@buzlarkralicesi
|
-15- ❝Valentino❞ İstanbul'da kaldığım loft dairemin bahçesinden dışarı bakıyordum. Bu yaptığım şey Lâl'in hiç hoşuna gitmeyebilirdi. Ama geçmişiyle yüzleşmesi için iyi bir adımdı. Onun adına karar vermem çok çirkin görünüyordu. Muhtemelen öğrendiğindeyse çok kızacaktı. Eğer Lâl'in gerçekten ailesini bulmak istediğini bilmeseydim, bunu hissetmeseydim peşine düşmezdim. Bana daha önce ailesiyle ilgili şeyler anlattığında bir yanının ne kadar eksik olduğunu hissedebiliyordum. Dili istemiyorum dese bile terk edilmişliğin yaşattığı travmalar yüzünden sürekli birbirimizi yıprattık. Ve ona bir terk edilme duygusu da ben yaşattım. Mecbur olsam da. Onu bir kez de ben yaralamıştım. Bunu telafi edebilmek için elimden ne geliyorsa yapıyordum. Kapıdan içeri Montrel girdiğinde karşımda dikildi, ellerini önünde birleştirip "Efendim, yurt müdiresi sizinle görüşmek için bekliyor." dedi. Manrico Lâl'in yurtta olduğu zamanlarda oradan sorumlu müdireyi bulmuştu. Onaylayarak içeri almasını işaret ettim. Kış bahçesine Manrico, yanında kısa saçlı ve orta boylu, ince bir kadınla girdi. Kadının saçlarının neredeyse tamamı gri beyazdı. Usulca bahçeye doğru ilerledikçe kadının yaşlı yüzünün kırışıklıklarındaki endişeyi sezebiliyordum. Burada ne işi olduğunu merak ediyor olmalıydı. Ve korkuyordu. Neyle karşılaşacağını bilmemenin verdiği bir korku. Ceketimin yakalarını düzelttikten sonra geçip tam karşısına oturdum. "Size hakkımda gereken tüm bilgilerin verildiğini umuyorum." diyerek söze girdim. Endişesini gizlemeyen kadın sakin kalmaya çalışarak "Benden ne istiyorsunuz?" diye sordu. "Yıllar önce görevli olduğunuz yurtta kalan bir kız çocuğu hakkında bilgi almak istiyorum." Meraklı bakışları arasında "Lale." diyerek ekledim. Manrico'ya baş işaretiyle bizde Lâl ile ilgili bulunan tüm bilgilerin olduğu dosyayı kadına uzatmasını emrettim. Önündeki dosyaya bakan kadın, küçük fotoğrafla kimi kast ettiğimi anlamamış gibi başını iki yana salladı. "Böyle bir çocuğu tanımıyorum. Bizim kurumumuzda böyle biri var mıydı emin değilim." Başkan'dan ya da herhangi başka bir şeyden korktuğu için yalan söyleyen kadına ikna edici bir otoriteyle baktım. "Hatırlamak için tekrar bakın o zaman." Bir konuda hatırlatma yapar gibi söze girdim. "Ha, bilmeniz gereken bir şey daha var. Kimden korkuyorsanız, ondan daha korkunç şeyler yapabilecek güce sahibim. Cevaplarınızı ona göre seçin." Sertçe yutkunan kadın iki ateş arasında kalmış gibi gözlerimin içine baktı ve mesajı almış hâlde tekrar dosyaya döndü. "Lale bu, doğru." Düşünceli bir ifadeyle ekledi. "Uslu bir çocuktu, uyumluydu. Sessizdi. Kimsesiz çocuklardan biriydi işte." Başından savar gibi yeniden bana döndü ancak gözlerini kaçırıyordu. "Benden ne öğrenmek istiyorsunuz onu anlamadım." "Gerçek ailesiyle ilgili bir ipucu." "Varlıklı bir aile evlat edindi, hayatı kurtuldu kızın. Neden iç yüzünü eşeliyorsunuz ki? Belli ki ailesi istememiş." "Size fikrinizi sorduğumu hatırlamıyorum." Bakışlarımdaki sertlikle tanışan yaşlı kadın az önceki umursamaz tavrına bir son verdi. "Ailesiyle ilgili öyle çok büyük bir bilgim yok. Kadının biri geldi, otuzlu yaşların sonunda bir kadındı. Amacı gizlice bırakıp kaçmaktı. Bebeği kapıya bırakırken gecenin bir vakti karşı karşıya geldik. Lale'nin doğumunu o kadın yaptırmış yalan değilse. Bebeğin annesinin bebeği istemediğini söyledi, bıraktı ve gitti. Hepsi bu." "Annesi kimmiş?" "O kadarını bilmiyorum." "Peki, babası?" "Ben bırakan kadının yalancısıyım. Babası zengin ve isim sahibi bir ailenin oğluymuş, gayrimeşru olduğu için bebeği kabul etmemiş. Annesi de bebeği bırakmak istemiş. Doğumunu yaptıran kadın sadece bunları anlattı. Zaten gelen kişileri öyle sorguya çekmeyiz. Genellikle de kapıya bırakıp giderler. O kadınla o gece tesadüfen karşılaştık." Tek kaşımı kaldırarak "Bu kadarını bildiğinize emin misiniz?" diye sordum şüpheyle. Hikâyede oturmayan bir şeyler var gibiydi. "Evet." "Bırakan kadını görseniz tanır mısınız?" "Bilmiyorum, uzun yıllar geçti." İkna olmayan bakışlarıma karşılık "Belki tanırım." dedi ancak yine tatmin olmamıştım. Her ne kadar umursamaz tavrına son vermiş olsa da yanıtlarında tam anlamıyla samimi olduğunu hissetmiyordum. Sağ elimin parmakları masada ritim tutmuşken birkaç saniye sessiz kaldım ve kadına döndüm. "Nedense içimden bir ses, kadın hakkında daha çok şey bildiğinizi söylüyor." Aramızda geçen gergin sessizliğin sonunda masanın üzerindeki elleri huzursuzca hareket eden kadının dudakları düz bir çizgi hâlini aldı. "Aslında kadını tanıyorum." İşte, Lâl'in gerçek ailesini bulma yolundaki ilk gerçek ayak izini yakalamıştım. ❝Lâl❞ Dün bütün gün Zuhal'in söyledikleri aklımda dönüp durdu. Bir bebeği korumak annesinin görevidir. Sen bunu beceremedin. Belki de haklıydı. Ben becerememiştim. Bu benim suçumdu. Ama artık ne yapabilirdim ki? Bu pişmanlıkla yanıp kül olmam, sürekli geçmişte yaşamam neyi değiştirirdi? Bana bunları yaşatanlardan intikamımı alana kadar geçmişte olanları rafa kaldırdım. Nasılsa ona da sıra gelecekti. Ertesi gün klinikte beklemediğim bir misafirle karşılaştım. Sabah biraz erken gelip odama kahve söylediğimde Şebboy geldi ve Fahir Bey'in beni beklediğini söyledi. Saatime baktım. Erken gelmiş olmam ve ilk danışanımın iki saat sonra gelecek olması iyi olmuştu. Bekleme odasında oturduğunu öğrendiğim adamı kabul ettim. Birkaç dakika sonra içeri suçlulukla giren adam karşıma çökmüş omuzlarıyla otururken onu azarlamam için bekliyor gibiydi. Bense tam tersi bir ifadeyle "Hoş geldiniz Fahir Bey." dedim. "Bir şey içer misiniz?" Başını iki yana sallarken suçlu yüz ifadesi hâlâ silinmemişti. "Bana ne deseniz haklısınız. Vallahi tallahi boynum kıldan ince. Ben bir ayıp ettim ve sözümüzü bozdum. Gelmedim." "Evet, ben sizi bekliyordum ama... Siz randevuya gelmeyince-" "Ben aslında sizden kaçmadım." Sormamı bile beklemeden dökülmeye başladı adam. Sanki gelmeden önce kafasında ölçüp tartmış, şimdiyse sadece gerekeni yapıyormuş gibiydi. Kararlıydı. "Kendi geçmişimden kaçtım." Dürüstlükle başını sallayarak ekledi. "Ve kaçmanın bir faydası olmadığını da gördüm." "Bunu erken bir şekilde fark etmenize sevindim, Fahir Bey." Adamın yüzündeki hüzün, mahvolmuşluk hissi çok tanıdıktı. Her gece sular seller gibi ağlayıp sabahında hiçbir şey olmamış gibi kalkıp işimize gücümüze gitmemiz kadar aşinaydı ve gerçekti. "Ben çok kötü bir şey yaşadım ve bunu herkesten sakladım." Yutkundu. "Kendimden bile." Sözünü kesmedim. Ellerimi masaya üst üste koydum. Pür dikkat dinlemeye başladım. Anlatmaya hazırken, bu kadar kararlıyken bunu bozmak istemedim. "Benimle her şeyi paylaşabileceğinizi biliyorsunuz. Burada konuşulan burada kalır." Bunu geç de olsa anladığını ifade eder gibi başını sallayan adam hafif bir öksürükle boğazını temizledi. "Size bahsetmiştim, annem ve babamdan sonra bizi amcamın yanına verdiler. Bize bakabilecek tek yakınımız oydu." Anlatıp anlatmama konusunda bocalayan adama bakıyordum. Vücut dili anlatmaya çalıştıklarına dair tedirgin ve kararsızdı. Belki de bu yüzden bana tanıdıktı bu adamın mahcubiyeti, suskunluğu, içine kapanıklığı. Danışanlarımla duygusal bağ kurmak asla yapmamam gereken bir şeydi ama yüzündeki acıyı içimde duyumsamıştım o an. "Amcam çok kötü biriydi. Bizi sokaklarda çalıştırır, paramızı alırdı. Sırtımızdan geçinirdi. Mendil sattırır, dilendirirdi. O gün istediği kadar para kazanamamış olursak da döverdi. Dayak yemekten bıkmıştım. Bu hayattan kurtulmak istiyordum. Kardeşimi de alıp kaçmak istiyordum ama cesaretim yoktu. Sonra daha kötü şeyler olmaya başladı." Çekinerek "Ne gibi şeyler?" diye sormuş bulundum. Geçmişe dalmış gibi sessizliğini koruyan adam tüm heybetine ve güçlü duruşuna rağmen karşımda yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusu gibi duruyordu. "Taciz gibi şeyler." Duyduklarımı sindirmeye çalışarak yutkundum. Bu itiraf, içimde geçmişime dair bazı şeyleri tetikliyordu. Vural'la ilgili iğrenç anıları. "Bunu bana yapmaya başladığında... Ne olduğunu başta anlamadım. Tek bildiğim, çok rahatsız olduğumdu. Sonra bunun kötü bir şey olduğuna karar verdim, karşı koyamıyordum çünkü işin içinde dayak da vardı. Dayanmaya çalıştım. Eğer kardeşim olmasaydı hayatta kalmamın hiçbir sebebi, anlamı yoktu. Günlerim eşek gibi çalışıp, dayak yiyip, birbirinden berbat şeyler yaşamakla geçiyordu." "Ve bu döngüyü kırmanız gerektiğinin farkındaydınız." "Evet. Gizli gizli para biriktirmeye başladım, kaçmak için. Ama çok geçmeden önüne getirdiğim paralar azalınca dayakların şiddeti de arttı. Ve korktuğum başıma geldi. Amcam olacak o şerefsiz, para sakladığımı anladı. Beni daha çok dövdü. Daha çok..." Hırıltılı bir iç geçiren adam, geçmişin soğuk rüzgârlarında savrulduğunu gizlemiyordu. Belki de bu hayatta ilk kez böylesine açıktı. Sade ve şeffaftı. Herkes onu korkulan biri olarak görürken o en gizli yaralarını burada bana açıyordu. "Buna daha fazla dayanamıyordum. Ama kardeşim için dayanmaya çalışıyordum." "Peki, kırılma noktanız ne oldu? Yani o evden nasıl kurtuldunuz?" "Eğer o şey olmasaydı... Yani kırılma noktası dediğiniz o olay, o evde daha ne kadar kalırdım bilmiyordum. Ya da kaçmaya cesaret edebilir miydim yeniden? Hiçbir fikrim yoktu. Ama o gece..." Odadaki tüm oksijen tükenmiş gibi sesli bir nefes aldı burnundan. "Bana yaptığı şeyi kardeşime yapmaya çalıştığında, bunu gördüğüm an kan beynime sıçradı. Buna izin veremezdim. Bu kadarına izin veremezdim. Mutfağa gittim, kaptım bıçağı... Ona kaç defa sapladığımı bilmiyorum. Kendimden geçmişim. Kan gölünün ortasında üstüm başım kan içinde kaldığında kendime geldim. O gece kardeşimi de alıp evden kaçmadan önce o evi ateşe verdim. İçinde amcamın cesediyle." Adamın bunları anlatırkenki iniş çıkışları tüylerimi ürpertmişti. Başta dramatik, duygusal hatta zavallı bir biçimde başına gelenleri anlatırken amcasına yaptıklarına sıra gelince büyük bir hınç ve intikam duygusu hissettiğini gizlemiyordu. İnsan kendisine yapılanları sineye çekebilirdi. Ama söz konusu insanın ailesi olunca nasıl da kaplan kesiliyordu. "Bu... Bundan birine bahsettiniz mi?" "Eşim bile bilmiyor. Ki kendisi en yakınımdır. Bu olay kardeşimle aramızda bir sır olarak kaldı." İçinde yükselen tuhaf bir duyguyla "Ama sizin bu konuda bir ihbarda bulunmanız gerekir anladığım kadarıyla." dedi benim doğrulamamı beklercesine. Ona istediği yanıtı vermedim. Hiçbir cevap vermeden asıl konuya odaklandım. Adamın yaptıklarını onaylamıyordum ama hislerini çok iyi anlıyordum. Hatta bilemeyeceği kadar iyi anlıyordum. "Peki, bunu bana anlatmaya ne zaman karar verdiniz?" "Hocam siz, tuhaf bir şekilde güven veriyorsunuz insana." Gözlerini kısmış beni inceliyordu. Hatta çözmeye çalışır gibiydi. "İnsan yaralarının benzediği kişiyi gözünden tanırmış." Alnımda yaşadıklarım yazıyor olamazdı sonuçta değil mi? Ona karşı önyargısız hâlimi kast ediyor olmalıydı. Yoksa geçmişimle ilgili kimsenin bilmediği sırları nereden bilsin? Yüzümü inceler gibi bakarken beni analiz etmeye çalışıyordu sanki. "Böyle höt söt tavırlarınız falan var, insan bi ince tırsıyor ama güveniyor yani. Delikanlı kadınsınız." Kendince iltifat ettiğini düşünüp tebessüm ettim. "Teşekkürler." "Sizinle son konuştuğumuzda yaşadığımız her şeyin aslında bastırdığımız duygularla ve geçmişimizle ilgili olduğunu söylemiştiniz. Bu başta beni çok rahatsız etti. Bastırmaya devam ederim sandım ama size geldikten sonra eskisi gibi mümkün olmadı. Evde, işte, her yerde söylediklerinizi düşünür oldum. Kendime yalan söyledim, başkalarına yalan söyledim, yıllarca bu konuyu konuşmak isteyen kardeşimi bile susturdum. Ama artık daha fazla kendime yalan söylemek istemedim. Doldum, taştım. O orospu evladı yüzünden kendimi hapsetmek istemedim." Karşımda küfür ettiği için utanır gibi boynunu eğdi. "Kusura bakmayın, çok özür dilerim." Benim tepkisiz kaldığımı görünce iç geçirip konuşmaya devam etti. "Ve kendime itiraf ettiğimde, kabullendiğimde gerisi geldi." Gerisi. Bunu söylerken neyi kast ettiğini merak ediyordum. Neyin gerçekliğiyle yüzleştiğini. Kendi kendine yaptığı o dertleşme sırasında neyi gün yüzüne çıkardığını. Ve gecikmeden ortaya çıktı. "Aslında başından beri beni takip eden o hayalet amcamdan başkası değildi. Yıllarca onun öldüğüne emin olsam bile bir yerden çıkacakmış gibi geldi hep. Çocukluğumun karabasanıydı o. Galiba bu yüzden kendimle yüzleşemedim, onu mezarına gömemedim. Sonunda hayaleti benim peşimi bırakmadı." Olanı biteni anlattıktan sonra iki büklüm duran adamdan eser yoktu. Koltuğa sırtını rahatça yaslamış, derin bir nefes alıp bırakıyordu adam. "Ohhh... Vallahi çok şükür! Hocam ne yaparsanız yapın, isterseniz beni ihbar edin. Ama anlattığıma pişman değilim. Yemin ederim rahatladım. Hiçbir çözüm bulamasak bile kuş gibi hafifledim." "Belki de çözüm aslında buydu." "Nasıl yani?" "Önce yüzleşmek. Kabullenmek. Anlatıp kurtulmak. Bunu kabullenip yola devam edebilmek. Kendini suçlamadan, yargılamadan hayatına devam edebilmek de bir medeni cesaret gerektirir." Beni bir etki altındaymış gibi dinledikten sonra yaşça büyük olmasına rağmen saygıyla başını eğdi. "Hocam çok büyüksünüz! Ne iyi dediniz? Keşke herkes bu kadar cesur olabilse... Ama..." "Cesaretin bedensel güçle bir ilgisi yoktur çoğu zaman. Bizi insanların gözünde güçlü yapan lakaplarımızla da ilgili değildir. Cesaret kendimize dürüst olabildiğimiz kadardır. Kendimize inandığımız kadar vardır. Başarabileceğimize, aşabileceğimize inanıyorsak cesaret içimizde saklıdır zaten." Yoğun bir seansın ardından zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Fahir Bey'den sonraki danışanımla da vedalaştığımızda öğle saati gelmişti. Yemek için hastane yemekhanesine geldiğimde bizimkiler tam kadro masadaydılar. Yemeğimi alıp yanlarına gittim. Koyu bir sohbetin içindeydiler. Aralarında 2 yaşındaki bir çocuğun tedavisinden bahsediyorlardı. Evin heyecanla "Elif bebeğin tedavi masrafları için ne zamandır bir bağışçı aranıyordu." diye anlatmaya başladı. İçi içine sığmıyordu. Bebeği tanıyordum. Ailesiyle de konuşmuştuk. Masraflar için çeşitli yardım kuruluşlarına birlikte ulaşmaya çalışmıştık ama henüz bir sonuç alamamıştık. Ancak çocuk için zaman kısıtlıydı. Bizi korkutan da buydu. Evin'in heyecanına bakılırsa bir gelişme vardı. Bu beni de heyecanlandırdı. "Bugün Behçet Hoca'dan haber geldi, tedavi masraflarını gizemli bir yardımsever karşılamış. Ameliyatı yarın gerçekleşecek!" Başta Evin ve Wendy olmak üzere hepimiz çok sevinmiştik. Masamızda bir bayram havası esmişti. "Gerçekten çok sevindim!" Evin'e sarıldığımda sanki çocuklar gibi mutluyduk. Uzun zamandır burada tedaviyi bekleyen hastalarla ister istemez duygusal bağ kuruyordunuz. Bir gün önce masal okuyarak uyuttuğunuz, arkadaşlık yaptığınız hastaların ertesi gün hayatını kaybetmesi sizi yıkabiliyordu. Ya da hiç beklemediğiniz bir an uzatılan yardım eli sizi sevinçten deliye döndürebiliyordu. Bu içimizdeki insani duygularla alakalıydı. Belki bu kadar bağ kurmak yanlıştı. Profesyonelliği gölgeliyordu. Ama hastaları bir insan olarak görmemek de onlara bir robot gibi davranmamıza sebep oluyordu ki bence bu önceki durumdan daha kötü bir şeydi. Sevinmiştim. Bir bebeğin hayatı kurtulmuştu. Mutluydum. Keşke ihtiyacı olan herkese yardım eli uzanabilseydi. Zenginler çok zengin olmakla alakadar olmanın yanı sıra birilerine faydalı olmayı, bir şeye çare olmanın verdiği mutluluğu tatmayı düşünebilseydi daha fazlası olabilirdi belki. Asıl zenginliğin bu olduğunu anlayabilselerdi. Akşama doğru Nikolai arayıp yemeğe çağırdığında başta nazikçe reddettim. Ancak Nikolai "Alt tarafı bir yemek, Lâl. Merak etme seni yemeyeceğim." dediğinde iki yıldır sadık kaldığım adam yüzünden kendimi hayata ne kadar kapattığımı düşündüm. O yaşarken kızmasın diye Nikolai ile görüşme, o öldükten sonra ona ihanet olmasın diye dışarı çıkıp insanlarla tanışma... Kendimi bir fanusa kapatmıştım. Hem de kim için? Beni düğün günümde terk edip ölü numarası yapan ve kim bilir o sırada nerelerde ne cevizler kıran bir adam için. Artık bunlara gerek yoktu çünkü öldü sandığım adam bana ihanetin en büyüğünü yaşatmıştı. O an içimden gelmese de Nikolai ile arkadaşça bir akşam yemeği yemeyi kabul etmiştim. Hydra'ya geldiğimde odasındaki büyük terasta bizim için masa hazırlatmıştı. Dışarıdan çok arkadaşça bir yemek gibi görünmüyordu sanki, ha? Bir mum ışığı eksikti. Gözlerimi devirerek adama baktım. "Bu kadar özel bir masaya ne gerek vardı Nikolai? Arkadaşça bir akşam yemeği demiştik." "Masada özel bir şey yok." Gözleri sofrayı taradıktan sonra özgüvenle ekledi. "Her akşam tek başıma nasıl yiyorsam öyle hazırlattım, gerçekten." Kararsızlıkla kaşlarını çattı masaya bakarken. "Ama üşüyebilirsin terasta, masayı içeri aldıralım mı ne dersin?" "Yok, iyi böyle." Masaya oturduk. Bir kuş sütü eksikti. Yemeklerimizi yedik. Biraz zaman geçirip dertleştik. Yüzünde mutlu bir ifadeyle "Nadia artık dışarı çıkabiliyor." dedi adam. Bu haber beni de çok mutlu etmişti. Sonunda Nadia dış dünyaya açılan o kapıdan dışarı çıkabilmişti. Niko'nun bir müjde olarak verdiği bu haber aslında ikimiz için de çok anlamlıydı. "Türkçe dersleri de çok iyi gidiyor. Artık Türkçesi ilerledi." "Gerçekten buna çok sevindim Niko. Onun ömrünün geri kalanını daha hayatın içinde yaşayabilecek olması harika bir haber." "Bu senin sayende oldu. Hayatının geri kalanını bir odada geçirecekken Nadia seninle tanıştı ve iyileşti." İç geçirdi adam. "Ama... İtiraf etmek gerekirse bu beni bazen endişelendirmiyor değil." "Neden?" "O dış dünyayı tanımıyor, Lâl. İnsanların kötü yüzüyle hiç tanışmadı. Her zaman yanımda, gözümün önünde, benim korumam altındaydı. Şimdiyse..." "Şimdiyse dışarı çıkabiliyor olması kötü insanlarla karşılaşabileceği için seni endişelendiriyor." Omuz silkti Nikolai. "Belki de yersiz bu endişem. Ama Nadia benim her şeyim. Ona bir zarar gelmesi ihtimaline dayanamıyorum." "Böyle bir şey olmayacak, Nikolai. Biz her zaman onun yanında olacağız. Sen abisi olarak hep onunlasın. Bu sizin hayatınızda hiçbir şey değiştirmeyecek." İsteksiz de olsa başıyla onayladı adam. Hâlâ endişelerinden sıyrılmışa benzemiyordu. "Hafta sonu alışverişe çıkmak istiyor. Ona eşlik etmemi istedi ama hafta sonu Hydra'da büyük bir parti hazırlığı olacak. Ona katılamayacağımı söyledim." Tepkimden çekinir gibi "Belki senin ona eşlik edebileceğini söyleyip rica etmemi istedi ama hafta sonu Işık'ı görmeye gidersin diye düşündüm, meşgul olabileceğini söyledim." dedi ve üstelemedi. Israrcı olmadı. Bu Nikolai'nin benimle yakınlaşmak için kullandığı bir bahaneye benzemiyordu. O Hydra'da çalışacaktı, biz kız kıza alışverişe gidecektik. Ancak bir konuda haklıydı, hafta sonunu Işık'la geçirmek istiyordum. Bu yüzden gün değişikliğine gitme şartıyla Nadia'ya alışverişte eşlik edebilirim diye düşündüm. "Aslında hafta sonu dışında bir gün, olabilir. Nadia ve ben. Eğer o da isterse tabii." Sevincini gizlemeyen bir tebessümle "Buna çok memnun olur." yanıtını verdi. Sonra yanlış anlaşılmamak üzere aceleyle ekledi. "Ben hiçbir şekilde olmayacağım. Bütün hafta Hydra'dayım." Onaylayarak başımı salladım. Onu yanlış anlamamı istemiyordu. Sürekli kızların yakasına yapışan o ısrarcı erkeklerden olmadığını vurguluyordu. Bunun farkındaydım. Bazen ısrarcı olduğu konular olsa da rahatsız edici bir boyuta getirmiyordu. Gerçekten istemediğim bir şeyi yapmak zorunda bırakmıyordu beni. Aslında başka şartlarda tanışsaydık Nikolai ile iyi arkadaş olabilirdik. Bana olan hislerini bilmeseydim. Böyle çok diken üstünde hissediyordum çünkü. Her hareketimin umut vermesi ihtimali beni çok geriyordu. Uzun sohbetimiz sürüp giderken Nikolai "Riccardo'yla işler yolunda gitmiyor galiba." diye beklendik bir soru sordu bana. Muhtemelen yüzümden de anlaşılıyordu bu sorunun cevabı. Onunla konuşmak isteyeceğimi nereden çıkarmıştı bilmiyordum hatta normalde sana ne deyip tersleyebilirdim de ama sağım solum belli olmadığı için öyle yapmadım. Bir iki kadeh bir şey de içtiğim için yumuşamıştım sanki. Bir anda çözüldüm. "Yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi gelip kaldığımız yerden devam edebileceğini sanıyor. Sanki ondan başka seçeneğim olamazmış gibi." Kaşlarımı kaldırıp hayret edercesine başımı önüme eğdim. "Ondan bu kadar nefret ederken dengemi bozmasına nasıl izin verebiliyorum anlamıyorum." Kadehimden bir yudum daha aldım. Onu kalbimden atamıyordum. Bu acıtıyordu. Bana ihanet ettiği, beni kandırdığı sabitti. Beni kandırmıştı. Ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi umursamadan yapmıştı bunu. Bense onu söküp atamıyordum. Bu onursuz ve gurursuz insanların yapabileceği bir şeydi. Her şeyi bilen Nikolai efendi bunu da biliyordu. "Bunun çok basit bir cevabı var." Yorgunlukla kaşlarını kaldıran adam ekledi. "Aşk." Karşımdaki kişinin kim olduğunu unutmuş gibi konuşmaya başladım. Sanki bir arkadaşıma dert yanar gibiydim artık. "Ama ben ona âşık olmak istemiyorum artık. Canım yanıyor. Her seferinde canım yanıyor." "Maalesef âşık olduğumuz kişileri biz seçemiyoruz. Ve istediğimiz an aşkı kalbimizden kovamıyoruz." Söyledikleri öyle içime işlemişti ki. Sanki benim aynam gibiydi. Ben Valent'i sevmekten vazgeçemezken karşımdaki adam benim çaresizliğime ayna oluyordu. Hem de benim bir başkasına âşık olduğumu bile bile. Kendimi Valentino misali bencil bir pislik gibi hissettim. "Özür dilerim." dedim aniden. "Seni sevemediğim için özür dilerim, Nikolai. Ama emin ol, benim sana yaşattıklarımı Valentino'ya olan aşkım da bana yapıyor. Ödeşiyoruz yani." Acı acı gülerek karşılık verdi Nikolai. "Bu bir yarış değil, Lâl. Senin acı çektiğini görünce içim rahatlamıyor. Aksine, acım daha da artıyor. Ben senin acı çekmemeni isterdim. Yani en azından birimizin mutlu olmasını." Gözleri daldı. "Çektiğim ıstırabın buna değmesini isterdim." Başımı öne eğdim. Aramızda uzun bir sessizlik oldu. Gergin bir bekleyiş gibi. Ne diyeceğimi bilemedim. Nikolai'nin sevgisinin gerçekliğini hissetsem de bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Kalbim Valentino'ya aitti. Hiç hak etmeyen birine. Ondan nefret etsem de hatta belki bir daha onunla bir araya gelmeyecek olsam da gerçek buydu. Onu seviyordum. O beni değersiz bir çöp parçası gibi geride bırakıp gitmiş olsa da... Seviyordum. Oturduğum yerden hafif ayaklanırken "Ben kalksam..." dememe kalmadan Nikolai ile seslerimiz birbirine karıştı. "Seni bırakayım." "Yok, gerek yok Nikolai. Gerçekten." Onunla görünmek istemeyeceğimi düşünmüş olacak ki ağırbaşlı bir ifadeyle başını salladı. "Adamlarımdan biri seni bıraksın." Daha fazla itiraz etmek istemedim. Onayladım başımla. "Hoşça kal, Nikolai." "Beni kırmayıp yemek teklifimi kabul ettiğin için teşekkür ederim, Lâl." Yanından ayrılırken içim tuhaf bir acıma hissiyle dolmuştu. Sanırım Nikolai'ye karşı tuhaf diye adlandırdığım his buydu. Başta ondan nefret etsem de zamanla onu tanıdıkça, iç dünyasını gördükçe içindeki iyiliği görmüştüm. Valentino gibi o da sistemin çarklarıyla yoğrulmuş ve istemeden de olsa bu kötülüğün bir parçası olmuştu. Eve döndüğümde Evin, Giray, Türkü salonda salya sümük bir aşk filmi izliyordu. Daha ziyade, Giray ve Türkü sanki Evin'in zoruyla aşk filmi izliyormuş gibi heyecansız ve inanmaz görünüyorlardı. Ahmet ve Wendy yoktu piyasada. Aralarına karışmadan oradan sıvıştım. Hayatım yeterince acıklıyken bir de filmlerdeki duygusallığa gelemezdim. Mutfağa gidip kendime bir kahve koymak istedim ancak ışığı yaktığımda mutfak masasında oturan Wendy'le göz göze geldim. Başta ödüm koptu ve nefesimi tuttum. "Kızım insan bir ses verir! Karanlıkta yarasa gibi ne oturuyorsun?" Kendime bir kahve koyarken bakışlarım Wendy'nin üzerindeydi. Üzgün görünüyordu. Ben sormadan söyledi. "Ivan'la ayrıldık." Yorum yapmadan ona da bir kahve koydum ve karşılıklı oturduk. Wendy başını ellerinin arasına almış, dirseklerini masaya yaslamış sesli düşünüyordu. "Sevdiğinle de olmuyor, seni sevenle de olmuyor. Ulan bu anasını sattığımın ilişkileri nasıl oluyor anlamadım ki!" Gülmekle düşünmek arasında kaldım. "Aman ben ne bileyim Wendy. Sanki ben sevdim de mutlu mu oldum? 2 sene enayi yerine koymuş beni." Wendy tam "Sen de bir dinleseydin keşke. Sonra istiyorsan yine köpek çekerdin." derken kapı çaldı alacaklı gibi. Merakla kapıya gittik. Kapıyı açtığım an üzerime biri düştü. Wendy çığlık attı. Onun çığlığıyla Evin, Giray ve Türkü de yanımıza gelmişti. Yere düşen adamı tutup kaldırdığımda eşek ölüsü gibi ağırdı ve bu kişi Ahmet'den başkası değildi. Eşek sudan gelene kadar dayak yemişti, haşat edilmişti. Ben de en az diğerleri kadar şaşkın bir edayla "Ahmet! Senin bu hâlin ne?" diye sordum bağırarak. Can havliyle nefes alırken "Dayak yedim." diyebildi çocuk inlercesine. "Hadi ya, ben de hacamat yaptırdın sanmıştım. Sen benimle taşak mı geçiyorsun?" Öfkeyle korkuyu aynı anda yaşıyordum. "Kim yaptı sana bunu?" "Tefeciler." "Ne?" Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp diğerlerinin de yardımıyla Ahmet'i salona taşıdık. Eşek ölüsü gibi ağırdı. Koltuğa oturttuğum adama pansuman yaparken söylenmeyi de ihmal etmiyordum. "Sevdiğim bir abimden borç aldım dediğin tefeci miydi Ahmet?" Başımı iki yana sallarken bir posta da ben dövmemek için zor tutuyordum kendimi. Ellerim kaşınıyordu. "İnanamıyorum sana." "Aslında başlarda her şey iyi gidiyordu. Biraz şans oyunları oynadım, para da kazandım. Daha çok kazanırım diye düşündüm ama... Sonra üst üste çok kaybettim ya, bittim ben, bittim!" Başını iki elinin arasına alan adam çok üzgündü. "Tefecilere de öyle borçlandım zaten." "Bir de kumar mı oynadın Ahmet?" Sağ elimle alnımı ovalarken "Allah'ım sen benim aklıma mukayyet ol! Sabah uyanayım ve bunlar kötü bir rüya olsun lütfen ya!" diye inledim. "Ya sen nasıl böyle bir cahillik yapabiliyorsun Ahmet? Bunun elle tutulur bir yanı yok!" "Ne bileyim kızım ya, başta o kadar çok kazandım ki... Hep öyle gider sandım." "Bok gider! Al, götündeki donla kaldın öyle." Evin merak ve endişeyle "Şimdi ne olacak?" diye sorarken bir bana bir de Ahmet'e baktı. Ahmet "Ödemezsen daha kötü olur dediler. Artık parmağımı mı koparırlar, kolumu mu keserler bilemiyorum." dedi. Böyle adamların şakası olmazdı. En iyi ben bilirdim. Nereden bildiğimi sormayın. "Eh be Ahmet, eh be! Yahu koskoca doktorsun! Sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın?" Ona kızmakla acımak arasında kalıyordum. Nasıl böyle bir cahillik yapmıştı ki? "Tefecilerden borç alınmaması gerektiğini herkes bilir!" "Bilir bilmesine de mecbur kalan alıyor işte akıllım! Yoksa bu tefecilik sektörü nasıl ayakta kalıyor sanıyorsun?" "Ha benim gibi enayiler sayesinde diyorsun." "Lâl, bak üstüme gelme tamam mı? Zaten sıçtım." Pansuman yapılan yeri acıyınca ofladı. "Senin maddi durumun kötüydü, Evin'le Wendy de düğün hazırlıkları yüzünden para biriktirdiği için onları da sıkıştıramayız dedin." Kinayeli bir yüz ifadesiyle Giray'a baktı. "Giray da sağ olsun karıya kıza para yedirdiğinden..." "Aaa ben ne yaptım be? Sanki ben mi dedim tefeciye bulaş diye!" "Offf sus be!" Aralarındaki laf dalaşını "Şşşt!" diyerek durdurdum. Ahmet suçlu bir yüz ifadesiyle "Evin harcamaları bitmiyor, Kerem'in masraflarına sen koşuyorsun. Ne yapsaydım, sadece sana mı yüklenseydim?" Pansumana devam ederken "Ha böyle daha iyi oldu çünkü değil mi?" dedim ancak öfkemi gizlemiyordum. Şefkatli bir öfkeydi bu. Anne öfkesi gibi. Karşımdaki çocuk gibi hatalar yapınca ona çocuk gibi davranmak düşüyordu. Evin "Ne yapacağız şimdi?" diye sorup dururken hiç yardımcı olmuyordu. Aklımda hiçbir fikir yoktu ama yeterince panik olan insanları daha da galeyana getirmek istemedim. "Ben bir yolunu bulacağım. Hadi şimdi yatın siz, yarın ola hayrola." Herkes odasına doğru giderken Wendy yanıma yaklaştı ve usulca "Valentino'dan mı yardım isteyeceksin?" diye sordu. "Ne münasebet! Kendi işimi kendim görürüm ben." "Nah görürsün! Nereye görüyorsun acaba? Cebinde para mı var? Bu adamlar her gün faiz koyar Ahmet'in borcunun üstüne." "Üfff halledeceğim dedim Wendy, gelme üstüme!" "Hayır, Valentino'nun yabancı olduğu bir sektör değil, bağlantıları vardır diye ben-" Herkes gitse de yardım almadan yerinden kalkamayacağı için koltukta oturan Ahmet hâline bakmadan magazin takip etmeyi aksatmadı. "Aaa, o söylenti doğru mu ya? Ben adam İtalyan diye mafyalık üstüne yapıştı sanmıştım." "Ahmet sus, şimdi ayağımın altına alacağım seni ha! Yüzüne gözüne bakmadan dedikodulara karışıyorsun!" "Kızım beni ayağının altına alan almış, görmüyor musun hâlimi?" "Oh olsun! Bir daha böyle aptalca bir şey yapmaman gerektiğini uygulamalı olarak öğretmiş ağır abiler sana. Aferin valla!" Wendy'ye döndüm. "Tut şunun diğer kolundan, odasına götürelim." Gece hepimiz odalarımıza gidip yattık ama beni pek uyku tutmamıştı. Gece komodinin üstündeki küpeleri elime alıp seyrederken boşta kalan elimle onları okşadım. Dedemin babaanneme ait olan ve bana hediye ettiği küpesi. Maddi değeri olduğu kadar manevî bir değeri de vardı. Ve 2 yılda benimle bütünleşmişti. Ama şunu da çok iyi biliyordum ki arabayı satmakla ne Kerem'in masraflarını karşılayabilirdim ne de Ahmet'e faydam dokunabilirdi. Sevdiklerine yardımın dokunmadıktan sonra eşyalara anlam yükleyip manevi duygularını doyurmanın ne önemi vardı ki? Sabah olduğunda kararımı çoktan vermiştim. Bizimkiler hastaneye geçerken bir işim olduğunu söyleyip onlardan ayrıldım ve kuyumcuya gittim. Küpeleri sattım. Vedalaşmak çok zor oldu ama sonunda onlardan ayrıldım. Sanki bir parçamı orada bırakmıştım. Kendimi kötü hissettim. Dedemden özür dilemek için bir sebep daha. Emanetleri bir bir elimden kayıp gidiyordu. Her şey çok üst üste gelmişti. Hastanenin durumu, Kerem'in masrafları, Ahmet'in dangalaklığı, evin giderleri ve daha bir sürü şey... Hayatta kalmak çok zordu. Ama bunu başarabileceğime inancım da tamdı. Bu geçici bir süreçti. Zaten yakın zamanda hisselerimin ödemesini de alacaktım. Önce elimdeki parayla Kerem'in dershane taksidini ödedim. Kalan parayı da kendisine vermek üzere Ahmet'e ayırdım. Akşam usulünce konuşup bu borcu ödemesini söyleyecektim. Hepsini olmasa da en azından bir kısmını. Hastaneye geldiğimde ise Zehra hemşire deskte yine hemşire arkadaşlarını etrafına toplamış dedikodularıyla ortalığı birbirine katıyordu. Beni görünce "Ah, Lâl Hanım gelin, gelin!" diyerek hevesle beni çağırdı. Asla merak etmesem de yanına geldim. "Zuhal imzalamam gereken birkaç evrak bırakmış. Onları verirsen-" desem de Zehra'nın dedikodu gündemine verdiği önem daha ağır basmıştı. Tabii, dedikodu dururken hastane işleri bekleyebilirdi. "Elif bebeğin hastane masraflarını karşılayan gizemli yardımseverin kim olduğunu öğrendim!" Onun kadar meraklı olmasam da bu bilgi ilgimi çekmişti. "Nasıl?" "Evraklardan iz sürdüm. Aynı Sherlock Holmes gibi! Çok heyecanlıydı!" O konuyu çok dedikodu malzemesi olmadığı için es geçmeyi uygun gördü genç kadın. "Neyse, neyse! Duyunca çok şaşıracaksınız!" "Ay ne şaşıracağım, Zehra? İyilik yapmış denize atmış işte ne var bunda?" Bana yaklaşıp heyecanla "Gizemli yardımsever sizin şey işte!" dedi, iki işaret parmağını imayla birbirine sürttü ve bombayı patlattı. "Valentino Riccardo!" Bunu duymayı beklemediğim için şaşırdım hâliyle. Valent'in yapacağını düşünmediğimden değil. Ama neden böyle bir şeyi saklama gereği duymuştu ki? Herhangi bir tepki vermeden oradan ayrılırken düşünmeden edemedim. İşte Valentino Riccardo bunu hep yapıyordu. Tam kendisinden ölesiye nefret ederken geliyor, hayatıma yeniden giriyor ve beyaz atlı bir prens gibi işlere el koyuyordu. Belki de kırmızı pelerinli bir süper kahraman gibi istemeden de olsa herkesin kendisi hakkında konuşmasına sebebiyet veriyordu. Kafeteryaya kahve almak için gittiğimde sıra beklerken Valentino'yla karşılaştım. Benden sonra gelip sıra beklerken arkama döndüm. "Merhaba." Kaşlarını kaldırdı.İlk defa kendisiyle yüz yüze muhatap olduğum için şaşırdığını gizlemiyordu. Kuşkulu bir ses tonuyla "Merhaba." derken bile iç gıcıklayıcı bir sesi vardı. Buna karşı koymak da en az diğer şeylere karşı koymak kadar zordu. Diğer şeyler tam liste, etkileyici ve seksi bakışları, kavurucu teni ve dokunuşları. Selamımdan bir sonuç çıkarmaya çalışır gibi gözlerini kıstı. "Kahveme arsenik koymayı mı planlıyorsun? Neden bu sabah bana karşı bu kadar hoşgörülüsün?" "Elif bebeğin masraflarını senin üstlendiğini biliyorum." Gözlerine bakarken samimi bir duyguyla sordum. "Niye gizledin ki böyle bir şeyi?" Sesim kısık çıkmıştı. Hâlâ duyulmasını istemiyor olabilirdi. Zehra hemşire tarafından tüm hastaneye anons edilmiş olsa bile. Duyulmasından pek hoşnut olmayan adam elleri ceplerinde yanıt verdi. "Bilinmesi gereken bir şey değildi." Ona olan öfkem ve nefretim bir yana, yaptığı bu şeyi takdir etmem gerektiğinin farkındaydım. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Yaptığın şey çok güzeldi." Memnun bir tebessümle takdir ettim. En azından bu kadarını yapabilirdim. Sonuçta aramızdaki şey başkaydı, bu başka. Gözleri yüzüme dalarken yutkundu. "Bebeğimiz eğer doğsaydı o küçük bebeğin yaşlarında olacaktı." Boğazıma bir yumru oturmuştu. Yutkunamadım. "Niye yapıyorsun bunu?" Dudaklarım birbirine kenetlenmiş gibiydi. Titriyordum. Yaşadıklarım aklıma doluşurken sakin kalmak zordu. Bebeğimin ellerimin arasından kayıp gidişi... Zuhal'in geçen gün söyledikleri... "Neden bana acı çektiriyorsun? Yetmiyor mu bu kadarı?" Adamın şaşkın bakışları yüzümle buluşurken o anları yeniden yaşıyor gibiydim, nefesim kesiliyordu. "Neden unutmama izin vermiyorsun? Hoşuna mı gidiyor? Zevk mi alıyorsun bundan?" Neye uğradığını şaşıran adam bana baktı. "Lâl, hayır... Ben..." Onu dinlemeyip neden tartıştığımızı bile anlamayan kalabalığın arasından sıyrılıp kafeteryadan çıktım. Bahçeye kendimi attığımda nefes almak bile güçtü benim için. Temiz havayı derin derin içime çektim ağlarken. Cezamın farkındaydım. O bebeği istemediğim için elimden alındığının, benim yüzümden olduğunun ve bu acıyı sonsuza dek çekmeye mahkûm edildiğimin farkındaydım. Hepsinin farkındaydım. Farkında olmadığım tek şey, alamadığım derslerdi. Hayatta hep alamadığımız bazı dersler olurdu. Ben belki de bir şeyleri kaçırıyordum. Mutlu olmak için uğraşırken asıl mutlu olma sebeplerimi kendi ellerimle itiyordum belki de. Olgunlaşıyordum, büyüyordum. Acıyla yoğrulup pişiyordum. İnsanlara ders verirken belki de almam gereken kendi derslerimi kaçırıyordum. O gün bir daha Valentino'yla karşılaşmadık. Akşam eve gittiğimizde çantamdan Ahmet için ayırdığım para zarfını aldım ve salona indim. Kimsenin tadı tuzu kalmamıştı, öylece oturuyordu herkes. Ahmet kurbanlık koyunlar gibi bir köşede oturup halı desenlerini incelerken yanına gittim ve zarfı uzattım. Merakla bana baktı. "Bu ne?" "Arabamı satmıştım. Bugün de dedemin hediyesi olan küpeleri sattım. Kerem'in dershane taksidinden ve diğer masraflardan kalan bu." "Sen bunu benim için mi yaptın?" "Sadece senin için değil. Masraflar vardı, Kerem'in dershane taksidi-" İnanmaz bakışları arasında gözleri parlıyordu. Beklemediğim bir anda sıkı sıkı sarıldı Ahmet bana. Tam ayrıldığımızda elindeki zarfa baktı. "Ah be kızım, ne yaptın ya?" "Bıraksaydım da kulağını mı koparsalardı?" Saf saf "Öyle mi oluyor o işler ya?" diye sordu Ahmet kafasını kaşırken. "Sen mafya dünyasına daha hâkimsin ya, bilirsin." Wendy sıradan bir ses tonuyla muhabbete katıldı. "Yok, bazen yatağa at kafası falan bıraktıkları da oluyor. Yöreden yöreye değişiyor yani." "Haa..." Ahmet ve Wendy'nin arasındaki bu komik konuşmaya gülecek durumda değildim. Normalde katıla katıla gülerdim ama bu kez ciddi bir sorunumuz vardı. "Ya salak salak konuları bırakın da şimdi sen yarın ilk iş bu parayı götür ver şu adamlara Ahmet. Kalanını da peyderpey ödeyeceğimizi söyle, bizde kimsenin parası kalmaz. Adamı hasta etmesinler." Aynı saflıkta "Böyle söylemem gerektiğine emin misin?" diye sordu Ahmet. Yüzünü işaret ederek ekledi. "Çünkü geçen görüşmemiz biraz tatsız geçti, malûm. Böyle bir tık sert ve kırıcı oldu sanki." Kırıcı diyordu ya, deli. Parayı ödemezse nerelerini kıracaklardı kim bilir. "Ya usulünce söyle işte. Ben zaten Başkan'dan hisse ödememi alacağım, kalanını da öderiz öyle kapanır bu mevzu." "Harbi mi?" "Hı, ne olacak başka?" "Küpelerini sattın yani sen şimdi bugün ciddi ciddi." O üstüne basa basa söyledikçe içimden bir parça kopsa da ses etmedim. "Satmasaydım da seni kıtır kıtır kesseler miydi?" Başını öne eğen çocuk ofladı. "Ne oldu bize böyle birdenbire ya? Biz neden Rus romanlarında gibi fakir olduk?" "Önünü arkanı bilmezsen öyle götün açıkta kalırsın işte. Ayağını yorganına göre uzatacaksın." Azarlanan Ahmet, annesinden dayak yemiş çocuk gibi boynunu büktü ve oturduğu koltukta dizlerini karnına çekip cenin pozisyonu aldı. Yaşanan bunca şeyden sonra dersini aldığını düşünüyordum. Bundan sonra gereksiz para harcamadan ve şans oyunları oynamadan önce kırk defa düşünürdü. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |