Yeni Üyelik
65.
Bölüm

❅ Napoli'de Bir Gece | 44/2

@buzlarkralicesi

-44/2-

❝Lâl❞

Sabah yine içimdeki sakin ve soğukkanlı Lâl'i bulup çıkardım. Karşımdaki canavarla savaşmanın daha mantıklı bir yolunu bilmiyordum çünkü. Akşam yemeğine bekleyen Miloradov avcunu yaladı. Kapımı kilitleyip ışıklarımı söndürdüm ve uyudum. O da üstelemedi. Ama bütün gece tepemdeki sesleri düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Bu kadar kafamı takmama değecek bir şey miydi bilmiyordum ama Pietro'yla paylaşmam gerektiğini söylüyordu içimdeki ses.

Etrafı kolaçan ettikten sonra ikinci telefonumu gizlediğim yerden çıkarıp Pietro'yu aradım. Telefonu ilk çalışın yarısında açtı. Ve açar açmaz da nefes nefese "Tehlikede misin?" diye sordu. Neden aramamı nefes nefese yanıtladığını sormak bile istemiyordum, çünkü tahminim doğruysa özel hayatına meraklı komşu teyzeler gibi sızmak gibi bir niyetim yoktu.

"Hayır."

"Acil bir durum olmadıkça irtibata geçmeyecektik."

"Biliyorum ama paylaşmam gerektiğini düşündüm."

"Neyi?"

"Bu adam bir boklar karıştırıyor, Pietro." Ona adımla hitap etmemem gerektiğini hatırlayınca gözlerimi kapayıp dilimi ısırdım. "Adınla hitap etmeyecektim, pardon."

Pietro ise buna takılmış gibi değildi. "Ne gördün?"

"Bir şey görmedim ama evde bazı sesler duyuyorum. Üst katımda galiba. Geceleri takırtılar, şangırtılar falan geliyor. Bu Nikolai ne haltlar karıştırıyor öğrenmem lazım."

"Bana bak Lâl, sakin başını derde sokacak bir şey yapayım deme. O piç kurusunun ne halt edeceği belli olmaz. Zaten aklım hep sende. Orada sana bir şey olursa bunu Valent'e açıklayamam. Canımdan olmasam bile kendimi hiç affetmem."

"Biraz sakin olur musun? Burada her şey yolunda. Ben kendimi korurum." İçim içimi yerken aklımı kemiren soru zorladı dudaklarımı. "Valentino nasıl, iyi mi?" Sorduğum sorunun saçmalığına bakar mısınız? Sanki dün akşam söylediklerimden sonra iyi olabilirmiş gibi...

"Nasıl olmasını bekliyorsun Lâl? Ona Nikolai'ye âşık olduğunu ima etmişsin. Buna gerek var mıydı gerçekten?"

"Eğer öyle söylemeseydim kolay kolay peşimi bırakacağı yoktu. Aniden gidişimi daha da şüpheli bulacaktı." İster istemez gözlerim dolmuştu. Hatta sesimin titrediğini de hissettim ama engel olmaya çalışsam da becerebildiğime emin değildim. "Aramızdaki bağı koparmanın başka bir yolu yoktu."

"Bu bağı koparmanın bir bedeli var, biliyorsun değil mi? Geri dönüşü olmayan adımlar atma."

"Başka çarem yoktu. Eğer taviz verdeydim, ona hâlâ bir şeyler hissettiğimi bilseydi beni burada bırakmazdı. Zorla da olsa alıp götürürdü beni. Burada kalmam gerekiyor, anlıyor musun? Bu pisliğin maskesini indirmem gerekiyor."

"Seni anlıyorum, Lâl. Sakın anlamadığımı düşünme. Ama bu cephede de işler hiç kolay değil. Gün geçtikçe seni burada savunmam daha da zorlaşıyor. Valentino sana çok kızgın. Aranızdaki bağların gittikçe daha da kopmasından endişe ediyorum."

Yutkundum. Buna benden daha çok korku besleyemezdi. Bu yüzden soğukkanlı kalmaya çalıştım. "Aramızdaki şey gerçekse eğer -ki ben gerçek olduğunu biliyorum- o bağı koparmaya hiç kimsenin, hiçbir sözün gücü yetmez." Saate baktım. Kahvaltı zamanıydı. Polina gelip çağırmadan inmek istedim. "Şimdi kapatmam gerekiyor, bir şey bulursam seni ararım."

"Kendini tehlikeye atma sakın, anladın mı?"

"Tamam, merak etme."

Telefonu kapattığımda sağ elim göğsümün altında nakşedilen harflere gitti. Sevdiğim adamın ismi. Her zerresi ve her harfiyle tüm hücrelerime işlenmişti. Söküp atmak kolay mıydı? Kalbime dokunmak ona dokunmak gibiydi. Özlemiyle her gün kavrulurken sığınabileceğim başka bir şey yoktu. Geceleri uyurken adına sarılarak uyumaktan başka sığınağım yoktu. Şimdi bana kızgındı. Benden nefret ediyordu. Ama beni anlayacaktı. Kendi yaptığı hatalarla yüzleşirken beni anlayacaktı. Beni buna sürükleyenin kendi hataları olduğunu, en azından bunda hatalarının payı olduğunu anlayacaktı. Onun hataları, benim aptallıklarım.

Duştan sonra kıyafet dolabımdan rahat bir şeyler seçtim. Kırmızı, papatya işlemeli önü ipli askılı bir üst ve altına beyaz bir pantolon. Kırmızı sandalet topuklularını giydikten sonra kuruttuğum saçımı elimle biraz dalgalandırıp tepeden at kuyruğu topladım.


Aşağı indiğimde Nikolai her zaman olduğu gibi masadaki yerini almış oturuyordu. Beni görünce ilgiyle "Günaydın." dedi. Onaylayarak başımı salladım.

Bir şeyler söylemek içimden gelmiyordu. Aslında ona gece duyduğum tıkırtıları sormak istiyordum ama her ne kadar aklımdan geçse de yapamadım. Meraklı görünmek istemiyordum. Hem ayrıca sandığım gibi bir açığını yakaladıysam bunu bana söylemesini beklemem aptallık olurdu değil mi? Geçiştirip yalan söylemesi çok olasıydı. Bunu kendim bulmalıydım. Her zaman başıma bela olan merakımla bunu çözebilirdim. Aklımda türlü düşünceler kol gezerken masadaki hiçbir şeyi yemek gelmiyordu içimden. Midem bulanıyordu. İçim almıyordu. Üzgün olduğumda iştahım da kesiliyordu böyle. Hepsi depresif ruh hâlimin vücuduma yansımasıydı. Bir de bu yetmezmiş gibi telefonumla internet haberlerinde gezinirken Nikolai'yle çekilmiş bir fotoğrafımın basına servis edildiğini görmüştüm. Nikolai'nin evinin bahçesindeydik, onun arkası dönüktü, bense kabak gibi ortadaydım. Manşette yine beklediğim gibi bir başlık.

"YENİ SEVGİLİSİ Mİ?"

Bir bu eksikti. Valentino görünce deliye dönmüştür. Öfke duvarlarımı aşmamaya çalışarak haberi gösterdim. "Bu senin marifetin mi?"

Omuz silkti Nikolai. "Yalanının inandırıcı olması gerekiyordu, sana yardımcı oldum."

"Sana mı kaldı bana yardımcı olmak?" Öfkeyle midem allak bullak olmuştu sağ elim ağzıma kapandığında karşımdaki adamın meraklı bakışları üzerimdeydi.

"İyi misin?"

"İyiyim." Aramızdaki soğukluğu bozmadan sakinleşmiştim. "Sanırım pek kahvaltı insanı değilim." Valent'le doyasıya yaptığımız kahvaltıları saymazsak tabii. İnsan sevdiğiyle birlikteyken, sevildiğini hissederken bile bir başka çiçek açıyordu. Her şeyin tadı bir başka oluyordu. Dünya gözüne farklı görünüyordu. Âşık olduğunda dağa, taşa, ağaca bile anlatmak geliyordu içinden. Öyle bir şeydi sevgi. Olmak istemediğin bir yerde mecburen kalırken ise sadece nefes alıyordun. Ben de şuan bunu yapıyordum yalnızca. Hepsi bu.

Pek yüz vermediğimi gören adam başını göz hizama indirip "Başka bir şey olmadığına emin misin" derken sorgulayıcı bir ifade hâkimdi.

"Ne gibi?"

Biraz çekingendi. Cümleye dökme konusunda sıkıntı yaşıyor gibiydi ama sonunda cesaret etmeyi başardı. "Yani, sen... Hamile olabilir misin?"

"Saçmalama." Düşünmeden yanıtlamıştım bu soruyu çünkü kendimden emindim. Uzun zamandır korunuyordum. İğnelerimi aksatmıyordum. Kontrollerimi yaptırıyordum. Ayrıca vücudum tıkır tıkır işliyordu, döngümde bir gecikme de yoktu. Hamile olduğumu düşünmemi gerektiren hiçbir şey yoktu. Benim tahminim, bunun psikolojik bir durum olduğuydu. Panik ataklar, mide bulantısı, baş dönmesi, öfke nöbetleri... Yaşadıklarımın vücuduma yansımasından başka bir şey değildi. Öte yandan karşımdaki adamın bunu bana rahatça sorduğunu düşününce farklı bir öfke kapladı içimi. "Ayrıca sen ne cüretle bana böyle bir soru sorabiliyorsun?"

"Takdir edersin ki içinde bulunduğumuz durumda eğer bir bebek varsa bunu benim de bilmem gerekir."

"Ne yapacaksın hamile olsam, beni salacak mısın?" Nikolai sessiz kaldığında alayla sorduğum sorunun üzerine eğildim. Ciddiye alıp tekrar sorma gereği duydum. "Ne yani, hamile olsaydım planını bozacak mıydın?"

Kollarını birbirine bağlayıp dudaklarını büken adam kısa bir an düşünüp kaşlarını kaldırdı ve cevap verdi. "Farklı bir şekilde düzenlerdim diyelim. Bir bebeğin hayatıyla oynayacak biri değilim."

"İyi biri olduğuna inanmalı mıyım?"

Gözlerimin içine bakmaktan kaçınmayan adam "İstediğini düşünmekte özgürsün, Lâl. Ama bilmen gereken tek şey, sandığın gibi bir canavar olmadığım. Ben senin sandığın gibi biri değilim." derken kendinden emindi.

Sorgulayan bakışlarla iade ettim yanıtımı. "Ne sanıyormuşum ben?"

"Beni Vural'la bir tutuyorsun." Söylediği şeyden hiç hoşlanmıyor olduğu yüz ifadesinden anlaşılıyordu. Adi bir tecavüzcüyle bir tutulmak hoşuna gitmiyordu ve aşağılanmış hissediyordu belki. "Senin için Vural'dan bir farkım olmadığının farkındayım." Reddetmedim. Çünkü iyi biri olduğunu düşünmediğim doğruydu. Tamam, isteğim dışında bana dokunmuyordu ama beni hileyle şantajla burada tutuyordu. Bunu kabullenmiş bir biçimde "Seni suçlamıyorum." dedi adam. "Bak, çok zor şeyler yaşamışsın, farkındayım."

"İstersen koltuğa uzanayım, çocukluğuma da in." Vural'ın bana yaptıklarını izlemiş ve bana acımıştı. Yaşadıklarımın çok zor olduğuna kanaat getirmişti. Bir videoyla. Hayatımın geri kalanına dair en ufak bir fikri bile yoktu. Gözlerimi kısarak alaycı bir ifadeyle devam ettim. "Ne yaşadığımla ilgili bir bok bildiğin yok. Bir videoyla hayatımı çözdüğünü sanmaktan vazgeç."

"Yaşadıkların için çok üzgünüm, Lâl. Bunların yaşanmasını istemezdim. Keşke engel olabilseydim. Sen güçlü bir kızsın. Zor biri olduğunun da farkındayım. Ama bunların benim için bir önemi yok. Ben Vural değilim. Sana istemediğin hiçbir şeyi yapmam. Beni tanıdıkça anlayacaksın. Arzuladığım şeyin yalnızca bir bedenden fazlası olduğunu, önce kalbine sahip olmak istediğimi anlayacaksın. Vural gibi-"

Adını duydukça tüylerim diken diken oluyordu. Bu yüzden "Bu konuyu konuşmak istemiyorum." diyerek kestim.

"Konunun senin için çok hassas olduğunu biliyorum. Kaygan ve kırılgan bir zeminde geziyorum, farkındayım. Ama benim anlamadığım, senin bunları tek başına göğüsleme hikâyen. Bunca yıl neden sesini çıkarmadın? Böyle bir şey yaşamana ailen nasıl izin verir, buna nasıl tepki vermez?"

Dişlerimin arasından "Ailem falan yok da ondan!" diye bağırdım. Dayanamadım, gözlerim taşmak üzere olan bir su bardağı gibi dolmuştu. "Arkanda kimsenin olmaması küçük bir kıza ne hissettirir, bunun hakkında bir fikrin bile yok! Ailen bile sana inanıp arka çıkmazken o kadar güçlü bir aileyle savaşmanın nasıl korkunç bir şey olduğunu bilmiyorsun bile! Bir bok bildiğin yok, öyle car car konuşuyorsun! Sen bir şeyleri göğüslemek ne demek, nereden bileceksin de hayatım hakkında yorum yapıyorsun!" Masaya yumruğumu vurup kalktım ve merdivenlere yöneldim.

Nikolai ise atik bir hareketle peşimden gelip dirseğimden tuttu. "Lâl, özür dilerim. Hassas olduğun bir konuda üstüne geldim. Niyetim bu değildi."

Kolumu ondan kurtardığımda gözyaşlarımı sildim. "Tamam, yok bir şey." Serde delikanlılık var ya. Onun yanında güçlü kalmak adına yuttum güçsüzlüklerimi. Başımı öne eğip ağlamıyormuş gibi davrandım. Kimi kandırıyorsam.

Usulca çenemi yukarı kaldıran adam yüzüme bakarken sesi yumuşamış ve kısılmıştı. "Neden ağladığını gizliyorsun? Bu utanılacak bir şey değil. Benden gizlemek zorunda değilsin. İnsanın yalnız, kimsesiz hissetmesi ne demek en iyi ben bilirim."

Bir adım geriledim onun dokunuşundan kurtulmak için. Hâlâ bana güven vermeyen bu adamın en hassas anımda yanıma sokulmasını tekinsiz buldum. "Aynı evde kalıyoruz diye birbirimize yakın olmak zorunda değiliz."

"Zorunda olduğumuz için değil, böyle hissettiğim için sana yakınım Lâl. Senin basit yakın korumanken de böyle değil miydi zaten? Başta intikam için girdiğim o evde hayatımın aşkını bulacağımı bilemezdim."

Normal şartlarda ondan hoşlanan bir kadın olsaydım romantik sayılabilecek bu itirafa karşılık benim tepkim kaşlarımı çatarak "Ne zırvalıyorsun sen be?" diye söylenmek olmuştu.

Nikolai'nin ise durmaya niyeti yoktu. Hazır cesaret bulmuşken içindekileri dökmek istiyor gibiydi. "Seni tanıdım ve tanıdıkça her zerrene hayran oldum. Merhametine, sıcakkanlılığına, esprilerine, sözünü sakınmayan dobralığına, samimiyetine..." Onun için itiraf etmek zormuş gibi yutkundu ve ekledi. "Senin ona olan aşkına." Gözlerimin içine bakarken göz bebekleri yeni doğmuş bir bebeğin bakışlarında saklı umut gibi parlıyordu. "Sen... Sevdiğin zaman tüm dünyaya karşına alabilecek kadar korkusuz bir âşıksın. Sevdiğin adamı dünyanın en değerli, en mutlu erkeği gibi hissettiriyorsun."

Bense kollarımı kavuşturup o hayran olduğu dobralığımla karşılık verdim. Laf sokmazsam ölecekmişim gibi. "Bu yüzden mi bozdun aramızdaki güzel olan her şeyi? Tahammül edemedin mi bu güzelliklerin gözlerinin önünde yaşanmasına?"

"Aramızdaki güzellikleri ben değil Riccardo bozdu. O sana hak ettiğin aşkı, aşkınızın hak ettiği dürüstlüğü veremedi. Eğer gerçekten her şeyi bu kadar mahvetmek isteseydim daha önce yapardım."

Sözleri, aklımda bir ışık yanmasına sebebiyet vermişti sanki. "Sahi, neden daha önce yapmadın? Bu kadar içimize girmişken, onca fırsatın varken neden bu kadar bekledin?"

Kısa bir duraksamadan sonra tüm çekincelerden uzak, yüzünde bir çocuğun masum ifadesiyle yanıt verdi. "Bebek için..."

"Bebek için mi?"

"Ona zarar gelmesini istemedim. Ailesiyle büyüme şansını elinden almak istemedim. İçimdeki öfkeyi dindiremesem de, Riccardo'dan intikamımı söke söke almak istesem de bu hesaplaşmaya masum bir bebeği karıştırmak istemedim. Ama aynı hassasiyeti babası göstermedi."

"Valentino'yu bu işe karıştırma!" Önceleri acımdan inim inim inlerken, canımın acısını Valentino'yu suçlayarak dindirmeye çalışırken şimdi onun suçlanmasına ateş püskürüyordum çünkü gerçeklerle yüzleşmiştim artık. Acı bir itirafta bulunur gibi dudaklarımdan akıp gitti itiraflar. "Bebeğim benim yüzümden öldü. En başından istemedim onu. Aldırmak istedim. Allah'ın verdiği mucizeyi yok etmek istedim. Sevdiğim adamdan bana kalan tek şeyi öldürmek istedim. Sonra ona bağlandığımda da... Aldı Allah onu benden. Benim cezam da bu oldu."

Boş bakışlarla beni seyreden adam hayret eder gibiydi. "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?"

"Evet." Anlam verememiştim bu tepkisine. Neden bu kadar garipsediğine. "Sen niye öyle bakıyorsun? Saçma mı geldi söylediklerim?"

Omuz silkerek yanıtladı Nikolai. "Saçma mı bilmem. Ama bana çok uzak şeyler."

"Nasıl yani?" Merakım üzerine sorularım istemsiz de olsa bir bir dudaklarımdan çıkmaya devam etti. "Ya tamam, müslüman olmadığını biliyorum ama hristiyanların da bir tanrı inancı yok mu? Nasıl sana uzak şeyler?"

"Hristiyan olduğumu kim söyledi?"

"Ya nesin?" Art arda sorular soran meraklı çocuklar gibi onun cevabına sorularla karşılık veriyordum.

Soruma açıkça karşılık vermek yerine meraklı duruşuma başını öne eğerek sevimli bir gülüş armağan etti. Sonra yüzü düşünceli bir hâl aldı. "Ben senin gibi düşünmüyorum. Eğer sizin inandığınız gibi bir tanrı varsa, insanları bu kadar acımasızca cezalandırması mantıklı gelmiyor. Üstelik sizin merhametli tanrı imajınıza da uymuyor."

Söylediklerinden anladığım kadarıyla Allah'a ya da bir yaratıcı olduğuna inanmıyordu. Bunun altında da geçmişinde yaşadıklarının yatıyor olabildiğini düşünsem de "Sen ateist misin?" diye çat diye sormaktan kendimi alıkoyamadım. Karşılık vermeyip yüzüme baktı. Bu evet demek oluyordu. Kimsenin ahlak ya da din bekçisi değildim. Köyün imamı da değildim, kalkıp da ona vaaz verecek hâlim yoktu. Sadece neden böyle hissettiğimi açıklama gereği duydum. "Bak, inancına saygı duyuyorum. Ama bu başka bir şey tamam mı?" Başımı hafifçe yana yatırıp itirafta bulundum. "Çok dindar biri sayılmam ama benim ondan başka inanacak, sığınacak kimsem yok. Ailem bile yokken yalnızca onun varlığı ayakta tuttu beni. Yalnız ve çaresizken ona dua edip onunla konuşarak rahatladım hep. Sonra sevdiğim adamdan bir bebek verdi bana. En çok istediğim şeyi yapıp bir aile kurma şansı verdi. Bütün günahlarıma rağmen. Ama ben o şansı kullanamadım."

"Ama geri aldı."

"Olabilir." Omuz silkerek bu cümleyi kurmak benim için göründüğü kadar kolay değildi aslında. İyileşmek üzere olan bir yaranın kabuğunu kaldırmak gibi bir şeydi. "Belki de hayırlısı buymuş. Dünyaya gelseydi daha kötü bir hayat bekliyor olacaktı onu belki. Bebeğim gittiğinde yaşama gücünü bana veren de Allah'tı. Tüm buyruklarını yerine getiremesem de ben bir yaratıcımız olduğuna inanıyorum. Bu güvende hissettiriyor. O olmasaydı kendimde yaşama gücünü bulamazdım. Hem de bunca yaşadığım şeye rağmen."

Söylediklerimi can kulağıyla dinliyordu. "İlginç bir yaklaşım." dedi merakla dudaklarını bükerken. Konuyla bu kadar ilgili olması beni şaşırtmıştı. "Açıkçası bu kadar inançlı biri olacağını düşünmemiştim."

"İnançlı mıyım bilmiyorum ama Allah'ın varlığı beni güvende hissettiriyor. Bir şeyler dileyebileceğin, yeri geldiğinde derdini anlatabileceğin bir yaratıcın olması güven verici bir his." Tek kaşımı kaldırarak az önceki sözlerine "Ben de ateist olabileceğini tahmin etmezdim." yanıtıyla karşılık verdim. "Bilmem, belki de ön yargı ama..."

Gözleri uzaklara dalmıştı elleri ceplerindeyken. "Tanrının bana senin kadar merhametli davrandığını söyleyemem." Dudakları kıvrıldı sorgularcasına. "Demek ki Tanrın beni pek sevmiyor."

"Ben onun tüm kullarını sevdiğine inanıyorum. O bütün kullarını sever, merhamet gösterir. Ama bu dünyaya gelmemizin bir sebebi var. Günahlarımız var, sevaplarımız var. Hatalarımız var, sonuçları var. Bazılarımızın ağır sınavları var vermesi gereken. Eğer her şey yolunda olsaydı, hep mutlu olsaydık bu dünyaya gelmemizin bir anlamı kalmazdı. Her şeyi elde edebildiğimiz için hayat çok sıkıcı olurdu."

Biraz hayretle ve çokça ilgiyle "Yani ona inanmıyor olsam bile beni sevdiğini mi iddia ediyorsun?" diye sordu. Bu fikir hoşuna gitmişe benziyordu.

"Ona inanıp inanmaman seninle alakalı bir durum. Sen ona inanmıyorsun diye yok olacak hâli yok." Kısa bir an düşündükten sonra vaaz veriyormuş gibi hissetmek canımı sıkmıştı. İşlediğim bunca günahtan sonra bu konuda vaaz verecek son kişi bile olamazdım. Bu yüzden aklıma ilk geleni söyledim. "Aslında ne var biliyor musun? Bence asıl önemli olan nasıl bir insan olduğun. Elbette bir şeylere inanmak maneviyatını güçlendirir ama asıl önemli olan bambaşka bir şey. İyi ya da kötü biri olmakla ilgili bir şey bu."

"Bunu nasıl anlayabiliriz ki?" Sonra anlamadığımı düşünüp daha açık dile getirdi. "İyi olup olmadığımızı yani?"

"Bilmiyorum. Ama bence yukarıda bir Tanrı olduğunu ve onu cezalandıracağını düşündüğü için sırf cehennemden korkarak iyilik yapan insanlardansa tek yargıcı vicdanı olan biri daha iyidir. Elbette bir tanrıya inanmak mukaddestir ama onun korkusundan göstermelik iyilik yapıp göz boyayanlar pek samimi gelmiyor bana. Allah'ın kalbimize koyduğu vicdanı rehber edinmek daha samimi ve Allah'a yaraşır."

Söylediklerimi can kulağıyla dinleyen adam ben sustuktan sonra bir süre öylece yüzüme baktı. Tam ne var diye soracağım sırada dudakları aralandı. "Sen iyi bir insansın biliyor musun?"

"İyi bir insan mıyım bilmiyorum ama merhametli biri olmaya çalışıyorum. Erdemlerini prensip edinmeye çalışan biriyim."

Onu anlıyordum aslında. Hak vermiyordum ama anlıyordum. Allah'a inanmamasının kendine göre sebepleri olabileceğini tahmin ediyordum. Kim bilir ne acılar çekmişti de gözlerinden okunacak kadar derin bir yüktü içindekiler. Ben de yaşamıştım. Ama işte kimi yaşadıklarından kırılıp dökülür ve inanmamayı tercih eder. Tabiri caizse Allah'a küser. Kimiyse benim gibi sığınacak başka kimsesi olmadığı için daha da bağlanır, o inanca tutunmak ister. Ben din âlimi değildim, kimseyi yargılayacak hâlim yoktu. Doğru olan neydi bilmiyordum ama içimdeki bu güven duygusu olmasaydı şuan hayatta olmayacağımı biliyordum. Her karanlığın bir aydınlığa çıktığını bilmeseydim yeni bir sabaha daha uyanamazdım sanırım.

Biz bu beklenmedik derin sohbetlere dalmışken Polina geldi. "Efendim, Bay Ivan geldiler."

"Al içeri." dedi Nikolai.

Şüpheyle gözlerimi kıstım ve dürüstçe "Ivan bu planın neresindeydi?" diye sordum.

"Ivan benim yakın arkadaşım, hepsi bu. Planımın herhangi bir yerinde yok. Aslına bakarsan senin gelişin ona sürpriz bile oldu." Tek kaşımı kaldırıp neyi kast ettiğini anlamaya çalıştığım sırada ekledi. "Planımın bu kısmından haberi bile yoktu."

"Sık sık böyle başına buyruk işler mi yaparsın?"

Nikolai ise "Hemen hemen her zaman." dedi ve güldü. Sonra daha ciddi ve samimi bir ifadeyle açıklamakta gecikmedi. "Aslında hep canımın istediği gibi davranırım ama mutlaka bir planım olur. Sen istisnasın." Bakışları beni işaret ederken kaçamaktı.

Biz böyle tuhaf bir biçimde bakışırken içeri Ivan girdi. Bana soğuk bir selam verdiğinde eyvah, dedim. Bir Luigi vakası daha. Ama Nikolai'ye âşık olmadığım için bu durumu lehime çevirebilirdim belki, ha? Arkadaşını satabileceğini düşünmüyordum ama belki bana başka konularda yardımcı olabilirdi. Beni bu cendereden kurtarabilecek bir yol için. Tanıdıkça karar verecektim, şuan bunu düşünmek için çok erkendi.

Açıklama beklediğim net bir ifadeyle "Sen..." derdim Ivan'a bakarken.

Ivan ise "Seni burada görmek ne güzel." demekle yetindi. Sesine kinaye vardı. Ses tonunda burada görmesinin o kadar da güzel olmadığı kesindi.

Nikolai'nin telefonu çaldı. "Affedersiniz, kısa sürer." diyerek yanımdan ayrıldı. Bir yanı bizi baş başa bıraktığı için tedirgin görünse de bahçeye çıktı.

Ivan ile baş başa kaldığımızdaysa dürüstlüğüm devreye girdi. "Sen ne ayaksın?"

"Anlamadım?"

Farkında olmadan bunu Türkçe sormuştum. Rusça konuşmaya başladım. "Derdiniz ne sizin?"

"Yeterince açık değil mi?" Aynı dürüstlükle "Riccardo." diye karşılık verdi.

"Ben bu planın neresindeyim? Benden ne istiyorsunuz?"

"Sen bu planın çok güzel bir yerindesin." Sesindeki alaycılık silinip gittiğinde bakışları da en az sesi gibi benden hoşnut olmadığını işaret ediyordu. "Benim senden bir şey istediğim yok. Ancak belli ki Nikolai senden aşkını istiyor."

Daha çok bekler, diye geçirdim içimden. "İlk karşılaştığımızda da bunu biliyordun değil mi?"

"Nikolai'nin sana deli olduğunu mu? Elbette. Beni korkutan da bu oldu."

Karşımdaki adamın dürüstlüğü aynaya bakıyormuşum gibi rahatsız edici hissettirdi. "Beni burada görmek istemiyorsun. Arkadaşın için bir tehlike olarak görüyorsun, yanılıyor muyum?" Yanılmadığımı biliyordum. Bu çok açıktı.

Elleri ceplerinde gözlerini kısarken ikimizin de yanıtlarını bildiği soruların havada uçuştuğu bir seramoninin içindeydik. "Yanılmıyorsun." Duraksadı. "Aslında güzel olduğun kadar zeki bir kadınsın."

"O zaman neden buna izin verdin?"

"Nikolai'nin izin istediğini de nereden çıkardın? O kimseden izin almaz. İstediğini de alır. Ama sanırım bu kez alacağı şeyin bedeli biraz ağır olacak." Anlamamıştım. Bakışlarıyla beni işaret etti. "Senden bahsediyorum. Seni elde etmek pahasına yıllardır can düşmanı olan Riccardo'yla savaş baltalarını gömdü."

"Sen düşman kalmalarını mı tercih ederdin?"

"Ben uğruna savaştığı mücadeleyi kazanmasını tercih ederdim. Bir kadın uğruna yıllardır emek verdiği her şeyin boşa gitmemesini. Ama kadınlar..." İç geçirdi odada volta atarken. "Ah, kadınlar... Tuhaf ve tehlikeli yaratıklar doğrusu. Uğruna savaşlar çıkan, yeminler bozulan güzel yaratıklar."

"Ne demek istiyorsun?"

Tekrar karşımda duraksayan adam "Güzel kadınsın." dedi ciddiyetle. Sesi biraz daha karanlık bir hâl aldı. "Çok güzel ve çok tehlikeli. Niko'nun sonunu getirmenden korkuyorum."

"Burada olmak benim seçimim değil."

"Biliyorum." Beni suçlamaktan çok uzak bir itirafta bulunur gibiydi. "Beni korkutan da bu. Nikolai'yi yine onun kararlarının mahvetmesinden. Sana olan tutkusunun onu bitirmesinden."

Konunun en can alıcı noktasındayken Nikolai geldi. "Bekletmedim umarım."

Ivan'la hesaplaşmaya benzer bir bakışmadan sonra göz ucuyla Nikolai'ye baktım ve "Ben odama çıkıyorum." dedim.

"Kalsaydın." dedi Nikolai. "Birer kahve içerdik. Polina Türk kahvesi yapmayı öğrendi."

Bakışlarım pingpong topu gibi ikisi arasında gidip geldikten sonra karşılık verdim. "Kusura bakmayın ama sizinle arkadaş olma gibi bir hevesim yok. Yine de esir tuttuğun birine fikrini sorman ne hoş." Son cümlemde alaycı bir kinaye barındığı çok açıktı. "Görüşürüz."

Odama çıktım. Güvenli alanıma. Biraz dergileri karıştırıp kitap okumaya çalıştım ama öfkeden ter basmıştı. Öte yandan yerimde duramıyor gibiydim. Kapana kısılmıştım sanki. Duşa girdim. Rahatlamanın en etkili yoluydu bu benim için. Sıcak suyun altına girip tüm kaslarım gevşediğinde içimdeki anlamsız tedirginlikler ve endişeler de banyo giderinden akıp gidiyor gibi hissediyordum. Banyoda yine geceki gibi tıkırtılar duyunca merakla kulağımı musluğa dayadım. Duymaya çalıştım ama sesler aniden kesildi. Kendimi korku filmlerindeki aptal başrol gibi panik hâlinde buldum.

Duş aldıktan sonra kabinden çıktığımda askıda bornoz aradım ama yoktu. Benim için kısa, beyaz bir havlu buldum. Bu işimi görürdü. Ona sarınarak banyodan çıktığımda odamdaki kapının ağzında onunla karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Nikolai ile yüz yüze gelince neye uğradığımı şaşırdım ve çığlığı bastım. Ne olduğunu anlamadan üzerimdeki bornoz yeri boyladığında daha da paniğe kapıldı. Bakışları üzerimde olan Nikolai de neye uğradığını şaşırmış görünüyordu ama onun ne düşündüğü umurumda değildi. Yutkundu ve gözlerini kaçırdı.

Hiddetle "Arkanı dön!" diye bağırdım.

Bakışlarını utangaç bir yüz ifadesiyle kaçıran adam teslim olurcasına ellerini havaya kaldırmıştı. "T-Tamam, ben bir şey görmedim." Arkasına döndü. "Bakmıyorum."

Güvende olduğumu hissettiğim an tekrar havluya bu kez daha sıkı sarıldım. "Senin ne işin var burada? Benim odama nasıl izinsiz girersin? Utanmıyor musun? Kapı çalma huyun yok mu senin?"

Hâlâ arkası bana dönük olan adam "Kapıyı çaldım ama duymadın." dedi. "Ben de ses gelmeyince başına bir şey geldi sandın. Sabah da biraz kötüydün."

"Tamam, çık dışarı! Çık!"

"Tamam, çıkıyorum!"

"Giyinip aşağı ineceğim, derdin neyse söylersin."

Nikolai odadan çıkarken oldukça utanmış görünüyordu. Benden daha fazla utanmış olamazdı herhâlde. Vücudumun yabancı bir erkek tarafından tüm şeffaflığıyla ve çıplaklığıyla görüldüğünü düşünürsek. Eh, bundan daha utanç verici çok az şey vardı.

Giyinip aşağı indiğimde Nikolai ortalıkta görünmüyordu. Bu utanç ona birkaç sene yeterdi herhâlde. Polina'ya "Patronun olacak adam nerede?" diye sordum.

"Bay Miloradov spor odasındalar efendim."

"Neresi o spor odası?"

"Aşağıda, ikinci kapı."

Aldığım bilgilerle birlikte aşağıya indim ve önümüze gelene bin tekme pozisyonunda yürümeye başladım. Kapıyı açtığımda oradaydı. Oturduğu yerden yavaşça ağırlık kaldırıp indiriyordu. Atletik bir vücudu vardı. Valent'ten aşağı kalır yanı yoktu ama bana sorarsanız Valent'ten başkasını gözüm görmezdi. Ey, aşk. Vücudumun her zerresini davetsizce gören adamın sportif vücuduna bakmakta bir sakınca görmedim. Sanki kısasa kısas gerçekleştiriyor gibiydim. Bu kadar yakışıklı ve kusursuz sayılabilecek bir adamın peşinde kim bilir ne çok kadın vardır. Etrafında çeşit çeşit kadın varken nedendi bu takıntı? Bunu sorgularken varlığımı fark eden adamla göz göze geldik.

❝Nikolai

Tanrım. Nasıl bir ateşti bu. Nasıl bir ateşin içindeydim ki yanı başımda, hayal edemeyeceğim kadar yakınımdaydı ama dokunamıyordum. Dokunsaydım yanardım biliyorum ama dokunamıyordum.

Spor yaparken düşündüğüm şeyler bunlarla sınırlı değildi tabii. Ağırlığı kaldırırken az önce onu beklenmedik bir şekilde yakaladığım geldi aklıma. Kapıyı çaldım. Cevap gelmeyince kahvaltıda kendini kötü hissettiğini hatırlayıp endişelendim. Birçok ihtimal gelmişti aklıma. Hiçbiri de onu odada çırılçıplak bulmakla ilgili değildi. Bayılmış ya da fenalaşmış olabilirdi. Seslenemeyecek kadar kötü durumda mıydı? Tüm sorumluluğu üstlenip içeri girdiğimde o da banyodan çıkıyordu. Beni görünce hayalet görmüş gibi çığlık attı ve vücudunu saran küçücük havlu yere düşüverdi. Kusursuz vücudu gözler önüne serilmişti. Boğazım kurudu, yutkundum. Yüzüm alev alevdi. Zor olsa da gözlerimi vücudundan ayırdım. Ne kadar öfkeli olduğunu görebiliyordum. Haklı olarak. Biri sizin özel alanınıza böyle girseydi siz de öfkelenirdiniz.

Kahvaltıda ne kadar güzel olduğunu düşünüp durdum. Kırmızı üstüyle, pantolonuyla ne kadar şık, ne baştan çıkarıcı.

Alnımdan boncuk boncuk terler süzülürken Ivan geldiğinde konuştuklarımız aklıma doluştu. "Yaptığın şey stratejik bir hatadan başka bir şey değil, Nikolai. Seni son kez uyarıyorum. Dikkat et. Ve bana kalırsa, yol yakınken vazgeç." demişti bana.

Vazgeçmek için çok geçti. Onun zehri içime amansızca sızarken bu mümkün değildi. "Lâl benim hayatımı sürdürmek istediğim kadın, Ivan. Onunla evlenebileceğim. Onu seveceğim, koruyacağım. Hak ettiği aşkı vereceğim. Onunla bir aile kuracağım. Bir aile." Özlemini duyduğum ama asla sahip olamadığım bir aile. Bahçede koşuşan çocuklar. Boynuma atlayan, aynı annesine benzeyen bir kız. Neşeli bağırışlarıyla mutluluğumu doruklara çıkaran iki oğlan. Aslında fark etmezdi. Sadece bir aile. Bir aile.

Gözlerimde kurduğum hayali izlediğini düşündüğüm dostum umutsuzca başını iki yana salladı. "Tanrı yardımcımız olsun. En çok da senin yardımcın olsun Nikolai çünkü sen çıldırmışsın." Beni bir rüyadan uyandırmak ister gibi uyaran ses tonuyla şansını yeniden denedi. "Bu kadın senin sonun olacak, Niko."

Bense o rüyadan uyanmayı hiç istemiyordum. "Sonum bu kadar güzel olacaksa neden olmasın?" dedim omuz silkerek.

Tam bunları düşünürken Lâl ile göz göze gelmiştim. Az önce giyinik olmaktan çok uzakken şimdi kusursuz vücudunu saran daha normal şeyler giymişti.

❝Lâl

Beni görünce gözlerini kaçırdı Nikolai. Ulan madem bu kadar utanacaksın, ne diye odama dalıp vücudumu dikizliyorsun dingil? Bunu onun yüzüne de söylememek için kendimi zor tuttum.

Ağırlığı sakince indirdi ve oturduğu yerden kalktı. Hâlâ bana bakmakta güçlük çekiyordu. Başı yerdeydi. "Az önceki olay için özür dilerim. Gerçekten tehlikede olduğunu düşünmeseydim asla odana izinsiz girmezdum."

"Zaten bir daha odama izinsiz girersen sonuçlarına katlanırsın."

Benim meydan okuyan yanımla karşılaşınca utangaçlığı uçup gitmiş gibi imalı bakışlarını üzerimde gezdirdi. "O sonuçları merak ettim doğrusu." Tam ağzının payını vermeye hazırlanıyordum ki tek kaşını kaldırarak sözümü kesti. "Ya da dur, söyleme. Sürpriz olsun." Göz kırptı.

"Yine odana dalarım diyorsun yani."

Teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı. "Ben öyle bir şey söylemedim."

Sürekli imaların etrafında dolaşan, kaçan dövüşen bu adamın karşısına dikildim dürüstlükle. "Ne karın ağrın var söyle şimdi. Ne istiyorsun benden?"

"Ivan iyi biridir. Sadece işlerime burnunu sokmayı sever, hepsi bu. Ondan sana bir kötülük gelmeyeceğini bilmeni isterim."

"Bu muydu yani söyleyeceğin?" Sıkılgan bir nefes verdikten sonra "Kankanın nasıl biri olduğu umurumda bile değil Miloradov." dedim.

Yüzü asıldı. "Bana soyadımla seslenmen hoşuma gitmedi."

Onu sinir etme fırsatını kaçırmak istemeyen beni ise bu keyiflendirmişti. "Yeni hitap şeklim belli oldu o zaman, Miloradov." Bu kez ismini bastırarak söylemiştim.

Onu kızdırma girişimimi göz ardı ederek asıl konuya döndü. "Ivan'ın senden hazzetmemesi kişisel bir şey değil. O sadece dostunu korumaya çalışıyor."

Bense bu ve bunun gibi zırvalarla uğraşmıyordum. Buraya geldiğimden beri aklımda dönüp duran soru işaretlerine yanıt arıyordum. "Abim nerede?"

"Güvenli bir yerde."

"Hâlâ sana inanmıyorum, biliyor musun?"

Kısa bir an düşünceli bir ifadeyle duraksadı. "Bu zamana kadar sana verdiğim tüm sözleri tutmadım mı?"

Hileli bir soru gibi geldi bana. Bir avukat gibi savunmaya geçtim. "Ama-"

Nikolai ise "Evet veya hayır demen yeterli." diyerek sözümü kesti.

Bildiğim kadarıyla verdiği sözleri tutmuştu. Hatta Valent'in sırrıyla ilgili anlaşmamızda vaktinden erken bile davranmıştı. Kafamı karıştırdı. "Evet ama-"

O ise benim aksime oldukça netti. "Öyleyse evlendiğimiz gün sözümü tutup abini sana getireceğimden kuşkun olmasın."

Bu kadar kendine güvendiğine göre gerçekten abim yaşıyor olabilir miydi? Bana karşı kullandığı bir silah dışında gerçek bir bilgi olabilir miydi bu? "Peki, neden bunca zaman bana ulaşmamış? Benim tanıdığım Engin abim ne yapar eder bir haber uçururdu. Ne pahasına olursa olsun bana ulaşırdı."

Elleri ceplerinde yanıtladı. "Ulaşmak istemiş. Ama bu elinde değildi."

İçinde bulunduğu duruma çok hâkimmiş gibi yanıt vermesi canımı sıkmıştı. Abime benden daha yakın olduğu hissi hiç hoşuma gitmemişti. Ama aklımdaki soruların ucu bucağı olmadığı için bu düşünceleri gömdüm. "Nasıl yani?"

"Çok soru soruyorsun." Yanımdan geçip giderken "Ona kavuştuğunda sana her şeyi anlatır." dedi.

Beni geçiştirip başından atması sinirimi bozmuştu. Bir adım atıp yolunu kestim. "Böyle kaçak dövüşemezsin." İfadesiz bakışları üzerimde geziniyordu. "Buraya geldim. Abimi bana vermediğin gibi sorularımı da yanıtlamıyorsun."

"Eğer hemen şimdi benimle evlenmeyi kabul etseydin öğrenirdin. Ama görüyorsun ki kararlarına saygılıyım ve düşünmen için sana alan tanıyorum. Bekliyorum." Karşılık vereceğimi düşünerek kaşlarını kaldırdı. "Her şeyin bir zamanı var."

Boynundaki havluyla terini kurulayarak yürürken yeniden yolunu kestim. "Zamanı geldi." Haraç kesen kabadayılar gibiydim ama onun bana tepeden baktığını varsayarsak Miloradov'un gözünde Karamürsel sepeti gibi göründüğümü düşünebilirdim.

"Henüz gelmedi."

Neyime güveniyordum bilmiyorum ama üstüne yürüdüm. "Ben geldi diyorum."

"Ben de daha gelmedi diyorum."

Aramızdaki restleşmeden kimse geri adım atmaya niyetli görünmüyordu. Ne o ne ben. Ona bir adım daha attığımda ne oldu bilmiyorum ama ayağım takıldı. Karşımdaki adam ben yeri boylarken kolumdan yakalamaya çalışsa da kurtarma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Üzerime düştü. Burun burunaydık.

Üzerimdeki adamın bakışları yüzümde gezinirken dudakları dudaklarıma sokulmaya çalıştı. Bense buna izin vermedim. Acil durumlar için kalçama sıkıştırarak sakladığım küçük silahı çekip çenesine dayadım. "Orada dur, Miloradov." Kelimeleri yavaşça telaffuz ederek "Sakın, hareket edeyim, deme." dedim. "Beynini dağıtırım." Tek kaşını kaldırarak öyle mi dercesine dudakları kıvrıldı adamın. Bense geri adım atmadım. "Kurşunum çenenden girip beyninden çıksın istemezsin herhâlde." Kaşlarım çatıldı. "Kalk üstümden."

Onun yüz ifadesi keyifli ve gururluydu. "Bana silah çekebilecek kadar cesur bir kadına âşık olmam ne hoş." Ses tonu biraz da eğlenir gibiydi. "O silahı eve sokmuş olabileceğini tahmin etmediğimi mi sanıyorsun?"

"Palavra sıkma. Kapıda adamların üstümü aradı."

"Ben izin verdiğim kadarını." Sesi iddialı ve bir o kadar da gücünün farkında olan narsist bir hükümdarı andırıyordu. "Normal şartlarda bir yabancı çırılçıplak soyulup aranmadan giremez bu eve."

"Neden izin verdin o zaman?"

"Hem kendini güvende hissetmeni istedim. Hem de... Baştan çıkarıcı vücudunun yabancı erkekler tarafından görülmesi fikrine katlanamazdım."

Kısa bir bakışmadan sonra onu iterek üstümden attım. Üstümü başımı düzeltip arkama bile bakmadan spor odasından çıktım.

Odama çıktığımda ona öfkeliydim. Keyifli yüz ifadesi gözümün önüne geldikçe daha da öfkeleniyordum. Aynı şekilde ben de onu öfkelendirmek istiyordum. Şimdilik bunu nasıl yapabilirdim bilmiyordum ama bir yolunu bulacaktım. Hem kim bilir, belki de onu öyle kızdırırdım ki kendimi bu evden kovdurmayı başarırdım. Bu pek mümkün görünmese de.

Yaramaz bir çocuk gibi evi keşfe çıktım. Ortalıkta öyle aylak aylak gezindim. En sonunda cesaretimi toplayıp davetsizce çalışma odasına girdim. O bunu yapabildiğine göre ben de yapabilirdim. İçeride değildi. Camın önünde büyük bir masa, her iki duvarda da raflar vardı. Bazı raflarda kitaplar, bazı raflarda da uçak maketleri vardı. Masasında da henüz tamamlanmamış bir maket duruyordu. Masadaki maketi incelerken kapı aralığına yaslanıp beni izleyen adamı fark ettim.

İrkildiğimi gizleyerek sıradan bir ifade takındım. "Bunları sen mi yapıyorsun?"

"Evet." Masanın üzerindeki yarım maketi elime aldığımı görünce "Dikkat et, hassastır." diye mırıldandı.

Elimde evirip çevirirken tüm sahteliğimle iç geçirdim. "Ne çok uğraşıyorsundur kim bilir."

Omuz silkti. "Uğraşmadan güzel sonuçlar elde edilen bir şey olduğunu sanmıyorum." Çok meşgul adama yine bir telefon geldi. "Affedersin, buna bakmam gerek." derken odadan çıktı.

Onun çalışma odasında yalnız kaldığımda hiç düşünmeden az önce üzerine titrediğini gördüğüm maketlerini kırdım, paramparça ettim. Kanatlarını kopardım. Tüm hıncımı aldım. İşim bitince de gururlu bir komutan edasıyla odadan çıkarken elinde kahveyle buraya doğru gelen Polina'yla karşılaştık. Aralık kapıdan başını sokup odanın hâlini gördüğünde dehşetle masaya baktı. "Aman Tanrım! Buraya ne olmuş böyle?" diye haykırdı.

O sırada ben korkmaktan çok uzak, cesur ve gururlu bir ifadeyle karşılık verdim. "Patronun sorarsa benim yaptığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirsin." Tam gidecekken duraksadım ve ekledim. "Ha bir de benden selam söyle."

Kızcağızın yanından geçip giderken yüzündeki şaşkınlık ve dehşet hâlâ silinmiş değildi.

Odama girip pusuda bekledim. Kapı aralığında olanakları izlemeye değerdi. Bir süre sonra elindeki telefonu cebine sokuşturan adam odasına döndü ve paramparça olmuş maket uçaklarıyla karşılaştı. "Bu siktiğimin odasının hâli ne böyle? Polina!"

Merdivenin gerisine sinmiş Polina onun seslenişiyle korkak adımlarla geri geldi.

"Kim yaptı bunu?"

Büyük bir müşkülün içine düşmüş gibi çekingen bir ifadeyle kem küm etti kız. Onun yerinde olmak istemezdim. "Efendim... Lâl Hanım..."

Sinirden yüzü kıpkırmızı olan adam gözlerini kapayıp sakinleşmeye çalışıyordu. Derin derin soluduğunu buradan bile duyabiliyordum. İçinden sakinleşmek için bir milyona kadar bile sayıyor olabilirdi.

En sonunda biraz olsun sakinleştiğini düşünürken "Tamam, topla şurayı!" diye kükredi.

Onun öfkelenmesinden yeterince zevk aldıktan sonra sessizce kapımı kapatıp sırtüstü yatağıma uzandım ve ellerimi başımın altında birleştirerek odamda keyif yaptım.

Lâl 1, Miloradov 0.

Memnuniyetle sırıtırken "O daha benim gibi bir püsküllü belaya denk gelmedi tabii. Çekeceği var daha." dedim kendi kendime.

Akşam yemeği vakti geldiğinde biraz olsun sakinleştiğini ancak hâlâ çok öfkeli olduğunu düşünüyordum. Vaktinde giyinip aşağı indim. Bu gösteriyi kaçıamazdım.

Oradaydı. Masada, her zamanki yerinde oturuyordu. Yüzünden öfkeli olup olmadığı pek anlaşılmıyordu. Gayet rahat bir ifadeyle masaya oturdum.

"İyi akşamlar! N'aber ya? Görüşmeyeli neler yaptın bakalım?" Hiçbir şey olmamış gibi davranmak benim için zevkliydi. O konusunu açmadan bir şey söylemeyecektim. Masaya baktım iştahla. "Offf... Kurt gibi de acıkmışım."

Delici bakışlarını bana diken adam gayet sakin bir ifadeyle söze girdi. "Çalışma odamdaki şovundan çok etkilendim."

"Ha o mu?" Yeni aklıma gelmiş gibi elimi önemsiz bir şeymiş gibi salladım. "Bilerek oldu, kusura da bak."

Merakla kaşlarını çattı anlamaya çalışır gibi. "Sanırım istemeden oldu, kusura bakma demek istedin."

"Yok, bayağı bilerek oldu." Sahte bir merakla sordum. "Ne o, kızdın mı yoksa?" Onu tahrik etmek istediğimi saklamadım. Bağırıp çağırmasını ya da kontrolünü kaybetmesini istedim ama o kadar kolay olmadı tabii.

"Kızdım ama geçti." Merakla yüzünde öfke emaresi arasam da yoktu. Bunun farkında olan adam devam etti. "Beni bu kadar kolay yıldırabileceğini düşünmen ne komik. Üstelik senin için can düşmanım Riccardo'yla bile uğraşmayı bırakmışken."

Az önce çatalımdaki yemek boğazıma dizildi. Yutkunmaya çalıştım. Ya ona bir şey yaparsa? Bu açıdan düşünmemiştim hiç. Birkaç maket uçak için, böyle saçma bir sebepten bir şey yapacağına ihtimal vermesem de korkumu dizginleyemedim.

O ise bunu fark etmiş olacak ki "Bu hir tehdit değildi." dedi sıradan bir sesle. Karşımdaki adama yansıtmamaya çalışarak rahat bir nefes almıştım. Nikolai yeni bir itirafta bulunacak gibiydi. Yanılmadım. "Aslında bu meydan okuyan yanının beni eğlendirdiğini bile söyleyebilirim. Dişime göre bir rakiple uğraşmak keyifli bir durum. Gerçek Lâl ile tanışmak benim için oldukça zevkli." Rahatlığından ödün vermeden ekledi. "Valent'in Azize'den bile ayıramadığı gerçek Lâl'le." Bakışlarımı takip ediyordu ve öfkelendiğimin farkındaydı. Dürüstlükle "Ben ayırt ederdim bu arada." dedi. "Gerçekten seven biri ayırt edebilirdi."

Damarıma basmaya çalıştığının farkındaydım. Ve bunu başarıyordu. Kendi kazdığım kuyuya yuvarlanmak üzere olduğumun farkında olmama rağmen gidişata engel olmadım. Elimde çatalla ayağa kalkan Nikolai'ye saldırdım. "Seni ben var ya!-"

Evin en olmadık zamanlarında bitiveren yardımcısı Polina o an yine geldi. "Efendim, Don Anton Lovino Miloradov geldiler-" demesine kalmadan arkasında hafif kır saçlı, orta boyu biraz geçkin, şık giyimli karizmatik bir adam belirdi.

Bizi o hâlde gören adam imalı bir yüz ifadesiyle "Özel bir anda gelmedim umarım." dedi.

Nikolai gözlerini devirerek Polina'ya baktı. "İçeri al dememiştim."

"Affedersiniz efendim." Başını öne eğerek giden kıza bugün çok acımıştım doğrusu. Şamar oğlanına dönmüştü zavallı.

Adamın gözleri benim üzerimde gezindi. Ve az önce elimde tehditkârca sallanan çatala.

Nikolai kısa bir vazifeyi yerine getirir gibi bizi tanıştırdı. "Tanıştırayım, Lâl."

Don Anton Lovino Miloradov olarak tanıtılan adam ise beni merakla inceliyordu. "Oğlumun evleneceği kız sensin demek. " Memnuniyetle süzdükten sonra elini uzattı. "Memnun oldum."

İsteksizce elimi sıktım. Bu tanışma seramonisini yapay ve gereksiz buluyordum çünkü. Demek Don Miloradov da oğlunun benimle evlenmek istediğini biliyordu. İşler gittikçe ilginçleşiyordu. Ancak bu cephede tanıştığım herkesin Nikolai'nin planının tam olarak neresinde olduğunu da düşünmeden edemiyordum doğrusu.

Sorgulayan bakışlarıyla "Rus değilsin anladığım kadarıyla." dedi adam. Cevap bekler gibiydi. "İsmin pek tanıdık gelmedi."

Yine bir yabancı gelin sorunsalının içine düşen ben ise idmanlıydım önceden. "Evet, Türk'üm aslında. Has Türk." Has Türk nasıl oluyorsa. Amacım bu kez gerçekten istenmeyen gelin olmaktı. "Siz sormadan söyleyeyim, Müslüman'ım da." Bu filmi daha önce izlemiş ve yaşamış biri olarak tüm o atışları yaptım. Daha iyi anlayabilmesi için "Hristiyan değilim yani." diyerek pekiştirdim. Müslüman'ım demek yeterince etki etmemişti sanki.

Adamsa en başından beri memnuniyetsiz yüz ifadesini saklamak ister gibiydi. Nezaketinden ödün vermemeye çalışıyordu. Bu kadar hazırcevaplığı beklemeyen adam kaşlarını kaldırdıktan sonra göz ucuyla oğluna baktı ve yeniden bana döndü. "Oğlum inancına ve karakterine rağmen senin gibi bir kadına âşık olduğu için şaşkınım açıkçası. Ivan Niko'ya pek uygun olmadığını söylemişti ama... Bu kadarını beklemiyordum doğrusu."

Don Miloradov kibar laflarıyla beni dövdüğünü sanırken benim keyfim gayet yerindeydi doğrusu. "Benim gibi?" diye sordum sakinlikle.

"Az önce senin de bilinçli bir şekilde yanıtladığın gibi işte. Farklı kültürden, farklı milliyetten. Türk, müslüman bir kadın. Şaşırtıcı."

Ben rahatsız olmuyordum ama tepkilerine bakılırsa Nikolai ikimiz yerine de rahatsız olmuş görünüyordu. Bu yüzden "Bu inanç farklılıkları saçmalığını kesebilir miyiz?" demekte gecikmedi. "Baba, şuan hiç sırası değil. Müsait değilim. Daha sonra konuşalım mı? Ve lütfen bir daha haber vermeden gelme. Bundan hoşlanmadığımı biliyorsun."

Nikolai'nin kibarca babasını postalamaya çalıştığını görünce eğlencem elimden alınmış gibi hissettim. "Aaa Nikolai, ne ayıp! Adamı kapıdan geri mi çevireceksin?" Don Anton'a döndüm. Az önce söylediklerinden hiç etkilenmeyen ilgili ve sıcak bir ifadeyle masaya buyur ettim onu. "Siz Nikolai'ye bakmayın sakın. Lütfen buyurun, biz de yemek yiyorduk."

Tavrımdan memnun olmuş adam "Ne kadar nazik bir hanımefendi. Hiç oğluma benzemiyor." derken göz ucuyla oğluna bakmaktan geri durmadı. Masada Nikolai'nin karşısına oturdu. "Sizin kültürde böyle herhâlde."

Gerçekten kültürümüzü tanımaya mı çalışıyordu yoksa yine farklı kültürüme saldırma niyetinde miydi bilmiyordum ama hiç etkilenmiyordum doğrusu. Sonuçta bu Nikolai'yle aramızdaki gerçek bir ilişki değildi. Aynı sıcakkanlılıkla karşılık verdim. "Tabii, tabii! Bizde Türk misafirperverliği ve büyüklere saygı vardır."

Nikolai bunun üzerine isteksizce Polina'yı çağırıp yalnızca kaş göz işaretleriyle yeni bir servis açmasını istedi.

Ortamda Leonardo da Vinci'nin Son Akşam Yemeği tablosu gibi bir atmosfer vardı. Yeni servis açılırken Don Anton nazik görünümlü meraklı sorularıyla darlamaya devam ediyordu. Ben hâlimden memnundum ama Nikolai için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. "Bu güzel olduğu kadar kibar bayanla nasıl tanıştığınızı merak ettim doğrusu."

Nikolai memnuniyetsiz bir biçimde babasına delici bir bakış atarken ben istekli bir biçimde atıldım ortaya. "Ben anlatayım!" Hevesli yeni gelinler gibi girdim söze. "Oğlunuz, gizli numaradan beni arayıp sürekli taciz ediyordu." Yaşlı adamın gözlerinin büyüdüğünü görmezden gelerek sıradan bir şey anlatır gibi devam ettim. "İşte ben de o zamanlar Valent'le birlikteydim. Tanırsınız canım, hani Valentino Riccardo var ya? Hah, işte onunla nişanlıydım." Sanki az öncekinden daha fazla açılabilirmiş gibi faltaşı misali açılan gözlerle ve inanmaz bakışlarla bakan Don Anton'a "Tabii, tabii!" dedim sıradan bir coşkuyla. "Sonra işte bizi Valentino'yla ayırdı ve buraya gelmemi istedi. Anlayacağınız, bu büyük aşkın mimarı bizzat Nikolai'dir. Çok emek verdi bu ilişki için. Saçını süpürge etti bile diyebiliriz."

Don Anton Miloradov ise duyduğu isimle öksürdü. "Valentino Riccardo mu?" Memnuniyetten çok uzak bir yüz ifadesiyle oğluna baktıktan sonra önündeki bir bardak suyu içti. Bakışları önünde kilitlenmiş, yutkunarak duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu. Kravatını gevşetirken morarmıştı dersem mübalağa etmiş sayılmazdım herhâlde. Kendine biraz olsun geldiğinde bakışları yeniden oğluna döndü. "Nikolai, seninle biraz baş başa konuşalım."

Don Anton'un peşinden giden Nikolai bana yaramaz bir çocuğu kınar gibi bakmayı ihmal etmedi. Bense onlar yukarı çıktığında merak edip konuşmalarını dinlemek için parmak ucuyla merdivenleri tırmandım. Trabzanlara sarılarak gizlendim ve merdivenin en tepesinde konuşulanlara kulak kabarttım. Bu hâlimle töre dizilerinde bir tarhana bile kaynatmak şöyle dursun, evde olan dedikoduları dinlemek dışında hiçbir şey yapmayan meraklı kâhya kadınlardan farksızdım.

Don Anton tahmin ettiğim gibi "Neler söylüyor bu kız? Doğru mu bu?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Seni ilgilendiren bir konu değil bu."

"Valentino Riccardo'nun kim olduğunu biliyor musun sen Nikolai? Onunla düşman olmanın ne kadar korkunç bir şey olduğuyla ilgili bir fikrin var mı? Onun kadınını almak ne demek? Olabilecekleri düşünemiyor musun? Dünyada, kâinatta başka kadın mı kalmadı Nikolai?" Aceleyle istavroz çıkardı. "Yüce İsa! Aklımı koru!"

"Valentino Riccardo'yu tanıyorum baba! Hem de hiçbirinizin tanımadığı kadar. Ve ne kadar tehlikeli olduğu umurumda değil. Ortada seni ilgilendiren bir konu yok. O piç kurusundan bu kadar çok korkuyorsan beni evlatlıktan reddedersin olur biter! Ama Lâl burada kalacak! Onu seviyorum ve onunla evleneceğim. Bunu anlaşan iyi edersin."

"Seni evlatlıktan reddetmek mi?" İnanmaz bakışlarla başını iki yana salladı adam. "Bunu yapamayacağımı çok iyi biliyorsun."

"Bak, onaylayıp onaylamaman umurumda değil. Lâl ile evleneceğim, anlıyor musun?"

"Ona âşık oldun yani öyle mi?"

"Evet!"

"Aranızdaki farklılıklara ve engellere rağmen."

"Evet dedim ya."

"O bir Türk! Bir Müslüman! Üstelik Valentino Riccardo'nun-"

"Siktiğimin Riccardo'su umurumda bile değil, baba. Lâl'i istiyorum. Sadece onu istiyorum ve onunla evleneceğim. Onunla bir aile kurmak istiyorum, anladın mı?"

Donup kalan adamın yüzü bembeyaz kesildi. "Onunla bir aile kurmak mı?" Bahse girerim oğlu ben gayim ve Ivan'la evleneceğim deseydi bu kadar şaşırmazdı herhâlde.

"Evet, onunla aile kurmak! Onunla evlenip bir sürü çocuklarımız olsun istiyorum. Kafanda tüm parçalar birleşti mi?"

Gözlerini kapayıp "Tanrım." diye inledi duyduklarına inanamayan adam. "Sen ciddisin. Tüm bunları beni kızdırmak için yapmıyorsun."

"Alakası bile yok."

Don Anton oğlunun omzunu kavradı. "Bak, gençken... Bu yaşlarda çok fazla yanılırız Nikolai. Engeller, yasaklar tatlı gelir, tutkuyu kamçılar. Sakın seni bu kıza bağlayan aranızdaki engeller, imkânsızlıklar olmasın?"

Bezginlikle gözlerini kapayan adam sabırla soludu. "Hayır, baba. Söylüyorum sana, bu dünyada birlikte aile kurmak istediğim tek kadın Lâl. Başkası olamaz."

Hayretle seyretti oğlunun kararlılığını Don Anton. "Sen gerçekten âşık olmuşsun bu kıza. İlk defa ağzından aile kelimesi duyuyorum."

"Evet, baba. Kararlıyım."

Adam oğlunun kararlılığı karşısında çaresizlikten pes etmiş gibi "Tamam, peki o hâlde." diye mırıldandı. "Biricik oğlum ilk kez bir şeyi bu kadar istiyor, ben de bir baba olarak yanında olacağım. Bedeli ne olursa olsun." Hatırlatmak ister gibi son kez uyarıda bulundu. "Bedeli iki güçlü ailenin savaşması demek olsa bile."

Nikolai ise kararlı olduğu gibi destek de beklemiyor gibiydi. "Buna dâhil olmak zorunda değilsin. Bu benim meselem."

Oğlunun kavradığı omzunu sıktı adam. "Sen benim tek oğlumsun. Senin için herkesi, her şeyi karşıma alırım, çok iyi biliyorsun bunu."

Tüm konuşma boyunca babasına yüz vermeyen Nikolai'nin farklı bir kimliğini tanımıştım. Ailesine, daha doğrusu babasına karşı tutumu bana gösterdiği yüzünden çok daha farklı görünüyordu. Aklına yeni gelmiş gibi "Sen bunları konuşmak için mi geldin?" diye sorguladı babasını.

"Hayır." Yaşlı adamın bakışları bir anlığına tavanı buldu. "Onu görmeye geldim."

Olumsuz bir yüz ifadesiyle "Bundan hoşlanmayacaktır." diye karşılık verdi Nikolai. "Bu akşam git, daha uygun bir zamanda haber vererek gel lütfen."

"Onu görmek benim hakkım, Nikolai."

Kimden bahsediyorlardı? Salak salak konuşma Lâl, tavan arasındaki farelerden bahsedecek hâlleri yok ya. Yukarıdaki tıkırtılar, şangırtılar, sesler. Orada biri vardı. Biri vardı. Ama kim?

"Biliyorum, baba. Ama son direttiğinde neler olduğunu hatırlıyorsun değil mi?"

Don Anton pes eder gibi bunu da başıyla onaylamak zorunda kaldı. "Pekâlâ, bu da istediğin gibi olsun. Senden haber bekleyeceğim."

Merdivenlere yöneldiklerini görünce hızlı adımlarla masaya döndüm. Hiçbir şey olmamış gibi davranırken aşağı indiler. Don Anton mesafeli bir nezaketle elini uzattı ve laf olsun torba dolsun diye "Tanıştığıma memnun oldum, Lâl. Görüşmek üzere..." dedi bana.

Babası gittiğinde yeniden Nikolai ile baş başa kalmıştık. Hafif bir durgunluk vardı üzerinde. Bense farkında değilmiş gibi, hiçbir şey duymamış gibi davranmaya devam ettim. "Babanı da Ivan gibi korkuttum galiba."

Az önceki durgunluğunu atlatmış bir biçimde tebessüm etti adam. "Sen ve senin şu muzırlıkların."

Sessizlik içinde yemeklerimizi yedik. Don Anton ve Nikolai bahsettiği şeyi merak ediyordum. Pietro her ne kadar tehlikeye atılma dese de ne olduğunu öğrenmeyi kafaya koymuştum.

Odama çekildiğimde yatakta dönüp durdum. Gece el ayak çekilince tavan arasındaki şangırtı seslerini takip ettim. Dün geceki kadar sesli gelmese de aralıklarla hafif hafif geliyordu. Bir süre duruyor, sonra yeniden başlıyordu. Tavan arasındaki sese yaklaştığımda beni bir kapı karşıladı. Sıradan bir oda kapısıydı işte. Merakla uzanıp kapıyı açmaya çalıştım ama olmadı. Kilitliydi.

Deli gibi merak ediyordum. Bu yüzden yapmayacağım bir şey yaptım ve kendimi tehlikeye atma pahasına da olsa kapının ardındaki kişiye seslendim. Kim olduğunu bilmeden. Fısıltıyla "Kim var orada?" diye seslendim. Ses gelmedi. "Kimsin? Burada zorla mı tutuluyorsun?" Yine ses yoktu. "Yardıma ihtiyacın varsa bir işaret ver!" Sessizlik. "Kimsin?"

Kapı yavaşça açılırken şangırtılar daha da yaklaşıyordu. Hafif aralanan kapıdan bir çift korkak göz ve yerde sürünen zincirler dışında hiçbir şey göremeden kapının arkasındaki kişi çığlıklar atmaya başladı. Sesinden kız olduğunu tahmin ettiğim yabancı çığlıkları ve anlamsız bağırtılarıyla oldukça korkmuş görünürken ben neye uğradığımı şaşırmıştım. Onu susturmaya çalışsam da olmadı. Evi ayağa kaldırdı bağırışlarıyla. Sanki yanlış basılan bir acil durum alarmının ortasında kalmışım gibi çaresizdim.

Elbette çok geçmeden seslere Nikolai geldi. Üzerinde beyaz tişörtü, gri eşofmanı ve dağınık saçlarıyla uykudan yeni uyandığını anladığım adam "Ne oluyor burada?" diye sorarak merdivenleri çıkıyordu. İnceden aralık kapıyı, bağırışları ve beni görünce öfkeyle kaşlarını çattı. "Ne arıyorsun sen burada?"

"Ben... B-Ben..."

"Çabuk odana git!"

Üzerimdeki şaşkınlığı atmaya çalışarak zincire bağlandığını tahmin ettiğim kızdan geride başka neler olduğunu görmek istedim ama göremedim. "Bu da ne böyle? Bu kız kim? Sen ne yaptığını sanıyorsun?"

Birbiri ardına sıralanmış hiçbir soruya yanıt vermediği gibi "Sana odana git dedim!" diye bağırarak azarladı beni. "Orada beni bekle!" Kapının arkasındaki kızla Rusça konuşarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu.

Gerçekten öfkeli göründüğü için üstelemedim. Ben de gerçekten korkmuştum. Kafam karıştığı gibi kendimi tehlike olup olmadığını anlayamadığım ürkütücü bir durumun içinde bulmuştum. Karşı çıkmadan odama gittim. Ama yukarıdan gelen sesleri de yok sayamıyordum.

❝Valentino❞

Salonda ikinci içki şişemi devirirken hâlâ kendimdeydim. Hâlbuki duyduğum, yaşadığım her şeyi unutmak için içiyordum. Ama olmuyordu. Luigi ve Pietro sürekli konuşup duruyorlardı, hepsini duyuyordum ama hiçbiri umurumda değildi.

Luigi "Valent, seni anlıyorum ama artık toparlanman gerek." diyordu. Bir bok anladığı yoktu.

"Beni rahat bırakın."

"Lâl sana söylenmesi gereken her şeyi söylemiş."

Pietro ise "Luigi, sen bu konuya dâhil olma." diyerek araya girdi. O da hiçbir şey bilmediği hâlde her şeyi biliyormuş gibi konuşanlar arasındaydı. Lâl bana o sözleri söylerken yanımda değildi. Beni nasıl yıktığını görmemişti.

"Ne demek dâhil olma?"

"Bilmediğin şeyler olabileceğini düşünemiyor musun?"

"Pietro, Lâl kendi ağzıyla Nikolai denen o orospu çocuğunu sevdiğini söylerken ne saçmaladığının farkında mısın? Valentino, Nikolai'yle yatan o kadının peşinde koşacak değil! Bu iş bitti!"

Duyduklarımın ağırlığıyla öfke dolu bir biçimde masaya vurup boş içki şişesini duvarda kırdım. Az önceki sözlerinden dolayı sinir harbi içinde Luigi'nin yakasına yapıştım. "Sus yoksa dilini koparırım senin!" Sertçe yakasını bıraktığımda ikisine de "Susun artık! Yalnız bırakın beni! Defolun gidin diyorum!"

Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. İçip her şeyi unuttuktan sonra yarın yeni bir sabaha uyanmaya. Sonra eski gücümü toplayıp bu düğümü çözmeye ihtiyacım vardı. Bu böyle bitemezdi. Lâl'in gözlerinde görmüştüm bunu. Bir şeyler vardı. Bir şeyler olmalıydı. Belki kendimi kandırmaya çalışıyordum ama umurumda değildi. Hâlâ Lâl'in gözlerine baktığımda beni sevdiğini görebiliyordum. Her şeyin bitmediğini görebiliyordum. Sırlarımla onu kaybetmiş olabilirdim ama aşkımız için hâlâ bir şans olabilirdi. Kafamı toparlamalıydım.

Ben bunları düşünürken Montrel geldi. "Efendim, kapıda sizinle görüşmek isteyen ısrarcı bir kadın var. Hani şu serbest bıraktığınız-"

"Kimseyle görüşmeyeceğim, defol." Şuan kimseyle uğraşabilecek durumda değildim.

Tüm tehlikeleri göze alabilecek kadar cesaretli davranan Montrel ise çekingen bir biçimde bana yaklaştı. "Ama efendim-"

Silahımı çekip başına dayadım. "Sağır mısın? Ölmek istemiyorsan siktir git buradan!"

Benim mantıklı düşünemediğimin farkında olan Luigi "Sakin ol, Valent. Ne olduğunu bir anlayalım." dedikten sonra Montrel'e merakla "Kimmiş?" diye sordu.

Montrel "Azize Günday." dediğinde şaşırsam da onunla görüşme gibi bir niyetim yoktu. Uzun bir süredir ortalarda yoktu. Neden gelmişti kim bilir. Belki yine kimsesiz ve çaresiz kalmıştı, sığınacak bir liman arıyordu. Ama o liman ben değildim.

Luigi baş işaretiyle bir şeyler ifade ettikten kısa süre sonra içeri Azize girdi. İlişkimizin çatırdamasına sebep olan en önemli etkenlerden biri.

Öfkeyle kadına baktım. "Kim aldı seni buraya?"

Luigi "Ben aldım Valent. Belli ki bir derdi var." Elleri ceplerinde kadının ne anlatacaklarını bekledi. "Söyle, ne istiyorsun?"

"Size yardım etmek için geldim."

"Sen mi? Bize yardım etmek?" Alayla güldü Luigi. "Sen bize nasıl yardım edebilirsin ki? Canı Valentino Riccardo tarafından bağışlanmış aciz biri olarak ne yapabilirsin?"

Azize ise onunla muhatap olmaktan çok uzaktı, onu bir basamak olarak kullanıp kendisini içeri aldırdıktan sonra bana yaklaştı ve önümde diz çöktü. Dizlerinin üzerine oturup başını öne eğdi. "Valentino... Sana itaat etmek istiyorum. Senin için çalışmak istiyorum." Gözlerimin içine baktı kararlılıkla. "Dokuz'a karşı iş birliği yapalım. Onun gerçek yüzünü görmeni sağlayabilirim."

Neler bahsettiğine dair en ufak bir fikrim yoktu ama karşımda diz çöken kadının ne bildiğini merak ediyordum.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 💫 Yeni bölümümüzle işte buradayım! Öncelikle bu bölümü Jandyniz , xxkrdgxx , Nesligiller , _iremsell , FilizAta400 , deadxxpeop , mabelanddipperxzs , aykadem ve aysunyazgunesi okurlarıma armağan ediyorum. 🌼 Bölümümüzü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Bu bölüm çok uzundu benim için, zor bitirdim bu yüzden rekor bir yorum bekliyorum artık. 😍 Yeni bölüm hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi, tahmin ve teorilerinizi de buraya alabilirim. Sizce Azize Dokuz yani Nikolai hakkında ne biliyor olabilir? Buraya yazabilirsiniz. ✨ Nikolai'nin sakladığı ve Lâl'in ortaya çıkardığı şey ne olabilir? Buraya yazabilirsiniz. ❤️ Fazla gevezelik yapmadan yorumlarınızı beklediğimi bildiriyorum, sevgiler bol kokulu öpçükleer diyorum! 😘

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub

Loading...
0%