@buzlarkralicesi
|
-14- ❝Valentino❞ Elimdeki belgeleri masaya bıraktığımda karşımdaki adama baktım. "Bu Lâl'in evlat edinilmeden önce yaşadığı yetiştirme yurdu. Buradan bir sonuç çıkacağını sanmıyorum. Başkan bütün belgeleri yok etmiştir. Ama sen yine de şansını dene." Başını salladı Manrico. "Ne gerekiyorsa yapacağıma emin olabilirsin." Masadan kalkarken ensesini kaşıyan yaşlı adam temkinli bir biçimde bana bakıyordu. "Bunu neden yapıyorsun? Hem de Lâl sana bu kadar öfkeliyken." Arkama yaslandım. "İstediği kadar öfkeli olsun, önemli değil. Öfke gelip geçici." Yorgunlukla kaşlarım havalandığında iç geçirdim. "Ama bu zamana kadar yaşadığımız çoğu sorun, güvensizlik bu yüzden oldu. Lâl'in bana güvenmemesinin en temel sebebi gerçek ailesi tarafından terk edilmiş olması. Bu durumun onu ne kadar yaraladığını biliyorum ve son vermek istiyorum." Çenesini kaşıyan düşünceli adam "Peki, bulduğumuz şey bizi memnun etmezse ne olacak?" diye sordu. "Ne gibi?" "Ya ailesi Lâl'i istemiyorsa? Sandığımız gibi masum bir sebepleri yoksa?" Oturduğum yere yaslandım. Bu ihtimali ben de düşünmüştüm. Ancak Lâl'in hayatına devam edebilmesi için gerçek ailesiyle yüzleşmesi gerektiğini düşünen yanım galip gelmişti. "Lâl'e bundan hiç bahsetmeyiz ve konuyu kapatırız." Onun daha çok üzülmesine izin vermezdim. Kendisini isteyecek bir aileye de ihtiyacı yoktu zaten. Benim onları bulmamın asıl nedeni iyileştirici, gerçek bir yüzleşmeydi. Onaylar gibi salladı başını Manrico. Çıkmadan önce "Olabildiğince ipucu toplamaya çalışırım." dedi sadece. Yalnız kaldığımda kafamda Lâl'in ailesiyle ilgili binbir ihtimal gezinirken bunları düşünmek için çok erken olduğuna karar verdim. Önce ailesinin kim olduğunu görmeli, sonra bu detayları düşünmeliydik. ❝Lâl❞ Güne biraz erken başlamıştım. Herkes uyurken bir yürüyüşe çıktım ve duş alıp hazırlandım. Eve döndüğümde yavaş yavaş kızlar da uyanmıştı. Ahmet ve Giray'ın götünde pireler uçuşuyordu. Kahvaltıyı kızlarla birlikte hazırladık ve keyifli sohbetlerimiz eşliğinde bir şeyler atıştırdık. Vakit kaybetmeden hastanenin yolunu tuttuğumuzda bugün son günlere göre kendimi biraz daha dinç hissediyordum. Odamda kahvemi yudumlarken bu güzel günün atmosferini bozan Başkan Şerif Günday'ın münasebetsizce içeri girmesi oldu. Yerimden kımıldamadan rahatça kahvemden bir yudum aldım. "Kapı çalma huyun yok galiba. İyice alıştın." "Sen ne yapmaya çalışıyorsun?" Kısık gözleri şüpheci, biraz da ürkmüş görünüyordu. Beni sorguya almış gibi bir ifadesi vardı. "Anlayamadım." "Hastane hakkında gizli araştırmalar yapmanın amacı nedir?" Hasta bakıcıyı araştırdığımı bir şekilde duymuş olmalıydı. Endişeye mahal yoktu. Sakinliğimi korudum. "Hastanenin küçük de olsa hissedarıyım. İstediğim şeyi araştırma hakkım var." Bir iki adımda tam karşımda dikildi ve masamın karşısından bana baktı. Ellerini masaya koyup bana doğru eğildi. Bakışları korkutucuydu. "Seni ilgilendirmeyen konulara burnunu sokma." Tehditkâr bir ses tonuyla ekledi. "Başın belaya girer." "Çok korktum." Bana bir süre baktıktan sonra odadan çıktı. Şeytanın sağ kolu. Bir haltlar çevirdiğini biliyordum. Bu hareketi de düşüncelerimi doğruluyordu. Başkan bir şeyler çeviriyordu ve çevirdiği şey her neyse benim öğrenmemden korkuyordu. Belki de düşündüğüm kadar basit olmayan bu sır, onun da benim de hayatımı tehlikeye atacaktı. Kim bilir... Ölümle dans etmeyi alışkanlık hâline getirmiş olan birini bu korkutmazdı. O yüzden araştırmaya devam edecektim. Tüm bunların arasında düşünmem gereken daha öncelikli sorunlarım vardı. Onlara yönelmeliydim. En önemlisi de Kerem'in dershane taksidiydi. Bunun için yapmam gereken şeyi daha fazla geciktirmenin anlamı yoktu. Büge'yi aradım. "Arabaya gelen tekliflerde bir değişiklik oldu mu?" "Hayır canım, maalesef." "O zaman son teklif verene satmak istiyorum." "Ama..." Duraksadı kadın. "Lâl, emin misin? Yani ederinin epey altında bir teklif vermişlerdi." "Sen onlarla iletişime geç lütfen. Haber bekliyorum." Telefonu kapattım. İçim sıkıntıyla dolmuştu ama bu durum geçici diye teselli ediyordum kendimi. Saatime baktım. Bugün ilk danışanım Fahir Bey'di. Çoktan gelmiş olması gerekiyordu ama ne gelen vardı ne giden. Odamdan çıkıp deske geldim. Şebboy da kendisine bir çay koymuş randevuları düzenliyordu. Merakla ona döndüm. "Fahir Bey'in bugün randevusu vardı, ne oldu?" "Gelmedi Lâl Hanım." Neden olduğunu anlamayan bir ifadeyle başını iki yana salladı Şebboy. Bir şey söylemeden onaylayarak odama döndüm. Bu sık yaşanırdı. Bazı danışanlar bir iki kere gelir, sonra bazı sebepten gelmeyi bırakırdı. Bazıları iyileştiğini düşünürdü, bazıları kendini açmaktan rahatsızlık duyardı. Hiç tanımadığın bir insana kendini açmak herkes için rahatlatıcı bir şey olmuyordu ne yazık ki. Bazen en mahrem konularını bile konuşmak zorunda kalabiliyordun. Fahir Bey'le son görüşmemizde bunları aştığımızı sanıyordum ancak belli ki yanılmışım. Öğlene kadar iki danışanımla seansımızı tamamladıktan sonra Giray'dan mesaj geldi. Yemeğe indiklerini yazmış. Gözlüğümü çıkarıp koltuğa astığım ceketimi giydim ve çantamı alıp çıktım. Öğle yemeği yine şenlikliydi. Duyduğuma göre Evin Dr. Behçet'le biraz sık görüşür olmuş. Aşk acısını çabuk atlatmışa benziyordu. Bunu yine elbette hastanenin dedikodu kanalı Zehra'dan öğrenmiştik. Bugün Valentino'yu görmediğim için keyfim yerindeydi ancak bir yandan da nerelere kaybolduğunu merak ettiğim için gözüm onu arıyordu. Dikkatimi Evin'e takılarak dağıtmayı tercih ettim. "Eee Evin Hanım, duyduğuma göre yeni aşklara biraz hızlı yelken açmışsınız. Anlayalım yani." "Yok öyle bir şey! Kim uyduruyor bunları ya? Behçet Bey benim hocam, hocam!" O sırada bir yanıt vermeme fırsat kalmadan Wendy girdi araya. "Ah Evinciğim, biz ne hocalar gördük, gül gül öldük!" "Bana bak Nazlı-" "Ay tamam didişmeyin." diyerek araya girdim. Öte yandan Evin'in hayatına devam ettiğini görmek güzeldi. Her ne kadar Behçet'e olan ilgisini inkâr etse de. "Açıkçası benim hoşuma bile gitti." Fikrimi beyan ettiğimde Evin'in yüz ifadesi olumlu bir tepkiye hazırlanıyormuş gibiydi. "En azından kadın düşmanı Altan'la samimiyet kurmamışsın." Sık sık itiştiğim bir tipti Altan. Ona göre kadınlar evde oturup yemek yapmalı, ne işi varmış kadın kısmının iş hayatında? Yani bunu ağzıyla söylemiyordu ancak ben anlıyordum. Kadınları bir seks objesi olarak gördüğünü anlamak da zor değildi. Buna rağmen nasıl kadın doğum uzmanlığını seçmişti, anlamak mümkün değildi. Evin Altan'ın adını duyunca "Aman evlerden ırak!" diyerek yaka silkti. Sanki önceki sevgilisi Mehmet çok farklıymış gibi. Ama insan sevince göremiyordu bazı gerçekleri. Aklında bir şekilde aklıyordun onun eksik ve kusurlu yanlarını. Ya da kötü biri olduğunu gözün görmüyordu. Sanırım âşık olunca gözüne bir perde iniyordu insanın. Benim gözüme de indiği gibi. Salatamı didiklerken Ahmet'in bugün biraz fazla sessiz olduğunu düşündüm. Normalde her şeye bir laf yetiştirir, ağız ishali gibi konuşur dururdu. Biraz düşünceli görmüştüm onu. Son günlerde harcadığı paranın haddi hesabı olmadığı için bu kafamı karıştırıyordu. Bir de sanki bir işler karıştırmış yaramaz çocuklar gibi sessizce sinmesi de şüphe uyandırıcıydı. "Ahmet, sen bu hafta o kadar yüklü alışverişleri yapacak parayı nereden buldun?" Oturduğu yerde böbürlenerek göğsü şişim şişim şişti. "Kızım, bizim de var yani bazı bağlantılarımız." "Nasıl bağlantılarmış onlar?" "Sevdiğim bir abimden borç aldım." Pek ikna olmasam da öyle olsun, der gibi başımı salladım ve çatalıma taktığım salatayı ağzıma attım. Nasılsa bir şey varsa yakında çıkardı kokusu. Öğle tatili keyifli geçti. Yoğun zamanlarımıza gelen kısa ve keyifli bir mola gibiydi. Tatil bittiğinde herkes yerlerine dağılırken benim gelecek danışanıma epey zaman vardı. O an kendimi biraz yalnız, işsiz güçsüz hissettim. Ellerim ceplerimde öyle boş boş gezerken deske uğradım. Bazen birikmiş imzalanacak evraklarla veya Zehra'nın asla umurumda olmayan ama beni bir şekilde oyalamayı başaran dedikodularıyla vakit öldürebiliyordum. Bu kez gittiğimde Zehra yoktu. Sibel hemşireden çıkartmasını istediğim birkaç dosya fotokopisini beklerken Doktor Altan geldi. Sanki öğle yemeğinde onu konuştuğumuzu hissetmiş gibi sevmediğin ot yanında biter misali yanımda bitmişti. Ne güzel birkaç gündür konferanstaydı, kafamız kulağımız rahattı. Şimdi elleri ceplerinde kendini yakışıklı sanan orta yaş bunalımında bana yaklaşan saçma bir adamla muhatap olmak zorundaydım. Benim için üzücü bir durumdu tabii. "Selam, kolej kızı. Nasılsın?" Bana hep bu şekilde hitap eden şımarık adamı elimden geldiğince görmezden geliyordum. Fakat hâl hatır sorduğu için bu kez görmezden gelemedim. "İyiyim, teşekkürler." Konu uzamasın diye nasıl olduğunu bile sormadığım adama arkamı dönüp deskte sanki bir şeyler imzalıyormuşum gibi boş kâğıdı çizip durdum. Sırf meşgul olduğumu sanıp uzaklaşsın diye ama nafile. Gereksiz sorular sorup duruyordu. Zehra hemşire elindeki evraklarla deske gelirken ve Ahmet'le günlük rutin dedikodularını iki arada bir derede yapmaya çalışırken Altan'la aramızdaki diyaloğa takıldılar. Malûm, onlar için yeni bir hastane dedikodusuydu bu. Bir şekilde küpünü doldurmak zorundaydı ki dedikodu ağı canlı kalsın. "Hastanenin sahibi eski nişanlınmış?" Basit bir soru mu yoksa hesap sorar gibi mi olduğunu anlamadığım bu sorusuyla tepemin atacağının sinyallerini veriyordu Altan. "Hı, evet. Öyleydi." "Söyle bakalım, adamcağıza ne yaptın da intikam almaya geldi?" Agresif olmaktan çok uzak bir ifadeyle kalemi deske bırakıp adama döndüm. "Anlamadım?" "Bir erkek ancak canı yanarsa bu kadar gözünü karartır. Ne yaptın adama da böyle sana diş biledi?" Naif bir gülüşle konuşmaya başladım. "Siz neden kadınlara bu kadar düşmansınız?" Acıyan bir ifadeyle baştan aşağı süzdüm onu. "Yoksa anneniz sizi yeterince emzirmedi mi?" Adam kızardı, bozardı, cevap veremedi. İlk kez yüzünde rezil olmuş gibi bir his görmüştüm ve bu zevkliydi. Sakinlikle ekledim. "Bunun psikolojik bir alt metni olabilir, haftada bir iki gün sizi görmek isterim." Son sözlerimle oradan uzaklaşırken sanki bir bombanın pimini çekip patlamayı arkamda bırakmış gibi gururluydum. İnsanları dış görünüşlerine göre yargılayan, kadınlara karşı önyargılı birine kendimi anlatacak hâlim yoktu. Onun hak ettiği dil buydu. Toplumun kişisel normlarına göre zengin bir aileden geldiğim, tabiri caizse kolej kızı olduğumu düşündüğü için kafasında şımarık zengin kızı algısıyla bağdaştırmıştı beni Altan. Kadınların ayrıcalıklı olduğunu düşündüğü bu dünyada da herhâlde en gıcık olduğu tiplerdendim. Kimse kimsenin iç dünyasını bilmiyordu ki, nereden bilsin? Oysa benim neler yaşadığımı bilse belki de ağlardı, yazık. Altan'ın kadın düşmanlığını bir gün gerçekten masaya yatırmak isterdim. Ama o gün bugün değildi. Bugün yalnızca laf sokarak geçiştirmek istemiştim onu. Normal şartlarda bana kalsa bu tür insanlarla muhatap olmak şöyle dursun, aynı havayı bile solumazdım. Ancak iş hayatı maalesef... Aynı kaldırımda bile yürümeyeceğiniz zihniyette insanlarla yan yana çalışmak zorunda kalabiliyordunuz. Kliniğe geçtiğimde danışanımla randevumuza az kalmıştı. Onunla seansımız bittiğinde bir kahve aldım kendime. Oturup öyle camdan dışarıyı seyrettim. Sonsuza dek böyle olmayacağının farkındaydım. Şuan Valentino Riccardo'yla köşe kapmaca oynuyorduk. Ben onunla olabildiğince az karşılaşabilmek için elimden geleni yapıyordum. O ise benim olduğum her yerde bitiveriyordu. Eninde sonunda köşeye sıkışacağımı, onu daha fazla görmezden gelemeyeceğimi biliyordum. Ondan, ona olan duygularımdan nasıl kurtulacağımı ise hiç bilmiyordum. İhanete uğramıştım. Beklemediğim birinden, beklemediğim bir biçimde hançerlenmiştim. Valentino. O benim kalemdi. Surları aşılamayacak kadar güçlü, güvenilir... Şimdiyse en büyük düşmanım. Onu kaybettiğimi sanırken 2 yıldır ne acılar çektiğimle alakalı bir fikri var mıydı acaba? O ise kim bilir neler yapıyordu? 2 yıl boyunca komada kalamayacak kadar dinç göründüğüne göre. Başka kadınlarla gününü gün ediyordu muhtemelen. Lânet olası pislik. Valentino Riccardo'ya olan kin ve nefret dolu düşüncelerimden beni alıkoyan telefonumun çalışı oldu. Ekrana baktığımda arayan Aydın Hoca'ydı. Biraz şaşırsam da yanıtladım aramasını. "Alo." "Lâl, çok meşgul müsün?" "Hayır hocam, danışanım yeni gitti." Kolumdaki saate baktım. "Diğerinin gelmesine çok var." "Vaktin varsa odama kadar gelir misin?" "Tabi..." Sesinde garip bir tını sezdiğim için sorma gereksinimi duydum. "Hocam, bir sorun mu var?" "Bekliyorum." Verdiği muğlak cevapla kafamda çok daha fazla soru oluşurken yerimden kalkıp Şebboy'a biraz hastaneye geçeceğimi söyledim. Önemli bir şey olursa telefonumdan ulaşabileceğini de ekledim. Aydın Hoca'nın ciddi ses tonu ve tavırları düşündürse de kapısının önüne geldiğimde soğukkanlılığımı korudum. Kapıyı çaldığımda beni bekletmeden içeri aldı. Oturmam için karşısındaki koltuğu gösterdi. Yüzünden neler olduğunu çözmeye çalışıyordum ama her zamanki ciddi ve babacan ifadesi vardı yalnızca. Kısa bir sessizlikten sonra dayanamadım ve sordum. "Hocam, bir sorun mu var? Siz beni apar topar çağırınca ben..." "Hastanenin yeni sahibi Valentino Riccardo'yla ne gibi bir sorunun var?" Ben tam söz alacakken "Eski nişanlın olduğunu biliyorum. Bunun dışında neler olduğunu soruyorum." diye eklediğinde ne diyeceğimi pek bilemedim. Kendimi sorguda gibi hissettim. Bir tepemde sorgu lambası eksikti. "Bir şey yok hocam." Numaralı gözlüğü hafif kemerli burnunun üzerine gelirken kaşlarını kaldırıp "Emin misin?" diye sordu. Sanki cevabımı değiştirmem için bana son bir fırsat sunuyor gibiydi. "Bak Lâl, seni küçüklüğünden beri bilirim. Yani Azize olduğun zamanlardan beri... Sen böyle şeyler yapmazdın." Duraksayıp hayretini gizlemeksizin devam etti. "Adamın arabasını çizmişsin!" Bir zamanlar arabasını ve evini de taşlamıştım. Aydın Hoca bunu bilse ne yapardı acaba? Komik bir durum. "Neler oluyor Lâl? Aranızda ne var? Ne tür bir kan davası bu?" "Önemli bir şey değil hocam. Şahsi." "Hastaneye şahsi sorunlarımızı getirmemeliyiz, bunu biliyorsun." "Biliyorum hocam." Birkaç saniyeliğine o uslu çocuk duruşumu korusam da onu düşündükçe öfkem katmerleniyordu. Sabırsız bir cesaretle söze girdim. "Ama bunu ben başlatmadım." "Efendim?" "Bu hastaneyi satın alarak aramızdaki şahsi sorunu başlatan Valentino Riccardo'dur." "Lâl, neler olduğunu çözemiyorum. Şerif'le Valentino Riccardo arasında nasıl bir ilişki var? Sen bu savaşın neresindesin? Bu hastanede neler dönüyor? Hiçbir şey anlamıyorum." "Ben anlasam size de anlatırdım ama..." İç geçirdim huzursuz bir biçimde boş verirken. "Hocam, babamla Valentino Riccardo birbirilerinden hazzetmezler. Ben de bu savaşın hiçbir yerindeyim. İkisi nasıl farklı taraflarsa ben de bambaşka bir tarafım. Ve inanın bana ikisinin tarafını da tutmuyorum. Bilmeniz gereken tek şey bu." Ciddi bir biçimde benimle göz teması kurup söze girdi ihtiyar adam. "Hâlâ hastanenin küçük de olsa hissedarısın. Ve bu adam da hastanenin yeni sahibi. O bir aslan, sense bir piresin. Onunla ters düşme. Ve meseleniz neyse bir an önce çözün. Hastaneye yansıtmayın." O bir aslan, ben bir pire. Hisselerimiz için bu geçerli olabilirdi. Ancak kişisel olarak onu kendimden üstün görmüyordum. Ve Aydın Hoca gibi ondan korkmuyordum. İstese hayatımı mahvedebilirdi. Zaten mahvetmediğini de söyleyemezdik. Daha ne kadar mahvedebilirdi ki? Yine de yaşına hürmeten ve bir baba gibi sevdiğim için karşımdaki yaşlı adamı kırmak istemedim. Başımla isteksizce onayladım. "Olur hocam, çözerim." Verdiğim yanıttan ikna olmuş gibi başını sallayan adam yeni bir gündem üzerine konuştu. "Lösemili çocuklar yararına bir balo tertip etmeyi planlıyoruz." "Çok iyi düşünmüşsünüz hocam. Ben bu konuda elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım. Bu organizasyon için size nasıl yardımcı olabilirim?" "Güzel bir gece olsun istiyorum. Senin kliniğin altındaki toplantı alanında yapabiliriz. Ya da özel bir yer tutabiliriz, henüz kesin değil. Sen de sanatçı arkadaşlarından gönüllü konser verebilecek birileri var mı bir organize etmeye çalışır mısın?" "Elbette, elimden ne gelirse yaparım hocam." Konuşmanın bittiğini düşündüğüm için ağır ağır kalkmaya hazırlandım. Aydın Hoca uyaran bir yüz ifadesiyle "Dikkatli ol, Lâl. Kurtlarla savaşma." dedi. Ses tonundaki tedirginliği sezebiliyordum. "Filler tepişirken olan çimenlere olur." Konuyu uzatmamak için "Uyarılarınızı dikkate alacağım hocam." diyerek odadan ayrıldım ama iyiden iyiye sinirlerim bozulmuştu. Bu Valentino Riccardo kendini ne sanıyordu? Herkese korku salarak beni de mankurtlaştıracağını mı sanıyordu? O ancak Aydın Hoca gibileri korkutabilirdi. Ben onun önünde eğilecek biri değildim. Ne fillerin arasındaki çimen ne de kurtların peşinde koştuğu bir avdım. Ben kurtlar sofrasında hayatta kalacak kadar güçlü olduğumun farkındaydım. Onlarla savaşabilirdim. Başkan'la ve Riccardo'yla. Bunu da onlara gösterecektim. Dinlenme odasının önünden geçerken uğultulu sesler duyunca bizimkilerin orada olduğunu anlamıştım. Usulca kapıyı açıp içeri girdiğimde herkes ayrı bir havadaydı. Giray kahve makinasından kahve alırken Ahmet'le maç muhabbeti yapıyordu. "Oğlum İcardi'yi aldık ya, nah kazanırsınız artık bizimle maçları." "Ahmet, boş yapma." Evin, Wendy'le birlikte Zehra hemşirenin elindeki pembe renkli kağıtta yazanlara dikkat kesilmişlerdi. Hatta bir ara Evin kâğıdı alıp elindeki kalemle bir şeyler eklemeye başlamıştı. Merakla "Ne yapıyorsunuz siz burada?" diye sorduğumda kâğıtta yazanlara o kadar dalmışlardı ki beni duymadılar bile. Bakışlarım Ahmet ve Giray'a döndü. Giray elindeki bardağı göstererek "Kahve istiyor musun?" dedi. Çok içtiğimde çarpıntı yapmasına rağmen vazgeçemediğim için olur anlamında başımı salladım. O kahvemi doldururken Evin ve tayfasını işaret ederek "Ne yapıyor bunlar böyle harıl harıl?" sorusunu yönelttim. Ahmet boş bir konudan bahseder gibi "Biz de bilmiyoruz. Kızsal meseleler işte." yanıtını verdi. Merak edip onlara yaklaştığımda Giray kahvemi verdi, baş işaretiyle teşekkür ettikten sonra Evin'e yaklaştım. Elindeki kâğıda odaklandım. "Bu ne böyle?" Zehra hemşire heyecanla elindeki kurşun kalemin başını dişlerken anlatmaya başladı. "Hastanedeki erkeklerin karizması, libidosuyla alakalı bir artı eksi listesi geçti elimize." Merakla kaşlarımı çattım. "Neden böyle bir şey yapma gereği duyulmuş?" Wendy "Valla biz yapmadık, bilmiyoruz. Ama önümüze hazır liste gelince biz de belki hem biraz eğleniriz dedik hem de Evin'e uygun bir kısmet bulur muyuz diye düşündük." cevabını verdi. O kadar saçma geldi ki Evin'den Zehra'nın eline geçen kâğıdı almaya çalıştım. "Ya saçmalamayın Allah aşkına ya. Atın şunu. Ne saçma saçma şeyler." Zehra vermemekte ısrar ediyordu. "Ya, hayır Lâl Hanım! Burada yoğun çalışma şartları altında eğlenecek küçücük bir şey bulduk ya, bunu da elimizden almayın." Yüzünde muzip bir ifade belirdi. "Hem listede Valentino Riccardo da var." Kaşları havalanırken masum yüzü çapkın ışıltılarla doldu. "O sizin eski nişanlınızdı değil mi?" "Adı üstünde, eski." "Ama şimdiden kızların gözdesi. Ne kadar çok puanlamışlar adamı biliyor musunuz? Dr. Altan'ı bile geçmiş puanlamada!" "Ne puanlaması Zehra, basket maçı mı bu allasen?" Üfledim. Ancak öte yandan kâğıtta yazanları da merak ediyordum. Gördüğüm tek şey pembe kağıdın üstünde bazı isimlerin üstünde kalpler, yıldızlar, sayılar falan olduğuydu. Tam bir lise işi. Ne olduğuna bakmak isterdim. Yüz verirsem bunların daha da şımaracağını, dallanıp budaklandıracaklarını bildiğim için sesimi çıkarmadım ama sıra bana da geldi. Evin "Sen de puanlamak ister misin?" diye sordu. "Sonuçta onu eski nişanlısından daha iyi kim tanıyabilir?" "Saçma sapan işlerle uğraşamam Evinciğim, teşekkür ederim." "Ama sen puanlamazsan bu liste elden ele gezecek, biz de abartılı tahminlerimizi yazmaya devam edeceğiz." Merakla kaşları havalanan kız "Bizi durduramazsın." dedi tatlı tehditkâr bir tonda. "Söyle kurtul işte." Bana daha da sokuldu ve bir devlet sırrı almak ister gibi utanmazca sordu. "Yatakta nasıldı?" "Ay ne ayıp şeyler!" Yüzümde kınayan bir ifadeyle mahallede yargılayıcı teyzeler gibi cıkcıkladım. Zehra hemşire "Tamam, siz bilirsiniz. Zaten puanlama sırası bendeydi." diyerek az önce Wendy'nin eline geçen kâğıda uzandı. Wendy'ye sen de mi bu işlerin içindesin diyen yargılayıcı bir bakış atsam da ne yapabilirim der gibi bakıp omuz silkti. Nazikçe uzanan eline vurdum. "Tamam, yeter bu kadar." Şimdi bu duruma müdahale etmezsem olay uzayacaktı, Valentino da gereksiz bir şekilde kadınlar arasında popüler olacaktı. "Tamam." diyerek pes ettim. Elinde kalem, söyleyeceklerimi bekleyen Evin'e döndüm. "Yaz Evin, vasatın üstü." Gözleri pörtleyen Wendy "Allah'tan kork, Lâl!" diye yüksek sesle bağırdı. "Kuldan utanmıyorsan bari Allah'tan kork!" Kahve makinasının orada erkek muhabbeti yapan Ahmet ve Giray'ın bakışları bize döndüğünde sesini kısıp yeniden yüzünü bana döndü. "Kızım, uydurma! Sesleriniz odama kadar geliyordu, hâlâ kulağımda." "Sen sus şimdi suyu bulandırma." Evin'in elindeki kalemi alıp abartılı olmayan ama Valentino'nun onurunu da kırmayacak bir puanlama yaptım. O dua etsin içimde biraz olsun merhamet kırıntısı vardı da onu kadınlar arasında itibarsızlaştırmıyordum. Hem de bana yaptığı onca şeye rağmen. Ancak diğer kadınların gözdesi olmasına da izin veremezdim. O kadar uzun boylu değildi. Zehra hemşire sorgulayan bir yüz ifadesiyle "Bu bana pek gerçekçi gelmedi ama... Neyse." derken ikna olmadığını saklamıyordu. Benimse konuyu uzatmaya niyetim yoktu. "Ben gidiyorum. Bu saçma listeyi de elden ele dolaştırmayın, başınız belaya girmesin sonra." Odadan çıkarken Zehra hemşirenin omuz silkerek Dr. Behçet'e iki puan kırarak sekiz puan yazdığını görünce boşa konuştuğumu anladım. Koridorda telefonum çaldı. Arayan Uras'tı. Bekletmeden açtım. Bana müjdeyi vermek için aramıştı. "İş başvurusunda bulunduğum bir yerden olumlu dönüş aldım. Yeniden görüşmeye çağırıyorlar." "O zaman büyük ihtimalle işe alacaklar! Çok sevindim Uras, tebrik ederim gerçekten!" Hapisten çıkmış birinin sicili yüzünden iş bulmasının ne kadar zor olduğunu bildiğim için bu habere çok ama çok sevinmiştim. "Vaktin varsa gel bir şeyler içerek kutlayalım bunu." "Olur, bir saate orada olurum." "Tamam." Telefonu kapattığımda rahat bir nefes aldım. Sonunda her şey yoluna giriyordu. Uras'ın işle ilgili olumlu haberini alınca günüm bir başka güzel geçmeye başladı. Kliniğe geçmek için asansöre doğru yürürken ilaç deposundan takırtılar duydum. Merakla başımı uzatıp baksam da bir şey görünmüyordu. Temkinli bir biçimde içeri girdiğimde rafların arasında duvara yaslanıp kollarını kavuşturan adam bana bakıyordu. Valentino Riccardo. Korkup kaçtığımı düşünmesini istemediğim için geri adım atmadım. Bana bakışlarına karşılık aynı meydan okuyan bakışlarla karşılık verdim. Yaslandığı yerden doğruldu, sakin ve sabırlı bir biçimde yanıma kadar yürüdü. Bakışlarında farklı ve tuhaf bir ışıltı görüyordum. Bir alev. Burnumun ucuna kadar geldi, arkamdaki kapıyı yavaşça kapattığında hâlâ hareket etmiyordum. Beni kapıya yasladığında müdahale ettim. "Ne yapıyorsun sen be?" Bakışlarını benden ayırmayan adam cesaretinden ve özgüveninden hiçbir şey kaybetmeksizin "Demek vasatın üstü ha?" diye mırıldandı. Bana yüksekten bakıyordu. Onun hakkında söylediklerimi duymuştu. Bakışları meydan okurken aynı zamanda benimle eğlenir gibiydi. Beni köşeye sıkıştırmış, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Burnum onun benzersiz kokusuyla dolarken başımı yana çevirdim. Onun kokusunu duyumsamak, ona yakın olmak istemiyordum. Bu kimyamı bozuyordu. "Uzaklaş benden." dedim emir verircesine. Kaşlarını kaldıran adam bununla ilgilenmiyordu. Elleri kadife yumuşaklığında ceketimin içindeki tişörtümü buldu. Geri çekilmeye çalışsam da kaçacak yerim yoktu. Onu ittim ama yerinden bile kımıldamadı. Sadece "Şuan yaptığın şeyin adı taciz." diyebildim nefes nefese. Avuçlarındaki sıcaklık beni esir almak üzereydi. Tüm vücudum sızım sızım sızlıyordu. Ve bunun tek müsebbibi oydu. Valentino Riccardo. Eğlenir gibi "Gerçekten mi?" diye sordu kaşları yeniden havalanan adam. Elleri yukarı sıyrılan tişörtümden çıplak tenime temas ettiğinde alev alevdi. "Peki, karşımdaki kişi bunu isterken de taciz sayılıyor mu?" Cevabını bildiği bir soruymuş gibi yanıtını benden beklerken "Karşındaki kişi bunu istemiyor!" diye tısladım aksi bir ifadeyle. Ellerini üzerimden çekmeye çalışsam da adamın asıl amacına ulaştığını anlamam zor olmadı. Bakışları sol göğsümün altındaki yazıya bakarken parmakları kendi isminin yazdığı o yerde gezindi. "Hâlâ durduğunu biliyordum." Işıltılı gözleri bana değdi. "Benden bu kadar kolay vazgeçmeyeceğini." Boşluğundan faydalanıp onu üzerimden ittim. Üstümü başımı topluyordum. Gözlerimi kaçırırken sert tavrımı korudum. "Kendini bu kadar önemseme. Ve her şeye de bu kadar anlam yükleme." Sakin bir ses tonuyla açıkladım. "Sadece sildirmeye vaktim olmadı. Ansızın gelen ihanetini henüz sindirememişken..." "Lâl, sana ihanet etmedim." "Sus, daha fazlasını duymak istemiyorum." Kapıdan çıkmak üzereyken adamın sesiyle duraksadım. "Miloradov'la aranızda bir gece geçtiyse bunun için sana kızamayacağımın farkındayım. Bu beni delirtiyor. Öfkem geçmiyor, Lâl. Özellikle de kendime karşı öfkem. Kendimi suçluyorum. Bu ihtimali düşünmeden bir dakikam bile geçmiyordu." Nefes aldı. "Ta ki az önceki şeyi görene kadar." Sanıyordu ki üzerinde adı yazılı olan, onun damgası bulunan bir maldım ben. Ve üzerimde onun adı yazarken Miloradov da dâhil hiçbir erkek bana elini süremezdi. Böyle düşünmesine izin vermeyecektim. "Bunun bir anlamı yok, söyledim. Sadece sildirmeye-" "Lâl, şunu anlaman gerekiyor. Bu keyfi bir şey değildi. Böyle olması gerekiyordu çünkü hem seni hem de aileyi korumak için-" "Valentino, yeter! Sen bu yalanları git ne yaparsan yap ayaklarının altını yalayacak Zita'ya yuttur. Ben bunlarla ilgilenmiyorum artık." Onun aile kelimesini barındıran tek bir bahanesini dahi duymak istemiyordum. "Sen seçimini yaptın. Benimle bir aile olmayı beceremedin." İşaret parmağımla kapının dışını gösterdim. "Şimdi ailene git. Ve benden uzak dur." Alelacele odadan çıkarken nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum. O sırada koridorun diğer ucunda Zuhal'in bakışları bende ve ilaç deposundan çıkan Valentino'da gezinirken kınayan ifadesini gizlemiyordu. Herhangi bir yanıt vermeden yanından geçip gidecekken Zuhal durdurdu. Asansörden inip bize doğru gelirken duraksayan Uras'ı görsem de kolumdan tutan Zuhal'e dönmek zorunda kaldım. "Ne var abla?" "Ne yapmaya çalışıyorsun sen?" Ellerimi iki yana açıp "Bir şey yapmaya çalışmıyorum." dedim yalnızca. "O adamla hâlâ-" "O adamla hâlâ ne? Ne sormaya çalışıyorsun abla?" Uyaran bakışları üzerimde gezinen kadın başını iki yana salladı. "Bu savaşı yeniden başlatma, Lâl. Başkan'ı karşına alma. Babamızı kızdırma." "Babanı kızdırma gibi bir niyetim yok ama kızmak istiyorsa da kendisini durduracak değilim, buyursun kızsın! Hayatımı ona göre yaşayacak değilim." İşaret parmağım suçlayıcı bir biçimde ona doğru sallandı. "Baban hayatımı mahvetti. Benim çocukluğumu aldı. Yetmedi, bebeğimi aldı! Daha ne istiyorsunuz benden?" Benim öfkeme karşılık büyük bir tezat oluşturan sakinliğiyle yüzüme baktı Zuhal Günday. İfadesizliğinden hiçbir şey kaybetmeksizin karşılık verdi. "Bir bebeği korumak annesinin görevidir. Sen bunu beceremedin." Tek kaşını kaldırıp başını sallarken empatiden yoksun bir ifade hâkimdi yüzünde. "Belki de olması gereken buydu. Zaten bir şeytanın bebeğini doğurmak da akıl kârı değildi." Boğazımda oluşan o büyük yumruya rağmen yutkundum ve gözlerimden yaşların süzülmesine izin vermeden güçlü durdum. Sağ elim istemsizce yumruk hâlini almıştı. "Bence ikimiz de asıl şeytanın kim olduğunu biliyoruz." diye mırıldandım. Gerçeklerle yüzleşmek istemeyen Zuhal yanımdan geçip giderken sonunda kendimi rahat bırakıp gözyaşlarımın süzülmesine izin verdim. O kadar güçsüzdüm ki Uras gelip kollarıyla beni sarmasaydı yere yığılacaktım. Ağır yara almış gibi hissediyordum kendimi. O sözler dönüp duruyordu beynimde. Bir bebeği korumak annesinin görevidir. Sen bunu beceremedin. Doğruydu belki. Ben becerememiştim. Belki de suçlamam gereken tek kişi yine kendimden başkası değildi. Aklımdan geçenleri okuyormuş gibi "Şşşt... Hayır. Senin suçun değildi." diyen Uras ise sırtımı okşayarak teselli ediyordu. ❝Valentino❞ Hastanede kapalı kapılar ardında kızlar arasında hakkımda konuşulanlara şahit olurken Lâl'in eskisi gibi yeniden beni kıskandığını görmek güzeldi. Diğer kadınların ilgi odağı olmamı istemediği için hakkımdaki müstehcen sorunun cevabını "Yaz Evin, vasatın üstü." olarak verdiğini duyduğumda dudaklarım kıvrılmıştı. Gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Öte yandan bunun rövanşı olacağını da kendime hatırlatıyordum. İlaç deposunda onu sıkıştırdığımda, hakkımda bulunduğu asılsız iddianın intikamını tatlı tatlı alırken asıl amacım adımın hâlâ kalbinde yazıp yazmadığını görmekti. Yazıyordu. Hâlâ beni seviyordu. Belki de söylediği gibi henüz sildirmeye vakti olmamıştı. Hangisi doğruydu? İçimde bir yerler hep ilk ihtimalin doğru olmasını istiyordu. Onun öfkesiyle savaşabilirdim ama biten aşkıyla savaşmam mümkün değildi. Şimdiyse buradaydım. Asla olmayacağım bu yerde. Club Hydra'da. Yapmak istediğim açık ve netti. Miloradov'la kozlarımı paylaşmak için buradaydım. Yokluğumda Lâl'in dibine kadar sokulan bu adamla o gece neler yaşandığını öğrenmek için gelmiştim. Ve ne olursa olsun Lâl'i bırakmayacağımı söylemek için. İçeri girdiğimde adamları gelişimi çoktan haber vermişti bile. Merdivenin tepesindeki alanda beni bekliyordu. Kalabalığı yarıp gürültülü ortamdan uzaklaştım ve merdivenleri çıkıp daha sessiz olan odasına geldim. Elleri iki yana açılan adam beni sahte bir ihtimamla karşıladı. "Eğlenmek için yeniden buraya gelmen ne güzel. Eski günlerdeki gibi." Anna'yla tuhaf eğlence anlayışımızın olduğu zamanlara atıfta bulunduğunu anlamak zor değildi. Benimse sabrım yoktu. Konuyu uzatmadan öğrenmek istediğim soruyu sordum. "O gece ne oldu?" Doğruyu söylemeyeceğine neredeyse emin olduğum adamın yalan söyleyip söylemediğini yalnızca ifadelerinden anlayacaktım. Bu gece o yüzden buradaydım. Gerçeği gözlerinde görebilmek için. Miloradov ise beklediğim gibi yalan söylemek yerine "Lâl gerekli görseydi anlatırdı." diyerek muğlak bir cevap verdi. Bu beni daha da tedirgin etti. Belki bir yalanı ballandıra ballandıra anlatsaydı bu kadar öfkelenmezdim ama mahremini gizler gibi konuşması. Delirticiydi. Dişlerimin arasından "O gece ne oldu, dedim?" diyerek sözümü tekrarladığımda karşımdaki adamın durumdan ne kadar keyif aldığını görebiliyordum. Elleri ceplerinde olan adam herhâlde bu kadar eğlencenin kendisine yettiğini düşünmüş olacaktı ki bana doğru bir adım attı. Gözlerimin içine bakarak beklemediğim bir cevap verdi. "Lâl ile aramızda hiçbir şey geçmedi. Çünkü o seni seviyor." Şaşırtıcı bu itiraf karşısında yüz ifademi değiştirmedim. Ona olan düşmanlığım bir itirafla bitecek değildi. Miloradov konuşmaya devam etti. Bu kez yüzü meydan okuyan bir ifadeye bürünmüştü. "Ama biliyor musun, bir gün Lâl senden vazgeçer de bana gelirse, seni kalbinden atarsa kendi isteğiyle onunla o yatakta sevişirim. Ve benim bebeğime hamile kalması için ne gerekiyorsa yaparım." Dişlerimi sıktım öfkeyle. Onu şuan burada gebertmek istedim. Beni neyin durdurduğuna dair en ufak fikrim yoktu. Dişlerimi sıkmaktan çenem uyuşmuş gibiydi. Gözlerim, yüzüm alev alev yanıyordu öfkeyle. Ben de onun bana attığı gibi bir adım attım. Karşı karşıyaydık. İki düşman. Gözlerimi kaçırmadan tükürürcesine karşılık verdim. "Öyle bir şey hiçbir zaman olmayacak." Sevdiğim kadın hakkındaki hayallerini gözümün içine baka baka söyleyen adamı arkamda bırakıp öfkeli adımlarla Hydra'dan çıkarken aldığım cevapla mutlu olmam gerekiyordu. Ancak onun kararlılığı beni daha çok huzursuz etti. Normal şartlarda Nikolai Miloradov'un karşıma geçip bu tür tehditler savurması umurumda bile olmazdı. Ancak Lâl hâlâ beni seviyor olmasına rağmen bana karşı çok öfkeliydi. Haklı bir öfkeydi bu. Ve öfkeyle beklenmedik bir şey yapmasından korkuyordum. Onu kaybetmekten korkuyordum. Yine. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |