@buzlarkralicesi
|
-16- ❝Valentino❞ Aynanın karşısında hazırlanırken eski yurt müdiresinden adını aldığım kadınla bizzat görüşmeye gidecektim. Lâl'in doğumunu yaptıran bu kadından annesine ulaşabilmeyi umuyordum. Ya da babasına dair herhangi bir bilgiye. Varlıklı ve tanınan bir ailenin oğlu olduğu dışında hiçbir bilgi yoktu elimde. Peki, gerçekten de Lâl'i istememiş miydi? Eğer gerçekse bu çok kalp kırıcıydı ve Lâl'in öğrenmesini hiç istemezdim. O da böyle olduğunu tahmin ederken bir anda karşısına onu istemeyen ailesini çıkarmam çok acımasızca olurdu. Önce işin gerçek yüzünü ben öğrenmeliydim. Hazırlanmış bir biçimde yatak odasından çıkarken kapı çaldı. "Gir!" İçeri biraz telaşlı yüz ifadesiyle Manrico girdi. "Valentino, bilmen gereken bir konu var." Meraklı yüz ifademle söyleyeceklerini bekliyordum. "Geçen gün konuştuğumuz yurt müdiresi." Tek kaşımı kaldırarak söyleyeceklerinin devamını bekledim. "Evinin önünde ölü bulunmuş." "Ne?" "Araba çarpmış." Kaşlarını kaldıran ihtiyar adam, söylediğine kendi de inanmıyor gibiydi. Hiçbir şey söylemedim. Ancak anlamıştım. Büyük ihtimalle bu basit bir kaza değildi. Doğal bir ölüm hiç değildi. Başkan bu işin peşinde olduğumuzu öğrenmiş olabilirdi. Tıpkı Lâl'in dosyalarını yok ettiği gibi geride kalan tüm tanıkları da bir bir yok ediyor olabilirdi. Yine de biz ondan bir adım öndeydik. Saklamaya çalıştığı şeyleri kadından çoktan öğrenmiştim. Şimdiyse elimi daha çabuk tutmalıydım. "Hemen şu kadının evine gidelim." ❝Lâl❞ Avuçları sinsi bir yavaşlıkta bacaklarımın üzerinden içine doğru ilerlerken tenim alev alev yanıyordu. Üzerime çıktı ve sağ eli bacaklarımın arasındaki yerini aldı. Elbisemin etekleri kalçalarıma kadar sıyrılmış hâldeyken maharetli parmaklarının ıslaklığımı içmesine izin verdim. Bakışları meydan okuyan tatlı bir acımasızlıkla beni alaşağı ederken yüzüm alev alevdi. Parmaklarının hamlelerinden aldığım saf zevkten utanıyordum ama hazzın doruklarını da reddedemiyordum. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve dudakları dudaklarıma yapışmak üzereydi. Koridorda koşuşturan Giray ve Ahmet'in konuşmalarıyla gözlerimi araladım. Vücudum ter içinde kalmıştı. Yatakta doğrularken dilim damağım kurumuştu. Valent'in rüyamdaki varlığı öyle gerçekti ki... Nefes nefeseydim. Islanmıştım. Kendime gelmem dakikalarımı aldı. Yataktan kalkıp duşa girmeden önce banyodaki aynanın önünde kendimle yüzleştim. Gözlerimin içine baktığımda içimdeki aptal kızı azarlamak istiyordum. "Sakın bunu bir daha yapma. Sakın." Onunla ilgili rüyalar görmeyi nasıl engelleyebilirdim ki? Bilinçaltımı nasıl susturabilirdim? Kendimi uyarmaktan başka çarem yoktu. "Böyle bir şey hiç olmadı. Hiç olmadı." Duşa girip sıcak suyun altında kendime gelmeye çalışırken içimden sürekli aynı şeyleri tekrar etmeye devam ettim. Üzerimdeki etkisi o kadar büyüktü ki... Böyle bir şey hiç olmadı. Hiç olmadı. Sabah işe giderken ister istemez merakıma yenik düştüm ve küpelerimi sattığım mücevher mağazasının önünden geçtim. Arabayı sattığım için acelem olmadığı zamanlarda artık kliniğe yürüyerek gidiyordum. Böyle olunca da yolum bir şekilde o mağazanın önüne düşüyordu. İçimdeki merakın da etkisiyle tabii. Acaba küpeler orada duruyor muydu? Dursa alabileceksin sanki Lâl. Dayanamayıp önüne geldiğim mağazanın vitrinine baktım. Küpelerim yoktu. Alt dudağımı dişlerimle çekiştirince dayanamayıp içeri girdim ve sordum. Küpeleri sattığım adam oradaydı ve beni tanıdı. Olumsuz bir baş işaretiyle küpelerin satıldığını söyleyince içim acıdı. Zaten ne sanıyordum ki? Yıllar yılı orada beni bekleyeceğini falan mı? Umarım değerini bilecek birine gitmiştir. Yine de üzgündüm. Dedemin babaanneme hediye ettiği o özel hediyeyi satmak zorunda olduğum için. Kaybettiğim için. Ancak ondan öğrendiğim başka bir şey de ailenin önemiydi. Bu değeri hiç kaybetmeyecektim. Hastane ve küpeler dışında Kerem de dedem tarafından bana emanet edilmişti. Ona sahip çıkmam nesnelere verdiğim değerden daha önemli ve anlamlıydı. Dedem de böyle olmasını isterdi. Hastaneye geldiğimde beni daha tatsız bir sürprizin beklediğini henüz bilmiyordum. Başkan'ın odasının önünden geçerken kapı eşiğinde Adnan Sezer'le dostça el sıkıştıklarını ve bir şeyler konuştuklarını görmüştüm. Onlar beni görmeden duvara yaslandım. Vural'ın babası Adnan Sezer. Oğlu benim yüzümden öldüğü hâlde Başkan'la işi neydi? Yeniden neden görüşüyorlardı? Bu giz içimi ürpertti. Vücudum tarifini bulamadığım bir gerginlikle titredi. Bu ikilinin yeniden bir iş yapıyor olmaları yeterince korkunç değilmiş gibi Vural'ın hâlâ hayatta olduğu korkusunu yeniden içime düşürmüştü. Saçma olduğunu bile bile düşünmekten kendimi alamıyordum. Saçmalama, bu mümkün değil. Sakin bir nefes alıp kendimi kliniğe attığımda kötü düşünceleri aklımdan çıkarmaya çalıştım. Şebboy daha ben istemeden kahvemi getirmişti. "Teşekkür ederim, Şebboy." "Rica ederim, Lâl Hanım." Kahvemi masama bırakırken 2 yıl boyunca masamda Valent'in fotoğrafının durduğu yerin boşluğuna dikti gözlerini. "Şey... Ben fotoğrafı çöpte buldum ama atmadım. Belki yanlışlıkla atmışsınızdır diye-" "Yanlışlıkla atmadım." Kısa ve öz bir cevapla içimi soğuttum. Valentino ve ben... Artık o Halikarnas'taki barda tanışan ve tutkulu bir ilişki yaşayan iki çılgın âşık değildik. O köprünün altından çok sular akmıştı ve biz iki düşman olmuştuk. Bir savaşın içindeydik. Güçlü olanın kazanacağı bir savaşın. Ne düşündüğünü anladığımı fark etmiş olacak ki gözlerini kaçırdı. "Tamam o zaman." "Fotoğrafı atabilirsin." "Peki. Siz öyle diyorsanız..." Kapıya yürüyen hafif balık etli kız yeniden yüzünü bana döndü. Ürkek bakışlarıyla "Çöpe atmak en kolayı, biliyorsunuz değil mi? Asıl zor olan kalbinizden atmak." dedikten sonra çekingen adımlarla odadan çıktı. Sessiz kaldım. Haklıydı. Bunun ne kadar zor olduğunu en çok bedenim hatırlatıyordu bana. En başta da onun için atan kalbim. Ama yapacaktım. Unutacaktım. Fotoğrafını çöpe attığım gibi varlığını da kalbimden atacaktım. Onu da başaracaktım. Umarım. Öğle tatilinde AVM'de buluşmak için Nadia'yla sözleşmiştik. Özel şoförüyle arabadan inen kız beni görünce kollarıma atladı. Yüzünde yıllardır süren kafesteki esaretinden kurtulmuş bir güvercin sevinci vardı. Sarıldık, hâl hatır sorma kısmı bitince arkama baktı. "Araban nerede? Uzağa mı park ettin?" Yumuşak bir tebessümle. "Sattım." Önemsiz bir şeymiş gibi "Böylesi daha iyi oldu. Beni rahata alıştırıyordu." diyerek konuyu kapattım. O da bir yorum yapmadı. Kapının önünde bekleyen şoförü gerimizde bırakıp alışverişe başladık. Nadia benim tarzımı beğeniyordu, fikirlerimi önemsiyordu. Almak istediği her kıyafeti bana soruyordu. Yakışıp yakışmayacağından da kendi tarzından da pek emin olamıyordu. Bu kez de bana bağlanmıştı. Benim fikirlerimi gereğinden fazla önemsiyordu. Ömrünün büyük kısmını birilerine bağımlı yaşayan bir kız için bu beklendik bir durumdu. Ancak aşılamayacak bir şey değildi. Günlük hayatımızda çoğu zaman onaylanma ihtiyacı hissederiz. Yaşadığımız bazı travmatik olaylarla birlikte insanların hakkımızda ne düşündükleri, bizi onaylayıp onaylamadıkları da gereğinden fazla önemli hâle gelir. Nadia gibi hayatının büyük bir kısmını istemsiz de olsa abisinin boyunduruğu altında yaşayan biri için bu normaldi. Zamanla düzelmeyecek bir şey değildi. Pudra rengi bir elbiseyi üzerinde tutup gösterirken heyecanlıydı. "Bu yakıştı sanki. Değil mi?" Onaylayarak başımı sallarken yüzüm gülüyordu. "Kesinlikle." "Ama sanırım bu benim bedenim değil." Etiketi inceledikten sonra askıdaki diğer kıyafetlere baktık. Onun bedeni kalmamıştı sanırım. "Tamam, ben şimdi bedenin kalmış mı sorarım. Sen diğerlerine bir göz gezdir. Beğendiğin olursa onlara da bir bakalım. Üstünde görmek lazım." Uysalca başını sallayan kızı arkamda bırakıp görevlilerden birini buldum ve elimdeki kıyafetin bedenini sordum. Depoya bakmak üzere gittiğinde gözlerim yeniden Nadia'yı bıraktığım yerde aradı. Yoktu. Kısa bir an paniğe kapıldım ve etrafı taradım. Bulamayınca endişelendim. O bana emanetti. Kaybolursa Nikolai'ye ne hesap verirdim? Henüz tam olarak dış dünyayı tanımıyordu. Onu yalnız bırakmam hataydı. Sorumsuzca davranmıştım. Bari özel şoförü yanımıza alsaydık keşke. Mağazanın her yanına bakmak için kafamda kırmızı alarmlar yanıp sönerken bıraktığım yerin az ilerisinde takım elbiseli şık bir adamla konuşurken buldum onu. Daha doğrusu Şam şeytanı kılıklı adam konuşuyor, Nadia da ağzı açık ayran budalası gibi onu dinliyordu. Yanlarına gittiğimde adam "Oyuncu veya manken misiniz? Farklı bir auranız var. Üzerinizdeki kıyafeti çok iyi taşıyorsunuz." gibi şeyler zırvalıyordu. Klasik tuzak sözler. Rahatsız oldum. Nazikçe aralarına girip adamla yüz yüze geldim, kendim muhatap oldum. "Arkadaşım oyuncu ya da manken değil. Olmak da istemiyor, teşekkür ederiz." Nadia'yı nazikçe kolundan tutup "Hadi canım, gidelim. Randevumuza geç kalıyoruz." diyerek adamı arkamızda bıraktık ve dışarı çıktık. Mağazanın dışında saf saf "Ne randevumuz vardı ki?" diye sordu. "Yakamızdan düşsün diye uydurdum." Nadia neden bu kadar korumacı davrandığıma anlam veremediğini gizlemese de bana karşı kırıcı olmak istemediği ortadaydı. "Kötü birine benzemiyordu." "Kötü insanlar ilk bakışta kötü birine benzemez zaten Nadia. Asıl tuzak budur." Nazikçe tebessüm ettim yüzüne bakarken. "Davranışıma anlam veremediğinin farkındayım. Belki de senin adına karar verdiğim için rahatsız oldun. Aslında haklısın da. Ama bu tür insanlar tehlikelidir. Şov dünyasından geliyorum ve inan bana bu işler böyle olmuyor. Biri bir mağazada kolundan tutup seni ünlü yapalım demiyor. Bu muhtemelen bir tuzaktı. İnsanların niyetini ilk bakışta anlayamayız. Dış dünyaya yabancı olduğun için bu tür insanların tehlikelerinin henüz farkında değilsin." Telaşla "Sana bir kartvizit falan verdi mi?" diye sordum. "Yok, zaten sen geldiğinde yeni konuşmaya başlamıştık." Tamam derecesine başımı sallayıp rahat bir nefes aldım. Alışverişimiz tamamlandığında bir yerde oturup tatlı eşliğinde kahve içtik. Mağazada olan bitenleri çoktan unutmuş gibiydik. Nadia'nın telefonu çaldı. Arayan Niko'ydu. Rusça hâl hatır sormaya dair kısa bir konuşma geçti aralarında. Sonrasında kahvelerimizi bitirip kalktık. AVM'nin önünde ayrılmak üzereyken saatime baktım. "Kliniğe dönmem gerekiyor, Nadia. Bugün için teşekkür ederim, güzel vakit geçirdik." "Asıl ben teşekkür ederim, beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim Lâl." Israrla "Seni kliniğe bırakalım, lütfen." dese de kibarca reddettim. Ancak o kadar ısrar etti ki sonra kıramadım. Birlikte arabaya binip sohbetimize devam ettik. ❝Valentino❞ Bahçeli bir evin önüne gelmiştik. Küçük ve kendi hâlinde bir evdi. Bu kez müdire kadar zorlanmamıştık. Başta "Siz kızın nesi oluyorsunuz ki?" diye sordu merakla. Kız derken Lâl'in annesini kast ediyor olmalıydı. Aramızda hiçbir bağ olmadığını ama Lâl ile bir bağımız olduğunu anlatma gereği duymuyordum. Buna gerek de yoktu. Kadın her an çözülecek gibi duruyordu. "Siz sorularıma yanıt verin lütfen." Omuz silkti ve üstelemedi. Bakışları arabamdan adamlarıma kadar merakla gidip geldiğinde yeniden bana döndü. Yüzünde müdiredeki gibi bir korku yoktu. Karşımdaki kadının kaybedecek bir şeyi yok gibiydi. Olanı biteni anlattı. "Kız bana geldiğinde karnı burnundaydı. Şimdi hatırlamıyorum adını... Hatice miydi neydi? Bilmiyorum işte, öyle bir şeydi. Uzun zaman geçti ama uzaktan akrabamdı. Ben de bir zamanlar ebelik yapıyordum, bazen sahipsiz çocukları sahiplendiriyordum." Sahiplendirmek. Geçmişini bile bilmeyen çocukları kast ederken kedi köpekten bahseder gibiydi. Onların hayatıyla ilgili bu kadar hayati kararları vermekten de pişman görünmüyordu. Sahipsiz bebekleri illegal bir şekilde el altından birilerine vermeyi sahiplendirmek olarak adlandırıyordu. Bunun suç olduğunu bildiği hâlde rahatlığı şaşırtıcıydı. "O dönem ebeliği bırakmıştım ama dediğim gibi kız uzaktan akrabamdı. Pek de tanımam etmem ama kıramadım. Hatır gönül işiydi. Kız yana yakıla yanıma geldi, bu bebekten kurtulmam lazım dedi. Başta düşürmek falan istedi ama bunun için geç olduğunu, kendi hayatını da tehlikeye atacağını söyleyince mecbur doğumu bekledi." Öğrendiğim bilgilerin hiç bu kadar can acıtıcı olacağını düşünmemiştim. Yine de tepkisiz kalarak dinlemeyi başarabiliyordum. "Sonra?" "Sonra bebek doğdu. Kız arkasına bile bakmadan gitti. Ben de bebeği vermek için birilerini aradım ama bulamadım o dönem. Yani sonuçta herkes sırada beklemiyordu. Müdireyle de dosttuk." Bu dostluktan ölen müdire bana pek bahsetmemişti. Belki de müdire Başkan'la bağlantılıydı. Bilemiyordum. Ağzını ölümüne sıkı tuttuğuna göre. "Çocuğa bir aile bulana kadar kurumda kalsın dedi. Yıllar geçti, çocuğu sahiplenen olmadı. Ben de elimi eteğimi çektim o işlerden. Artık yapmıyorum. Ama son duyduğuma göre müdire birini bulmuş, evlat edindirmiş garibanı. Benim bildiğim bu kadar." Adamlarıma kinayeli bir bakış atarak "Yani öyle korumalarla falan gelecek kadar önemli bir devlet sırrı yok bende." diye ekledi. Sözlerini duymazdan gelerek "Şerif Günday diye birini tanıyor musun?" diye sordum. "Hayır." Sert ve sorgulayan bir bakışla yineledim. "Emin misin?" "Evet, ilk defa duyuyorum. Ama müdire hanım bilir. Biz onunla çok iş yaptık böyle." Çocukların hayatıyla oynamaya iş gözüyle bakma fikri bana çok tanıdık geliyordu. Tıpkı Başkan'ın yaptığı gibi. Sertçe soluduktan sonra bakışlarım yeniden karşımda yaptıklarından hiç pişman durmayan kadını buldu. "Bebeğin babasıyla ilgili ne biliyorsun?" "Kızı kandırıp hamile bırakmış işte, ne bileceğim daha?" Duraksayıp düşündü. "Yani herhâlde öyle olmuştur. O konuyu pek konuşmadık. Sadece yardıma ihtiyacı vardı, annesiyle akraba olduğumuz için de bir şekilde bana ulaştı. Dediğim gibi, karnı burnundaydı ve bebekten kurtulmak için yapılacak bir şey yoktu. Mecbur doğuracaktı. Ve doğurdu da." Duygusuz bir biçimde anlattığı hikâyenin detaylarını hatırlamaya çalışarak durdu ve düşündü. "Adam çok zenginmiş ama. Bayağı böyle Adana'nın toprak sahibi, varlıklı bir ailenin oğluymuş." Gözlerimi kısarak hikâyesinde mantık hatası aradım. "Kız akrabam diyorsun ve adını hatırlamıyorsun. Buna çocuk bile inanmaz." "Uzaktan akrabam dedim, uzaktan ya! Her akrabamın adını hatırlamak zorunda mıyım ben? Aradan bin yıl geçmiş." Zihnini zorladı hatırlamak için. "Hatice'ydi galiba, bilmiyorum." Boş vermiş bir biçimde ekledi. "Zaten hatırlasam da size bir faydası olmaz. Sonradan adını bile değiştirdi o kız. Bebeğini, eski hayatını, her şeyini geride bırakıp gitti. Sonra duyduğuma göre o da zengin birini bulup evlenmiş. Hakkında bildiklerim bu kadar. Başka da bir şey bilmiyorum. Yemin ederim." Lâl'in annesiyle ilgili sağlıklı bir bilgiye ulaşamayacağıma kanaat getirince babasına yoğunlaşmaya karar verdim. Annesiyle alakalı izler bir noktadan sonra kayboluyordu ama babasıyla ilgili daha işe yarar bilgiler vardı elimizde. Konuyla ilgili konuşulacak bir şey kalmadığını ifade eder gibi bakıyordu kadın. Sıkıldığımı gizlemeksizin "Peki, bebeğin babası?" diye yineledim ısrarla. Kadının bakışlarında ilk kez korku sezdim. Akrabasını ele verirken bile bu kadar tedirgin değildi ama adamın adını sorduğumda sustu. "Bak, kimden korkuyorsunuz bilmiyorum ama beni tanımanızı hiç tavsiye etmem. Çünkü benim çok daha fazla korkulacak yanım olduğuna emin olabilirsiniz." Sert bakışlarımla yüzleşen kadın "Söyleyeceğim ama başım belaya girmez değil mi?" diye sordu. İçini rahatlatmamı bekliyordu. "Beni karşına aldığında gireceği kadar değil." Çaresiz bakışlarla etrafına bakındığında nefes aldı ve kararlı bir biçimde bana döndü. "Doğan Kozanoğlu." Aceleyle ekledi. "Ben kızın yalancısıyım! Adamı tanımam etmem. Belki iftiradır, bir şeydir! O kadarını bilemem. Artık gerisi sizde. Başka da bir şey bilmiyorum ben." Bahçedeki masadan kalktığımda kadına doğru iki adım attım ve gözlerine baktım. "Bu anlattıklarından bir tanesi bile yalan çıkarsa..." Kararlı bir biçimde ekledim. "Nereye kaçarsan kaç bulurum seni. Anlıyorsun değil mi?" "Bildiğim her şeyi anlattım." "Güzel." Oradan ayrılırken artık yeni durağımın neresi olduğunu biliyordum. Arabaya bindik. Konuşmanın başından sonuna kadar yanımda olan Manrico'ya baktım. "Doğan Kozanoğlu. Kimmiş bir araştır." Elindeki telefonla internete bakan adam "İş adamıymış. Bekâr. Ama bir kızı var." dedi yalnızca. Telefonunun kilit ekranını kapattığında "Detaylı araştırmamı yarın masana bırakırım." dedi Manrico. "Bu akşam." Direttiğimi gören adam boyun eğer gibi başını salladı. "Peki, bu akşam." Bir süre sessizce gittikten sonra yeniden bana döndü ihtiyar adam. Sormaktan bıkmadığı o soruyu yineledi. "Ya buldukların hoşuna gitmezse? O zaman ne yapacaksın? Lâl'e anlatacak mısın?" Merakını gizlemiyordu ve ekledi. "Gerçekteki anne babasını, istenmediğini..." Bu hikâyenin tamamı gerçekse büyük bir trajediydi. Babası kabul etmemişti, annesi arkasına bile bakmadan bırakıp gitmişti. Ne annesi ne de babası istememişti onu. Lâl'in de tahmin ettiği gibi. Benden böyle bir isteği olmadığı hâlde araştırdığım ve bulduğum bu gerçeği onunla paylaşırsam yok yere yeniden üzülmesine sebep olacaktım. Bilip de kendime saklarsam, sonradan öğrendiğinde onun hayatına müdahalede bulunduğum için benden nefret edebilirdi. "Bilmiyorum." dedim iç geçirerek. "Duruma göre karar vereceğim." Ben varken kimse tarafından sevilmeye ihtiyacı yoktu. Ama içindeki o boşluk onu hep rahatsız edecekti, onu da biliyordum. ❝Lâl❞ Kliniğe döndüğümde ortam pek sessizdi. Sadece bir danışanımla terapi bittiğinde bu sessizlikten sıkılıp hastaneye geldim. Bizimkiler dinlenme odasındaydı. Hepsinin perti çıkmış gibiydi. Evin ve Giray'ın ameliyatı falan varmış, çok yorulmuşlardı. Wendy yine kara kara düşünüyordu. Luigi'yle karşılaştıkları andan beri kafasının yeniden karıştığını anlamak zor değildi. Ahmet ise köyün delisi gibi yine bana çatmaktan geri durmuyordu. "Hayırdır, sen hastaneye bu kadar sık uğramazdın." İmalı bir şekilde devam etti. "Yoksa uğraman için güçlü sebeplerin mi var?" Hödükçe konuşmasını görmezden gelerek "Ne gibi?" dedim ve gözlerimi devirdim. "1,90 boylarında, esmer, İtalyan, dövmeli, yakışıklı ve hastanenin sahibi olan bir sebep?" "Ahmet, tefecilerden seni yeni kurtarmışken şansını zorlama istersen. Yoksa atarım valla seni kurtların önüne, dönüp arkama bakmam bile!" "Aman tamam be! Hemen de bir tehditler, çirkinleşmeler..." Ofladı. "Zaten henüz tam kurtulmuş değiliz. Bakalım başımıza bir iş gelmeden sıyrılsaydık..." "Onu tefecilerden borç almadan önce düşünecektin." Alayla düzelttim. "Ha pardon, kumar oynamadan önce düşünecektin." "Tamam sen de üstüme gelme ya. Zaten ben bitmişim." Suçluluk duyan adamı biraz rahatlatmaya çalıştım. "Tamam, halledeceğiz işte. Sen de artık ayağını denk alırsın bundan sonra." Herkesin pert olmuş hâline bakarken Wendy yine aşk acısı çekiyordu bir köşede. Bunun farkına varan Ahmet durur mu, okları kendinden çekip Wendy'ye doğrulttu. "Sen benimle uğraşacağına biraz da Nazlı'nın aşk hayatına bir el at." Giray duygusuz bir şekilde "Sen de adama eski sevgilinin adıyla hitap ederek ayıp etmişsin." dedi Wendy'ye. Evin araya girdi. "Hayır bir kere! Tamam, Nazlı o konuda hatalı olabilir ama Ivan da sütten çıkmış ak kaşık değil! Ne demek gece gündüz kulüplerde sürtmek? Kadınlarla âlem yapmak ne demek?" Muhtemelen gece hayatı yaşam tarzı hâline geldiği için idolü olarak gördüğünden olsa gerek sonuna kadar Ivan'cı olan Giray itiraz etti. "Kızım o adamın işi, işi! İş nedir bilir misin?" "Olmaz olsun öyle iş! Kızlarla iç içe, sürekli parti! Benim kocam öyle bir işte çalışsa var ya..." "Kızım senin nişanlın seni zibilyon kere aldattı, sen ne anlatıyorsun?" "Ben de o yüzden terk ettim zaten!" Duraksadı Evin. "Bana bak Giray, çok gözüme batıyorsun, benim canımı sıkma!" "Of aman tamam be!" Fazla konuşmayı sevmese de az ve öz konuşmayı tercih eden Türkü, Evin'den boş kalan hücum pozisyonunu ele aldı. "Bilip bilmeden konuşma Giray. Bir kere olayın aslı öyle değil. Ivan'a eski sevgilisinin adıyla hitap etmeden önce kavganın sebebine inersek Nazlı haklı. Ya kıza Bodrum'da yeni bir Hydra açılacağı için açılış hazırlıklarıyla ilgilenmesi gerektiğini söylemiş. Ve bu yüzden düğünü erteleme teklifinde bulunmuş! Böyle bir şey kabul edilebilir mi ya?" Bu detaylara yeni vakıf olan ben yalnızca maç izleyen bir taraftar gibi aralarında kalmıştım. Ancak tarafsız olmaya çalışıyordum çünkü Wendy'nin içten içe dolduğunu görebiliyordum. "Tamam arkadaşlar, biz yine de öyle çok şey yapmayalım." Beklenmedik bir anda dizlerini karnına çekip oturan Wendy yerinden kalktı ve söylenmeye başladı. "Ne yaptım hata mı yaptım? Gece kulüplerine gitmeyelim, barlara gitmeyelim, sevmiyorum, beğenmiyorum arkadaşlarını, görüşmeyelim, aile gibi yaşayalım dedim! Aile gibi yaşayalım dedim geri zekâlı!" Türkü kaşlarını kaldırarak Giray'a baktı. "Haklı." "He, haklı. Kocan sana eski sevgilisinin adıyla seslensin de dayanabilirsen dayan bakalım Türkü Cabbar!" "Bana bak Giray..." Telefonu çalınca tartışmaları yarım kalmıştı. Behçet Hoca çağırdığı için gitmesi gerekiyordu ancak gitmeden önce Giray'a gözdağı vermeyi ihmal etmedi. "Dua et acilde işim çıktı yoksa seni lime lime ederdim sözlerimle." "Ona ne şüphe! Avukat olmalıymışsın kızım sen, buralarda harcanıyorsun. Bir numaralı boşanma avukatı olurdu senden." Elleri ceplerinde olan adam alayla ekledi. "Herkese de aynı tavsiyeyi verirdin sen. Boşan, boşan ben arkandayım hemen boşan." Türkü cevap vermek yerine öldürücü bakışlarını atıp odadan çıktı. Bense çocuklar gibi didişen arkadaşlarımı seyrederken kendime bir filtre kahve doldurmuş yudumluyordum. Sahi, Ahmet'e belli etmemiştim ama dikkatimi çekmişti. Bu iki gündür Valentino Riccardo nerelerdeydi? Sessizliği ürkütücüydü. Ve yeni bir planın habercisi olabilirdi. Malûm, saman altından su yürütmesini çok iyi bilirdi o. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |