğunu alabilecek, anne baba olabilecek insanlar değildik. Bu yüzden hamile kalmamak için önlem almıştım. Evet, düşük yaptığım dönem kafam çok da yerinde olmadığı için yeniden hamile kalmaya çalışmıştım ama bunun saçma sapan, hastalıklı bir karar olduğunu düşünüp vazgeçmiştim. Aksi hâlde gelebilecek olası yeni bebeğin de başına daha farklı şeyler gelmeyecekti. Şartlar değişmedikçe böyle olması gerekiyordu. Valent ne kadar kırılıp dökülse de gerçek buydu. Kıyafet dolabından sade ve şık bir kıyafet baktım. Önü derin dekolteli boyundan bağlamalı siyah saten bir elbise seçtim. Düz saçlarımı kulaklarımın arkasına attıktan sonra dumanlı göz makyajıyla hazırlığımı noktaladım. 
Basamakları ağır ağır inerken "Teşekkür ederim." diye karşılık verdim sessizce. Merdivenin başındaki adamın bana uzanan elini çekingen bir ifadeyle tuttum. Usulca beni kendine çeken adam kulağıma fısıldadı. "Bana güven ve bu eli hiç bırakma." Bir yanıt vermedim. Bu eli bırakmamayı öyle çok isterdim ki. Her şeye rağmen. Başarabilmeyi, sıkı sıkı tutunabilmeyi... Her şeyin düzelmesini tüm kalbimle diliyordum. Çünkü onsuz nasıl yaşanır bilmiyordum. O kadar alışmıştım ki ona yaslanmaya, onun gölgesinde soluklanmaya. Bu hayatta kimseye güvenmediğim kadar güveniyordum ona. Her koşulda beni koruyacağını bilirdim. Tıpkı düşüp dizini yaralayan bir çocuğun annesinin kollarına koşması gibi. İşlek bir caddede oldukça şık bir restorana gelmiştik. Camlarından kendinizi görebileceğiniz kadar pürüzsüz parıldayan bir yerdi burası. Üzerimizde gezinen meraklı kaçamak bakışlar eşliğinde masamıza oturduk. Etrafımızda pervane olan garson menülerimizi getirdikten sonra baş başa kaldık. Ben menüyü incelerken karşımdaki adamın ilgili bakışları üzerimde geziniyordu. "Nasıl buldun burayı? Beğendin mi?" Başımı kaldırıp nezaketen etrafa bakındım. "Hımm... Evet, çok güzel bir yer." Siparişlerimizi verdikten sonra kendimi ilk buluşmaya geldiği için ne konulacağını bilemiyormuş gibi hissediyordum. Normalde çenem düşer, susmazdım. Sürekli bir şeyler anlatır, onunla konuşacak bir şey bulurdum mutlaka. Ama ne hikmetse şimdi ne konuşacağımı pek bilemiyordum. Çekingenliğimin farkında olan adam uzanıp masanın üzerinde duran elimi tuttu. "Lâl... Açıkçası ne söyleyeceğimi pek bilmiyorum." "Bir şey söylemek zorunda değilsin." "Hayır, lütfen izin ver." Başımı onaylayarak salladım ve konuşmasını bölmek istemedim. "Bir süredir ilişkimizde pürüzler olduğunun farkındayım. Zor zamanlar geçiriyoruz, yaşadıklarımızın da etkisi büyük. Elbette tüm bunlar yaptıklarım için bir bahane değil, beni sakın yanlış anlama. Seni çok kırdım, üzdüm ve buna bir kılıf uydurmaya çalışmıyorum." Sağ avcunun arasındaki elimi okşadı. "Tanıdığının aksine bir adamla tanışmış gibi hissediyorsun, biliyorum." "Evet." Başımı aşağı yukarı sallarken sakinlikle ekledim. "Öfkelendiğinde içinden farklı bir adam çıkıyor." "Haklısın." "Hanginiz gerçek Valentino? Bana aşk sözleri söyleyen, aklı selim, sakin adam mı yoksa öfkelenip domine olduğunda insanlıktan çıkan o adam mı?" Bir yanıt verecekmiş gibi durmayan adam başını öne eğdiğinde ekledim. "Ya da doğru soru, daha kaç farklı Valentino'yla tanışacağım?" "Böyle hissetmekte haklısın. Ama Lâl, hayat benim için hiçbir zaman kolay olmadı. Seninleyken daha farklı, mutlu ve sakin biriyim." İtiraf edercesine kaşlarını kaldırıp güldü. "Açıkçası bu hâlimi ben de seviyorum, memnunum." Aklına aniden gelen bir şeyle yüzü soldu. "Ancak normal yaşantımda seninleyken olduğu gibi davranamam. Bulunduğum ortama göre kimliğim ve rolüm değişiyor. Hayatta kalabilmek için bu böyle olmak zorunda. Dokuz, benim düşmanım, dolayısıyla işimin bir parçası. Onun seninle irtibata geçmesiyle iki hayatım, iki kimliğim çatıştı. Belki Dokuz'un istediği de buydu, bilmiyorum. Seni kaybetmem için elinden geleni yapacağını söylerken bunu mu kast ediyordu bilmiyorum ama..." Dürüst bir ifadeyle eklerken oldukça samimiydi Valentino. "Seninle ilk tanıştığımızda da çok normal biri olmadığımı biliyordun. Sana hiçbir zaman mükemmel biri gibi tanıtmadım kendimi. Yanıltıcı davranmadım." "Evet, biliyorum ama bu kadar..." Ne diyeceğimi bilemez hâlde birkaç saniye düşündükten sonra sıkıntıyla nefes verdim. "Bilmiyorum, Valentino. Bu kadar farklı olacağını düşünmemiştim anlıyor musun? Senin farklı bir kimliğin olduğunun ben de farkındaydım. Bir lider olarak diğerlerine karşı farklı bir duruşun olduğunun. Ama her kıskandığında, her öfkelendiğinde beni böyle hırpalayamazsın Valentino." Ağzını açıp bir şeyler söyleyecekken engel oldum. "Sözümü kesme lütfen, sen konuştun şimdi sıra bende." Söylediklerime karşılık ilgiyle beni dinledi. İçimi dökmemi o da en az benim kadar istiyordu. Bu kez aynı hataları yapmayacaktım. İçimden geçenleri söylemek istiyordum, ona karşı dürüst olmak istiyordum. Bu cendereden ancak böyle çıkabilirdik. "Bu konuşmayı son kez yapacağım." Başımı sallayarak düzelttim. "Öyle olmasını umuyorum." Aynı şeylerin etrafında dolanmak beni çok bunaltıyordu. Son olmasını umarak içimdeki duyguları onunla paylaşmak istiyordum. "Sana defalarca güvendim, Valentino. Ben de hatalar yaptım, kabul ediyorum. Çoğu da ölümcül hatalardı. Geçmişi kurcalamak istemiyorum, yanlış anlama. Bu en son istediğim şey. Ama ben bebeğimizi senden saklarken hata yaptığımı anladığımda, sana dönmeye çalıştığımda, onca badireyi atlatıp sana geldiğimde seni Azize'yle görüp hayal kırıklığına uğradım. Buna rağmen affettim seni. Tıpkı senin de beni bebeği sakladığım için affettiğin gibi. Sonra Zita hamileyim diye ortaya çıktığında da aynı şeyler yaşandı. Yine gitmedim. Her ne kadar karmaşık bir durum olsa da gitmedim. Arada bebeğimiz vardı çünkü, birbirimizi seviyorduk, birbirimiz olmadan yapamazdık." Bunu itiraf etmek benim için zor olduğu için yutkundum. "Hâlâ seviyoruz birbirimizi, aksi hâlde bu kadar şey olmasına rağmen bir arada olamazdık." Sevgimizi, aşkımızı bir koruma kalkanı olarak kullanmasını istemediğim için uyaran bir ses tonuyla ekledim. "Ama sevmek her zaman her şeye gözünü kulağını kapatmak demek değildir Valentino. Herkesin sabrının bir sınırı var." "Biliyorum." "Sırf seni seviyorum, sana âşığım diye bana sürekli saygısızlık yapmana göz yumamam. Kişiliğime saygısızlık ya da bana karşı güvensizlik... Bunlar benim sineye çekebileceğim şeyler değil Valentino." Tekrar konuşmaya kalkışan adamı gözlerinin içine bakarak susturdum. "Ben bu hayatta yalnızca seninle oldum, sana dokundum. Geçmişin beni ilgilendirmez dedin, geçmişimde de bugünümde de benim isteğim dahilinde yalnızca sen vardın hayatımda. Sana hiçbir zaman ihanet etmedim. Etmeyeceğimi de çok iyi biliyorsun. Beni tanıyorsun." "Elbette tanıyorum Lâl, bak ben-" "Elbette biliyorsan ona göre davranmalısın Valentino." Elbette kelimesini vurgularken tane tane konuşuyordum. "Her sorun yaşadığımızda beni sana ihanet etmekle suçlayacaksan bu ilişki hemen şuan burada bitsin. Ben bu güvensizlik duygusuyla yaşayamam." "Hayır, Lâl ben hiçbir zaman seni ihanetle suçlamadım. Sadece..." "Sadece o adam iğrenç dudaklarını bana yapıştırırken zevk alıp almadığımı sordun." Tartışmayı uzatmak istemiyordum ama konunun bir daha bu noktaya gelmesine katlanamazdım. Bu konu bugün bu masada kapanacaktı. "Valentino ben senden başkasına dokunamam, bana senden başkasının dokunmasına da katlanamam. Çünkü ben yalnızca seni seviyorum. Ama sen bana o soruyu sorarak beni yerin dibine sokup sokup çıkardın. Beni istemeden de olsa aşağıladın." "Lâl, çok özür dilerim." "Valentino özür dileme." Net bir dille kestirip attım. "Sadece bir daha aynı şeyi yapma yeter. Ben buna katlanamam. Bana güvenmeyen bir adamın yanında nefes alamam. Hem de bu kişi benim sevdiğim, âşık olduğum adamsa... Ölürüm." Sakinliğimi koruyarak yutkunduğumda sanki acı bir sıvıyı mideme indirmeye çalışıyor gibi acı çektim. "Ufuk meselesinde de aynı şeyi yaptın. Anlamadan dinlemeden bağırıp çağırdın. Seni affettim. Ama çok geçmeden Nikolai konusunda da beni suçladın. Aynı şekilde davrandın. Bu geçerli bir özür değil. Sen her seferinde bu şekilde davranarak ancak beni yaralıyorsun." Sağ elinin avuç içi geri çekilmeye çalışan elimi yakalayıp yumuşakça tuttu ve dudaklarına götürdü. Sevgiyle öptüğü elimi masanın üzerinde okşadı adam. "Bu konuda sonuna kadar haklısın, Lâl. Hatamın farkındayım ve özür dilerim. Seni kıskandım ve çok yanlış davrandım. İstediğim bu değildi. Seni üzmek, kırmak, değersiz hissettirip aşağılamak değildi. Ama Lâl, beni de anla lütfen. Seni kaybetmem için elinden geleni yapmaya yemin etmiş bir adam vardı karşımda. Neredeyse başarıyordu da." Öfkeyle nefes verirken "Belki Nikolai'yi de Dokuz tuttu, seni kaybetmem için uğraşıyor ve uğraşacak." diye ekledi. "Beni seninle sınamasınlar, Lâl. Ben buna dayanamam." "Ben dayanabiliyor muyum sanıyorsun?" Masanın üzerindeki sağ elim adamın yanağına kapandı. Kirli sakallarını okşarken ona dokunmadan daha fazla duramadım, istemsizce yanağına dokunmuştum. "Sen benim için ne demek olduğunu sanıyorsun ki? Ben hayatımda ilk kez sevdiğimi sanmadım ama ilk kez sevdiğimi anladım Valentino. İlk defa böyle hissettim. Seni gerçekten sevdim, seviyorum. Yaşananlar sana güvenmeyi öğretti. Ama görüyorum ki ben sana hiç güven vermemişim. Verememişim." Yanağındaki elimi yakalayan adam dudağına götürdü. "Hayır, hayır bu doğru değil." Gözlerini gözlerime diken adam kesin bir ifadeyle noktayı koydu. "Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak, Lâl. Sana söz veriyorum." "Valentino ne olur... Ne olur bana tutamayacağın sözler verme." "Lâl, senin bana güvenmen çok zaman aldı. Bunun için çok emek harcadım ben. Ama son yaşananlardan dolayı bana olan güveninin sarsıldığını çok iyi anlıyorum. Benimle bir aile kurma konusunda tereddütlerin var, yeniden bebeğimiz olması konusunda kendi kendine düşünüp doğru olduğunu düşündüğün bir karar verdin." Aceleyle devam etti. "Yanlış anlama, bunun için seni suçlamıyorum. Düşündüğün zaman kendi açından haklısın. Hem de bebeğimizi kaybettiğimiz dönemi düşündüğümüz zaman. Üstelik son dönemlerde yaşadıklarımız... Seni anlıyorum." Bakışlarında pişmanlık ve üzgünlüğünü görebiliyordum. "Seni kaybetme korkusuyla büyük hatalar yaptım, seni kırdım, üzdüm. Bunların hepsini biliyorum. Ama telafi edeceğim, Lâl. Ben senin güvenini yeniden kazanacağım. Bunun için elimden geleni yapacağım. Senin için çabalayacağım, savaşacağım. Biliyorum, şimdi ne söylersem söyleyeyim tam anlamıyla inanmıyorsun, güvenmiyorsun. Ama göreceksin. Ben bu ilişki için elimden geleni yapmaya hazırım." Elleri masanın üzerindeki ellerimin üzerinde kapanırken "Seni kaybetmek istemiyorum." diye mırıldandı. Ellerimi öptü. Bense zaten gidemiyordum ki. Gitmek istesem de istemesem de onsuz olmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuştum. Bir balığa suyun dışında yaşamasını söyleyemezdiniz. Yaşayamazdı çünkü. Sessizlikle yemeklerimizi yedik. Keyifli vakit geçirdiğimizi söyleyebilirdim. Özellikle sorunlarımıza karşı görmezden gelmeyip çözümlemeye çalışması, adım atması, çaba göstermesi bu ilişki hakkında olumlu düşünmemi sağlıyordu. Huzurlu bir akşam yemeğinden sonra eve döndüğümüzde her şey yolunda görünüyordu. Aramızdaki sorunların tam anlamıyla çözülmesi zaman alacaktı belki ama en azından ikimiz de içimizi dökmüştük ve bu ilişki için ne yapmamız gerektiğini anlamıştık. Arabadan inip evin önüne geldiğimizde Valent beni durdurdu. Önce ne olduğunu anlayamadım. Soru dolu bakışlarla kendisine bakarken Montrel'den aldığı siyah bir bez parçasıyla gözlerimi bağladı. "Valentino ne oluyor?" Bir yanıt vermedi. Yalnızca elimi tuttu. Biraz tedirgin olsam da bunun sürpriz olduğunu anlamak zor değildi. Ayrıca ne yaşarsak yaşayalım Valentino elimden tutup beni bir bilinmezliğe götürse de ona güvenirdim. En azından bu tür bir güven her zaman kalbimde bir yerlerde saklı dururdu. Bana bilerek zarar vermeyeceğini iyi bilirdim. Yine tereddüt etmedim. Beni nereye götürürse götürsün gözlerim bağlı bir şekilde onu takip ettim. Kapının açılma sesini duydum, yavaş adımlarla tutup beni kendine doğru çeken adamın yönlendirmeleriyle ilerledim. Nereye geldiğimizi bilmediğim bir an gözlerimdeki bağı çözdüğünde gördüğüm şeyle biraz şaşırmıştım. Salondan odamıza çıkan merdivenin başındaydık. Etraf loş ışıklar dışında karanlıktı. Merdiven basamakları mumlar ve bizden, anılarımızdan oluşan fotoğraflarla doluydu. "Valentino, bu... Bu ne?" Dilim tutulmuştu sanki. Bir basamakta ben uyurken çekilmiş bir fotoğrafım vardı, böyle bir fotoğrafım olduğunu bile bilmiyordum. Bir başka basamakta Valent'in doğum gününde tekneyle gezintiye çıktığımız sırada çektirdiğimiz bir fotoğrafımız vardı. Bunun gibi onlarcası merdiven basamaklarındaydı. "Zor günlerimiz oldu. Ama baksana Lâl, güzel günlerimiz... Bu kadar güzel yaşanmışlığa nasıl arkamızı dönüp gidebiliriz ki?" Bir an onun gözlerine baktıktan sonra temkinli bir biçimde basamaklardaki fotoğraflara baka baka arkamda Valent'le merdivenlerden yukarı çıktım. Odamıza geldiğimizde oda güller ve mumlarla süslenmişti. Yatağın tam ortasında üzerinde not yazan bir kutu vardı. Etrafındaki gülleri hafifçe kenara çektikten sonra kutunun üzerindeki notu aldım elime. "Affet beni. Seni seviyorum.
Dürüstlükle "Kabul ediyorum, ideal bir sevgili değilim." diye söze girdiğinde fark ettik ki onu çoktan affetmiştim. "Sert bir kabuğum var, Lâl. Bu da biraz yetiştiriliş tarzımdan kaynaklanıyor." Hızla ekledi. "Ama buna sığınmayı düşündüğümü sanmanı istemem." Birkaç adım atıp dirseklerimi kavradı ve beni kendine yaklaştırdı. "Son zamanlarda seni ne kadar üzdüğümün farkındayım. Yıllardır alıştığım kabuğumdan çıkmak çok zor. Ancak senin için kötü davranışlarımı yontmaya çalışacağım." Yüzünü gözlerimin hizasından indirip kaşlarını sevimli bir ifadeyle kaldırarak "Bana yardımcı olur musun?" diye sordu. Ona hayır demek nasıl mümkün olabilirdi ki? "Biliyorum, bu senin görevin değil. Beni düzeltmek senin görevin değil. Ama... Bana nasıl daha nazik ve anlayışlı olunacağını öğretir misin?" Valentino'yla çok fazla şey yaşamıştık. Türlü zorlukların arasından geçmiştik. Ve tüm bunları yaşarken öğrendiğim bir şey vardı ki bu da şu demekti... Aşkın tam olarak tanımını yapamazdım, ne olduğunu henüz bende çözememiştim. Ama ne olmadığını çok iyi biliyordum. Aşk, her zaman işler yolundayken bir arada olmak ve işler yoldan çıkınca birbirinin elini bırakmak anlamına gelmiyordu. Zorluklara karşı el ele duvar gibi durduğunuzda her şeyi aşıyordunuz. Eğer birini bırakamıyorsanız, terk edemiyorsanız ve onsuz bir hayat düşünemiyorsanız ona âşıksınız demektir. Evet, zaman zaman beni kırıyordu -ki ben de onu kırıyordum- ama o anlar dışında her zaman benim mutlu olmam için çabalıyordu. Yüzümde ufacık bir tebessüm görmek için bile elinden geleni yapıyordu. Bana değer verdiğini hissettiriyordu. Asıl önemli olan da bu değil miydi zaten? Kollarımdan tutan adamla sözleşmiş gibi aniden sarıldık. Birbirimizden yıllardır uzak kalmışız gibi bir yoksunlukla sarılmıştık. Birbirimizden ayrılmamacasına. Onun kokusuna hasret kalmış gibi. Boynuna gömdüm başımı. "Ne olur beni sensiz bırakacak bir hata yapma Valentino. Lütfen... Çünkü ben sensiz yaşayamam." Öylece çıktı ağzımdan. Hesapsız, plansız. Ayrıldığımızda gözlerime baktı. Öyle ciddi ve gerçek bir bakıştı ki. "Seni içimden çıkarırsam benden bir şey kalır mı sanıyorsun?" Kollarını bana saran adamın dudaklarıma bastırdığı dudakları sıcacıktı. İstemsizce karşılık verdim dudaklarına, öpüşlerine. Usulca beni gül yapraklarıyla dolu yatağa yatırdığında ve vücudu üzerime kapandığında dudaklarımı dudaklarından ayırdım. Benden bir yanıt bekler gibi merakla bakarken gözlerine baktım. "Beni tam anlamıyla geri kazanman bu kadar kolay olmayacak, Don Valentino Riccardo." Sakin ve nazik bir ifadeyle yakalarından tuttum. "Artık her kavga ettiğimizde sorunlarımızın üstünü sevişerek kapatmamıza izin vermeyeceğim." Dudaklarına küçük bir öpücük kondurup kendimi geri çektim. Çok istediği bir şeyi tam avuçlarının arasına verecekken ona sahip olma heyecanı yaşatıp ellerinden alır gibi. Ve fısıldadım. "Beni, kalbimi geri kazanmak için biraz daha çabalamalısın." Sarhoş gibi bakışları beni süzerken tatlı bir tebessümle başını salladı ve usulca üzerimden kalkıp dirseğinin üzerinde yükselerek yanıma uzandı. "Peki, kabul." Beni baştan aşağı süzdükten sonra "Senin için savaşmaya hazırım." dedi. Dudağı yana kıvrılmış gözlerime bakarken loş ışığın altında çok karizmatik görünüyordu ama geri adım atmaya hiç niyetim yoktu. Beni geri kazanmanın zorluğunu anlayacak ve bunu deneyimledikten sonra daha dikkatli olmayı öğrenecekti. O gece birbirimize sarılarak uyumuştuk. Huzurlu bir gece geçirmiştik birlikte. Günlerdir yaşadığımız tüm huzursuzlukları üzerimizden atmış gibiydik. Sabah uyandığımda Valentino yanımda yoktu. Duş alıp giyindikten sonra saçlarımı at kuyruğu bağladım. Aynada kendime bakarken kapı çaldı. Gelen Nina'ydı. "Lâl Hanım, kahvaltı hazır. Don Riccardo sizi bekliyorlar." Onaylayarak başımı salladığımda merakla hazırlanıp aşağı indim. Hava güneşli olduğu için kahvaltı masası bahçeye hazırlanmıştı. Luigi ve Pietro da masadaydı. Mükellef bir kahvaltı masası vardı. Bir mesaj sesiyle eşofman cebime uzandı elim. Haldun abiden mesaj gelmişti. Gönderen: Haldun Abi "Bizim iş tamam." İnternet haberlerine girdiğimde gördüğüm manşet üzerine memnuniyetle gülümsedim. Hazır Luigi de buradayken bombayı patlatmanın tam sırasıydı. Neşeyle masaya doğru yürüdüm. "Herkese günaydın." "Günaydın." Pietro dostane gülümsemesiyle "Nasılsın?" diye sordu. "İyiyim, Pietro. Sen nasılsın?" Kaçamak bakışlarla Luigi'yi süzmeyi de ihmal etmedim. Valentino'yla da flörtleşen bakışlar eşliğinde masaya oturduğumda küçük tatlı sohbetlerle kahvaltımızı yaptık. Luigi, Pietro ve benim çaylarımız, Valentino'nun da kahvesi geldiğinde telefonumu kurcalıyordum. Sanki ilk defa görmüşüm gibi şaşırma numarasıyla Wendy'nin çıktığı haberi inceliyordum. Haberin fotoğrafını yakınlaştırırken "Aaa... Şu işe bak sen. Vay be..." diye merak uyandıran nidalarla rolümü süslemeyi de ihmal etmemiştim. Pietro ve Luigi gördüğüm şeyle ilgilense de merakla ilk soran Valentino olmuştu. "Nedir o?" "Wendy gazeteye çıkmış, bir yakışıklıyla." Son iki kelimeyi imalı bir vurguyla söylerken Luigi'nin üzerinde gezindi bakışlarım. Pietro ise bir fırtınanın bizi beklediğini anlamış gibi şaşkınlıkla kaşlarını kaldırmıştı. "Yakışıklı futbolcu gizemli bir güzelle yakalandı." Haberin bir cümlesini okuyarak Luigi'ye döndüm. Devamını okumama bile gerek yoktu. Onun ilgisini çoktan çekmiştim. Çekingen ama yoğun bir merakla telefonumdaydı gözü. Bakabileceği bir açıda olmadığım için herkese göstermek ister gibi telefonumu onlara doğru çevirirken fotoğrafı yakınlaştırmayı da ihmal etmiyordum. Alayla gülerek "Hay Allah, baksanıza şu işe. Bir öleceğim günü bilmiyorum ha, vallahi bak." derken Valent'le Pietro'nun kaçamak bakışları beni inceliyordu. Kaşlarını çatıp gözlerini kısmış haberin tamamını okuyan Luigi'nin suratı tuhaf bir hâl almıştı. Şoke olmuş hatta belki de kıskançlıktan çıldırmıştı ama sessiz bir öfke vardı gözlerinde. Kıskançlık kudurmasıydı bu, nerede olsa tanırdım. Yeni bir aşk mı doğuyor tarzı bir manşet atılmış haberi okuduktan sonra bakışları bana dönen Luigi "Doğru mu bu?" diye sordu. Bense her zamanki hazırcevaplığımla soruya soruyla karşılık verdim. "Doğruysa ne yapacaksın?" Söyleyecek bir sözü yokmuş gibi sustu. Benimse ona merhamet etmeye pek niyetim yoktu. "Şaşırdın mı?" Suskunluğunu korudu. "Kızdın mı peki?" Sanki Luigi'yi eskiden danışanlarıma yaptığım gibi odaya almış terapi yapar tarzda sorguluyordum. Elbette bir polis sorgusu gibi yapmıyordum bunu danışanlarıma. Ama Luigi biraz farklıydı. O arkadaşımı üzdüğü için ona karşı bir parça daha acımasız davranıyor olabilirdim. Ve asıl ürkütücü olan, bundan suçluluk duymuyor olmamdı. Ne diyeceğini bilemez hâlde "Ben..." dedikten sonra yeniden susan Luigi ise kontrolü kaybettiğini saklamaya çalışsa da pek başarılı görünmüyordu. Ben bile bunu anlamışken onu yıllardır tanıyan kardeşi ve kuzeninin anlamamış olması imkânsızdı. Onun itiraf edemediği şeyi ben söyledim. "Kızdın." Cevap yok. "Peki, kızmaya hakkın var mı sence?" Gözlerini devirerek dişlerinin arasından "Beni öfkelendirmek hoşuna mı gidiyor Lâl?" diye söylendi. Kendine mukayyet olmaya çalışıyordu ama ne derece başarılı olabildiği şüpheliydi. "Yo... Riccardo erkeklerine haddini bildirmek hoşuma gidiyor sadece." Aynı anda Valent'e meydan okuyan bir bakış attığımda adam buna tatlı tatlı boyun eğmişe benziyordu. Her şeye razıyım, der gibi bir bakışla karşılık vermişti. Asıl hedefime döndüm. Luigi. Benden çekeceği vardı ve bundan henüz haberi yoktu. "Sen değil miydin Wendy'yi kendine layık görmeyen? Şimdi n'oluyoruz, hayırdır?" "Lâl, anlamıyorsun. Bunun layık görüp görmemekle bir ilgisi yok! Sadece ikimiz çok farklı kültürlerden geliyoruz, bu yüzden onu daha fazla üzmeden bitirmek istedim. Olamayacağımız için." İlk defa kaçak dövüşmüyordu. Bu güzel bir gelişmeydi. Özellikle Luigi gibi bir duvardan beklenmedik bir hareket. Ama bu benim için yeterli değildi. Yok öyle hem karnım doysun, hem pastam dursun kafaları. Kimse benim arkadaşımı cepte tutamazdı, onunla ve duygularıyla oynayamazdı. İtirafı samimi gelse de acımadım ona. Üstüne gitmeye devam ettim. "Madem olamayacaksınız, o zaman kızın kısmetini kapama, önünde durma. Arayıp da kafasını karıştırma." Oturduğum konforlu sandalyeye sırtımı yaslayıp devam ettim. "Aşka yüreğin yoksa ondan uzak dur. Onu başka bir erkeğin mutlu etmesini uzaktan izlemeye mahkûmsun." Adamı acıyan gözlerle baştan aşağı süzdüm. "Şimdi tüm bunları ağlayarak günlüğüne yazabilirsin." Burnundan soluyarak masayı terk eden Luigi tıpkı ebeveyninden bir haftalık dışarı çıkma cezası almış ergen gibi davrandığının farkında değildi. Ve tabii kardeşi Pietro'nun arkasından kıkırdadığının da. Tek kaşını kaldırarak keyifli bir ifadeyle bana dönen Valentino "Bu senin başının altından çıktı, değil mi?" diye sorduğunda sorusunun cevabını çoktan aldığını tahmin edebiliyordum. Benim hâlimden ve tavrımdan ne olup bittiğini o kadar rahat anlayabilirdi ki. Buna rağmen her şeyden habersizmiş gibi rol yapıp inkâr ettim. "Aaa, üstüme iyilik sağlık! Benim etim ne budum ne Allah aşkına? Ben bir garip Lâl, ne yapmış olabilirim?" Buna hiç inanmayan bakışlarla başını iki yana sallayarak karşılık veren Valentino ise karşısında bir çocuğun yaramazlık yaptığını görmüş ve bunu asla onaylamadığını ifade ediyormuş gibi görünüyordu. Tatlı tatlı yargılıyordu sanki beni. Pietro ise biraz daha farklıydı. O daha keyifçi bir insan olduğu için durumdan nemalanıyordu hatta eğleniyordu bile. Keyifli bakışmalarımız Valent'in telefonunun çalması üzerine bölündü. "Affedersiniz." diyerek masadan kalkıp aramasını yanıtlarken peşinde Pietro'yla birlikte eve girdiler. Artık Valent'in telefonu her çaldığında içime bir korku düşüyordu. Yaşadığımız iki dakikalık mutluluktan bile suçluluk duyar hâle gelmiştim. Her an bozulacak korkusu yaşamaktan bitap düşmüştüm. Yine bir şeyler oluyordu. İçimdeki bir ses beni ilgilendirmediğini söylese de Valent'le ilgili her şeyin beni de ilgilendirdiğini söyleyen başka bir sesle savaştılar ve bu kavgayı merakım kazandı. Bahçede usulca yürüyüp eve girdim. Merdivenleri çıkarken gürültüler net bir biçimde duyuluyordu. Valentino öfkeyle anlamsız bir biçimde bağırıyordu ve bir şeylerin düşme, kırılma gürültüleri doluyordu kulağıma. Sesin kaynağı olan çalışma odasına geldiğimde kapıda Pietro duruyordu. Merakla "Neler oluyor?" diye sorduğumda Pietro'dan bir yanıt bekliyordum. Gelmeyeceğini bildiğim bir yanıt. "Lâl..." "Neler oluyor diyorum?" "Valent sana daha sonra anlatır." "Tamam, bırak ben sorarım o zaman." Kapıdan girmeye çalışırken önümde tek kişilik bir barikat kurdu Pietro. "Girmesen daha iyi olur, Lâl." Ciddi bir yüz ifadesi takınarak nazikçe ekledi. "Valent'in kesin emri. Onu bu şekilde görmeni istemiyor. Seni daha fazla kırmak istemiyor, anla." Anlıyordum. Ama neler olduğunu da öğrenmek istiyordum. "Ne olup bittiğini anlat o zaman! Ne olduğunu söyle bana!" Kısa bir an tereddüt ettikten sonra çenesini kaşıyarak "Nasılsa öğreneceksin zaten." diye söylendi. Sabırsızlıkla beklediğim şeyi söylediğinde bu kadar şaşıracağımı düşünmemiştim ama Pietro'nun dudaklarından çıkan "Valent'in uzun zamandır peşinde olduğu düşmanı Dokuz... Nikolai'nin ta kendisiymiş." cümlesiyle olduğum yere çivilendim. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl ta içimize kadar sızabilirdi böyle? Valentino delirmişti ve delirmekte de haklıydı. Onun yenilgiye uğramış, öfkeden çıldırmış hâlini anlamak çok da zor olmasa gerekti. ❝Valentino❞ Delirmiştim. Aldığım tek bir telefonla, öğrendiğim bir cümlelik şeyle aklımı yitirecek kadar öfkelenmiştim. Elime geçen her şeyi fırlatıp dağıttım. Nikolai. Dokuz. Benim düşmanım. Ailenin içinde. O herif aylarca ailenin içinde varlığını sürdürmüştü. O piç kurusuna en değerli şeyimi emanet etmiştim! Lâl'in yakın koruması olmuştu orospu çocuğu! Ve Lâl'i öpmüştü. Şimdi neyine güvendiğini daha iyi anlıyordum. Bu cüretini. Ailemizin içine kadar giren bu zehirli yılanın böylesine kök salmasına nasıl izin vermiştim? Bize hissettirmeden nasıl aramıza girebilmişti? Delirmek üzereydim. Kapının arkasında Lâl'in sesini duysam da telefon geldiği andan beri kötü bir haber alacağımı tahmin ettiğim için onun yanıma gelmesini, buraya girmesini önlemiştim çünkü bu zamana kadar onu öfkemden koruyamadığım için bu hâldeydik. Lâl'i kaybetmenin eşiğine gelmiştim ve bu korkunçtu. Yeniden o eşiğe gelmek istemiyordum. Kendime duyduğum öfkemi ondan çıkarmak istediğim son şeydi. ❝Lâl❞ O kapıdan uzaklaştığımda kendi dünyama çekilmiştim. Valent'in şu durumda beni kendinden uzaklaştırmasını anlıyordum. Ama anlayamadığım şey, birbirimize bir nefes kadar yakınken ve böylesine ruhumuz birbirine aynayken benden neden sırlarını sakladığıydı. Neydi, nedendi bu anlamsız gizem? Nikolai. Dokuz. İkisi de aynı kişiydi. İkisi de aynı sırrın zehrini, tohumlarını dökmüştü yüreğime. Belki de o çatı katında her ne varsa, Valent'i tanımamı sağlayacaktı. Tabii öyle bir sır gerçekten varsa. Ya da hâlâ çatı katındaysa. Kaçamak adımlarım merdivenleri çıkarken gözlerim etrafı kolaçan ediyordu. Valentino ve Pietro kendi derdiyle uğraşırken Nina ve diğer yardımcıların etrafta görünmediğini görünce en üst kata çıktım. En üst katta teras merdiveni daralmıştı. Çürümüş merdivenin üzerinde ayakkabım ses çıkardığı için ayakkabılarımı çıkarıp çıktım yukarı. Kapı kilitli bile değildi. Tabii ya. Aptalca olan buydu işte. Bir sır olsaydı neden ulaşılması bu kadar kolay olacaktı ki? Yalancı, düzenbaz bir adamın tuzağıydı bu. Daha başından belliydi. Yine de içimi rahatlatmak için bildiğim şeye doğru yürüdüm. Kapıdan içeri girdim. İçeride bir sürü koliler vardı. Bir tavan arası faresi gibi sessizce kurcalamaya başladım kutuları. Kutulardan birinde Valentino'nun çocukluk fotoğrafları vardı. Ergenlik fotoğrafları. Çok tatlı bir çocukmuş. Yüzünde şu anki ciddi, acımasız ve erkeksi ifadeden eser yoktu bu çocukluk fotoğraflarında. Büyüdükçe, ergenlik fotoğraflarına doğru geldikçe yüzündeki mutluluk silinip gitmişti sanki. Bir insanın içindeki yaşama sevincinin zamanla yok olması gibiydi. Bir sürü kutu vardı. Bunların hepsini kurcalamak günlerimi alırdı. O yüzden yalnızca gözüme çarpanlara bakmaya çalıştım. Küçük bir kolinin yırtık köşesinden sarkan siyah bir şey dikkatimi çekti. Kaşlarımı çatıp merakla elimin uzandığı siyah şeyi kutudan zorla çıkardım. Bu... Bu siyah bir bileklikti. Tıpkı şey gibi... Şey... Club Hydra'da bana verilen beyaz bilekliğin aynısıydı. Yalnızca onun siyah olanı. Siyah bileklik. Bunun anlamı neydi? Düşünüyordum, düşünüyordum ama anlayamıyordum. Hydra'ya gittiğim günü aklıma getirdim. Kırmızı bileklik, sadist ilişki isteyenler için. Mor bileklik mazoşist temele bağlı ilişki arayanlara. Mavi bilekliği seçerseniz ilişkiniz sırasında başkalarının sizi izlemesine rıza göstermiş olursunuz. Beyaz bileklik ise sadece izleyenler için. Herhangi bir şey yapmaya zorlanmazsınız. Siyah bileklikle ilgili bir bilgi vermemişti. Belki de öyle bir bileklik yoktu. Yani belki de bu bileklik... Manasız bir şekilde bağdaştırmıştım, kim bilir. Hydra'ya ait olduğunu nereden biliyordum ki? Sadece çok benziyordu. Ancak düşününce... Neden beni Club Hydra'ya çağırdığını da mantıklı kılıyordu bu durum. Belki bu Hydra'ya ait bir bileklikti ve beni oraya çağırmasının sebebi de her şeyi göstermekti. Allak bullak olmuş bir biçimde tüm bunları düşünürken aşağıdan gelen tıkırtılarla olduğum yere çivilendim. Donup kaldım. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! ⭐ 130 Bin okunmaya özel yeni bölümümüzle karşınızdayımmm! Evet, bu sefer bölüm biraz gecikti çünkü İstanbul'a seyahate gittim ve biraz yoğun bir hafta geçirdim. O yüzden anca yayınlayabiliyorum yeni bölümü. Hepinizin geçmiş Ramazan bayramını kutlarım, ve 23 Nisan çocuk bayramını da! ❤️ Yeni bölümü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini yazmaya ne dersiniz? Onu da buraya yazabilirsiniz. Yeni bölümle ilgili tahminlerinizi ve teorilerinizi de buraya yazmayı unutmayın. Bol yorumlarınız benim için gerçekten çok önemli, bunu bilmelisiniz. Ayrıca beni sosyal medya hesaplarımdan takip ederseniz de çok mutlu olurum. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |