Yeni Üyelik
72.
Bölüm

❅ Napoli'de Bir Gece | 49

@buzlarkralicesi

UYARI: Bu bölümde yetişkin içerik barındıran yoğun şiddet, cinsel içerik ve BDSM (Bondage / Discipline / Sadism / Masochism) sahneleri bulunmaktadır. Okuyacak olanların dikkatine sunulmaktadır.

*

-49-

❝Lâl❞

Sabah uyandığımda daha önce hiç hissetmediğim kadar yorgun hissediyordum kendimi. Sanki gece boyunca görünmez adamlar tarafından bir araba dayak yemişim gibi açtım gözlerimi. Elim komodine uzandı ve telefona baktım. Saatin henüz erken olduğunu gördüğümde gözlerimi kapatıp biraz daha uyumak istedim ama olmadı. Tüm vücudum kırılıyordu. Midem bulanmaya başladı. Kendimi tuvalete zor attım.

Seslerime uyandığını tahmin ettiğim adam aralık kapıdan başını içeri soktu. Bakışları meraklı ve endişeliydi. "Lâl, iyi misin?"

Yüzümü yıkayıp havluyla kuruladıktan sonra hâlâ iyi hissetmesem de yüzüme sahte bir tebessüm yerleştirip başımı salladım. "Hı hı, iyiyim merak etme."

İmalı bir bakışla "Emin misin?" diye sorduğunda aklından yine neler geçiyordu acaba? Haklıydı aslında. İnsanın aklına ilk bebek şüphesi geliyordu.

Daha önce aramızda geçen bir konu olduğu için yılgınlıkla "Hayır Valentino, hamile falan değilim." dedim yalnızca. "Söyledim ya sana, korunuyorum."

"O zaman..." Bu kez bakışları daha da ciddileşti, yüzü gölgelendi. "Bu durum pek normal değil, Lâl. Bir doktora görünmelisin."

Neyim olduğunu bildiğim için onun gibi endişeli ya da meraklı değildim. Bu yüzden geçiştirircesine başımı salladım. "Olur, giderim. Merak etme sen."

"Söz mü?"

"Söz." Pek inanmayan adama "Vallahi bak." diyerek verdiğim sözü pekiştirdim. Konuyu biraz dağıtmak için koluna girdim. "Hadi üstümüzü değiştirip kahvaltıya inelim."

Kahvaltıda pek bir şey yiyemedim. Valentino da yalnızca kahve içip gazetesine baktı. Normalde tüm işlerini tabletten halleden adamın sabahları böyle analog bir zevki vardı işte. Hâlâ gazetesi ayağına gelir, sayfalarını çevirir, okurdu. Haberlerin cep telefonlarımıza kadar inmesine rağmen Valentino Riccardo, pazar günleri kovboy filmi izleyen babalar gibi nostaljik zevklere sahipti.

"Bugünkü planın ne?"

Gazetesini katlayıp masanın kenarına bıraktığında bana döndü. "Öğlene kadar yoğun bir programım var. Öğleden sonra evden çalışacağım." Bakışları beni işaret etti. "Senin?"

"Biraz alışveriş yapacağım. Güzellik salonuna falan giderim herhâlde. Cilt bakımı, saçlarıma keratin falan... Kızsal şeyler işte." Gülümseyerek ekledim. "Güzelleşeceğim yani."

"Sanki daha güzel olabilirmişsin gibi."

Başımı öne eğip gülsem de gerçeğin bu olmadığını biliyordum. Cilt bakımıydı, saçtı, oydu buydu şuydu... Aslında buna pek de meraklı olduğum söylenemezdi ama sabah kendimi aynanın karşısında gördüğümde korkmuştum. Endişe etmiştim çünkü güzelliğim gidiyordu. Bok gibi görünüyordum. Yüzüm sapsarı, göz altlarımda kahverengi halkalar... Hastalıklı keçiler gibi. Sanki birkaç günde birkaç yıl yaşlanmış gibi görünüyordum. Doktorun söyledikleri gelmişti aklıma.

Henüz çok başındasınız ama zamanla semptomlar dayanılmaz bir hâl alacak. Burun kanaması, kanla karışık kusma, inanılmaz baş ağrıları, baş dönmesi, göz altlarında kahverengi halkalar, soluk bir beniz, baş dönmesi, geceleri uyutmayan vücut ağrıları, hiçbir şey yapmasanız bile aşırı yorgunluk... Bazen hafifleyecek ama sonra yine aynı şekilde ağırlaşacak.

Bu süreci durduramayacağımın ya da müdahale edemeyeceğimin farkındaydım. Ama elimden geldiğince iyiymis gibi davranabilirdim. En azından bir süre daha güzel görünmek için çaba gösteriyordum.

Vakit benim için öyle hızlı geçip gidiyordu ki yakında bu durumu gizleyemeyecek bir duruma gelecektim. Zamanla yarışıyordum. Bir an önce Valent'e bunu söylemem gerektiğinin de farkındaydım. Ama bunu söylediğimde yüzünün alacağı ifade aklıma geldiğinde dilim tutuluyordu sanki. Cesaretimi toplayıp bir an önce her şeyi anlatmalıydım. Bu sonsuza kadar saklayabileceğim bir şey değildi.

Valent'i uğurladıktan sonra odaya çıkıp banyoya girdim. Tabureyle çıkıp dolabın en tepesine sakladığım ilaçlardan birer tane aldım. Doktorun ağrılarımı kesmesi için verdiği özel ilaçlardı bunlar. Sıradan ağrı kesiciler olsaydı Valentino'dan saklamak için bu kadar uğraşmak zorunda olmazdım, gördüğünde başım ağrıdığında içiyorum falan derdim ama bunlar kırmızı reçeteli ilaçlardandı. Bu yüzden ona anlatana kadar birkaç gün daha dolabın üstünde saklamalıydım.

İlaçları aldığımda biraz daha iyiydim. Giyinip çıktım evden. Şoförünün Montrel olduğu arabayla bir güzellik salonuna geldim. "Sen gidebilirsin Montrel, arabayı bana bırak."

"Ama efendim, Don Riccardo-"

"Onu ben arayıp haberdar ediyorum şimdi, merak etme sen." Gerçekten de onun yanındayken Valent'i arayıp durumu anlattım. "Benim işlerim biraz uzun sürecek Valentino, açıkçası Montrel'in de kuyruğum gibi peşimde gezmesini istemiyorum. Onu eve yolluyorum tamam mı?"

"Tamam, Lâl. Nasıl istersen. Ama dikkatli ol. Bak, her ihtimale karşı yanına bir adam al." Ciddi bir ses tonuyla devam etti. "Bak, Castelli ailesiyle bir savaş başlangıcındayız." Doğru ya, beni kaçırdığı için Fabricio Castelli'yi bir an bile düşünmeden öldürmüştü. Bu, iki güçlü aile arasında büyük bir savaşın başlangıcıydı.

"Tamam Valentino, o zaman kıçımın dibinde dolaşmasınlar. Biri uzaktan izlesin, senin de gönlün olsun."

"Rahatsız edilmeyeceksin, güven bana."

Telefonu kapattığımda güzellik salonuna girdim. Saç bakımı, cilt bakımı, ne varsa yaptırdım bir şeyler. Hepsi bittiğinde kadına yaklaştım sanki ayıp bir şeyden bahseder gibi mahcup göründüm istemsizce. "Şey, yüzümdeki yorgunluğu gizleyebilecek hafif bir makyaj yapar mısınız?"

Kadın yüzüme baktıktan sonra dudakları düz bir çizgi alırken onaylayarak başını salladı. Normalde öyle çok süslü biri değilimdir. Kendime bakarım ama bazı kızlar gibi sabahtan yatsıya kadar cilt bakım rutinlerim yoktur. Arada bir eser, kil maskesi yaparım. İki gün canım çeker, serum ya da nemlendirici sürerim, bitti gitti. Sahneye çıktığım ve göz önünde olduğum dönemleri saymazsak günümün büyük bir kısmını bakıma ayırmazdım yani. Ancak bu durum farklıydı. Öleceğim son güne kadar Valentino'ya güzel görünmeliydim. Öleceğimi öğrendiği zaman bile bu savaşı bırakmayacaktım, kendime bir söz vermiştim. Bu zamana kadar ona hayatı yeterince zindan etmiştim. İsteyerek ya da istemeyerek, bunun bir önemi yoktu. Artık bunu yapmayacaktım. Bir de hastalığımla uğraştırmayacaktım. Hastalığım yüzünden onu üzmeyecektim. Her zaman iyi görünecektim, gerekirse iyiymiş gibi rol yapacaktım. Pozitif olacaktım. Onu son ana kadar mutlu olduğuma inandırıp mutlu edecektim. Çünkü o bunu hak ediyordu.

Aramızda çok büyük sorunlar oldu, ilişkimiz büyük sınavlardan geçti, geçmeye de devam ediyordu ama her şeye rağmen Valentino bana hayatımdaki çoğu insandan daha fazla sevgi ve değer verdi. Ben de ona bu sevgi ve değerin karşılığını hep öfke nöbetleri, aptal aptal tripler, yanlış anlamalar, histerik kavgalarla vermiştim. Meğer ne aptalmışım. Şimdi her şeyi telafi etmek için son bir şansım vardı. Ölene dek onu mutlu etmek için ne gerekiyorsa yapacaktım. Son günlerimi onunla mutlu bir şekilde geçirecektim. Artık mutsuzluğa yer yoktu.

Güzellik salonundan çıktığımda her kadın gibi normal hâlimden daha güzel olduğum için moralim yerine gelmişti. Kapıdan çıkar çıkmaz yolda yürüyen bir adamla çarpıştık. İtalyanca özür diler dilemez yüz yüze geldiğim adama şaşkınlıkla baktım. "Ferit!" Bir an gözlerime inanamamıştım ama oydu.

O benim kadar şaşkın değildi. Sadece hoş bir tesadüf yaşıyor gibi kibardı. "Seni görmek ne güzel, Lâl." Muhtemelen o İtalya'da yaşadığımı bildiği için şaşırmamıştı ama onun burada olduğu bilgisi bende olmadığı için şaşırmıştım. Şaşırdığım kadar sevinmiştim de.

Üniversiteden arkadaşımdı Ferit. Psikoloji bölümünün en çalışkan öğrencilerinden biriydi de aynı zamanda. Onu burada gördüğüme memnundum. Gurbette karşılaşan iki arkadaş. Hoş bir tesadüftü. "Ben de seni gördüğüme çok sevindim Ferit, nasılsın? Hangi rüzgâr attı seni buraya?"

Küçük bir sitem sezdiğim bakışlarının yanı sıra ses tonunda da aynı duygu saklıydı. "Sen hatırlamayabilirsin ama İtalya'da yaşamak benim en büyük hayalimdi. Mezun olduktan sonra da ilk işim buraya gelip yerleşmek oldu."

Ferit bölümün inek öğrencilerindendi. Ben de kafası zehir gibi çalışmasına rağmen son birkaç güne kadar durup durup sonra Ferit diye bir arkadaşı olduğunu hatırlayıp ondan not dilenen serseri öğrencilerdendim işte. Öyle ki Ferit aklımda iyi bir arkadaşım olarak kalmasına rağmen en büyük hayalinin İtalya'ya yerleşmek olduğunu bile bilmiyordum. Ne tuhaf. Düne kadar bu duygu beni bu kadar üzmezdi. Ama hayatın ne kadar kısa olduğu, insanları önemsemeyerek farkına bile varmadan ne kadar kırdığımızı düşünmek beni alt üst etmişti. "Senin adına çok sevindim, Ferit. Gerçekten." Sesim titremişti benden bağımsız bir biçimde.

Adam "Neyin var?" diye sorar sormaz ağlayarak sarılıvermiştim ona. Büyük bir duygu boşalması yaşıyordum ve bu da yıllardır görüşmediğim meslektaşım, arkadaşıma denk gelmişti. "Şşşt... Tamam sakin ol. Her şey yolunda. Ne oldu ki böyle birdenbire?" Sırtımdan bebek gibi pışpışlayan adama hayır Ferit, hiçbir şey yolunda değil demek istedim. Her şey yolunda ama ben o yolda değilim demek.

Duygularım karmakarışıkken "Çok özür dilerim." diyebildim yalnızca. Karşımdaki adam niçin der gibi merakla bana bakarken "Seni yalnızca bir ders notu gördüğüm için. Arkadaşlığımı senden esirgediğim için..." dedim yeniden.

Güldü adam. "Lâl, saçmalama." Samimiyetle devam etti sözlerine. "Sen bana hiçbir zaman kötü davranmadın ki. Sınıftakilerin aksine bana karşı her zaman naziktin, kibardın. Her gördüğünde selam verirdin. Nasıl olduğumu sorardın." Adın dışında hiçbir şeyini bilmezdim ama. Hem nasıl olduğunu sorduğumda yanıtı beni ilgilendirmezdi. "Sınıftakilerin çoğu beni görmezden gelirken sen her zaman tebessüm ederdin, teşekkür ederdin, bana insan gibi davranırdın."

"Ama seni hiçbir zaman arkadaşım olarak görmedim."

"Bunun bir önemi yok." Gözlerini kısarak şüpheyle bana baktı. "Ama sen şuan buna ağlamıyorsun." Beni okuyordu sanki. Elbette, onun işi buydu. Bizim işimiz buydu. "Neyin var?"

"Neyim yok ki..."

"Hadi gel seninle biraz dertleşelim. Danışanlarımı ağırladığım küçük, şirin bir yer tuttum. Görmek ister misin?"

Gözlerimdeki yaşlar kurumadan onaylayarak başımı salladım. Çok yakında olan bir binaya geldik. Arabalarımızı arka arkaya park edip içeri girdik.

İkinci katta gerçekten de küçük tatlı bir yerdi. Kahverengi taş duvarların karşısında gri düz duvarlar vardı. Çok rahatlatıcı bir havası vardı. Buranın bir ruhu vardı sanki. Bir insan gibi.

Karşılıklı oturup şuradan buradan konuştuk. Bir psikolog ve danışan sohbetinden çok iki yakın arkadaşın hasret gidermesi gibiydi. Anılarımızı paylaşıp nostalji yaptık. Anlatacağımız her şey bittiğinde ve torbalarımız boşaldığında sessizlik içinde başımız önümüze eğildi. Sesli bir nefes verdim.

Bana düşünmem için zaman verdikten sonra "Neyin var Lâl?" diye söze girdi Ferit. "Seni içten içe çürüten, içine atıp bir anda patlamana sebep olan bu şey ne?"

"Şey değil, şeyler Ferit. Şeyler."

Başını önüne eğip "Şeyler." diye tekrar etti düşünceli bir iç çekişle. "Nedir bu şeyler?"

"Her şey boka sarıyor Ferit. Her şey." Anlatırken bile içim sıkılıyordu. Nasıl tek seferde anlatabilirdim ki tüm bunları? O yüzden anlatmaya sondan başladım. Dizlerime yasladığım, birbirine kenetlenen ellerime koydum başımı. Derin bir nefes alıp arkadaşıma döndüm. "Hastayım ben Ferit. Çok hastayım. Ölüyorum ben."

"Ne?"

"Tam hayatımın aşkını buldum, mutlu olacağım derken... Ölüm geldi çaldı kapımı."

"Ne diyorsun sen Lâl? Ne hastalığı bu?"

"Doktorlar çaresini bulamıyor. Ne olduğu bilinmeyen saçma sapan bir hastalık işte!" Şimdi de hastalığımla kavga ediyordum. Kavga edecek bir şey bulamayınca tabii. Kızdığım hastalık değil de bendim aslında. Kendim. Kendi kendimin düşmanı olmuştum bu zamana kadar. Her şey güzel giderken sıçıp batıran olmuştum. Çünkü küçüklüğümden beri kendimi savunmam gerekmişti, ben de kaostan beslenen bir göt olmuştum işte. Olan biten buydu. Arkadaşımın karşısında kendi kendimi yargılayıp mahkûm etmiştim bu cezaya. "Ama hak ettim ben bunu. Gerçekten."

"Neden böyle düşünüyorsun?"

"Her şey yolunda giderken bozdum hep. Bana tapan bir adamla hayatımı mutlu mutlu sürdürmek varken hep deştim bir şeylerin içini. İlla ki bir bok çıkacak içinden! Lâl illa güzel bir şeyin içine sıçıp hayatı kendine zindan edecek!"

"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Her şeyi senin mahvettiğini?" Kısa bir an bakıştıktan sonra danışanlarına yaptığının aksine deftere kaleme dokunmadan kollarını kavuşurdu ve dinleme pozisyonuna geçti. "Hadi bana her şeyi en başından anlat."

"Şimdi dünyanın toz bulutu olduğu zamandan başlarsam işin içinden çıkamayız Ferit." Ailemle ilgili sorunları anlatırsam 46'lık olurduk burada. Öte yandan tüm bu şeylerin temelinin aile hayatına dayandığını bilecek kadar da onunla aynı mesleğin okulunu okumuştuk. Ayrıca çocuğa bile sorsan anlardı bunu.

"İyisi mi sen bana hayatının aşkı olan şu adamı anlatarak başla."

Bu daha makul bir istek gibi görünüyordu. Tabii Valent'in mesleği gibi anlatılmaması gereken şeyler hariç nasıl tanıştığımızdan başlayarak her şeyi anlattım ona. Bebeğimizin kaybıyla ilgili de uzun uzun konuştuk.

"Lâl, sen çok ağır bir bunalım geçirmişsin farkında mısın? Tüm bunlar olurken neden yardım almadın? Profesyonel bir destek sana daha iyi gelebilirdi."

"Valent bana bunu önermişti ama öyle hassas bir dönemdeydim ki Ferit, gerçekten ona ağzıma geleni söyledim. Onu hiç yapmadığı şeyler yüzünden suçladım. Benim iyiliğim için yaptığı hâlde ona çok kırıcı şeyler söyledim."

"Kendini suçlamayı bırak artık. Geçmiş geçmişte kaldı. Hem bak, o hâlâ senin yanında. Seni bırakmadığına göre yanlışlarınla doğrularınla seni seviyor. Buna odaklan."

"Haklısın. Ama şimdi..." Hırıltılı bir nefes verirken iç geçirdim. "Şimdi daha çetin bir savaşın içine girmek üzereyiz ve Valent'in bundan haberi bile yok."

"Valentino henüz hastalığını bilmiyor, öyle mi?"

Evet dercesine başımı salladım. "Bunu bir an önce ona söylemem gerektiğinin farkındayım ama nasıl söyleyeceğimi de hiç bilmiyorum." Gözlerim sulanırken sesim titriyordu. "Öğrendiğinde mahvolacak." Ağlamak üzere olduğumu fark edip yutkundum ve gözyaşlarımı içime ittim. "Güzellik salonundan yeni çıktım, makyajım akacak kahretsin ya!"

"Lâl, sen ölmek üzeresin ve düşündüğün tek şey Valentino'nun buna ne kadar üzüleceği mi?" Yargılamaktan uzak şaşkın bakışları beni süzüyordu. "Sen bu adama bağımlı olmuşsun."

Omuz silktim. Bu bilmediğim bir şey değildi ki. Sağlıklı veya sağlıksız olduğunu sorgulamaksızın Valent'le aramızdaki şeyin arkasındaydım. "Yaşamak hiçbir zaman seve seve yaptığım bir şey değildi ki zaten Ferit. İlk defa hayatım, yaşıyor olmam biri için bu kadar anlamlı. Onu da ölmek üzere olduğum haberiyle yıkmak istemiyorum."

Onaylayarak başını salladı adam. Sağ işaret parmağı gözlüğünü burun direğine doğru itti. "Seni yeniden görmek isterim Lâl. Tabii senin için de uygunsa."

"Yani bu iş yüz seansta çözülecek gibi değil diyorsun."

Alaycı ifademle söylediğim söze güldü adam. "Ne saçmalıyorsun Lâl? Uzun zaman sonra seninle böyle derin sohbet etmek bana da çok iyi geldi." Dürüstlükle "Biliyor musun, okuldayken bu kadar yakın değildik ama ben hep seni uzaktan seyrederdim." dedi ve devam etti. "Gıpta ederdim sana. Varlıklı bir ailenin iyi yetiştirilmiş kızı. Güzel, popüler, herkesi peşinde koşturan, gittiği ortamlarda dikkat çeken... Ne bileyim, herkes gibi ben de hayrandım sana. Belki de hayatına hayrandım." Düzelttiği gerçekle başını hızlıca salladı. "Tabii ya, hayatına hayrandım. Yani hayran olunacak kadar güzel bir kızsın yanlış anlama ama ben hayatının pürüzsüz, mükemmel olduğuna inanırdım o zamanlar. Ulaşılmazdın benim için. İstediği her şeyi elde etmiş, el üstünde tutulmuş, hiç üzülmemiş bir kız."

Ne üzücü. Anlattığı kişinin yanından bile geçmezdim. Konuşmanın başında benden bahsettiğini belirtmeseydi muhtemelen kim bu şanslı sürtük falan derdim. Dudaklarımı bükerek "Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil." yanıtını verdim.

"Haklısın."

Eski bir arkadaşla geçen dertleşme saatleri biraz olsun iyi gelmişti bana. İçimi dökmüştüm. Rahatlamıştım.

Eve döndüğümde Valentino evdeydi. Salonda kahvesini yudumlarken geldiğimi gördü. Çantamı koltuğun üstüne bırakıp yanına gittim. Koltukta doğrulan adama sarılıp dudaklarına bir öpücük kondurdum. "Merhaba hayatım."

"Hoş geldin bebeğim." Dikkatle bana baktı. "Ne güzel olmuşsun sen öyle?"

Güldüm. "Teşekkür ederim. Biraz kendime özenmek istedim. Saç, makyaj falan..."

"Doktora gittin mi?" Sabahki konuşmayı unutmamıştı. Unutur mu hiç? Cin gibiydi, hiçbir şeyi unutmazdı o.

Şimdi işin yoksa bir bahane uydur. "Gidemedim, vakit olmadı."

"Güzellik salonuna gitmeye vaktin var da doktora gitmeye mi vakit bulamadın Lâl?" Başını iki yana salladı beni yargılar gibi. "Yarın ilk işin bu olsun lütfen. Eğer gitmezsen ben seni zorla götürürüm."

"Tamam, tamam gideceğim merak etme." Lafı değiştirmek için "Günün nasıl geçti?" diye sordum.

"Yoğun. Senin?"

"Sürprizli." Meraklı bakışlarını bekletmeden açıkladım. "Üniversiteden bir arkadaşımla karşılaştım bugün. Bizim Ferit. Buraya yerleşmiş. Küçük bir yer tutmuş, danışanlarıyla görüştüğü yeri gördüm falan. Şirin bir yer." Yanına oturdum ve beni ilgiyle dinleyen adama iç geçirerek baktım. "Sonra sohbet ettik, kahve içtik falan."

"Ne hoş. Bir gün buraya davet et, tanışalım."

"Olur tabii." Telefonum çaldığında yerimden kalkıp karşı koltuğa bıraktığım çantamı almak zorunda kaldım ve bu hareket bile beni yormaya yetti. Telefon ekranında Niko'nun adını görmeyi beklemiyordum. Başta telefona bakmamayı düşünsem de merakıma yenildim ve aramayı yanıtladım. Valentino arayan kim dercesine bakarken sanki fark etmemişim gibi davranmak işime geldi. Arayan Nikolai desem evi barkı yıkardı şimdi. Haklı olarak. "Alo."

"Lâl, rahatsız ettiğim için üzgünüm. Müsait miydin?"

Valentino'dan biraz uzaklaşırken "Duruma göre değişir." diyerek karşılık verdim hattın diğer ucundaki adama. Valentino yanımda olmasaydı ne istiyorsun sen hâlâ diye paralardım onu telefonda ama bir terslik sezmesin diye sakin konuştum.

Niyeyse sesi panik hâlinde geldiği için merak etmiştim. "Olanlardan sonra seni aramaya hakkım yok, biliyorum ama başka çarem yoktu, inan."

"Ne oldu?"

"Nadia fenalaştı. Odasını darmadağın etti. Bir şey yemiyor, içmiyor. Hiçbirimizi yanına almıyor. Beni bile." Duraksadı. "Seni görmek istiyor. Artık gelemeyeceğini söyledim ama delirdi. Durum bu kadar ciddi olmasa aramazdım."

Bir yanım o eve gitmenin ne kadar yanlış olduğunu bilip Nikolai'yi reddetmem gerektiğini söylese de diğer yanım Nadia'yı merak etmeden duramıyordu. Konuşmalarımı merakla izleyen Valent'e kaydı bakışlarım. İkilemdeydim.

"Benimle karşılaşmak istemediğini biliyorum. Merak etme, karşılaşmayacaksın da. Geldiğinde ben burada olmayacağım. Sadece Nadia'yla görüşeceksin."

Mırıltıyla "Sana nasıl güveneceğim?" diye sordum. Haklı bir soruydu bu. Daha önce yaptıkları düşünülürse. Haklı ve yerinde bir soruydu.

"Lâl, haklısın. Ama bu Riccardo'yla aranızı bozmak için yapılan bir plan değil. Kardeşim üzerine oyun oynamam. Onun için asla yapmayacağım bir şeyi yapıp Riccardo'ya rağmen seni aradım."

"Tamam."

Telefonu kapattığımda nasıl gideceğimi düşünüyordum. Nadia Nikolai'nin en büyük sırrıydı. Pietro'ya anlatmıştım ama Valent'e bahsetmedim. Sonuçta ikisi de kirli oynamaktan çekinmeyen iki düşmandı. Miloradov ve Riccardo. Benim tarafımsa belliydi ama genç bir kızı da bu savaşa alet etmeye niyetim yoktu.

Merakla gözlerini bana diken adam "Kimdi o?" diye sordu. Beklediğim o soru gelmişti tabii.

"Nikolai."

Onun adını duyduğunda oturduğu yerde tüm kaslarının gerildiğini hissedebiliyordum. Dişlerini sıkarak "Ne istiyor yine?" diyebildi yalnızca.

"O bir şey istemiyor. Ama gitmem lazım." Söylediğim şeyin ona göre ne kadar saçma olduğunun farkındaydım. Aslında her açıdan saçmaydı. Nadia'nın durumunu bilmeyen herkese göre saçma bir durumdu bu. Nişanlının düşmanının evine elini kolunu sallaya sallaya gideceksin. Olacak şey değildi.

Valentino'nun da tepkisi çok farklı olmamıştı. "Ne saçmalıyorsun sen Lâl?"

Ona doğru yürüdüm ve yüzünü ellerimin arasına aldım. "Valentino, bana güveniyor musun?"

"Bunun güvenle ne ilgisi var söyler misin?" Yüzünde herhangi bir yumuşama ya da değişim yoktu. Hâlâ sertti ellerimin arasındaki çehresi.

"Bak, ben oraya Nikolai için gitmiyorum. Onu görmeyeceğim bile. Ama neden gittiğimi de söylememem gerekiyor. Bu benimle ilgili bir sır değil."

"Öyleyse neden gidiyorsun Lâl? Bana tek bir mantıklı sebep söyle!"

Bunun böyle olmayacağını biliyordum. O yüzden sağ elim belimde, diğer elimle çenemi okşarken "Allah kahretsin ya..." diye söylendim istemsiz biçimde. Yeniden Valentino'ya döndüm. "Tamam, bak söyleyeceğim ama bir şartla." Şartımı merakla kaşlarını çatan adama açıkladım. "Bu söyleyeceğim şeyi kesinlikle Miloradov'a karşı silah olarak kullanmayacağına söz vereceksin." Bir an duraksayan adama ısrarda bulundum. "Söz ver."

Ne için söz verdiğini bile bilmeyen adam tedirginlikle çatılan kaşlarıyla karşılık verdi. "Peki, söz."

"Bak söz dedin."

"Söz dedim ya, Lâl. İyice meraka kapıldım. Öfkeleniyorum artık."

Kısa bir an duraksadıktan sonra açıldım. "Niko'nun herkesten sakladığı bir kız kardeşi var." Kibarca durumu açıklamaya çalıştım. "Özel gereksinimli bir kardeşi." Durumu olduğu gibi anlattığımda aslında ben de rahatlamıştım. Benimle ilgili olmayan sırları saklarken bile bu kadar diken üstündeysem kendimle alakalı sırlarda tef gibi gerilmem tuhaf karşılanmasa gerek. "Nadia fenalaşmış. Benim onu görmem gerek. Sana söz veriyorum, Nikolai'yle muhatap olmayacağım. Oraya Nadia'yı görmek için gidiyorum. Zaten ben gittiğimde orada olmayacağını söyledi bana."

Bir süre düşündükten sonra memnuniyetsiz ifadesiyle onaylayarak başını salladı. "Montrel'i de yanına al."

"Tamam. Merak etme bir sorun çıkmayacak."

"Bir sorun çıkarsa sorunu Miloradov'un kafasına kurşun sıkarak çözerim zaten."

"Valentino, lütfen."

Kollarımdan tutup şefkatle gözlerime baktı. "Gecikmeni istemiyorum. Beni merakta bırakma."

"Tamam, merak etme sen. Nadia'yı sakinleştirip geleceğim." Başını sallayarak onaylayan adamı geride bırakarak çantamı aldım ve çıktım.

Kapıda bekleyen Montrel'in arabasına binip "Miloradov'un evine." derken adam şaşırmadı, herhangi bir sorgu sual olmadan arabayı çalıştırdığına göre Valent'in haber uçurduğunu anlamam zor olmadı.

Yoldayken çok düşündüm. Ferit'le konuşmalarımızı. Ne kadar acınasıydım. Kendi kendimi bile iyileştiremezken Nadia'yı iyileştirmeye çalışıyordum. Küçük bir kız çocuğunun yaraları vardı hâlâ kalbimde. Ve o yaralarla gömülecektim. Belki normal bir ailede normal bir insan olarak büyüseydim insanlara güvenmek bu kadar zor olmazdı, Valent'e de bu kadar haksızlık etmezdim. En çok üzüldüğüm ve pişman olduğum şey buydu belki de. Ona haksızlık etmek, onu üzmüş olmak. O bunları hak etmedi. Beni sevmekten başka bir şey yapmadı, benimse bir ağzına sıçmadığım kaldı. Ama bundan sonra öyle olmayacaktı. Onu mutlu etmek için elimden ne geliyorsa yapacaktım. Benim doğama aykırı olsa dahi kavgadan uzak duracaktım.

Miloradov'un evinin önünde durduğumda Montrel "Ben de geleyim sizinle." dese de buna gerek olmadığını söyledim. Ama ısrar etti. "Sizi güvenliksiz bırakamam."

"Tamam, gel. Bahçede beklersin."

İçeri girdik, nazik bir karşılamayla içeri alındık. Tam evin önündeki kapıdan girerken Nikolai'yle karşılaştık. Yanındaki adamıyla çıkmaya hazırlanıyordu. "Merhaba." dedi sakince. "Ben çıkıyorum. Nadia yukarıda, odasında."

Nazik bir baş işaretiyle yanımdan geçip gidecekken çapraz sarılmış yaralı omzuna baktım. "Geçmiş olsun."

"Teşekkür ederim."

"Daha iyi misin?"

"İyiyim." İç geçirdi yorgunlukla kaşlarını kaldırarak. "Beni düşmanımın kurtarmasıyla kırılan onurumu saymazsak..." Gözlerime baktı. "Seni böyle iyi görmek güzel."

Başımı salladım. "İyiyim, teşekkürler."

"Sana söz vermiştim, Lâl. Sözlerimi tutarım. Benimle konuşmak istemiyorsan karşılaşmak zorunda değilsin, bu yüzden gidiyorum. Zaten işlerim var. Yani toplantılarım..." Mahcup bir yüz ifadesiyle "Sana yaşattığım her şey için özür dilerim. Seni seviyorum ve sevmeye de devam edeceğim. Ama uzaktan. Sana zarar vermek istediğim son şey." diye mırıldandı itiraflarını. Sesi biraz daha normal bir düzeye çıktığında devam etti. "Nadia evleneceğimizi düşünüyordu sanırım. Benim gibi. Gerçekleri söylediğimde yıkıldı. Seninle bir daha görüşemeyeceğini anlayınca hırçınlaştı."

"Tamam, ben onunla konuşur onu sakinleştiririm."

"Teşekkür ederim, Lâl. Nadia'ya bu kadar iyi geldiğin için. Ne zaman isterseniz görüşebilirsiniz, ben yine evde olmam. Sadece onunla görüşürsün."

Başımı salladım. "Nadia için elimden geleni yaparım. Onu gerçekten sevdim." Onda kendimden parçalar bulduğumu söylemek istemedim. Başına neler geldiğini de merak ediyordum ama sormadım. Söylemeyeceğini biliyordum çünkü.

Yukarı çıktığımda içeri girmek biraz zor oldu. Nadia her yeri darmaduman etmişti. Beni görünce biraz duruldu. Ona ayrılığın da insanlara ve ilişkilere dair normal bir durum olduğunu, bizim her zaman görüşeceğimizi söyledim. Uzun uzun konuştuk, sohbet ettik. Her zamanki gibi vakit geçirdik. Yeni bir puzzle'a başladık. Ona biraz kitap okudum, müzik dinledik. Sakinleşti. Ona telefon numaramı bıraktım. İstediği zaman arayabileceğini ve görüşebileceğimizi söyledim. İşler yoluna girmişti. Eve dönmemem için bir sebep yoktu.

Kapıdan içeri girdiğimde huzurluydum. Yeniden yuvamda olmak, buraya girmek, Valent'in hayatının bir parçası olmak. Sanırım artık benim de dingin bir hayata ihtiyacım vardı. Bunun için son bir şey kalmıştı. Son bir şey.

İçeri girip merdivenlerden yukarı çıktım. Eskiden bu merdivenleri hoplaya zıplaya çıkardım, inerdim ama şimdi sanki yavaş yavaş bu benim için yorucu geliyordu. Hızlı bir biçimde yaşlanıyormuşum gibiydi. Hani şu Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi'ndeki gibi.

Çalışma odasından çıkan adamla karşılaştığımızda beni gördüğüne mutluydu. "Beklediğimden çabuk geldin."

"Nadia'yla biraz vakit geçirdik. Aslında ben geciktiğimi düşünmüştüm ama... İşlerinden dolayı senin için vakit çabuk geçmiş anlaşılan."

"Dmitri'yle görüntülü görüşmeyle bir toplantı yaptık, yeni bitti."

Birlikte odamıza girdik. O ceketini çıkarırken ben de çantamı askıya astım. Giyinme odasının kapısını aralık bırakıp içeride soyunmaya başladım. Tam karşımda duvara yaslanmış beni seyreden adama bakmadan "Teklifimi düşündün mü?" diye sordum.

"Ne teklifi?"

"Geçmişinle ilgili olanı."

"Lâl, Tanrı aşkına yapma."

Onun homurdanmasına rağmen vazgeçmeye niyetim yoktu. Çünkü biliyordum. İstediğini, bunu düşündüğünü biliyordum. "Bunu bir an bile düşünmediğini söyleyebilir misin?"

"Lâl, istemiyorum."

Kendisine bile yalan söyleyen adama aynı dinginlikle bir soru yönelttim. "Peki, o oda neden hâlâ var?" Bunu bildiğimi bilmiyordu. Bu yüzden donup kaldı. Ambale olmuş gibiydi. "Evinin şarap mahzeninde, o gizli oda neden hâlâ var?"

"Lâl..."

Bunu bir başkasıyla yapmadığını, beni aldatmadığını falan biliyordum. Bunları çoktan geçmiştim ben. Artık ona güvenecek kadar tanıyordum onu ama... Mesele bambaşkaydı artık. O oda hâlâ vardı evinin bir köşesinde. İçine girse de girmese de vardı. Bu da demek oluyordu ki arzularını kamçılayan bu alışkanlıkları tamamen unutmuş değildi. İçinde bir yerlerde zincirlere vurulmuş o hayvan, o canavar gizliydi. "Kendine de bana da yalan söyleme, Valentino. Ben gizli arzularını saklaman gereken kişi değilim. Üzerimde iç çamaşırım, altımda ise eteğim varken soyunma işlemini yarıda bırakıp ona doğru yürüdüm. Yüzünü kendime çevirip gözlerine baktım. "Eskiden öyle biriydim, kabul. Çok fazla yanlış anlamalar oldu. Kendini bana olduğun gibi tanıtamadın. Andrea konusunu gizlemek zorunda hissettin. Anna'ya ilgili sırrını da başkalarından öğrendim. Böyle şeyleri bana anlatmaya hiç cesaret edemedin çünkü her an çekip gitmemden korktun. Haklıydın. Başımıza gelen her şeyde seni bırakıp gittim. Haklı veya haksız hep gittim. Ama artık gitmiyorum Valentino. Buradayım." Yanağının kenarına ve çenesine öpücükler kondurdum mırıldanarak. "Senden başka gidecek yerim yok. Son durağım sensin."

"Lâl, sen o odayı nereden-"

"Bunun hiçbir önemi yok, inan bana." Gözlerine baktım. "Ben ne istediğimi biliyorum Valentino. Ve o odada ne yaşanırsa yaşansın seni suçlamayacağım. Seni bırakmayacağım. Söz veriyorum."

Gözlerime bakan adam yılgın görünüyordu. "Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?"

Başımı iki yana salladım. "Hiç." Kararlı duruşunu bozmadım. "Çünkü ben bize inanıyorum."

Askıdaki tişörtü bana uzattı. "Giy şunu." Söylediğini yaptım ve üzerimi giydim. Elimi tuttu. "Gel benimle." Sesinde suçlu bir çocuk edası gizliydi. Yine onu dinleyip peşinden gittim.

Merdivenleri aşağı indik. En alt katın bir üstündeydik. Burada sinema odası falan vardı. Bir kat daha aşağı indiğimizde şarap mahzeninin önündeydik. İçeri girdiğimizde odayı ilk keşfettiğim gün geldi aklıma. Şarap mahzeninde şarap seçerken dolapla kapanmış gizli, kilitli bir kapı vardı. Onu kapatan dolap biraz yerinden oynamasaydı öyle bir odanın varlığını bile bilmeyecektim. Şimdi o dolap milimi milimine odayı gizliyordu.

Valentino dolabın raflarından birine elini soktu ve orada düğme gibi bir şeye bastı. Dolap dönen bir mekanizmayla kenara çekildi ve kilitli siyah kapı gözler önüne serildi. Kilidi açmak için tuşlara basıp şifreyi girdiğinde kapı zorlanmadan ardına kadar açıldı. Valentino bir adım içeri girdi ve bana baktı. "Hâlâ vazgeçmek için şansın var." Sesinde ilkel bir uyarı gizliydi.

Korkudan altıma dolduracak durumdaydım ama yine de kararlılığımı korudum. "Şans istemiyorum. Seni istiyorum." Vurgulamak istercesine "Bu odada." diye ekledim.

Kapı eşiğindeki adam elini bana uzattı. Bakışları artık her şey için çok geç der gibiydi. "Gel."

Otoriter ve emredici ses tonuyla ürpersem de söyleneni yaptım ve içeri girdim. Burası siyah duvarları olan mezbaha gibi bir yerdi. Lüks bir mezbaha. Etrafta tanımadığım, bilmediğim o kadar çok alet vardı ki. Bazılarını Nikolai sayesinde öğrenmiştim. Şimdiyse tüm bunlara rağmen içinde bulunduğum odaya o kadar yabancıydım ki.

Odanın içinde adımlayan adam bir öğretmen edasıyla konuşmaya başladı. "Burası, bizim yatak odamız değil. Burada yapman gereken tek şey bana itaat etmek. Aramızdaki ilişkinin temeli bu. Ödül ve ceza. Ben ne istersem sorgulamadan yapacaksın. Yaptığın zaman ödüllendirileceğin gibi yapmadığında da cezalandırılacaksın."

"Cezalandırılmak?"

"Söz hakkı vermeden konuşmayacaksın." Kendimi derste azarlanmış bir öğrenci gibi hissediyordum. Sağ elimle düz bir çizgi hâlini almış ağzımı hayali bir fermuarla kapattım. Daha önce tanıdığımın aksine sert, buyurgan ve acımasız görünen adam "Bu kez görmezden geliyorum. Ama aynı şey tekrarlanırsa cezalandırılman gerekecek." Valentino anlatmaya devam etti. "Cezalandırılma biçimleri farklıdır. Bu dominant tarafın zevkine ve itaatkârın direncine göre değişkenlik gösterir. Efendi ve itaatkârın kararlaştırdıkları herhangi bir yöntemle olabilir."

Kafamda bir sürü soru oluşmuştu. Bir sürü. Milyonlarca. Allah'ım, konuşamamak ne zor şeymiş. Karşımdaki adam bunu hissetmiş gibi "Sormak istediğin bir şey var mı?" diyerek sorma hakkı verdi bana. Ama hangi birini soracaktım.

"Kafamda milyonlarca soru işareti var. Hangi birini soracağım?"

"Birini seç."

"Ceza türleri nedir? Nasıl cezalandırılacağım?"

"Bu, ihlâl ettiğin kurallar sonucu sana biçilmiş bir ceza olacağı için senin hoşlanmadığın bir şey olacak. Çok çeşitli ceza türleri var ama ana başlıkta fiziksel ve ruhsal ceza olarak ikiye ayrılır. Bağlama, kırbaç, tokat, mum eritme, sperm yutturma, sert ilişki, tasma takmak, nefessiz bırakmak fiziksel cezaya örnektir. Aşağılama ya da tamamen ilgisiz bırakma da ruhsal cezaya örnek olarak verilebilir."

Dehşet içinde dinliyordum. Umarım şuan bakışlarımdan ne kadar korktuğum anlaşılmıyordur. Çenemi tutmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Bir sonraki söz hakkına kadar beklemek benim kadar geveze biri için çok zordu.

"Sen ne çeşit bir cezayla cezalandırılmayı talep ediyorsun?"

Bu söz hakkı gerektiren bir soru olduğu için sevinmiştim. Konuşabilirdim. "Kırbaç?" Bir an gözüme daha masum görünmüştü. Masum görünene bak. Karşımdaki adamın zekâsını küçümseyip sperm yutturma gibi basit bir ceza seçmedim çünkü amacımı hemen anlardı. Bu bir cezaysa ve kuralları olan bir oyuna girdiysem bu oyunu kurallarına göre oynamalıydım.

Usulca başını salladı. "Cezalandırma yöntemi kırbaç olarak karar verildi." Yavaş hamlelerle gömleğinin düğmelerini çözerken "Bu oda sınırları içinde bana efendim diye hitap edeceksin." dedi. Yüzüme bakmadan yapıyordu tüm bunları. Sonrasında ne yapacağını merakla bekliyordum. "Şimdi kendine bir güvenli kelime seç. Sınırların aşıldığında, durmamı istediğinde kullanacağın basit bir kelime."

Odanın ortasında öylece kalmıştım ve başıma ne geleceğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Annesini kaybetmiş şapşal bir ördek yavrusu gibi etrafa bakarken aklıma gelen ilk karanlık kelimeyi seçtim. "Mahzen."

Doğrular biçimde bana bakarken yüzünde merak emareleri görüyordum. "Güvenlik kelimen mahzen."

Başımı salladım. Anlamını merak ediyor olmalıydı. Sormadı. Ona bahsettim mi hatırlamıyordum. Gömleğini ve pantolonunu çıkaran adam içi dışı görünen cam dolaptan gri bir eşofman altı giydi. Bense verilecek emirleri ve ültimatomları bekliyordum.

Yüzünde buyurgan bir ifadeyle bana döndü. "Soyun." Söylendiği gibi önce üstümü çıkardım, yavaşça fermuarını indirdiğim eteğimden kurtuldum. İç çamaşırlarımla kaldığımda "Onları da çıkar." dedi ifadesiz ses tonuyla.

Sanki onun karşısında ilk kez soyunuyormuşum gibi çekiniyordum çünkü karşımdaki adamın daha önce tanıdığım adamla alakası yok gibiydi. Her zamanki kibar, romantik adamın aksine sert, acımasız, emretmeye programlanmış bir robot gibi. Bizim özel hayatımızın dışındaki o adamdı işte. Acımasız mafya lideri Valentino Riccardo'ydu. Onunla birebir örtüşüyordu.

Utana sıkıla iç çamaşırlarımı çıkardığımda kendimi savunmasız hissediyordum. Kollarımı çıplak göğüslerime sarmıştım. Oda soğuk değildi ama vücudum ürpermişti. "Diz çök." Sanki söylediklerini algılayamamış gibi gözlerinin içine bakıyordum. Tekrar etmekten hoşlanmadığı açık olan adam "Dizlerinin üstüne çök." dedi yeniden.

Söyleneni yaptım. Başıma ne geleceğini bilmeden önünde dizlerimin üstüne çöktüm. Elinde bir göz bağı ile ince uzun deriye benzer siyah bir şeyle geldi. Sopaya benziyordu ama ucunda küçük bir şey vardı. Kamçı gibiydi. Etrafımda usulca dönerken "Bana itaat ediyor musun?" diye sordu.

Başımı sallayarak "Ediyorum." dedim. Sesim kısık çıkmıştı.

"Etmezsen sonuçlarına katlanacağını biliyor musun?"

"Biliyorum."

Elindeki kamçıyı sırtımın üzerinde gezdirdiğinde ürperdim. Kuyruk sokumuma kadar düz bir yolda gidip geldi o şey. Sonra adam arkamdan dolanıp yanıma geldi. İlerideki siyah yuvarlak platformu gösterdi. "Platforma çık ve orada dizlerinin üzerine beni bekle."

Aklında ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu ama söylediğini yaptım. Benim gibi aklı sorgulamaya dayalı çalışan, sürekli sorular soran ve konuşan birine göre bu durum çıldırtıcıydı. Siyah yuvarlak platforma geldiğimde tam ortasında diz çöktüm ve onu bekledim.

Yanıma döndüğünde elinde tuhaf büyük bir materyal vardı. El ve ayak bilekleri için olduğunu tahmin ettiğim kelepçeleri ve bir çubuğu olan tuhaf materyal. Onu platformun dışında bırakıp arkamdan bana yaklaştı. "Şimdi gözlerini bağlayacağım. Tüm emirlerime itaat etmen gerekiyor. Aksi hâlde cezalandırılırsın. Acı senin için dayanılmaz noktaya geldiğinde güvenli kelimeyi söyleyebilirsin. Bunun dışında söz hakkı verilmeden konuşman yasak. Tekrar ediyorum, konuşma yasağını delersen ya da emre itaatsizlik ederse cezalandırılacaksın. Kurallar anlaşıldı mı?" Anladığıma dair başımı salladım. "Güzel."

Gözlerim saten siyah bir bağla bağlandığında hiçbir şey göremiyordum. Bazı takırtılar tukurtular duyuyordum, bunun dışında Valentino da konuşmuyordu. Bir süre böyle geçtiğinde merakım dayanılmaz bir hâl almıştı. Bir el ayak bileklerime dokunduğunda ürktüm. Birkaç saniye sonra el bileklerime kelepçeye benzer deri tarzı yumuşak bağlar takıldı. Oynatmaya çalıştığımda birbirine bağlı olduğunu ve hareket kabiliyetimi kısıtladığını fark ettim.

Valent'in "Uslu dur." sözüyle öyle kurbanlık koyun gibi sabit durdum. Hareket etmedim. Bir süre sonra ayak bileklerime de aynı kelepçeler takıldığında pozisyonum ister istemez yerde yüzüstü yatar vaziyette, popom hafif havaya kalkık durumdaydı. Valentino ellerimdeki kelepçeleri karnımın altından ayaklarımın bağlı olduğu kelepçelerin olduğu yere kilitlediğinde başım ve üst gövdem yerdeydi. Ayaklarımdaki kelepçeleri ise iki yana kaydırıp bacaklarımı araladığında popom havada, ellerim karnımın altından bir çubuğa bağlı durumdaydı. Çubuğa bağlı ayak bileklerim de iki yana ayrılıp gerildiği için biraz acıyordu. Tam popomun üstünde adamın sıcak avuçlarını hissettiğimde güven duygusundan çok ürperti vardı içimde. Bacaklarımda az önce elinde gördüğüme benzer kamçı gibi bir şey geziniyordu. Ben ürperdikçe popom daha da havalanıyordu çünkü vücudum geriliyordu. "Bunun ne olduğunu merak ediyorsun." Herhangi bir yanıt vermeden onu dinlemeye devam ettim. Aksine başıma gelecekleri biliyordum. "Bu, hareket kabiliyetini kısıtlayan ve benim ayarlayabildiğim bir pozisyon aparatı. El ve ayak bileklerini bağlayıp istediğim pozisyonda durman için bu çubuğa kilitleyebiliyorum."

Bu aparata bağlıyken istediğin şekilde hareket etmek neredeyse imkânsızdı. Biraz bacaklarımı hareket ettirdiğimde daha çok kenara açıldılar.

"Uslu durmazsan ayağındaki kelepçeler daha çok açılır ve canın daha çok yanar." Göğsü sırtıma yaslanmış bir biçimde kulağıma fısıldarken onun üstümdeki hâkimiyeti içimi titretmişti. "Bana itaat etmeyi öğreneceksin."

Bir şey söylemeye hakkım yoktu çünkü bunu ben istemiştim. Kendimi korku filmlerinde tehlikeli canavarın mağarasına giren aptal kız gibi hissediyordum. Arı kovanına çomak sokmaktan başka bir şey değildi bu. Kurtulmak istediğim çubuğa daha da esir olmuşken canım yanıyordu. Üzerimden kalkan adam bunu hissetmiş gibi ayak bileklerimdeki kelepçeleri biraz yaklaştırıp önceki pozisyonuna geri soktu. "Şu ana kadar hiç de fena gitmiyorsun." Bir süre ayak seslerini duydum ama ne konuşma, ne hareket ne de herhangi bir aletin sesini duymadım. Dakikalar sonra bana yaklaşan ayak sesleri platforma çıktı ve kısa süre sonra sırtımda bir serinlik hissettim. Soğuk, akışkan ve yapışkan bir sıvı boynumdan sırtıma doğru dökülüyordu. Kuyruk sokumuma kadar gelen bu sıvı beni hem serinletiyordu hem de üşüyordum. Gözlerim kapalı olduğu için hiçbir şey göremiyordum. Sadece koklayabiliyordum. Vanilya gibi bir koku yayılmıştı odaya. Soğuk ve vanilya kokusu. Ne olabilirdi? Aklıma yalnızca bir ihtimal geliyordu. Dondurma.

Boynumu tatlı sert tutan bir el, boyun girintimden başlayıp sıvının olduğu her yeri arşınlayan dil darbeleri içimi hoplatıyordu. Göğsünü sırtıma dayayan adamın ereksiyonunu tam olarak kuyruk sokumumda hissediyordum. O... Patlayacak gibiydi. Dili sırtımdan biraz aşağı inip göğüslerime kadar ıslaklığını sürdürdüğünde dudaklarından boğuk bir zevk iniltisi geldi. "Immm..." Ürperdim ve tahrik oldum. Kalçam patlamak üzere olan sertliğine daha da yapıştı. Bunun üzerine adam kalçamı kendisinden uzaklaştırırken "Rahat dur." diye uyardı. Sanki elindeymiş gibi. Göğüslerimden yukarı çıkıp sırtımdaki sıvıyı yalayarak bitiren adam en son kuyruk sokumuma daldırdı maharetli dilini. Kalçamı, kuyruk sokumumu ve etrafını yaladıktan sonra doğruldu. Gözlerimdeki bağı alnıma kadar kaldırdı. Artık görebiliyordum. Tam karşımda ve tavanda bir ayna vardı. Başımı tavana kaldırdığımda onu çok net bir biçimde görsem de bir an gözlerimi kapadım. Sanki bağ hâlâ gözlerimdeymiş gibi. Vücudu sırtımı ve kalçamı kalkan gibi sararken ellerini kalçamın altında klitorisime doğru olan bir yerde hissediyordum. Tavandaki aynaya baktığımda eşofmanını ve boxerını sıyırdığını görebiliyordum. Büyük ana hazırlandım. Önce sulanmış üçgenime sürttü taş gibi sertliğini. Sanki hiç girmeye niyeti yokmuş gibi oynadı benimle. Oyalandı. Sağ avcuyla bacaklarımın arasını, vajinamı avuturcasına okşadı. İlk parmağı ıslaklığımın kenarlarını zorlarken yalnızca yarısını sokup çıkardı. Çok geçmeden bu kez iki parmağını yavaşça ıslak deliğime sürtüp durdu. Sanki amacı bana acı çektirmek gibiydi. Bu oyuna alışmış bir biçimde beklemeyi bıraktığım anda iki parmağını da sokup çıkardı ve bunu olabildiğince yavaş yaptı. Yavaş ve acı verici bir biçimde. Beklentiyi en üst düzeye çıkardığındaysa canavarını bacaklarımın arasına saldı, az önceki hazırlığı tamamlayıp sertçe içime girdi. Her hareketi yavaş ve oyalayan cinstendi. Sanki bana doyumu öyle bedavadan vermeyecek gibi.

Benimse dayanacak gücüm kalmamıştı. Bacaklarımın arasında kırmızı alarm ışığı yanıp sönüyordu sanki. Kıvranırken istemsiz bir inilti koptu dudaklarımdan. "Ah..." Kendimi zincirlenmiş ve savunmasız hissediyordum. Bu tuhaf bir biçimde beni daha da tahrik ediyordu. Ellerinin izinsizce vücudumda dolaşması, sert hareketleri. "Lütfen..." Dudaklarım benden bağımsız hareket ediyordu sanki.

Usulca üzerimden kalkan adam soğuk bir ses tonuyla "Kural ihlali yaptın." diye mırıldandı. İç çamaşırını ve eşofmanını giydi. "İkinci kez."

Alt dudağımı ısırdım yanlış bir şey yapmış olmanın mahcubiyetiyle. "Özür dilerim." diye fısıldadım belli belirsiz.

"Bunun yasak olduğunu biliyordun." Bir eli sırtımda gezinirken "Ve cezalandırılacağını da." diye ekledi. Sertliğini kalçama sürten adam beni cezalandırırcasına geri çekti. "Cezanın ne olduğunu da biliyorsun." Önce alnımda duran gözlerimin bağını tamamen çıkardı. Ellerimdeki kelepçeleri açılabilir çubuktan ayırdığında beni sırtüst yatırdı. Ellerimdeki ve ayaklarımdaki kelepçeleri çözdüğünde platformun yanındaki siyah zigon masadaki dondurma kutusunu gördüm. Doğru tahmin. Ancak şimdi düşünmem gereken çok daha mühim bir durum vardı. Cezam.

Vücudumu pozisyon aparatından ayıran adam karşımda dikildi. "Ayağa kalk." İkiletmeden yaptım söylediğini. Ayağa kalktım. Platformun tepesindeki daha ince kelepçeleri gördüm. Ellerime o kelepçeleri taktı, beni tavana kilitledi. Ayaklarımı da platformun ortasındaki ayak kelepçelerine bağladı. Bu kez ayakta dümdüz duruyordum. "Şimdi seni cezalandıracağım. Cezan, sembolik olarak üç kırbaç darbesi."

Korkuyla ve ürpertiyle bekliyordum. Arkama doğru yürüyen adamı tavandaki aynadan seyredebiliyordum. Arkamda durdu, kendi arkasındaki dolaptan deri bir kırbaç çıkardı. Henüz vücuduma bile değmemişken onun sırtımda şaklayıp canımı yakacağı anı düşünüp gerildim. Önce kırbaç sırtımda gezinip yumuşak hamlelerle dans etti. Tam kalçamın biraz üstüne geldiğinde ilk şaklamayla inledim. Gözlerim sıkı sıkı kapalı, içimde tuhaf bir his. Korku, dehşet, ürperti, ilginç bir haz ve bilinmezlik. İkinci şaklatışı sırtımaydı. Vücudum öne doğru gerilse de kelepçelerin bağlayıcılığı yüzünden hareket edemedi. Kırbacın üçüncü şakladığı yer ise bel oluğum olmuştu. Acıdan gözlerim sulansa da dişlerimi sıkıyordum. Nefesimi tuttum. Gözlerimde biriken yaşlar serbest kalmasın diye sıkı sıkı kapattım göz kapaklarımı. Onun yanında güçsüz durmak istemedim. Kendisi istedi, şimdi ilk acıda süngüsü düştü desin istemedim.

Bana yaklaştığını nefesinin yüzümü yalamasından hissediyordum. "Bana bak." Sesi emrediciydi ama öncesine göre daha yumuşaktı. Gözlerimi daha sıkı kapattım. O ise tekrarladı. "Gözlerini aç ve bana bak."

Aynadan gördüğüm kadarıyla kan çanağına dönmüş gözlerimle ona baktım. Çenem titrese de onu bir heykel gibi donup kalması için sıkıyordum. Gözlerime bakan adam ise "Gördüğün şeyden memnun oldun mu?" diye sordu. Her hâlinden belliydi, bu yüzünü göstermekten kendisi de memnun değildi. "Gördüklerin hoşuna gitti mi, ha?" Havada asılı ellerime uzanıp kelepçeleri çözerken "İşte bu yüzden görmeni istemedim. Tanışmanı hiç istemedim bu yüzümle." diye söylendi. "Mutlu oldun mu şimdi?" Daha ağırları olduğunu biliyordum. Hydra'daki video kayıtlarında izlemiştim. "Seni defalarca uyardım, dinlemedin. Ama görmen gerekiyordu. Anlamak için görmen gerekiyordu."

Yutkundum. "Bitti mi?" Gözlerine bakmak istemedim. Ona kızgın falan değildim. Kendi istediğim bir şey için ona kızgın olacak değildim. Sadece ağladığımı görmesini istemiyordum. Kimi kandırıyorsam. Görüyordu işte. "Çöz beni." Ellerimi çözdükten sonra ayak bileklerimi de çözdü. Nefes almaya çalıştım. Odadaki tüm oksijen çekilmiş gibiydi. İkimizin de beklediğinin dışında bir şey yaptım. Ona sarıldım. Canımı yakan o olmasına rağmen yine ona sarıldım.

Kollarıyla beni saran adam "Seni uyardım. Beni hiçbir zaman dinlemiyorsun. Canının yanması sana haz mı veriyor?" diye söylenirken başını omzuma yaslamıştı. Bense aynada kendime bakıyordum. Burnumdan dudağıma doğru akan sıcak ılık sıvıyla birlikte paniğe kapıldım. Sağ elimin tersiyle burnumdan akan kanı sildim. Valent'in görmesini, onun yüzünden olduğunu sanmasını istemedim. Şimdi bile çok suçlu hissedebiliyordu kendini. Bir de bunu görse. Düşünmek bile istemiyordum.

Başı omzumda olan adam "Bunu ilk ve son kez yapıyorum. Bir daha olmayacak." derken kararlılığı sesinden okunuyordu. "Bu odayı da bugün yok ediyorum. Bu iş bitti." Beni kucaklayıp odadan çıkardı.

Yorgun bedenim onun kucağına yığıldığında herhangi bir karşılık vermedim. Gördüklerim, yaşadıklarım bana yetmişti. Geçmişteki Valent'i tanımak istiyordun, al tanıdın sonunda Lâl. İstediğimi aldığıma göre sırada yapmayı hiç istemediğim bir şey vardı. Ona kendimle ilgili gerçeği anlatmak.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🔥 Halikarnas'ta Bir Gece hikâyemiz 2 MİLYON olmak üzere! Bunun için hepinizi kutluyor ve teşekkür ediyorum! Harikasınız! İlginiz harika! Bu aşk bitmez diyelim mi? 😍 Yeni bölümümüz beklenenin aksine bir bölüm oldu bence. Öncelikle bölümümüzü nasıl buldunuz? Buraya yazabilirsiniz. Valent'in hiç bilmediğiniz, tahmin etmediğiniz bir yanıyla tanıştınız, ne hissediyorsunuz? Lâl yine istediğini alana kadar durmadı ama beklediğinden daha fazlasını aldı. Peki yeni bölümümüzde neler olacak sizce? Tahmin, istek ve teorilerinizi buraya yazabilirsiniz. Lâl gerçeği anlatmaya karar verdi, bu konuyla ilgili neler düşündüğünüzü de bilmek isterim. Son olarak geleneksel istek Lâlentino sahnelerinizi buraya yazabilirsiniz, hepsini okuduğumu biliyorsunuz. Unutmayın, ne kadar çok yorum gelirse yeni bölüm o kadar çabuk gelir. Sizleri aşırı aşırısı seviyorum ve kaçıyorum! Sevgiler, bol bol kokulu öpçükler! 😘

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub

Loading...
0%