@buzlarkralicesi
|
-12- ❝Lâl❞ İlk danışanımı uğurladıktan sonra Şebboy'dan bir kahve rica ettim. En azından Hydra'daki gecede her şeyin yolunda olduğunu bilmek güzeldi. İçim biraz olsun rahatlamıştı. Kahvemi beklerken kapı çalma adeti olmayan Başkan, bir hışımla içeri girdi. İstifimi bozmadan onu oturduğum yerden seyrettim. "Hayırdır Başkan, sonunda profesyonel desteğe ihtiyacın olduğunu anladın sanırım." Alaycı ve iğrendiği belli bir gülüşle suratıma bakıyordu. "Ama senin kafandakileri ben iyileştiremem. Sana daha profesyonel biri lazım." "Komik olduğunu mu sanıyorsun?" "Biraz." "Bu senin oyunun mu?" Dediklerinden tek kelime anlamadan onu dinliyordum. "Riccardo'nun gelişi!" diye açıkladı ve bunu yapmaktan bile rahatsızlık duyuyordu. Sanki Valentino'yla iş birliği yaptığımıza emin gibiydi. "Onun ölmediğini biliyor muydun? Bu oyunu birlikte mi kurdunuz?" "Ne saçmalıyorsun Allah aşkına? Ben sen miyim? Arkadan iş çevirmeyi en iyi sen bilirsin!" "Laf ebeliği yapma!" "İster inan ister inanma, benim bir şey bildiğim yok." Duraksadım ve içimden geçeni söyledim. "Bu hastanenin satılmaması için en çok ben çaba sarf ettim. Ama sen yine bir katakulli çevirip istediğini yaptın, hastaneyi satmayı başardın. Kendi kazdığın çukura kendin düştün. Şimdi kimseyi suçlama." Söylediklerimden ikna olmayan adam "2 yıldır yaslı kadın rolünü çok iyi yaptın, tebrikler." derken başını aşağı yukarı sallıyordu içten içe delirmiş gibi. Bense rahatlığımı hiç bozmadan kendime güvenen bir edayla ayağa kalkıp kollarımı kavuşturdum. "İstediğini düşünmekte özgürsün, Başkan. Senin ne düşündüğün benim umurumda değil. Ama şunu çok iyi bil, ben sen değilim. Bu konuda senin eline su dökemem." "Nankör." "Şeytan bile düğme ilikler senin karşında." Kafa ütüleyen Başkan, buradan bir sonuç alamayacağını anlayınca "O adamla birlik olup kurduğun tüm oyunları bozacağım, göreceksin." dedi. Kapıdan çıkan adamı "Anca gidersin." diyerek uğurladım. Başkan'ın Valent'le birlik olduğumu düşünecek kadar paranoyaklaşması ne acınasıydı. Kafayı bizimle bozmuştu. Bir yandan da haklıydı. Yıllardır emek verdiği bu hastaneyi kendi elleriyle Valentino Riccardo'nun kucağına vermesi onu gerçekten çok gülünç duruma sokmuştu. O da saldıracak yer arıyordu hâliyle. Sonraki danışanım çıktığında öğle yemeğine çıkmak üzere masamı toparlarken gözlüğümü çıkardım. Kapı çaldı. "Girin!" İçeri Zehra hemşire girdiğinde buraya geliş sebebini merak ettim ve yüzünde belirgin bir heyecan olduğu için merakım daha da arttı. "Hayırdır Zehra?" "Valentino Bey sizi odasında bekliyor." Duraksamaksızın "Daha çok bekler." derken bir an Zehra'nın yüzüne baktıktan sonra masamı toplamaya devam ettim. Hastanenin yeni sahibine rest çektiğimi görüp şaşıran Zehra hemşire "Böyle mi diyeyim?" diye sordu. "Ne istersen söyle Zehra, gitmiyorum. Ondan da korkmuyorum." Kısa bir an duraksadıktan sonra duyduklarını hazmeden Zehra içindeki sabırsızlığı bastırmaya çalışarak sakince odadan çıktı. Ancak dışarıda koştura koştura bir yandan bunu dedikodu hâline getirip herkese anlatırken bir yandan da Valentino'nun odasına gidip söylediklerimi kelimesi kelimesine yetiştireceğine son derece emindim. Yemeğe çıkmak için hazırdım. Tam odamdan çıkmak üzereydim ki bizimkiler de beni almaya gelmişti. Evin, Ahmet ve Wendy girmişti içeri. Söylediklerine göre Giray ve Türkü de bahçede bizi beklerken sigara içiyordu. Evin "E hazırsan yemeğe geçelim." derken sabırsız görünüyordu. "Ben kurt gibi açım." Karşılık olarak "Kızım ben masayı bile yerim şuan." diyen Ahmet bu konuda Evin'le yarışır gibiydi. "Zaten sabahki kahvaltı da kesmedi beni." Benimse canım yemekten çok kahve çekiyordu. Bizim kafeteryanın kahvelerini içmek için sabırsızdım. Yine de bir iki lokma bir şeyler yeriz diye düşündüm. "Hadi çıkalım o zaman." derken kapı açıldı, içeri beklenmedik bir anda o girdi. Valentino Riccardo. Ahmet iki adım geri çekilip adamın tepeden bakan gözlerine karşılık ezilmiş gibi olduğu yerde durdu. Valentino ise meydan okur gibi bana baktıktan sonra bizimkilere döndü göz ucuyla. "Bize biraz izin verir misiniz?" Ahmet arabalardaki süs köpekleri gibi başını hızla aşağı yukarı sallarken Wendy ve Evin'i kolundan tutup dışarı çıkarıyordu. O sırada aralarında Valent'le hukuku olan Wendy gözlerini kısarak "Sana hiç yakışmadı." derken oldukça cesur görünüyordu. Ah Wendyciğim, bir kandırılan sen misin? Bu adam beni kandırdı 2 yıl boyunca. Sevdiğim kadın dediği beni, beni. Odada yalnız kaldığımızda çatık kaşlarımla azarladım onu. "Sen ne hakla böyle kapıyı çalmadan giriyorsun içeri?" "Çağırdım, gelmedin." "Bir de ayağına mı gelecektim?" "Artık konuşmamız gerekmiyor mu sence de?" "Gerekmiyor!" "Lâl-" "Valentino vaktim yok. Hele seninle konuşmaya hiç yok." Adamın beklenti dolu bakışlarına karşılık olarak açıkladım. "Bak, belli ki çocuğun var sanıp gelmişsin buraya. Ama yanlış alarm. Işık senin kızın değil. O bizim çocuğumuz değil." "Biliyorum, Lâl. Detaylı araştırınca bu bilgiye ulaşmam zor olmadı." "Yani kaçtığın deliğe geri girebilirsin." "Lâl, ben kaçmadım. Ayrıca yalnızca çocuk için geldiğimi düşünmen çok saçma." "Valentino, o kadar düştün ki gözümden, o kadar güvenmiyorum ki artık sana, boşuna konuşup da karşımda küçülme." "Miloradov'la aranızda ne geçti?" Aniden sorduğu bu soruyla tokat yemiş gibi olduğum yerde kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. "Ne?" "Dediğimi duydun." Gözleri çakmak çakmaktı. Sorduğu sorunun yanıtını almadan da duracağa benzemiyordu. "Onunla aranızda ne geçti?" Kısa bir an kendimi toparladıktan sonra dimdik durdum karşısında. Benim utanacak bir şeyim yoktu. Asıl o utanmalıydı. "Sana ne Valentino? Seni ne ilgilendirir bu?" Sertçe soluduktan sonra "İlgilendirir." diyerek karşılık verdi. "Aranızda geçen o gecede ne oldu?" Hayır. Bunu yapmayacaktım. Onun içini rahatlatmayacaktım. 2 yıl boyunca sana yaşattıklarını hatırla. O, yastığa başını rahatça koymayı hak etmiyordu. "Deliler gibi seviştik, oldu mu?" Sinsi bakışlarla intikam alır gibi gözlerine baktım. "Ve yatakta da çok iyiydi." Öfkelenmesini istiyordum. Delirmesini. Hatta mümkünse kafasını duvarlara vura vura patlatsın. Pislik herif. Kolumdan sertçe tutarken dişlerinin arasından "Beni kızdırıyorsun, Lâl." diye hırladı adam. Belli ki hâlâ söylediklerimin gerçekliğini reddetmek istiyordu. Belki de gerçek olmadığını hissediyordu. Ancak bu yine de kuduz köpekler gibi öfkeden gözlerinin kızarmasını engellemiyordu. Hışımla kurtardım kolumu onun elinden. "Senin kızmaya hakkın var mı sanıyorsun?" Öfkeli bakışları yüzümü tararken bağırdım. "Ya sen kimsin? Kim olduğunu sanıyorsun da kızıyorsun?" Ona arkamı dönüp odada volta atarken tükürürcesine söylendim. "Yalancı, düzenbaz!" O ilk günkü öfkeyle arkama, onun yüzüne döndüm. "Sen beni bırakıp gittin! Neyin hesabını soruyorsun hâlâ?" "Seni bırakmadım." "Gittin!" "Gitmedim, Lâl!" Sakinleşmeye çalışan bir ifadeyle yutkundu adam. "Seni bırakmadığımı çok iyi biliyorsun." "Ben artık senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim tüm doğrular yalan çıktı çünkü." "Seni bırakmadım. Bırakmam." "Kapa çeneni Valentino." "Seni seviyorum." "Valentino, sus!" Kan beynime sıçramış durumdayken yükselen sesimi düzene soktum. Sert bir fısıltıyla devam ettim. "Dudaklarınla kirletme o cümleyi sakın." Son kez acıyan gözlerle ona baktıktan sonra çıktım odadan. Kapıda çocuklarla karşılaştık. Ahmet kapıyı dinlerken yakalandı ama buna dikkat edecek durumda olmadığımdan olsa gerek, yakalandığına dair bir mahcubiyet göremedim yüzünde. Aksine, gayet yüzsüz bir şekilde "Hayırdır, İtalyan enişte bi yoklama çekmiş?" dedi sorarcasına. "Ahmet kapa çeneni, alırım ayağımın altına şimdi." Öfkeli olduğumun farkına varan adam, öfkeliyken yanıma yaklaşılmayacağını bildiğinden, ağzındaki fermuarı çekti. Wendy ise gayet ciddi ve meraklı bir yüz ifadesiyle soru sormaktan çekinmedi. "Valentino ne diyor?" "Ne diyecek, saçma sapan konuşuyor işte." "Ne bileyim... Odasına çağırmış gitmemişsin, ayağına gelmiş falan." Öfkeyle yürürken söyleniyordum. "Arkadaş kendini Kanuni falan sanıyor, ben yaptım oldu havaları falan. Niye yaptın diyorum, öyle olması gerekiyordu diyor." Çenesini tutmayı bu kadar süre becerebilen Ahmet konuya dahil oldu. "Dua et de ben öyle uygun gördüm dememiş." Bahçeden Türkü ve Giray'ı alıp hastaneye geldiğimizde kahve isteğime daha fazla karşı koyamadım. On beş dakika sıra bakleme pahasına da olsa kafeteryadan bir kahve aldım, Giray ve Türkü de sert bir kahve alarak eşlik etti bana. Diğerleri aç olduğu için bir şey almadılar. Yemekhaneye giderken toplantı odasının Aralık kapısından Başkan'ı gördüm. Valentino'yla tartışıyorlardı. Başkan yırtınır gibi bir şeyler anlatırken Valentino gayet rahat görünüyordu. Oturduğu yerde kapı aralığından bana bakıyordu. Giray bir ona bir bana baktığında "Bu Valentino Riccardo denen adam ne iş?" diye sorarken göz kırptı ve kahvesinden bir yudum aldı. "Niye geldi?" Bense Başkan'la tartışmalarını izlerken "Sanırım Başkan'ı becermeye geldi." yanıtını verdim. Başkan'ı nasıl çıldırttığını göz önüne alırsak çok da mümkün görünüyordu. Hazırcevap Giray ise karşılık verdi. "Peki neden seni becermek ister gibi bakıyor?" "Kapa çeneni Giray." Bana bakan Valentino'yla göz göze gelmemeye çalışarak bizimkilere döndüm. "Hadi yemeğe inelim. Bunlar birbirini yesin." Koridorun hemen ucunda Luigi ve Pietro'yla karşılaştık. Uzun uzun baktım ikisine. Sonra bakışlarım Pietro'ya döndü. "Sana da yazıklar olsun, Pietro. Luigi neyse de, senden bunu hiç beklemezdim." "Üzgünüm, Lâl ama... Biliyorsun, Valent-" Gerçekten mahcup olan adamın açıklamasını bile beklemeden önünden geçip gittim. Öfkeli olduğum için Wendy ve Luigi karşılaşmasının nasıl olduğuna dair bir fikrim yoktu. Olay sonrası Wendy'le konuşurken maç sonrası pozisyon yorumlarında alırdım onun ifadesini. Yemeğe indiğimizde Ahmet'in aç olduğu konusunda abartmadığını gözlerimle görünce inandım. Tabldotunu yemeklerle doldurmuş boş bir masa arıyordu. Ve gözlerinde ne kadar aç olduğunu görebilmek mümkündü. On dakika daha aç kalsaydı bizi yiyecekti herhâlde. Boş bulduğumuz masaya oturup yemeklerimizi yerken Aydın Hoca geldi. Bizi başıyla selamladıktan ve hoş beş ettikten sonra "Lâl, sizin bu hastanenin sahibiyle aranızdaki sorun ne?" diye sordu. Nereye gidersem gideyim bu adam karşıma çıkmak zorunda mıydı? Tam unutmaya çalışırken birileri gelip yine onu hatırlatıyordu bana. Gerçi aynı hastanedeyken onu nasıl unutabilirdim, meçhuldü ama... "Bir sorun yok hocam." "Eski nişanlı olayı-" "Alakası yok hocam. Sadece kendisinden hazzetmiyorum, olan bu." Pek ikna olmayan adam başını hafif yan yatırırken "Tamam, sen öyle diyorsan..." dedi ve konuyu kapattı. O sırada Aydın Hoca'nın çalan telefonu da konunun kapanmasına son derece katkı sağlamıştı. O telefonla konuşurken yemekhaneye Valentino'nun girdiğini görüp dişlerimi sıktım. Evin olanlardan habersiz bir biçimde "Ahmet bana portakal suyu alır mısın?" diye sorarken Ahmet oralı değildi. Bakışları kapıdan giren Valentino'yla benim aramda gidip gelirken Evin'in isteğini reddetti. "Ben bu boks maçını kaçıramam kızım hiç kusura bakma." Ahmet'in yanında gayet olgun kalan Wendy "Ne boks maçı canım, koca koca insanlar." derken kendi söylediğine inanmaya çalışıyordu. Beni sahiplenir gibi koluma girmişti. Ahmet de durur mu, yapıştırdı cevabı. "Niye Lâl'i kolundan sıkı sıkı tutuyorsun o zaman? Saldırmak üzere olan kuduz köpek gibi..." Wendy "Sen sus!" diyerek ona haddini bildirirken aceleyle bana döndü. "Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı kaçmasın." Giray çatalını ağzına götürürken "Bize doğru geliyor." dedi. Bir gözü buraya doğru gelen Valentino'daydı. Ahmet'le Giray bir maç karşılaşmasını izliyor gibiydi. Aydın Hoca ne zaman geldiğini görmediğim Başkan'la bir şeyler konuşurken Başkan'ın bakışları bize döndü ve Valentino'nun masamıza yaklaştığını görünce bir hamle yapıp bizim masamıza geldi. Biz daha Valentino'yla konuşma fırsatı bile bulamamışken bakışları ikimizin arasında gidip gelen Başkan hesap sorar gibiydi. "Siz... ikiniz planladınız bunu değil mi?" Delirmiş gibi bu fikirle ortalıkta gezen Başkan'a acıyan gözlerle baktım. "Sen kafayı bizimle bozmuşsun." Sanki toplantı odasında yaptıkları kavga ona yetmemiş gibi Valentino'ya döndü. "Neden geldin?" Valentino ise bana bakarak özgüvenli bir şekilde karşılık verdi. "Bana ait olanları geri almaya geldim." Bir şey saklama gereği duymayacak kadar cüretkârdı. Yani her zamanki gibi. Ahmet sadece bizim duyabileceğimiz bir sesle "Yandı buralar." diye mırıldanırken bana gerek kalmadan Giray'dan bir dirsek yedi. "Oğlum sus, şimdi Lâl ağzını kırıp eline verince yanmak neymiş göreceksin." Valent'in meydan okuyan bakışları içime işlerken kendime hâkim olmak zordu. Tabii günbegün artan, ona beslediğim devasa öfkem olmasaydı. Ona doğru bir adım atıp aynı meydan okuyan bakışları iade ettim. "Hayırlı uğurlu olsun, yakında götümüzdeki donu da satın alırsın." Durumdan keyif aldığını gizlemeyen hafif sinsi bir gülüş sonrası kulağıma eğilip fısıldadı Valentino. "İnan bana iç çamaşırlarını daha zevkli bir yolla çıkarmayı tercih ederim." Keyifli bir yüz ifadesiyle bana baktıktan sonra elleri ceplerinde usulca yanımızdan ayrıldı. Giray merakla "Ne dedi o?" diye sorarken söz almak için sabırsızlıkla bekleyen öğrenci gibi Ahmet atıldı ortaya. "Ben duydum!" Dişlerimin arasından "Kapa çeneni Ahmet." diye tıslamakla yetindim. Ona sus, kapa çeneni, kes sesini demekten yorulmuştum ancak belli ki ilerleyen günlerde bunu sıkça tekrarlamak zorunda kalacaktım. Hışımla masadan kalkıp Valent'in peşinden gittim. Yenilgiyi kabul etmeye hiç niyetim yoktu. Hızlı adımlarla ona yetişip kolundan tuttum ve sertçe çektim. "Sen ne yaptığını sanıyorsun?" "Söyledim. Benim olanları geri alıyorum." "Her şey senin için bir oyun değil mi? Bu hastaneyi satın alman, Başkan'ı kışkırtıp damarına basman..." Elleri ceplerinde olan adam sırtı dikleşirken "Babana bu kadar düşkün olduğunu bilmiyordum." dedi. Ancak bu söylediklerinden pek memnun görünmüyordu. Ses tonunda alay seziyordum. Valent'in odasına kadar tartışarak geldiğimizin farkında bile değildim. Farkında olduğum tek şey, bu egoist herifin asfalyalarımı attırdığıydı. Kapısını çarpıp peşinden içeri girdim. "Babama düşkün olduğum falan yok. Ben bu hastaneye çok emek verdim." Ona olan sinirimi nasıl çıkaracağımı bilmiyordum. Suratına bağırıp çağırmak istiyordum. Beni bıraktın, terk ettin, bana yalan söyledin, adi herif diye bağırmak istiyordum. Ve daha birçok şey. Ama oynadığı bu oyunun sinirimi bozduğunu dile getirmek o an benim için daha kolaydı. Kalp kırıklıklarımı önüne dökmenin aksine. "Sonra sen bir yerden çıkıp emeklerimin üstüne yatıyorsun." İfadesiz bir yüzle beni izliyordu. Ne hissettiğini yüzünden asla anlayamıyordum. "Dedem kurdu benim bu hastaneyi." Tek kaşı havada olan adam "Deden?" diye tekrarladı sorar gibi. Yalnızca ikimizin bildiği bu sırla beni vuruyordu aklınca. Komik. "Yine abuk sabuk konuşuyorsun, laflarına dikkat et." İlk defa bakışları ve yüz ifadesi daha ciddi ve samimi bir hâl alan adam ellerini ceplerinden çıkardı. "Lâl, sana saygısızlık etmeye çalışmıyorum." Gözleri gözlerime değerken ona sarılmak istiyordum. Yılların özlemini çıkarmak. Sonra onu tokat manyağı yapmak. Ama onun yüzünden ayrıldığımızı hatırlayınca öfkem alevleniyordu. Gururum izin vermiyordu kalbimin çözülmesine. "Gittim." dedi dürüstçe. "Öyle gerekiyordu." En nefret ettiğim cümleydi bu. Öyle gerekiyordu. Bunu en duygusuz şekilde söylüyormuş gibi hissediyordum. Öyle olmasa bile ben öyle hissediyordum. Sanki o hiç acı çekmiyormuş da tek acı çeken benmişim gibi. "Öfkelenmeni anlayabiliyorum ama seni korumak için yaptım. Şimdi de seni geri kazanmaya çalışıyorum." İşaret parmağımı öfkeyle sallarken "Aklından bile geçirme." dedim. "Eğer beni korumak istiyorsan, benden uzak dur!" Başını yavaşça iki yana sallayan adamın sinir bozucu derecede kararlı duruşu öfkemin fitilini daha da ateşliyordu. "Ya sen bana ne kadar acı çektirdiğinin farkında mısın? Ne biçim bir insansın sen? En azından benim bilmem gerekirdi yaşadığını!" Çıldırmak üzereydim. "Küçücük bir haber ya! Bir not! Bu kadar mı zor?" "Haber verseydim beni görmek isteyecektin." Durup gözlerine baktığımda "İstemeyecek miydin?" diye yineledi. "Yaralandığımda Pietro'yu sıkıştırıp yanıma gelmeye zorladığını unutmuş gibisin." "Bu geçerli bir sebep değil!" Benim aksime sakin bir ifadeyle "Geçerli bir sebep." diyerek karşılık verdi. "Takip ediliyordun. Yanıma gelmekte ısrarcı olduğunda -ki olacağını adım gibi biliyordum- her şey açığa çıkacaktı." Umurumda bile değildi. Söylediklerinin mantıklı oluşu. Kendince haklı oluşu. Hiçbiri umurumda değildi. Başımı hayal kırıklığına uğramış gibi iki yana sallarken gözlerimin dolmasına izin veriyordum çaresizce. "Bunu bana yapmaya hakkın yoktu. Hakkın yoktu, Valentino." "Miloradov'la aranızda ne olduğunu söylemeyecek misin?" Yüzüne baktıktan sonra hınçla "Hayır!" dedim ve odasından çıkmak üzereyken ekledim. "Yıllarca sana sadık kalmanın acısını bir gecede çıkardım. Sefam olsun, oh!" Kapıyı çarpıp çıktım. Arkamdan geldiğini hissediyordum ama asla arkama dönmedim. Koridorda onun sesi yankılanana kadar yürümeye devam ettim. "Duruyor mu hâlâ?" Anlamsız sorusuyla ona dönmek zorunda kaldım. İki saniye duraksadıktan sonra arkama döndüğümde neredeyse burun burunaydık. "Ne duruyor mu?" Bakışları kalbimi işaret ederken "Dövmen." yanıtını verdi. "Seni ilgilendirmez." Tam gidecekken yeniden döndüm ve işaret parmağımı tehditkârca sallamayı ihmal etmedim. "Ayrıca kendini o kadar önemseme." Arkamı dönüp büyük bir özgüvenle yanından ayrıldığımda Miloradov'la bir şeyler yaşadığımı düşünüp mahvolmasını istiyordum. 2 yıl boyunca yaşadığım şeylerin aynısını yaşayıp acı çeksin istiyordum. Bencil pislik. Bu kez ona teslim olmayacaktım. Akşam işlerim erken bittiği için bizimkilere haber verip erken çıktım. Beklemeyi teklif etsem de eve gidip dinlenmem konusunda ısrar ettiler. Arabama binip eve doğru yola çıktım. Akşamın karanlığında şehrin ışıkları parıl parıl parlıyordu. Normal yolda çok fazla trafik vardı. Çoğu zaman tercih ettiğim kısa yolu izledim. Hydra ve Rio gibi birçok kulübün olduğu sokağın arkasındaki karanlık yoldan döndüm. Ne zamandır bu sokağın aydınlatmalarını tamir ettirememişlerdi. Sokağın arasında ilerlerken arabamın ön tarafından şiddetli bir ses geldi. Ani fren yaptığımda yüreğim ağzıma gelmişti. Bir hayvana mı çarptım diye düşünürken korkuyla arabadan indim. Arabanın önüne baktığımda o sesi çıkaranın büyük bir taş olduğunu fark ettim ve rahatladım. Derin bir nefes alırken bir el ağzımı kapatıp omzuma dokundu. Korku dolu bakışlarım arkama döndüğümde "Sus, sesini çıkarma!" dedi ve kısa süre sonra tehditkâr ses tonu yalvarmaya dönüştü. "Sessiz ol, lütfen." Şaşkınlıkla gözlerine baktım. "Senin burada ne işin var?" Onu bu kadar uzun zaman sonra karşımda görmeyi ummuyordum. Kapüşonunu kafasından aşağı indirdiğinde sol gözünün tamamı morarmış olan kadın bana baktı yalvarır gibi. "Buna mecburdum." Azize. Bana yaptıklarından dolayı ne kadar nefret etsem de yüzünün hâlini görünce merhamet duydum istemsizce. Morarmış gözü, yüzünde çürümüş yara izleri. "Senin bu hâlin ne?" Eliyle yüzünü gösterirken alt dudağı titredi. "Başkan'ın marifeti." İçli bir nefes aldı. Yüzü kırgınlıklarla doluydu. "Bunu bana babam yaptı. Öz babam." Üzülmüştüm. Ama hiç şaşırmamıştım. Şerif Günday'ın ne kadar canavar ruhlu olduğunu en iyi ben bilirdim. Ne kadar anlatmaya çalışsam da anlamayan, benden intikam almaya çalışan Azize de bunu öğrenmişti sonunda. Öte yandan ona hâlâ güven duymuyordum. Bu da yeni oyunlarından biri olabilirdi. Temkinli yaklaştım. "Neden yaptı?" "Bana sahip çıkmasını istedim. Bunun mümkün olmayacağını söyledi. Ortaya çıkıp her şeyi anlatacağımı söylediğimde beni tehdit etti." Yüzündeki yaraları ve gözündeki morluğu göstererek "Bu da uyarısı oldu." diye ekledi. Merhametime yenilmemek konusunda dikkatli olarak sordum. "Benden ne istiyorsun?" Geçmişten ders almış biri olarak artık her söylenene inanmıyordum. "Bana yardım et, Lâl." Herhangi bir yanıt vermeme fırsat bırakmadan aceleyle ekledi. "Biliyorum, sana yaptıklarımdan sonra buna yüzüm yok. Ne desen haklısın. Ama senden başka çarem yok." Acıyla yutkundu. "En büyük düşmanımdan yardım istiyorum çünkü bana yardım edebilecek kimse kalmadı. Dokuz bana sırtını döndü. Babam sahip çıkmıyor." "Sana neden güveneyim?" "Haklısın. Güvenemezsin ama en azından dene. Yemin ederim bu kez art niyetim yok. Zaten senden başka gelebileceğim bir kapı olmadığı için buradayım. Aslında evine gelecektim ama çok kalabalık olduğu için gelemedim. Günlerdir seni takip ediyorum, bu yüzden uzun süredir seni burada bekliyorum. Uygun zamanı kolladım. Çaresiz olmasam neden bu kadar uğraşayım?" Temkinli duruşumu bozmadan "Peki, benden nasıl bir yardım istiyorsun?" diye sordum. "Ben senin için ne yapabilirim ki?" "Başkan'ı devirelim Lâl." Nefes nefese hevesle anlatmaya başladı. "İkimiz bir araya gelirsek çevirdiği dolabı ortaya çıkarabiliriz. Ama bunu tek başıma yapamam. Senin yardımına ihtiyacım var." Kuşkulu bakışlarım onu süzdü. "Böyle konuştuğuna göre bir planın var." "DNA testiyle senin Başkan'ın kızı olmadığını, gerçek kızının ben olduğumu ispatlayabiliriz. Ama bunu yaparken Başkan'ın asla fark etmemesi gerekiyor. Yoksa Başkan test sonuçlarını değiştirir ve tezgâhını bozmamıza izin vermez. Bütün plan boşa gider. Ve bu sefer ikimizi de bitirir." Arabaya yaslandım ve sağ elimi belime dayayarak dinlemeye devam ettim. "Eee sonra?" "Eesi... Sen ünlü birisin, basını çağırıp açıklamanı yaparsın. Başkan'ın tezgâhını bozarız." Merak ve heyecanla bana baktı. "Ee ne diyorsun? Bana yardım edecek misin, Lâl?" Bir süre sessizce onu seyrettikten sonra hâlâ tam anlamıyla ona güvenebilmem mümkün görünmüyordu. Bu yüzden acele etmeyecektim. "Sana hemen güvenemem, Azize. Hele ki yaptıklarından sonra." Hevesi kırılmış kadının yüzünde umutsuzluk belirdi. "Bu yüzden düşünmek için bana zaman ver. Samimi olup olmadığına karar verdiğimde sana ulaşmam için numaranı bırak." Son sözlerimle yeniden heyecanlanan kız hızla başını aşağı yukarı salladı. Kapüşonlu hırkasının cebinden çıkardığı kâğıdı elime tutuşturdu. "Acele karar verme, ne olur." Kararlı bakışlarıyla gözlerimin içine baktı. "İkimizin de hayatı senin ellerinde, unutma." Arkasını dönüp gitmek üzere olan kızı "Azize!" diyerek durdurdum. Heyecanlı bir beklentiyle bana döndü. Ondan yanıtını almak istediğim bir soru vardı. "Evime o kutuyu sen mi gönderdin?" Anlamayan gözlerle bana bakıyordu. "Hangi kutuyu?" İfadesi samimi görünüyordu. Gerçekten habersizdi. O göndermediyse kim göndermişti? "Tamam, boş ver." Onaylayan bakışlarla başını sallarken "Senden haber bekleyeceğim." dedi Azize. Etrafına bakınan kız aceleyle sokak arasının karanlığında kaybolduğunda bu olanların gerçekliğini sorguladım. Azize Günday. Hayatını mahvettiğimi düşünen, bana akıl almaz tuzaklar kuran kadın benden yardım dileniyordu. Ne kadar inanabilirdim ki? ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |