@buzlarkralicesi
|
-13- ❝Lâl❞ Kliniğin altındaki toplanma alanının gözlerden uzak bir yerinde kendime ait bir odam vardı. Bu klinik kısmen de olsa bana ait olduğu için evim gibiydi ve zaman zaman burada kaldığım bile oluyordu. Bu oda rahatlamama yardımcı oluyordu. Ne zaman canım sıkkın olsa, rahatlamak istesem burada alıyordum soluğu. Bugün de bu odadaydım. Yanımda arkadaşlarım da vardı. Mesainin başlamasına daha vardı, o yüzden kafeteryaya gidip kahve içmek ya da kahvaltı yapmak dururken odadaki kum torbasını yumruklarken korkuyla beni seyretmeyi tercih etmişlerdi. Farklı bir eğlence tarzları vardı. Bense kum torbasına her vuruşumda onu hayal ediyordum. Hayatımı mahveden hayatımın aşkını. Şimdilerde can düşmanımı. Valentino Riccardo'yu. Onun çenesine indiriyormuşum gibi sert bir yumruk sallarken Ahmet'in sözleri kulağıma çalınıyordu ama tepki vermiyordum. "Bu iyice kayışı kopardı ha." Giray "Yakında dart tahtası alıp üstüne adamın fotoğrafını da yapıştırır." diye onayladı arkadaşını. Ahmet'se "Ben daha çok Dövüş Kulübü'ne katılır ya da öyle bir kulüp kurar diye düşünmüştüm." diyerek daha farklı bir yorum getirmişti olaya. Hınçla yumruklarımı art arda kum torbasına indirirken dişlerimin arasından "Bencil, götveren!" diye tısladım. Evin korkuyla kapıya doğru bakarken "Biri duyup yetiştirmesin. Biliyorsun, dedikodu ağımız geniş bu hastanede." dedi. Tıslayarak güldüm. Umurumdaymış gibi. Nefes nefese geri çekilip Evin'e baktım. "Duysun! Duysun pezevenk! Duysun diye söylüyorum zaten! Ben bunları onun suratına da söyledim. Korkum mu var sanıyorsun?" Yeniden kum torbasına odaklanıp yumruklarımı sallarken odada yalnız kaldığımın farkında değildim. Ta ki onun sesini duyana kadar. "Götveren biraz ağır oldu." Arkama döndüğümde kapı aralığına yaslanmış, rahat bir ifadeyle beni seyrediyordu. Valentino Riccardo. Eski aşkım. Yeni can düşmanım. "Ne arıyorsun burada?" Ona bakmadan elimle kapının dışını işaret ettim. "Çık dışarı." O ise benim söylediklerimin aksine yaklaşmaya başladı. "Ne yapıyorsun? Çıksana dışarı!" "Bana öfkeni atmana yardımcı oluyorsa istediğin kadar küfür edebilirsin." Kum torbasının önüne geçip yumruklarımı avuçlarının arasına aldı. "Ya da bu kum torbasına yaptıklarını bana yapabilirsin." Gözlerimin içine bakıyordu. "Hak ediyorum." Bense saplantılı bir öfkeyle yüzüne bakıyordum yalnızca. "Biliyor musun?" Ellerimi ondan kurtardım sertçe. "Değmezsin." Ona karşı sert ve aşağılayıcı tavrımı umursamaksızın bana doğru bir adım attı. Bense göğsünü yumruklayarak onu kendimden uzaklaştırmaya çalışıyordum. "Çek git, Valentino! Gözüm görmesin seni! Elimden bir kaza çıkacak şimdi!" Dengemi kaybettiğim sırada o da hazırlıksız yakalanmış olacak ki üstüne düştüğümde ikimiz de yeri boyladık. Dudaklarımız neredeyse birbirine değiyordu. Biraz geri çekildim ama elleri vücudumda gezinirken ondan uzaklaşmamı engelliyordu. Terden ıslanmış saçlarımı kulaklarımın arkasına atan elleri az önceki cümleme "Çıktı zaten." mırıltısıyla karşılık verdi. "2 yıl önce, elinden bir kaza çıktı. Ve beni kendine âşık ettin." Yutkundu. Bakışları üzerinde olmamdan son derece memnuniyet duyuyor gibiydi. Bense ona bu zevki yaşatmaya hiç niyetli değildim. Öfkeyle üstünden kalktım. "Sakın bir daha bana bu kadar yaklaşabileceğini düşünme. Hayalini bile kurma." Başımı iki yana sallayıp odadan çıktığımda soluğu tuvalette aldım. Defalarca yüzüme su çarptım, enseme soğuk suyu değdirirken aynada kendime baktım. Yeniden ona kapılıyormuş gibi hissediyordum ve bu yalnızca ona değil kendime de öfke duymama sebep oluyordu. Valent'in hiçbir şey olmamış gibi yeniden hayatıma girip beni baştan çıkarmaya çalışması sinirlerimi bozuyordu. Ona bir ders vermem gerekiyordu ve bu konuda kararlıydım. Başlangıç olarak ona koymasa da içimi soğutacak bir şeydi yapmak üzere olduğum şey. Gözlerden uzak odamda duş alıp üzerimi değiştirdiğimde otoparka indim. Valent'in arabasının önündeydim. Çantamdan çıkardığım anahtarlarımla arabasının kapılarını boydan boya çizerken hissettiğim rahatlama güzeldi. Ancak ona gerçekten zarar verecek bir şey olmadığını düşününce bu bile benim içimi soğutmuyordu. Bu ona koymazdı. Arabasına imzamı attıktan sonra sanki her gün bunu yapıyormuşum gibi gayet profesyonel bir biçimde kameralara el sallayıp çıktım. Hastaneye giriş yaptığımda o gün en görmek istemediğim kişiler arasında ilk sıralarda olan Sevgi'yle karşılaştık. Bu olmasın diye onun aktif olduğu saatlerde hastaneye gelmemeyi tercih etsem de yıllar yılı görüşmeyecek hâlimiz yoktu sonuçta. Tamamen onu yok saymak mümkün olmuyordu ne yazık ki. O Başkan'ın tebaasındandı ve burada, onun krallığında bulunmaya hak kazanmıştı. Eski krallığında. Çok yakında burada da dengelerin değişeceği aşikârdı. Koridorda tam yanından geçip giderken onu görmezden gelmeme izin vermeyen kadın kolumdan tutup arkadaşça durdurdu beni. Arkadaşça. Arkadaşlık anlayışı garip temellere dayanıyordu. "Lâl." Yüzünde süt dökmüş kedi ifadesi vardı ama yalandı bu. Samimiyetsizliği yüzünden okunuyordu. Belli ki Başkan'ın batışıyla buradaki kalıcılığından endişe duyuyordu. Bu yüzden yanaşıyordu bana. Sanki ben bir şey yapabilirmişim gibi. Deniyordu işte bütün yolları. "Biz arkadaştık seninle. Bize böyle ne oldu?" Utanmadan bir de sorabiliyordu. İlginç. Eski ben olsam belki çok farklı bir şekilde karşılık verirdim ama bu kez domine olmadım. "Sen beni sattığın gün arkadaşlığımızı da sattın. Bebeğimi kaybetmeme sebep olduğunda arkadaşlığımız bitti bizim." Bir şey söylemesine fırsat vermeden o hiç yokmuş gibi yanından geçip gittim. Konuşacak ne kalmıştı ki artık? Hele ki Sevgi'yle. Onun yüzünü bile görmek istemiyordum. Başkan, Zuhal, Sevgi... Onların ellerindeki kanları görmekten midem bulanıyordu. Ancak içten içe biliyordum ki bu Sevgi'yle son konuşmamız olmayacaktı. Elbet yine eski defteri açıp hesaplaşmamız gerekecekti. Kafeteryaya geldiğimde kahve sırası beklerken Aydın Hoca'yla karşılaştık. Her zamanki babacan tavrıyla selamladı beni. Son günlerde hastanede dengelerin değişmesiyle ilgili o da karmaşık duygular içinde olmalıydı. Bunu bakışlarından da anlayabilmek mümkündü. Ben bile tam anlamıyla alışamıyordum ki, o nasıl alışsın? İçim sabahki gerginliğime göre biraz rahatken keyfimi bozacak bir şey oldu. Yine elleri ceplerinde o umarsız hâliyle Valentino gelmişti kafeteryaya. Satın aldığı hiçbir hastanede, hiçbir yapıda bu kadar vakit geçirdiğini sanmıyordum. Bit gibi her yerde bitiyordu ama işin kötüsü, hastanenin sahibi olduğu için ne işin var burada, ne gezip duruyorsun diyemiyordum. Sanırım işin en sinir bozucu olan kısmı da buydu. Onun her yere hükmedebilirliği hiç bu kadar canımı sıkmamıştı. Yanımıza gelen adam, yüzündeki rahatlığa tezat bir cümleyle aramıza katıldı. "Biri arabamı çizmiş." Kaşları alayla havaya kalkan adam bizlere bakarken "Kim olduğunu bilen var mı?" diye sordu. Yanıtını bildiği bir soru sorduğu o kadar açıktı ki. Bilmese şaşardım zaten. Özellikle otopark kameralarına el salladığım düşünülürse tabii. Ve son derece keyifli olduğu. Çünkü biri arabanızı çizdiğinizde bağırıp çağırır, öfkelenirdiniz. Onun gibi keyifli bir yüz ifadesiyle durumu ilân etmezdiniz. Aydın Hoca'nın yüzündeki şaşkınlık ifadesi bizim burada öyle şeyler olmaz der gibiydi. Hayret içindeydi. "Burada olduğuna emin misiniz?" Valentino buna cevap verme gereği duymadan sadece bekledi. Kısa bir sessizlik sonrası cesurca ona döndüm. "Ben yaptım." Gayet rahattım. Yaptığımdan utanç duymak bir kenara, gurur duyuyordum ve bunu gizlemedim. Aydın Hoca şaşkınlığını gizleyemeyen bir edayla bana döndü. "Lâl, kızım... Ne diyorsun sen?" Şok olmuş durumdaydı. "Bir yanlışlık olacak." Bir yanlışlık olmadığını yüzümden çözümleyince ekstra şaşırdı. Bu adam benim çocukluğumu biliyordu. Ve yaptığım bu şeye anlam veremiyordu. "İyi de neden?" Valentino Riccardo'yla bir süre bakıştık. O nedenini çok iyi biliyordu. Meydan okur gibi bakarken geri adım atmaya hiç niyetim yoktu. Valentino ise durumdan hoşnut görünüyordu. Kimsenin beklemediği bir biçimde söze girdi. "Arabamı değiştirmenin zamanı gelmişti zaten." Valentino kahvesini alıp çıktığında Aydın Hoca'nın onaylamaz bakışlarıyla yaramaz bir çocuk gibi hafif sahte mahcubiyetle önüme döndüm. Tüm bunlar olurken Wendy gelip sessizce sıraya girmişti. Moralinin bozuk olduğu her halinden belliydi. Kahvemi alıp sırada bekleyen kızın yanına gittim. "Wendy, ne oldu?" "Ivan'la bozuştuk." Bir süre sessiz kalsa da detayları merak ettiğimin farkındaydı. Başını öne eğip iç çekti. "Zaten ne zamandır ilişkimizde dalgalanmalar vardı, gece hayatında çalıştığı için sık sık kavga ediyorduk. Bir de dün geceki olay patlak verince..." "Dün geceki olay?" Biraz duraksayıp kafasını toparladıktan sonra anlatmaya başladı. "Dün gece Ivan'la özel bir şeyler yaşayacaktık tamam mı? Yine bu gece hayatında çalışması ve bana vakit ayırmamasıyla ilgili tartışırken ona yanlışlıkla Luigi diye hitap ettim." Dudaklarım o şeklini alırken "Bu kötü olmuş." dedim. Omzunu ovalayarak teselli ettiğim kız yeterince üzgün görünüyordu. "Ama böyle dil sürçmeleri olabilir. Ivan da anlayacaktır. Üzme kendini bu kadar." "Yapma Lâl, Valentino sana Zita diye hitap etseydi de böyle sakinlikle karşılar mıydın?" "O bana mümkünse artık hiçbir şekilde hitap etmesin!" Sakinleştim. "Ayrıca sizle biz bir miyiz? Baksana biz nasıl dağıldık. Ama Ivan ve sen bu ilişki için emek verdiniz. Hemen bir çırpıda atmak kolay mı?" Wendy de kahvesini aldıktan sonra sohbet ede ede koridorda yürüdük. Onun molası bitince yanımdan ayrıldı. Saatime baktığımda sıradaki seansıma daha vakit olduğunu fark ettim. Gözlüğümü takıp asansöre doğru yürürken Zehra hemşire geldi yanıma. "Lâl Hanım, ben de sizi arıyordum." "Hayırdır Zehra?" "İmzalamanız gereken bazı dosyalar vardı da." "Tamam." Yolda yürürken yeni hatırlamış gibi söze girdim. "Ha bu arada, müsait bir zamanda Sibel hemşireyi odama gönderir misin?" "Neden? Bir şey mi vardı?" Dedikodu arayan meraklı sorularına karşılık bir bakışım yetti ve Zehra hemşire daha fazla soru sormayı bıraktı. Zehra'yla beraber deske gidip dosyaları imzaladım. "Bu kadar mı?" "Bir tane daha vardı. Bir saniye... Bulacağım." Dosyaların arasında kurcalayıp buldu ve bana uzattı. Sevmediğin ot yanında bitermiş ya, o misal yine Valentino Efendi bitmişti yakınımda. Onu görmezden gelerek dosyaları imzalamaya devam ederken dirseğini deske yaslayıp bana bakan adam "Gözlük yakışmış." dedi. Yüzümü inceleyen bakışlarına karşılık dönüp bakmadım bile. Cevap dahi vermeden Zehra'ya "Kolay gelsin." deyip yanından ayrılmak üzereyken adamın sesiyle duraksadım. "Odamda bekliyorum." "Efendim?" "Konuşmamız gereken şeyler var. Bekliyorum." "İşlerim var. Ne konuşacaksan sonra konuşursun." Elimdeki kalemi gömleğimin cebine takarken umursamaz bir edayla yürümeye devam ettim. Ta ki o kolumdan tutup durdurana kadar. "Beni cezalandırmanı anlarım." Sesini kısarak konuşmaya devam etti. "Ama Miloradov'la geçirdiğiniz gece-" "Bu seni ilgilendirmiyor." Arkamı dönüp gittiğimde peşimden gelen adamın ne kadar öfkelendiğini tahmin edebiliyordum. Ve peşimden geliyordu. "Lâl, bana arkanı dönüp gidemezsin! Bunun beni kızdırdığını biliyorsun." Cesur bir şekilde arkama dönüp yüzüne baktım. "Ben senin sustalı maymunun değilim. Sen hastaneyi satın aldın, beni değil. Bir derdin varsa gelirsin odama, çalarsın kapımı, ben izin verirsem girersin içeri, anlatırsın derdini." Kolumdan tutup beni ilk bulduğu odaya soktu. Burası malzeme odasıydı. Duvara yaslayıp gözlerime baktı. "Bunu yapma." Başını iki yana salladı. "Beni cezalandır ama bu şekilde değil." Uyaran bir ses tonuyla "Böyle bir şeyden kimse sağ çıkmaz." diye mırıldandı. Burun buruna geldiğim adamın gözlerine bakarken önüme gelen saçlarımı umursamadan dişlerimi sıktım. "Sen beni tehdit mi ediyorsun?" Sandığımın aksine samimiyetle başını iki yana salladı. "Bundan sağ çıkamam, Lâl. Seni kendi ellerimle onun kollarına bıraktığımı bilirsem... Sağ çıkamam." Yutkunup gözlerime baktı. "Eğer böyle bir şey gerçekten olduysa... Bu yüzden sana kızamam. Kızacağım tek kişi kendim olurum. Bunu bana yapma. Kız, bağır, çağır ama onun kollarına seni ittiğimi düşünmemi sağlama. Bu beni bitirir." Her gün biten ben, ona merhamet edecek değildim. Acımasızca gözlerinin içine baktım ve hiçbir şey söylemedim. Tam kapıya yürürken beni durdurup kıskacı altına aldı. Sağ kolu belimi sarmış, beni kendine doğru çekmişti. Kendinden emin bir ifadeyle "Onunla bir şeyler yaşadığına inanmıyorum." dedi. Lânet herif. Hâlâ ona ait damgalı bir eşekmişim gibi davranması sinirlerimi bozuyordu. "Neden inanmıyormuşsun? Ömür boyu ölü bir adamı bekleyecek değildim ya! Beni seven adama şans verdim. Kalbim attı, heyecanlandım ve onunla yattım!" "Lâl, yeter!" "Ne yeter? Ne yeteri ya? İstediğin her şeyi yapıp öyle gerekiyordu diyen sen değil misin? Ben de bir kez olsun canımın istediğini yaptım!" Alaycı bir ifadeyle ekledim. "Öyle olması gerekiyordu." Canımı acıtan sözünü ona iade ettim. "Her şey senin için bu kadar basit değil mi? Neye şaşırıyorsun bu kadar?" Onu delirtmiştim. Gözlerindeki yanan alevi, odadaki camı çerçeveyi çıldırmış gibi dağıtmasını izleyip bundan zevk aldıktan sonra odadan çıkıp gittim. Arkamdaki yangın yerini umursamadım bile. Biraz da onun uykuları kaçsın istedim. Yanından ayrıldığımda ne düşündüğü ya da hissettiği umurumda değildi. Bilmesi gereken tek şey ona boyun eğmeyeceğimdi. Ve yeniden ona güvenip kapılmayacağım. Bu asla olmayacaktı. Asansörle aşağı indim. Yolda Kerem'in dershanesinden arayıp taksidin geciktiğini hatırlattıklarında bir sorun yokmuş gibi rol yaptım ama bir sorun vardı. Hem de büyük bir sorun. Ama halledecektim. Kliniğe girerken hâlâ bir çıkış yolu arıyordum. Öyle dalgındım ki Şebboy'un bana seslendiğini sonradan anladım. "Kardeşiniz Kerem geldi, Lâl Hanım." "Nerede?" "Odanıza aldım." "İyi yapmışsın." Odaya girdiğimde maddi sorunları belli etmeden her şey yolundaymış gibi davrandım. Bunları Kerem'e yansıtmamam gerektiğini biliyordum. Sarıldık. Havadan sudan sohbet ederken "Hangi rüzgâr attı seni buraya?" diye sordum. Buraya çok sık gelmezdi. "Seninle bir kararımı paylaşmak istiyorum." Masanın üzerinde ellerimi birbirine kenetledim. "Dinliyorum." "Ben devlet okuluna geçmek istiyorum." "O nereden çıktı?" "Öyle işte." Dudakları kıvrıldı boş vermiş bir ifadeyle. "Zaten alışmadık götte don durmuyor." Bir süre sessizce onu izledim. Sonuç ve karşılık bekleyen hâlini ölçüp tarttım. Yüzüne baktığımda hiç de ikna olmadım. "Hayır, buna izin vermiyorum." O okulda huzurlu olduğunu biliyordum. Tamam, yakın zamanda tatsız bir olay yaşamıştık ama yönetime rest çektiğimde her şey düzelmişti, Kerem'i rahatsız edecek bir şey yapma cüretinde bulunamamışlardı. Şimdi neden birdenbire böyle bir karar? Anlamak güçtü. "Kerem, bu yıl senin için kritik bir yıl." "Ne olmuş yani kritikse? Herkes özel okulda mı okuyor? Anamızın karnından özel okulla mı doğduk?" "Orası öyle ama şimdi dönem ortasında okul değişikliği tüm düzenini altüst eder. Zaten dönem ortasında öğrenci alacak devlet okulu bulmak da zor olur. Dönemin başında söyleseydin neyse ama şuan olmaz, Kerem." Çaresizce ellerini birleştiren çocuk başını öne eğip ofladı. "Ben sana daha fazla yük olmak istemiyorum. Hem özel okul, hem dershane-" Dershane ödemeyle ilgili Kerem'e bir şey mi söylemişti yoksa bu onun ani gelen bir kararı mıydı bilmiyordum ama sebep hangisi olursa olsun yanıtımı değiştirmeyecekti. "Bunlar seni ilgilendiren şeyler değil. Sen üzerine düşen görevleri yerine getir. Ben yarın dershanenin taksidini hallederim. Okulla ilgili ödemeleri de kafana takmıyorsun. Bu benim işim. Senin işin derslerine odaklanmak." Kerem'i gönderdikten sonra bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Yalnız kalınca bir süre düşündüm. Arabayı satılığa çıkarmıştım ama henüz iyi bir alıcı çıkmamıştı. Bir iki alıcı da kurnazlık edip ederinin altında fiyat teklif ediyordu. Bankadaki paralar suyunu çekmişti. Başkan da hisseme düşen ödemeyi işlerin kötü olması bahanesiyle henüz yapmamıştı. Bir çaresini bulmalıydım. Kapı çaldı. Ben bunları düşünürken Zehra'ya verdiğim direktifi tamamen unutmuştum. İçeri Sibel hemşire girdi. "Buyurun Lâl Hanım, beni çağırtmışsınız." "İlaç deposundaki katta geçen hafta görevli olan personellerin listesine ihtiyacım var." "Olur, ben başhemşireye söyleyeyim o zaman." Çıkmak üzere olan kızı uyardım. "Yalnız... Aramızda kalsa iyi olur. Sen, ben bir de başhemşire bilsin." Neden olduğunu anlamayan kız belli belirsiz başını salladı. "P-Peki, siz nasıl isterseniz." Odada yalnız kaldığımda Başkan'ın neler çevirdiğiyle ilgili düşünüp durdum. Sibel hemşirenin ağzı sıkıdır, kimseye söyleyeceğini sanmıyordum. Ha ama Zehra hemşireye söyleseydik şimdiye bütün şehir duymuştu, orası ayrı. Bu Başkan ne çeviriyordu yine? O gün asansördeki hasta bakıcıyı bulursam hepsi çorap söküğü gibi çözülecekti sanki, hissediyordum. Akşam eve geldiğimde yorgundum. Yoğun bir gündü. Fizikî yorgunluktan çok düşünmek beynimi yormuştu sanki. Kerem'e hissettirmeden maddi sorunları çözmeliydim ama nasıl? Kulağımda dedemin hediyesi olan küpelere baktım sanki vedalaşır gibi. Belki de onları satmam gerekecekti. Bunun dedem için ne kadar değerli olduğunu biliyordum ama Kerem hakkında söylediklerini de biliyordum. Kerem'i bana emanet etmişti. Onun geleceği bana emanetti. Küpeler mi daha önemliydi, Kerem mi? Sorunun cevabı basitti. Aile her şeyden önce gelirdi. O akşam Ahmet elinde bir dolu poşetle içeri girdi. "Hayırdır Ahmet, bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü? Hayır, maaş günün de değil. Bu yüklü alışverişi neye borçluyuz?" Gayet keyifli bir biçimde içeri girdi Ahmet. "Klasik ev alışverişi işte." Ayakkabılarını çıkarırken evin reisi olan baba gibi gururla göğsü kabarmıştı. "Evimize bir erzak da alamayacak mıyız canım?" "Alırsın, alırsın da..." Normalde bu evdeki insanların maaşını toplasak çok büyük bir gelir elde edebilirdik. Ama Evin ve Wendy'nin düğün planları için para biriktirdiklerini biliyordum, onlara yüklenmek istemiyorduk. Türkü de her ay ailesine para yolluyordu, kalabalık bir aileye en büyük katkıyı o sağlıyordu diyebilirdim. Ahmet ve Giray desek, erkek oldukları için har vurup harman savurduklarını düşünüyordum çünkü para biriktirmeyi bir türlü beceremiyorlardı. Giray parayı kızlarla yiyordu, Ahmet desen önünü arkasını düşünmeden böyle harcıyordu işte. Ev internetten sipariş ettiği gerekli gereksiz kargolarla doluydu. Arada iddia da oynuyordu ama bir süre önce bizim baskımızla oynamayı bırakmıştı. Yine de tüm bunlara rağmen evin gelirlerini bölüşüyorduk, bu konuda sıkıntı yoktu ama fazladan bir kuruş bile çıkaramıyorduk çünkü hepimizin bir ailesi ve giderleri vardı maalesef. Önümdeki poşetlere bakarak uyarıda bulundum. "Bak çok açılma, toparlayamazsın sonra." "Tamam, tamam." diye tatlı tatlı geçiştirdi beni Ahmet. "Sen üzümünü ye, bağını sorma işte." Başımı hafif yana yatırıp iyi bakalım derecesine karşılık verdim. Birlikte mutfağa geçip erzakları yerleştirdik. Evin ve Wendy poşetlerin içinden Nutella çıktığını görünce deliye döndüler. İkisi de sevgilisinden ayrıldığı için televizyonun karşısında Nutella kaşıklayıp romantik komedi seyrederek ağladılar. Ben kafam davul gibi olduğu için biraz erken yattım. ❝Valentino❞ Evin verandasında oturmuş bir kadeh içki koymuştum kendime. Bugün yeterince çıldırdığım için biraz yorgundum. Ortalığı öfkeyle dağıtmanın bir çözüm olmayacağını biliyordum. Lâl ile Miloradov arasında gerçekten bir şey olduysa ne yapabilirdim ki? Lâl'e kızamayacağımı çok iyi biliyordum. Kızacağım tek kişi yine kendimden başkası olmazdı. Tanrım, delirmek üzereydim. Başım çatlayacaktı. Şuan Miloradov'un beynini dağıtmak bile beni rahatlatamazdı. Bir saniyeliğine bile olsa Lâl'in söylediklerinin gerçek olma ihtimalini düşündüm. Deliler gibi seviştik. Kalbim attı, heyecanlandım ve onunla yattım! Sözlerinde öfke ve intikam sezsem de bu içimi rahatlatmıyordu. Söylediklerinin gerçek olduğunu hayal ettiğim an yeniden gözüm dönüyordu. Gözlerimin önüne onlar geliyordu. Sanki gerçekten o gece yaşanmış gibi görüntüler. Her yeri paramparça edebilecekmiş gibi hissediyordum. Nefes alamıyordum. Bir şeylerle uğraşıp kafamı dağıtmalıydım. Az önce çağırttığım Manrico bahçede usulca ilerleyip yanıma geldiğinde nefes alarak biraz olsun sakinleştim. "Beni çağırtmışsın." Bu konuda en iyi ona güveneceğimi biliyordum. Yaşlı kurt bu işin üstesinden gelirdi. "Senden bir şey araştırmanı isteyeceğim." "Nedir?" "Lâl'in gerçek ailesini." ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |