@buzlarkralicesi
|
-48/2- ❝Lâl❞ Uçaktan inip Ayvalık'tan Cunda'ya geçtiğimde ikindi vaktiydi. Burası küçük gibi görünse de aslında gezilecek çok yeri olan aydınlık bir yerdi. Huzur verici bir yer. Valent'le böyle bir yerde yaşamak isterdim. Her şeyden uzak, huzurlu bir hayat yaşarken çocuklarımızı büyütmek. Ama buna ne onun mesleği, ne benim karakterim ne de içime düşman gibi sızan bu hastalık izin vermeyecekti. İşte Suavi Günday'ın çiftlik evi. Kapının önüne geldiğimde telefonumu çıkarıp açtım. Valentino merakta kalmasın diye hemen mesaj attım. Kime: Valentino "Cunda'dayım." Telefonumu cebime koyup çantamı sırtlandım. Çitlerin arasından her zamanki gibi -yani bir hırsız gibi- içeri girdiğimde yaşlı adam elindeki büyük tırmıkla bana saldırmaya hazırlanıyordu. Karnımı tutarak gülmeye başladığımda evin bahçe görevlisi Cemal amca beni gördüğüne şaşırmıştı. Şaşırmakta da haklıydı doğrusu. Buraya gelmeyeli uzun yıllar olmuştu. "Benim Cemal amca, ben! Sakin ol!" "Aaa! Kusura bakmayın, biz sizi beklemiyorduk. Vallahi Suavi Bey'im de hiç bahsetmedi bize. Hay Allah görüyor musun bak!" "Çünkü onun da haberi yok, sürpriz yaptım." "Beyim çok sevinecek." Elindeki tırmığı kenara bırakarak "Ben de gitmek üzereydim. Ali'yle Neşe Hanım evde. İçeri buyurun." derken endişe ve öfkesinin yerini büyük bir coşku almıştı. Cemal amca dedemin asker arkadaşından emanet bir çalışanıydı. Yıllar boyu da dedemin bahçe işleriyle uğraşırdı. Haftanın belirli günleri gelir, bahçeyle ilgili yapılması gerekeni yapar ve Ayvalık'a dönerdi. Neşe abla ve oğlu Ali ise evin yatılı çalışanlarıydı. Küçüklüğümde buradan hatırladığım bir şey varsa o da Cemal amcanın Neşe ablaya ilgisi olduğuydu. Ama belli ki yıllar geçse de değişmeyen tek şey onun çekingenliğiydi. Neşe ablaya hâlâ Neşe Hanım dediğine göre aralarındaki ilişkide bir gelişme olmamıştı. Onaylayarak başımı salladığımda "Sizi burada görmek güzel, Azize... Lâl Hanım." diyen adama samimiyetle gülümsedim. "Ben de seni gördüğüme mutlu oldum Cemal amca. Görüşürüz sonra." Arkasından el salladım. Eve döndüğümde dış kapıdan biraz ilerlemiş genç adam bana bakıyordu. Hayretle kaşları havalanmıştı. "Çilli!" Güldüm. "Ali." Çocukluk arkadaşım, Ali. Neşe ablanın oğlu. Atlardan sorumluydu. Ve hiç değişmemişti. Küçükken nasılsa şimdi de öyleydi. Yine çocukluğumuzda olduğu gibi bana Çilli diyordu. Küçükken bana hep abilik taslardı, birlikte çok eğlenirdik. Eskiden yaz tatillerinde sık sık gelirdik annemle. Ama Başkan bu tatillere katılmamayı tercih ederdi. Hem ailesiyle ilgili biri olmadığından hem de dedemle hiç anlaşamazlardı. İşte o geldiğimiz yaz tatillerinden hatırladığım kadarıyla iki arkadaş, iki kardeş bahçede koşuşturur, kudururduk hep. Ama tabii sonra yıllar geçti, biz büyüdük, yollarımız ayrıldı. Artık daha seyrek gelir olduk buralara, zamanla da ayağımız kesildi gitti. Bağlarımız koptu. Ama Ali yıllar geçmesine rağmen hep aynıydı. Bıraktığım gibiydi. "Nasılsın?" "Ne işin var kız senin burada?" "Dedemi görmeye geldim. Aaa, dedemin yanına gelirken de sana mı soracağım?" "Hemen pençelerini çıkarma, cadı!" Uzanıp çantamı aldı. Kısa bir sarılma sonrası beni içeri buyur etti. "Hadi geç içeri, seni görünce çok sevinecek." Eve doğru ilerlerken "O nasıl?" diye sordum ciddi ve kısık bir sesle. Yaşlılığın verdiği hastalıklarla ağırlaştığını duymuştum en son. Ama Başkan yüzünden bağlarımız kopmuştu. "Her zamanki gibi. Sadece artık biraz daha ağırlaştı." İçeri girmeden önce "Buraya gelmen ona iyi gelecek." derken samimiyetle duyduğu mutluluğu dile getirdi. Sadece dedeme mi, bana da iyi gelecekti. "Sahi, hangi rüzgâr attı seni buraya? Bunca yıl sonra..." Ufak bir sitem sezmiştim sesinde. Omuz silktim. "Hava değişikliğine ihtiyacım vardı." Arkama merakla bakındı. "Eee enişte bey yok mu?" "Yok, ben yalnız geldim." Şakayla takıldı. "Gerçi hangi birini getireceksin değil mi? Doğru, haklısın." Her zamanki gibi kaşınıyordu, ben de omzuna vurarak kaşıdım onu. "Her zamanki gibi münasebetsizsin!" "Tamam be, saldırma üstüme, püsküllü cadı!" İçeri girmemi bekleyen adam arkamdan geliyor mu diye baktığımda dürüstlükle "Seni yeniden burada görmek güzel." dedi. Merakla "İyisin değil mi?" diye sorarken bir şeyleri anlayacak diye ödüm kopmuştu çünkü yüzüme biraz da endişeyle bakıyordu. "İyiyim ben, merak etme." Eski iki dost olarak samimiyetle sarıldık. Sonrasında onu takip ederek merdivenleri çıktım. Büyük salonda arkası dönük oturan yaşlı adama yaklaşırken Ali'ye sessizce sus işareti yaptım. Arkadan yaklaşıp dedemin gözlerini kapattım. "Bil bakalım ben kimim?" Hayretle bana dönen adamın yüzüne baktığımda yaslanmıştı, saçları kırlaşmış, yüzü kırışmış, epey de yıpranmıştı ama bakışlarındaki sevgi ve şefkat hiç değişmemişti. Şaşkınlık nidasının ardından "Benim prensesim!" diyerek ayağa kalktı ve sarıldık. Kollarından ayrıldığımda her zamanki şımarıklığımla "Favori torunun geldi dede!" dedikten sonra emin olmak istercesine kaşlarımı çattım. "Hâlâ favori torununum değil mi?" "Tabii öylesin, deli kız seni!" Kısa bir sevgi sarılmasından sonra ayakta duran adam koltuğunun yanındaki bastonunu alıp hafif hafif bacaklarıma vurmaya başladı. "Seni hınzır! Seni hınzır seni! O gazete haberleri ne öyle? Sen benim yüreğime mi indirmeye çalışıyorsun? Yedi kocalı Hürmüz mü olacaksın benim başıma!" "Dede yapma!" "Gel bakayım buraya, kaçma!" "Gelmem! Gelmem, bastonunun tadını hiç özlememişim! Dede dur bir Allah'ını seversen ya!" Çığlık atarak kaçmaya çalışırken gülmekten kendimi alamıyordum. Ali de bir yanda duvara yaslanmış keyifle bizi izliyordu. "Dede! Ali! Bir şey yapsana ne izliyorsun oradan?" Ali'nin verdiği cevap ise yalnızca "Sefam olsun, oh!" olmuştu. Her şeye rağmen bunu özlemiştim. Dedemle geçirdiğimiz güzel zamanları. Bana çemkirmesini bile özlemiştim. Komik hasret giderme ritüelimiz sonlandığında Neşe abla kahvelerimizi getirdi. Onunla da hasret giderdik. Beni burada gördüğüne çok mutlu olduğunu söylerken sevgisi gözlerinden okunuyordu. Ben de aynı şekilde hissediyordum. Her ne kadar buraya geliş sebebim tatsız olsa da. Sonunda dedemle baş başa kalıp kahvelerimizi yudumlarken otoritesinden hiçbir şey kaybetmemiş Suavi Günday hızla aşağı yukarı salladı başını. "Ama ben senin neden böyle olduğunu biliyorum. O zebani kılıklı baban yüzünden ipini kopardın sen." "Dede, yapma." Ellerim adamın bileğine kapandı. "Bu güzel anımızda ondan bahsetmeyelim olur mu? Ben seni görmeye geldim buraya. Seninle hasret gidermeye." Yüzündeki aksi ve otoriter ifade yumuşayarak şefkate dönüştü. Dudakları çizgi hâlini alırken göz kapakları yorgunlukla kırpıştı. Naif tebessümünü özlemişim. "İyi ki geldin." "Seni çok özlemiştim. Ve bir kez daha görmeden duramazdım." Bir süre sessizliğini koruyan yaşlı adam usulca iç çekti. "Sen hep biraz farklıydın. Ne bileyim, bir değişiktin. Ne o ablan olacak hayırsıza benziyordun ne de baban olacak zebaniye. Abin gibi merttin, iyi kalpliydin. Esaslı torunum benim." Boynuma atlayan adama hakkımdaki gerçeği nasıl söyleyebilirdim ki? Dede, ben senin torunun değilim. Ben öz değilim. Başkan kendi babasını bile kandırmaktan gocunmazken ben bunu nasıl söyleyecektim? Onun öz torunu olmayabilirdim ama içimdeki sevgi gerçekti. O sanki benim gerçek dedemdi. İçimdeki sevgi en az gerçek bir aileye duyulabilecek kadar sahici ve samimiydi. Bu yüzden ona gerçekleri söylemek benim için kolay olmayacaktı. Akşam odama kapandığımda mutluydum. Bir yaz melteminin yüzüme vurması kadar huzurluydu buradaki ilk günüm. Telefonumu çıkardığımda Valentino'nun mesajını gördüm. Kimden: Valentino "Her şey yolunda gitti mi?" Mesaj olarak yanıt vermek için klavyeyi tuşladım. Kime: Valentino "Eh işte." Aradan bir dakika bile geçmeden aradı. Bekletmeden açtım. Böyle sanki flört ettiğim çocuğun beni aramasını bekleyen yeni yetme kızlar gibi hissetmiştim kendimi. Tuhaf bir his. Bir heyecan. Uzak kalmak işe yarıyordu sanki. "Her şey yolunda mı, senden duymak istedim." "Her şey yolunda, merak etme. Burada hava çok güzel. Akşama doğru harika bir esinti var. Buranın havasını özlemişim. Dedem sürprizime çok sevindi." Dudak büktüm. "Ama henüz ona gerçeği söyleyemedim." "Yıllar sonra daha yeni karşılaştınız. Bu hemen söylenebilecek bir şey değil. Kendine de ona da zaman ver." "Haklısın belki de. Bilmiyorum, Valentino. Öğrenince çok üzülecek." "Yalanlarla yaşamak kadar değil." "Bir de sanki hissetmiş gibi öyle güzel şeyler söyledi ki, kalkıp da ben senin gerçek torunun değilim diyemedim." O an Başkan'a karşı çok daha büyük bir nefret doldu içime. Yaşlı bir insanı kandırmaya da utanmamıştı. "Bu Başkan'ı şuan elime geçse onu bir kaşık suda boğardım! Bir insan kendi babasına nasıl böyle bir yalan söyler?" "Senin kadar erdemli düşünmesini bekleyemezsin. Erdemden çok uzak biri olduğu sır değil." Sanki beni görüyormuş gibi başımı salladım onaylarcasına. Öte yandan İtalya'da neler olduğunu da merak ediyordum. Utana sıkıla "Sen nasılsın?" diye sordum. "İyiyim." Tek kelimeyle sohbeti kestirip atacak sanıyordum ama kısa bir es verdikten sonra devam etti. "Bugün yoğundum, toplantılarım vardı. İşler biraz oyalanmama yardım ediyor. Birbirimize tanıdığımız zamanın bitmesini bekliyorum." "Valentino, bu daha ilk günümüz." "Biliyorum." Sessizce gülümsedim. Sanki ben onu özlemiyormuşum gibi. Ne kadar garip göründüğünün farkındaydım. Bu ayrılığı ben istemiştim ama en çok özleyen yine bendim. Ancak bazen ilişkiler yıpranır, insanlar yorulur, farkına bile varmadan aranızdaki sevgiyi de saygıyı da kaybedersiniz. Birbirinize tahammülünüz azalır, zamanla da biter. Eğer ben bu zamanı ilişkimize tanımasaydım, Valent'le yaşadıklarımıza ve onun öfkesine rağmen gurursuzca o eve dönseydim belki de ilişkimiz hiç düzelemeyecek bir boyutta yara alacaktı ve bitecekti. Bencilce görünse de aslında ben ikimize iyilik yapmak istemiştim. Geri döndüğümde her şey daha farklı olacaktı. Bu ayrılık aslında benim için biraz güç toplama fırsatıydı. Geri döndüğüm zaman Valentino'ya hastalığımı anlatacaktım. Bu benim için ne kadar zor olursa olsun. Bilmeye hakkı vardı. Çok üzüleceğini, mahvolacağını biliyordum ama anlatmasaydım da bunlar olacaktı zaten. Başka çarem yoktu. Uzun süren sessizliğimizin ardından "Orada mısın?" diye sordu hattın diğer ucundaki adam. Evet veya hayır demek yerine farklı bir cevap verdim. "Seni seviyorum, Valentino." "Biliyorum, Lâl. Ben de seni seviyorum." İç geçirdi. "Şuan uçağa atlayıp yanına gelmemek için kendimi dizginlemekte zorlanıyorum. Bunu yapmamam için bana tek bir neden söyle." "Çünkü biraz dinlenmek ikimize de iyi gelecek." Sesli bir nefes bıraktığını telefonun diğer ucundan duydum. "Haklı olduğunu biliyorum ama sabretmek çok zor." "Valentino... Her şey için özür dilerim." Bir şey söylemesine fırsat vermeden devam ettim. "Bu konuyu böyle telefonda konuşup sündürmeye niyetim yok ama söylemek istedim. Böyle olmasını hiç istemedim." "İkimiz de hatalar yaptık Lâl. Hata yapan yalnızca sen değilsin. Ben inatla senden bir şeyler saklamasaydım bunları yaşamayacaktık." "Geçmişte ne yaşadığın artık umurumda bile değil. Hayat çok kısa, Valentino. Geçmişi ve geleceği düşünmekten bugünümüzü yaşayamıyoruz. Hayat böyle geçip gidiyor." "Haklısın, Lâl... Ama neden böyle konuşuyorsun anlamıyorum. İkimiz de genciz, hatalarımızın farkındayız. Daha önümüzde uzun bir ömür var." "Bunu bilemeyiz. Yani ne zaman öleceğimizi." Kısa bir an düşündükten sonra "Görüntülü konuşalım mı?" diye sormamla birlikte telefon kapandı. Aradan kısa bir süre geçtiğinde beni görüntülü aradı, yanıtladım. "Telefonu suratıma kapatmasaydın iyiydi." dedim gülerek. "Üzgünüm. Seni görmek için sabırsızlanıyordum." Kaşlarını çatarak dikkatle baktı bana. "Yüzün solgun görünüyor. Bir şey yemedin mi?" "Yedim." Yalan söylüyordum çünkü canım pek bir şey istemediği için bugünü meyve suyuyla geçiştirmiştim. "Telefon ekranından öyle görünüyordur. İyiyim ben." Söylediklerimi kabullenen adam uzun uzun bana baktı. "Seni görmek bana iyi geldi." "Seni görmek de bana... İyi geldi." Nefes aldım. Bir daha bunu söylemeye fırsatım olur muydu bilmiyordum, o yüzden içimden geldiği gibi konuşmak istedim. "Zamanın bize ne göstereceği belli olma ama eğer vaktim olsaydı birçok şeyi değiştirmek isterdim." "Ne gibi?" "Senin bebeğini doğurmayı çok isterdim." Bunun mümkün olamayacağını bilmek bana kendimi öyle kötü hissettiriyordu ki anlatamam. Yüzündeki duygusal ifadenin yok olması için çaba sarf ettikten sonra kaşları aşağı indi ve "Bu eve gelir gelmez çalışmalara başlarız demek mi oluyor?" diye sordu şaka yollu. Kıkırdayarak "Valentino, hayır." yanıtını verdim. Gülüştük. İyi gelmişti. Onun sesini duymak, yüzünü görmek. "Artık kapatsam iyi olacak. Sen de dinlensen iyi olur. Anlattığına göre yorucu bir gün olmuş." Başını sallayarak onayladı. İstemeyerek de olsa telefonu kapattık. Sanki yeniden âşık olmuş heyecanlı bir kız gibi sırt üstü attım yatağa kendimi. O gece huzurlu bir uyku çektim. Sabah kahvaltıda ise gayet iştahlı ve mutluydum. Buranın havası yaramıştı. Dedem yine aynı dedemdi. Bıyık altından bana bakıyordu. Dayanamayıp "Bir şey mi oldu dede?" diye sordum. "O Rus tohumuyla aramdaki ilişki ciddi mi?" Eyvahlar olsun. Nikolai'yle çıkan gazete haberimizi unutmuştum. Çiğnediğim salatalık boğazımda kaldı, öksürük tuttu. "Yok, dede. Biz sadece arkadaştık, o gazeteciler haber olsun diye yapmış. Saçma sapan haberler, iddialar." "Nikâh mikâh bir şeyler yazıyordu ama!" "Yok dede öyle bir şey. Son derece bekârım." Söylediklerimden tatmin olmuş gibi sakinleyen adam bir süre sonra yine celallendi. "Kızım sen çok arıyor musun bu adamları? Biri İtalyan, biri Rus!Adam akıllı birini bulamıyor musun? Şöyle kültürümüze uygun Türk, Müslüman, sünnetli birini! Tövbe tövbe! Kötü kötü konuşturuyorsun beni." Başını iki yana salladı sabırla. "Normalde dede torunuyla bu kadar yüz göz olmaz ama sizin yüzünüzden mecbur kalıyorum. Yahu memlekette adam mı kalmadı da ecbebilerden koca alıyorsun?" Elimdeki çatalı masaya bıraktım sakince. "Dede, ben Valentino'yu seviyorum." Gözlerinin içine bakıp itiraf ettiğim için içim çok rahattı. "Hayatımda hiç kimseyi sevmediğim kadar hem de." "İlle de bu adam diyorsun yani!" Başımı salladım. Bir bahane arar gibi etrafına bakınan adam "Yahu kızım biraz aklını çalıştır! Bu adam seni gerçekten sevseydi bu kadar oyalamazdı, hemen evlenirdi! Seninle gönül eğlendiriyor, seni kullanıyor bu adam." diye karşılık verdi. Güldüm. "Dede, o evlenmek istiyor zaten. Teklifini kabul etmeyen benim." Biraz duraksadıktan sonra herhâlde bir bahane bulamamış olacak ki bu defa bana sardı. "Kızım senin aklından zorun mu var? Niye kabul etmiyorsun o zaman?" "Ya dede, o kısımlar biraz karışık." Gözlerimi devirerek "Başkan da evlenmemizi istemiyor, bize engel olmak için elinden ne gelirse yaptı." diye mırıldandım. İşimi biliyordum ha. Gerçekten. Normalde dedemin kabul etmeyeceği bir şeyi kabul edeceği bir şeye dönüştürmek için oğluna olan nefretini kullanıyordum. Stratejik aklımı seveyim. Bu aklımın mezarda çürüyeceği gerçeği biraz üzücü olsa da aklımla gurur duymama engel değildi. "O kimmiş de benim torunumun önünde duruyormuş, mürüvvetine engel oluyormuş? Kimmiş o?" Gaza gelmişti bir kere, bizim tarafımızda olacağı kesindi. "Benim prenses torunum kiminle isterse onunla evlenir! Dünyadaki bütün erkekleri sıraya dizerim, hangisini gösterirse onu damat alırım, kimse de bir şey diyemez!" Gözlerim parladı sevinçle. "Yani sen şimdi Valentino'ya evet mi diyorsun dede?" Kısa bir an düşündükten sonra "Evvela Müslüman olacak!" diye bir istek attı ortaya. Yani böyle bir şey mümkün değildi. Başta ben zaten Valentino'dan böyle bir şey isteyemezdim. Nasıl ki o benim dinime, inancıma saygı duyuyorsa ben de onunkine saygılıydım. Ondan böyle bir istekte bulunamazdım. "Aman dede, yapma! Öyle şey olur mu hiç? Herkesin dini kendine. Hem... İslam hoşgörü dini değil mi? Lütfen!" Biraz daha düşündükten sonra başka bir şey ortaya atmak üzere olduğunu yüzünden anlıyordum. Umarım sünnet olmasını falan istemezdi çünkü işler gittikçe garip bir hâl alıyordu. "O zaman gelip seni benden isteyecek! Bu işin başka çıkar yolu yok kızım, bilesin!" Bu makul bir istekti. Yani bana göre biraz eski bir gelenek gibi gelse de dedemin gönlünü yapmak için yapılabilir bir şeydi. En azından Valent'in Müslüman olması ya da sünnet olması isteklerine göre. "Ha, tamam bak bu olur. Yani kız isteme olayı biraz banal ama senin için bu kadarını yapabiliriz." "Yoksa evlenemezsiniz! Asla izin vermem! Zinhar!" "Tamam dede, biz buna okeyiz." "Gelecek, seni benden isteyecek. Elimi öpecek! Bak elimi öpmesi önemli bir husus." Güldüm. "Tamam, merak etme öper o elini." Yaşlıları memnun etmek ne kolaydı. Tatlı tatlı kaprisleriyle çocuk gibi görünüyorlardı. Yanaklarını sıkmamak için kendimi zor tuttum. Öğleden sonra arka bahçede dut toplamaya gittim. Burada pek dut yetişiyor muydu bilmiyordum ama dedem dutu pek sevdiği için özel olarak yetiştirilmesini seviyordu. Hatta Cemal abiye de bırakmaz, her şeyiyle kendi ilgilenirdi. Sadece Ali'nin dediğine göre son yıllarda pek kendi ilgilenemez olmuş. Elden ayaktan düşmüş. Bunu duyunca biraz üzüldüm. Bu dut ağacının altında dedemle ne anılarımız vardı. Bana masal kitapları bile okurdu. Hep iyi anlaşırdık onunla. Her şey bu kadar güzel giderken bağlarımız nasıl böyle birdenbire kopmuştu ben de anlayamamıştım. Başkan sağ olsun. Tabii bir de başıma sardığı dertler. Ağacın sarkan dallarından sepetime attığım dutlar yetmediği için biraz da ağaca tırmanmayı düşünüyordum. Ha şu daldakileri de toplayayım, ha bu daldakilerden de alayım derken Ali gelmişti. "Ne yapıyorsun burada kız çilli?" Koluma taktığım sepetle doğrulup adama baktım. "Ne çillisi be? Çilli çilli deyip duruyorsun?" "Küçükken yüzün küçük küçük çillerle doluydu, ben de sana bu ismi taktım unuttun mu?" Eliyle kendi yüzünde gösterdi. "Hâlâ burnunun yerinde minik minik çiller var." Sepetime baktı. "Dut mu topluyorsun?" "Yok, halay çekiyorum!" "Zırdeli!" Karamürsel sepeti gibi boyumla hıyar gibi uzun adamın karşısına dikilirken oldukça özgüvenliydim. "Oğlum bak uğraşma benle, tekte alırım seni!" "Çok korktum, çilli!" "Korksan iyi edersin!" Ağaca tırmanmaya çalışırken başım döndü. Dengemi kaybettim. Kendimi neredeyse yerde bulacakken Ali tuttu kollarımdan. Ağacın altına oturttu beni. Yüzünde ciddiyet ve endişe kol geziyordu. "İyi misin?" "İyiyim." Burnumdan ılık bir sıvı aktığını hissettiğimde sağ elim sıvıya gitti. Burnum kanıyordu. Tamam, sakin ol Lâl. Yüzümü ekşittim inandırıcı olmaya çalışarak. "Güneş çarptı sadece." Her şeyin farkındaymış gibi yüzüme bakan adam "Bir şey var değil mi?" diye sordu. Sanki tüm bilmeceyi çözmüş gibi emindi. "Kötü bir şey." Evet veya hayır denedim. "Buraya gelmenin de bir sebebi var." Çocukluk arkadaşımdan bir şey saklamak pek de akıllıca sayılmazdı ama dökülüp saçılmadım. "Bir şey yok. Sadece dedemi özledim." "Bırak bu dedemi özledim masallarını, Lâl. Neyin var onu söyle?" "Ben-" "Hamilesin de dedenin onayını mı almaya geldin? Gerçi öyle olsa evlenip kocanla el öpmeye gelirdin." Düşündü durdu. "Kötü bir şey var değil mi?" İnkâr edemeyecek kadar yorgundum. Sepetime davrandım. "Şunları bırakıp balık tutmaya gidelim mi seninle?" Bir süre yüzüme öylece baktıktan sonra onayladı. Sepet dolusu dutları eve bıraktıktan sonra Ali'nin hazırladığı oltalarla yakınlarda balık tutmaya gittik. Oltalarımızı attığımız sırada bana alaycı ve küçümseyici bakışlarla bakan adam "Hele hele bak, sudaki bütün balıkları tutacak yeteneği var sanki." derken şaka yollu bana takıldığı belliydi. "Şans işi bu akıllım!" Dil çıkardım. "Hem sen kendi oltana bak." Bir süre suya doğru ayaklarımı sallarken sessizce balık tutmaya çalıştık. Ciddi ve gerilmiş bir endişeyle "Neyin var?" sorusunu yöneltti Ali. Beklediğim korkutucu soru gelmişti sonunda. Kaçış yoktu. "Hastayım." "Onu anladık. Neyin var onu söyle." Kısa süren suskunluğuma sabredemeyen adam "Tedavisi vardır herhâlde değil mi?" diye sordu. "Tedavi olur iyileşirsin." Olumlu bir yanıt arıyordu çaresizce. "Değil mi?" "Doktorlar bile neyim olduğunu bilmiyor ki tedavisi olsun. Vücudumu içten çökerten bir şey bu. Kansere benziyor ama kanser değil. Neyle savaştığımızı bile bilmiyoruz." Önüne döndü adam. "Ne diyorsun yav? O kadar ciddi demek." Sesli bir nefes aldı. "Nasıl bulamıyor doktorlar? Ne biçim doktor bunlar? Ne biçim hastalık bu?" Dişlerini sıkıyordu. "Sakin ol, Ali. Bu sorduğun soruları senden önce defalarca sordum. Buna bir faydası yok maalesef." Sessizlikle geçen birkaç derin nefes seansı daha. Düşündükten sonra "Dedene bunu söylemeye mi geldin?" diye sordu. "Hayır. Söylersem çok üzüleceğini hatta kahrolacağını bildiğim hâlde böyle bir şeyi ona söyleyemem." "Ne o zaman?" "Başka bir mesele var aramızda. Ona karşı dürüst olmam gereken bir konu." Daha çok kurcalamasın diye "Ailevi." diye ekledim. "Onun için geldim." Önüne dönüp düşünen adam içinde bulunduğum duruma bir çare arıyor gibiydi. Ya da kafasındaki soruları toparlıyordu sormak için. "Enişte bey biliyor mu?" Anlamadığımı düşünerek ekledi. "Yani hastalığı." Başımı iki yana salladım. "Henüz bilmiyor." Gözlerimi kapatıp nefes aldıktan sonra en azından kendime dürüst olmam gerektiğini düşündüm. "Biliyor musun ben aslında aptal korkağın tekiyim. Bunu ona söyleyecek cesaretim bile yok. Çünkü öğrendiğinde ne kadar üzüleceğini, mahvolacağını biliyorum. Onu o hâlde görmek istemediğim için ondan kaçtım. Bir korkak gibi kaçtım. Benden duyması gerektiğini bildiğim hâlde ona bunu söyleyemeyecek kadar korkağım. Yüzüme acıyarak bakmasına katlanamam." "Lâl, bir erkek âşık olduğu kadının yüzüne acıyarak bakmaz. Ne durumda olursa olsun." "Önceleri çare arayacak, bulamadığını anlayınca da kahrolacak. Zamanla bana olan sevgisi ve şefkati acımaya dönüşecek. Onun için ölmek üzere olan birinden ibaret olmak istemiyorum. Bana acısın istemiyorum. Daha da kötüsü, benim yüzümden daha fazla üzülsün istemiyorum. Sırf bu yüzden dedeme dürüst olmak için Valent'e söyleyeceğim gerçeklerden kaçtım." "Ama bundan kaçışın olmadığının da farkındasın." Onaylayarak başımı salladım. "Evet. Buraya, dedeme birilerinin kaçıp söylemediği gerçekleri söylemeye geldim. Buradaki hesabımı kapatıp döndüğümde de Valent'e her şeyi anlatacağım. Ne kadar zor olduğunun farkındayım ama gizleyemeyeceğimi de biliyorum." Kendimi ikna etmeye çalışarak başımla onayladım. "Bunu bilmek hakkı. Bu hakkı onun elinden alamam." "Belki onun sevgisi iyileştirir seni, ha? Olamaz mı? Her gün ne mucizeler duyuyoruz. Neden olmasın?" Dudağım kıvrıldı gülerken. "Artık masallara inanmayı bırakalı çok oldu, Ali. Büyüdüm. Artık o çilli cüce değilim." Gözlerim ufka daldı. "İnandığım tek masal, Valent'le birbirimize olan aşkımız. Her şeye rağmen ayakta tutmaya çalıştığımız sevgimiz. O da beni iyileştirir mi bilemem ama elimde olan tek şey o sevgi. Ve son günüme kadar doya doya o sevgiyi yaşamaya çalışacağım." Tabii Valentino beni affedebilirse. Beni affedene kadar bekleyeceğim. Sırf hastayım diye bana merhamet etmesini istemiyordum. Her şey normale döndüğünde de ona alıştıra alıştıra bu hastalığı anlatacağım. Gerçi böyle bir şey nasıl alıştıra alıştıra anlatılır bilmiyordum ama... Sonraki birkaç günümüz eğlenceli geçmişti. Ali'ye gerçeği anlattığım için tuhaf bir rahatlama gelmişti. Daha da iyisi, bir daha bu konuda konuşmamıştık. Hiçbir şey olmamış gibi eğlenmeye devam ediyorduk. Tek pürüz, dedeme ne zaman gerçeği açıklamaya çalışsam sözümü kesiyor, başka başka şeylerden bahsediyordu. Asıl konuya bir türlü göremiyordum. Bu benim için yeterince zor bir durumken dedemin bunu daha da zorlaştırmasına gerek yoktu bence. O gün yine bir öğlen ortası üst kattaki büyük salonda dede torun karşılıklı kahvelerimizi yudumlarken konuya girdim. "Dede, seninle konuşmam gereken bir konu var." "Nedir, söyle bakalım." "Burası iyi, hoş. Tatilim de oldukça keyifli geçiyor ama artık dönmem gerek." "E tabii, gidip damadı kıvama getirmen gerek. Bir sonraki görüşmemiz kız isteme töreninde olacak." Tam konuya girmek üzereyken "Bak ailesiyle gelsin ha! Başka türlüsü hoş karşılanmaz bizde." diye ekledi. Güldüm. "Dede, Valent'in ailesi yok. Yani annesi ve kardeşi uzakta yaşıyormuş ve sanırım küsler. Babası da ölmüş." Babasını da senin zebani kılıklı oğlun öldürdü diyemedim adama tabii. Hoş olmazdı. "Her şeyiniz yarım yamalak, herrr şeyiniz!" Sözümü kesmek üzere hazır duran adam "Çiçek çikolata getirsin ama! Özensiz bir tören olursa vallahi vermem seni! Bak vallahi diyorum!" derken gözlerime baktı. "O yavru kedi bakışların bile kurtaramaz sizi haberin olsun." "Tamam. Ama bak sen de adamın yanında gavur falan deme tamam mı? Öyle hoş olmayan kelimeler kullanma." "Ben kiminle nasıl konuşacağımı iyi bilirim küçük hanım, bana yol yordam öğretme! Biz de dün doğmadık, usül erkân biliriz çok şükür!" "Tabii dedeciğim, sen her şeyin en iyisini bilirsin." Yerimden kalkıp ona arkasından sarıldım ve yanaklarını sıktım. "Benim dedem bir tanedir, başka hiçbir dedeye de benzemez." "Yalaka seni." Yüzünden bu durumu hoşnutlukla karşıladığı belli oluyordu. Tam sırasıymış gibi hissettiğim için yeniden şansımı denemeye yeltendim. Dede, aslında ben senin torunun değilim. Yok artık Lâl, böyle söyleme sen direkt adamın kalbine bıçağı sapla ya da adam kalpten gitsin daha iyi. "Dede, seninle gerçekten konuşmam gereken bir şey var." "Hakikatli torunum benim. Dedesinin biriciği. Söyle." Ama şimdi böyle şeyler söylerse ben nasıl anlatabilirdim ki? "Ben..." "Aklıma ne geldi biliyor musun? Sen doğduğunda çok güzel bir bebektin. Ama hani bebekler büyüyünce eski güzelliği olmaz ya, sanki sen büyüdükçe daha da güzelleştin. Ben dedim ki bu kız çok canlar yakacak." Güldüm. İçimde gerçekleri haykırmak isteyen yanımın elini kolunu bağlıyordu dedem. Sanki içinde bir yerlerde tatsız bir şeyler söyleyeceğimi biliyordu. Söyleyemedim. Son güne kadar anlatamadım. Her seferinde anlatamamam için her şey oldu. Bir gün tansiyonu çıktı, öteki gün şekeri. E yaşlı adam tabii, her gün bir derdi, bir hastalığı oluyordu. Doktor evden çıkmaz oldu. Tam gideceğim gün cesaretimi toplayıp vedalaşmadan önce söylemeye karar verdim. Sıkı sıkı sarılırken derin bir nefes aldım ve ayrıldığımızda gözlerine baktım. "Dede, gitmeden önce sana çok önemli bir gerçeği söylemem gerekiyor." Tatsız bir şey söyleyeceğimin farkında olan yaşlı adam beni yine susturdu. "Boş ver, söyleme kızım. Bak, ben yaşlı bir adamım artık. Bana kötü haberler iyi gelmez. Ayrıca bu yaşta bir adamın da her şeyi bilmesine gerek yok. Tadımızı kaçırma." Omuzlarımda durdu elleri. "Ne güzel keyifliyiz, tadımız tuzumuz yerinde bak, keyfimizi kaçıracak bir şey söylemesen de olur." Duraksadım. Söyleyeceğim şeyi biliyor olamazdı. Bu ihtimal de gelmişti aklıma ama Başkan hayatta söylemezdi böyle bir şeyi. Ailenin diğer fertleri desek, bu sır bizim ailemizde bir tabuydu. Kendi aramızda bile konusmadığımız bir şeyi dedemin öğrenmesi mümkün görünmüyordu. Ama sanırım tatsız bir şeyden bahsedeceğimi anlamış olacak ki duymak istemedi. Hep susturdu beni. Ben de başımla onayladım ve onun kararına saygı duydum. Uzatmadım. Yaşlı adam böyle bir gerçeği öğrenmek istemiyordu. Bana soracak olursanız da Suavi Günday her zaman benim için öz dedemdi. Önemli olan da buydu. Bunu kabullendim ve yoluma devam ettim. Kaçıp saklanmaya çalışmanın herhangi bir faydası olmadığını bir kez daha anladığım için dönmeye karar vermiştim. Valent'e haber vermeden sürpriz yapmak istedim. Beni karşısında gördüğünde önce çok şaşıracaktı, sonra da geldiğime çok sevinecekti. Tarifeli bir uçakla geldim. Havaalanında indiğimde taksiye bindim ve adresi verdim. Yolculuk benim için çok yorucu olmuştu. Kafam davula dönmüştü. Evin önüne geldiğimde rahatlamış hissediyordum çünkü yatağıma uzanıp rahatça dinlenebilecektim. Girişte adamlar her zamanki saygı ve ihtimamla beni içeri buyur etti. Kapının önüne kadar geldiğimde zili çaldım. Kapıyı Nina'nın açmasını bekliyordum ama belli ki adamları geldiğimi haber vermişti çünkü kapıyı bana Valentino açtı. Beni görünce yüzü aydınlanan adam kalbi çok hızlı atıyormuş gibiydi. Tuttuğu nefesini bıraktığında "Hoş geldin." dedi yalnızca. Ben de ondan farklı sayılmazdım. "Hoş buldum." Heyecanla tebessüm ederken tüm yorgunluğuma rağmen yerimde duramıyordum. Elimdeki çantayı alıp Nina'ya uzattığında beni içeri buyur etti. Yeniden buradaydım. Evimde. Yuvamda. Ama hâlâ bir şeyler eksikti sanki. İki yabancı gibi ben önde, Valent arkada odaya çıktık. Kısa süre sonra Nina gelip eşyalarımı odama bıraktı ve çıktı. Baş başa kaldığımızda ikimiz de ne konuşacağımızı bilemez hâldeydik. Tuhaf bir utangaçlık. Yabancılık. Sanki bu yatakta tek vücut olmamışız gibi. Valentino misafirperver bir ev sahibi gibi "Kalan eşyalarına dokunmadık. Diğerlerini de Nina yerleştirir zaten. İstersen sen dinlenmene bak, daha sonra konuşuruz nasılsa." diyerek odadan çıkmaya hazırlandı. Bense bu şekilde devam edebileceğimizi sanmıyordum. Yatağın önünde dikilmiş çıkmak üzere olan adamı seyrederken "İşin yoksa kalabilir misin?" diyerek durdurdum onu. "Dinlenmek biraz bekleyebilir. Biraz konuşalım." Adımları geri dönen adam başını sallayarak yanıma geldi. "Yorgun görünüyorsun. O yüzden dinlenmen daha uygun olur diye düşündüm." "Konuşmamız her şeyden daha önemli, Valentino. Oturur musun lütfen?" Yatağın önüne oturan adam bana bakıyordu. "Habersiz gelmemden rahatsız mı oldun?" Bana öylece bakan adama "Dürüst olabilirsin bana karşı, eğer rahatsız olduysan bunu dile getir lütfen." dedim cesurca. "Ne saçmalıyorsun Lâl? Gelmene gerçekten çok sevindim. Açık konuşmak gerekirse geleceğini bile düşünmüyordum. Birbirimizden koparız, buraya dönmezsin diye düşünmüştüm." Bakışları yere indi. "Gidişin öyle kararlıydı ki... Sanki hayatınla ilgili bir kararın öncesi gibiydi." "Bu doğru." "Kararını verdin yani." "Evet." "Bu tamamen geri döndün demek mi oluyor, mia bella?" "Ben döndüm dönmesine Valentino ama bundan sonraki ilişkimiz sana bağlı." Merakla gözlerime bakan adama açıkladım. "Birbirimize kırıcı bir sürü şey söyledik, affedilmesi şeyler yaptık." Suçluluk duygusuyla "Yaptım." diyerek ekledim. "Beni affedebilecek misin? Bunu düşündün mü?" Bir süre oturduğu yerde bana baktı. Belki de affedebilecek kadar kararlı hissetmiyordu. Sessizliği her saniye beni korkutuyordu ama tüm cesaretimi toplayıp yeniden söze girdim. "Bak, beni affetmek zorunda değilsin. Eğer affedemem dersen bunu anlarım. Gerçekten." Onsuz nasıl yaşardım, nasıl devam edebilirdim bilmiyordum ama gerekirse sessizce onun hayatından çıkardım. Onun mutlu olması için. Sonuçta birinden bizi sonsuza dek seçeneğine dair söz vermesini isteyemezdik. Duygular değişebilirdi. Yerinden kalkıp tam karşımda dikildi. "Onurumu ayaklar altına aldın. İtibarımı zedeledin. Defalarca duygularımla oynadın. Kararsızlıkla bir geldin, bir gittin. Miloradov'a benimle küstahça konuşması için fırsat verdin." Derin bir nefes aldı. "Tüm bunlara rağmen içimde bir şey var. Sönmeden alev alev yanan bir şey. Ve sana bu soruyu sormadan senin beklediğin yanıtı sana veremem." Merakla bekliyordum. "Sor." "Miloradov'la aynı evde kaldın." Bunu nasıl soracağını bilemeyen bir ifadeyle bakışları camdan dışarıya döndü. Rahatsız olmuş bir biçimde çenesini kaşıdı ve tekrar yüzü bana döndü. "Herhangi bir şey yaşadınız mı?" Alayla güldüm. Kırıcı bir soruydu bu ama sorma sebebini anlayabiliyordum. Valentino bir kadınla aynı evde kalsaydı sanırım merak edeceğim ilk soru bu olurdu. "Hayır, Valentino onunla yatmadım ya da hiç öyle bir yakınlaşma olmadı. Senden başkasıyla olamayacağımı çok iyi biliyorsun." "Peki, ona karşı bir şey hissettin mi? Bir sıcaklık ya da kafanı karıştıracak herhangi bir şey..." "Valentino, hayır." Eskiden bağırıp çağırarak yanıtlayacağım soruları artık ölüm sakinliğiyle ve dinginlikle yanıtlıyordum. "İçinde bulunduğum ikilemi Miloradov'la uzaktan yakından alakası yoktu. Ona karşı hiçbir şey hissetmedim. Kalbimde yalnızca sen vardın. Benim ikilemim, benimle alakalıydı. Seninle, benimle ve ilişkimizle alakalı." İçi rahatlayan adam yüzümü ellerinin arasına alıp parmaklarıyla yanaklarımı okşadı. "Biliyordum." diye inledi sanki acı dolu bir ölüm kalım savaşından kurtulmuş gibi. Bana sarıldı sıkı sıkı. "Lâl, biliyordum. Sadece emin olmak istedim." Sağ elim boynuna tutunurken burnumu burnuna sürttüm. "Biliyorum. Öğrenip rahatlamaya ihtiyacın vardı." "Evet." "Peki şimdi?" Bir adım geri çekilip hâlâ burun burunayken sorumu yineledim. "Beni affedebilecek misin?" "Seni çoktan affettim, Lâl. Sadece hâlâ beni sevdiğini duymaya ihtiyacım vardı. Bunu öğrenmeye." Başımı göğsüne yasladı. "Artık dünya da olsa karşımızda duramaz. Hâlâ beni seviyorsun ya." "Hâlâ seninim. Ve sonsuza dek." Başımı kaldırıp kendi gökyüzüme baktım. "Ya sen?" Gözleri gözlerimle sevişirken "Hâlâ seninim." dedi içime su serperek. "Ve sonsuza dek." Tebessüm ettim. Ciddi bir yüz ifadesiyle "Ama büyük bir sorunumuz var." dedim. Yüzüm nasıl panik görünüyorsa artık bu Valent'i de korkutmuşa benziyordu. Temkinli bir yüz ifadesiyle "Nedir o büyük sorun?" sorusunu yönelttiğinde her şeyden habersizdi. "Dedeme seni anlattım. İşte seni ne kadar çok sevdiğimi, aşkından öldüğümü falan." Son cümleme gülen adamın göğsüne vurdum. "Ya gülme! Öyle işte." "Benim aşkından ne kadar deli olduğumu da anlattın mı?" "Biraz bir şeyler anlattım ama... Dedem ille de gelsin seni benden istesin dedi. Gelip seni istemezse bu iş olmaz dedi." Gözlerime baktı sıradan bir ifadeyle. "Bu mu? Bu kadar mı?" "Evet." Muzırlığım üzerimdeydi ve bu yüzden aklıma yeni gelmiş gibi ekledim. "Ha bir de Müslüman olup sünnet olacakmışsın. Ama bunlar gereksiz detaylar, biz birbirimize bu kadar âşık olduktan sonra." "Sen ciddi misin?" Tepkisini bekleyemeden beni bir gülme aldı. "Şaka şaka." Yüzündeki rahatlama ifadesini görünce daha bir keyifli güldüm. "Sadece gelsin seni benden istesin dedi. Çiçek ve çikolatayla." "Çiçek ve çikolatayla." "Evet." "Bu kadar yani." "Evet, bu kadar." "Büyük sorun bunun neresinde anlamadım." Kollarıyla beni sardığında "Ben bunda büyük bir sorun göremiyorum." diye mırıldandım. Başı omzumun üstündeki yerini bulmuştu bile. "Kız istemeyi ve huysuz dedemle tanışmayı sorun olarak görmüyorsan bu ilişki olmuş demektir." "Bu ilişki çoktan oldu Lâl Hanım ama siz bir türlü kabullenemiyorsunuz." Ellerimiz birbirini buldu ve parmaklarımız kenetlendi. "Dedene gerçeği anlattın mı?" "O kadar çok uğraştım ki anlatamam. Ama her seferinde anlatamamam için bir engel koydu önüme. En sonunda dayanamadım, alıp karşıma dürüstçe konuşmak istedim ama bu sefer de sözümü kesip keyfimizi bozacak bir şey söyleyeceğimi hissettiğini ve eğer böyle bir şey söylemeyi düşünüyorsam söylemememi rica etti." Omuz silkti. "Belki de böylesi daha iyi olmuştur. Her zaman her gerçek her yerde söylenmemeli." Başımı kaldırıp yüzüne baktım ciddiyetle. "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" Yani hastalığımı bilmemeyi mi tercih ederdi ya da bilmese daha mı iyi hissederdi? Konuyu bilmeden söylediğinin farkındaydım ama bunu söyledikten sonra hayatımızın eskisi gibi olmayacağını da iyi biliyordum. "Evet, böyle düşünüyorum. Belli ki deden artık yorulmuş ve kötü bir haber duymak istemiyor. Hem bunca yıl seni torunu olarak bilmedi mi? Şimdi olmadığını öğrense ne olacak? Seni daha mı az sevecek?" Haklıydı. Başımı yana yatırıp "Eh, her zamanki gibi haklısınız Don Riccardo." diye mırıldandım. Gözleri çapkınca beni süzerken karşılık verdi. "Ben her zaman haklıyım. Haklılığımdan arta kalan zamanlarda ne olduğumu biliyor musun?" "Ne oluyormuşsun?" "Seksi ve ateşli." "Seksi ve ateşli demek?" "Evet." Sıradan bir soru soruyor gibiydi ses tonu. "Göstermemi ister misin?" Dudaklarımız buluştuğunda ateşli bir kıvılcım çıkarmış gibi yanıp kavruldular. Nefesim kesilene kadar öpüşüne karşılık verdim. Tüm hücremle ve varlığımla. Ondan ayrıldığımda tüm cesaretimi toplayıp gözlerine baktım. Hastalığımı söyleyecektim. Ama öncesinde öğrenmek istediğim daha önemli bir şey vardı. Eğer hastalığımı söylersem belki de bir daha asla öğrenemeyeceğim bir şey. Onu deneyimlemek istiyordum. Sonra gerçekler açığa çıkabilirdi. "Valentino." Söyleyeceklerimi can kulağıyla dinlemeye hazır bekliyordu adam. Bekletmedim. "Benden önceki dünyanı tanımak istiyorum." "Nasıl yani?" "Miloradov'un silah olarak kullanmaya çalıştığı şeyi deneyimlemek istiyorum." Hâlâ anlayamayan gözlerle bana bakan adama karşı açık konuştum. Bu belki de kendime kestiğim bir cezaydı. Valent beni affetse de ben kendimi acıyla cezalandırmak istiyordum. Belki de onların dilinde günah çıkarmaktı. "Anna'ya yaptığın şeyleri." Adamın bakışları buz kesti. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌻 Bugünlerde yazar kasa gibi çalıştığımızı hiç mi konuşmayacağız Allah aşkına? 🥰 Ve sizin ilginiz... Ah... Yorumlarınız ve ilk kitaba akın akın gelen yeni okurlar. Hepiniz harikasınız, teşekkür ederim! 💖 Bölümümüzü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Lâl değişik dönüm noktalarından geçti, ikilemlerini yavaş yavaş aşıyor ve şimdi de Valent'ten istediği bu tuhaf istek. 🙄 Ne düşünüyorsunuz, ne hissediyorsunuz? Bu konudaki yorum ve görüşlerinizi buraya yazabilirsiniz. Yeni bölüm hakkındaki tahmin ve teorilerinizi de buraya alabilirim. Lâl ve Valentino yeni bir ilişki içinde, bir barışma arifesinde, bunun şerefine uzun zamandır gelmeyen hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini de buraya alabilir miyim? Teşekkürler, sevgiler ve de bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |