@buzlarkralicesi
|
-17- ❝Valentino❞ Araba büyük, bahçeli bir evde durdu. Şoför kapımı açar açmaz arabadan indim ve arkamdan gelen iki adamımla bahçe kapısından içeri girdim. Doğan Kozanoğlu beni bekliyordu. Tabii kim olduğumu bilmeden. Usulca kapıya giden yolda ilerlerken kamelyada oturan iki kadının bana baktığını kafamı oraya çevirmeden fark etmiştim. Adamlarımdan birinin zili çalması ve kapıyı evin yardımcısının açması üzerine "Doğan Kozanoğlu beni bekliyor," dedim yalnızca. "Bay Valentino Riccardo?" "Evet." Yardımcı kenara çekilip beni içeri buyur ettiğinde adamlarıma döndüm ve "Burada bekleyin." dedim. İtaatkâr bir biçimde başlarını sallayıp dediğimi yaptılar ve ben içeriye girerken kapıda beklediler. İçeri girdiğimde alt salonda arkası bana dönük, orta boydan biraz daha uzun bir adam elleri ceplerinde camdan dışarıya bakarken beni bekliyor olmalıydı. Lâl yaptığım bu şeyi öğrendiğinde bana çok kızacaktı. Kızmak hafif bir kelimeydi, beni öldürecekti. Biliyordum ama umurumda değildi. Bu aslında bana kalırsa çoktan yapılması gereken gecikmiş bir olaydı. "Doğan Kozanoğlu." Salonun ortasına geldiğimde adını söylediğim adam arkasına döndü. Yüzüne dikkatle baktığım adamda sevdiğim kadından bir parça arıyordum. Yüzünde, gözlerinde. Annesine benziyor olma ihtimalini göz ardı etmiş bir biçimde. Siyahlarının arasına karışmış hafif kır saçları, kısık gözleri ve keskin bakışlarıyla Lâl'le çok da benzerlik gösterdiği söylenemezdi. Lâl'in gözleri daha iri ve parlaktı. Ellili yaşlarının başında, heybetli, karizmatik bir adam duruyordu karşımda. Benden biraz daha kısa olan adamın bakışlarındaki merakı fark etmemek mümkün değildi. "Valentino Riccardo." Elimi uzattığımda benimle el sıkıştı. Hâlâ benim buraya geliş sebebimi merak ediyor olmalıydı ancak yine de kibarlığı elden bırakmıyordu. Muhtemelen işle ilgili bir sebepten geldiğimi düşündüğü ve Lâl'den haberi olmadığı için oldukça şaşıracağını tahmin edebiliyordum. "Dilerseniz oturalım." Kendisini dinleyip onun karşısına oturdum. "Bir şey içer misiniz?" "Hayır, teşekkürler." Genellikle lafı dolandırmayı seven biri olmadığım için adamı da merakta bırakmamak adına direkt söze girdim. "Buraya neden geldiğimi merak ediyor olmalısınız. Sonuçta tanışmıyoruz." Onaylayan bakışlarla "Yüz yüze tanışmasak da sizi ismen tanıyorum." dedi ve vakur bir havayla ekledi. "Ama elbette görüşme isteğinizin sebebini merak ettim." "Sizi daha fazla merakta bırakmayayım o hâlde." Böyle bir şey direkt olarak nasıl söylenirdi ben de bilmiyordum. Bir an kendimi karşımdaki adamın yerine koydum, varlığından haberim olmayan bir çocuğum olsaydı bunun haberini nasıl almak isterdim? Cevap çok basitti. Almak istemezdim. Geç kalınmışlıklar ve pişmanlıkların yanı sıra az sonra yaşayacağı şoku öncesinde yapılacak hiçbir hazırlık değiştirmeyecekti. "Muhtemelen işle ilgili bir konuda görüşmek istediğimi düşünüyor olabilirsiniz. Ama görüşmek istediğim daha özel bir konu." Hafif kaşları çatılmış adamın yeterince dikkatini çekmiştim. "Şimdi konuşacağınız konuyu daha da merak ettim doğrusu." Varlığından haberdar olmadığını düşünsem de Lâl'den haberi olup olmadığını net bir şekilde bilmiyordum. Bu yüzden işe bunu öğrenmekle başladım. "Bir kızınız olduğunu biliyor muydunuz?" Bu cümleme çok abartı bir tepki vermemesi üzerine soruyu detaylandırmam gerektiğini düşündüm. Onu araştırdığımda zaten Beyza adında bir kızı olduğunu öğrendiğim için düzelttim. "Bir kızınızın daha olduğunu." Şaşkınlıkla kaşlarını çatan adam "Ne?" diye mırıldandı yalnızca. "Ne demek bu?" Yüzündeki şok ifadesi her şeyi anlatıyordu. Haberi yoktu. Ceketimin iç cebinden Lâl'in annesi olduğu söylenen kadının gençlik fotoğrafı ve değiştirmeden önceki adı vardı. Önümüzdeki sehpaya usulca bırakıp adama doğru ittim. "Bu kadını tanıyor musunuz?" Hâlâ ne olduğunu anlamayan kaşları çatık adam sehpadaki resme uzandı. Dikkatle baktı. Bir süre kendi içinde derin düşüncelere daldı. Ona öğrendiğim her şeyi anlattım. Belki de kesin bir sonuç almadan anlatmamam gerekiyordu ancak ona anlatmasaydım DNA testi gibi prosedürleri halletmek zor olacaktı. Bahsettiğim kadına dair öğrendiğim hikâyenin tamamını anlattığımda şaşkınlıkla sağ eli önce dudaklarında, sonra da sıkıntıyla çenesinde gezindi. "Böyle bir şey nasıl olabilir?" "Haberiniz yoktu anladığım kadarıyla." Sakinliğimi koruyarak nefesimi verdim. "Bana haberiniz olduğu ve bebeği istemediğiniz söylendiği için biliyor olabileceğinizi düşünüyordum." "Elbette haberim yoktu!" Öfkeli, düşünceli ve şaşkınlık içindeki adamda hâkim olan gerçek duyguyu çözmek zordu. "Onunla... Yani annesiyle yollarımız ayrıldığında böyle bir şeyden haberim yoktu. Bir anda yok olup gitmişti. Nereden bilebilirdim ki hamile olduğunu?" Yüzündeki ifadeyi anlamaya çalışıyordum. Ne hissettiğini. Bu haber onu nasıl etkilemişti? Bir kızı daha olduğuna rahatsız mı olmuştu? İstiyor muydu, istemiyor muydu? Bu haberi hiç almamayı mı diliyordu, anlamak güçtü. İlk şoku atlatması için ona zaman vermeliydim. Kızını tanımak isteyip istemediğine karar vermesi bir sonraki aşamaydı. Eli ensesinde gezinirken "Peki, benim kızım olduğuna nasıl emin olabildiniz?" diye bir soru yöneltti bana. "Emin olmak için buradayım." Amacımı gizleme gibi bir çabam yoktu. Buraya Lâl'in babası olup olmadığını çözmek için gelmiştim. "Adınızın geçtiği bu hikâyeyi bir de sizden dinlemek istedim. Ve eğer böyle bir ihtimal varsa... Sonucu birlikte öğreniriz diye direkt sizinle görüşmek istedim." Salonda volta atan adam ne yapacağını bilemez hâldeydi ve bu şaşkın tavırlarına karşılık ne düşündüğüm umurunda değilmiş gibi sakinleşmeye çalışmıyordu bile. Böyle bir haber alsaydım benim de hiçbir şey umurumda olmazdı herhâlde. "Elbette. Elbette bilmem gerekir. Siz en doğrusunu yaptınız bana gelmekle." Sayıklar gibi çıkıyordu sesi. Eli ensesinde dolanırken yeniden bana döndü. "Onun... Yani kızım olduğunu düşündüğünüz kişinin benden haberi var mı?" Telaşına tezat bir sakinlikle başımı iki yana salladım. "Hayır, ailesini aradığımdan haberi bile yok." Zaten bilseydi kesin beni öldürürdü. "Emin olmadan bir şey söylemek istemedim. Üzülmesini, hayal kırıklığına uğramasını istemiyorum." Meraklı bakışları üzerimde gezinen adam ilk şoku atlatmış görünüyordu. Hâlâ şaşkın yüz ifadesi yok olmuş değildi, düşünceli hâli de sürüyordu ama mantıklı düşünebilecek kadar sakinleşmişti. Düz bir biçimde yüzüme bakarken kafasındaki soru işaretlerini dile getirmekten çekinmedi. "Siz onun nesi oluyorsunuz?" İç geçirdim. Birçok şeyi. Ama şuan için hiçbir şeyi. Daha az önce tanıştığım adama bunu nasıl tanımlayabilirdim ki? Lâl ile ilişkimiz tek cümleyle tanımlanabilecek türde bir şey değildi. "Lâl'in eski nişanlısıyım." Düşünceli bir ifadeyle gözleri daldı. "Adı Lâl mi?" Onaylar gibi başımı salladım. Şaşkınlığını yenmeye çalışan adamın duygularına merak hâkimdi şimdi. "Bir fotoğrafı var mı?" Kızı olabileceğini düşündüğü kişiyi daha yakından tanımaya çalışıyordu. Belki de kendisine benzeyip benzemediğini merak ediyordu. Emin olmak istiyordu. Ancak tamamen emin olmanın tek bir yolu vardı. O da bunu biliyordu. Lâl'in fotoğrafı elbette vardı. Telefonum onun fotoğraflarıyla doluydu. Evet der gibi başımı salladım. Ama göstermeye yönelik bir harekette bulunmadım. Eş zamanlı olarak aniden fikri değişmiş gibi duraksayıp söze girdi adam. "Ya da belki de... Onunla yüz yüze gelmem daha iyi olur, ha? Bu mümkün mü?" Durup düşündüm. Aslında buna ben de katılıyordum. Bu kadar basit şekilde olsun istemiyordum. Bir baba kızın tanışması bu kadar basit olmamalıydı. Eğer gerçekten Lâl'in babasıysa tabii. Bazı karşılaşmaların anlamlı ve büyülü olduğuna inanırım. Lâl ile karşılaşmamız da öyleydi. Belki Doğan Kozanoğlu Lâl'in babasıydı, belki de değildi. Ama o ilk karşılaşma bile hisleri harekete geçirebilirdi. Biz bunları konuşurken Doğan'ın gergin bakışlarının kapıdan içeri giren iki kadına döndüğünü gördüm. Az önce kamelyada karşılaştığım iki kadındı bu. Biri uzun boylu, siyah saçlı ve mor bir ceket pantolon takımı giymişti, plaza kadınını andırıyordu. Diğeri ve daha genç olanı ise esmer, renkli gözlü ve kısa boyluydu. Buz mavisi kot pantolonu ve göbeği açık bir bluz giymişti. Diğer kadının aksine resmiyetten çok uzaktı. İkisi de bana bakıyordu. Salonlarının ortasındaki yabancıya. O an Doğan'la bakıştık ve sadece gözlerimizle anlaştık. Bu bilgi somut bir sonuca varana dek aramızda sır olarak kalacaktı. İkimiz dışında kimse bilmeyecekti. Esmer kız bakışlarını benden kısa süreliğine ayırıp Doğan'a döndü. "Babacığım, misafirimizi bizimle tanıştırmayacak mısın?" Demek kızı buydu. Aklı yeterince dalgın olan adam toparlanmakta acele etti ve "Aaa tabii." diyerek beni takdim etti. "Valentino Riccardo. Kendisiyle bir iş konusunda görüşüyorduk." Bana döndü adam. Beni süzen esmer kızı göstererek "Kızım Beyza." diyerek tanıttı ve diğer uzun boylu kadına döndü. "Bu da Alev. Şirketimizin CEO'su." Alev olarak tanıttığı kadın tıpkı diğer kız gibi merakla beni süzmeye başladığında "İş konuşuyorduk dediğinde neden benim haberim yok diye merak ettim açıkçası Doğancığım." dedi ve bunu yaparken merakını gizlemiyordu. Özel bir şeyler konuştuğumuza dair şüphelenmiş olması olasıydı. "Henüz yeni bir iş." Doğan'ın Beyza olarak takdim edilen kızı ise göz süzerek el sıkıştı. "Memnun oldum." Umursamaz bir ifade takınmaya çalışırken kendisine bakmadığım zamanlarda beni süzdüğünü fark edebiliyordum. Haberim olmadığını varsayarak yapıyordu bunu. İki kadının da merakı anlaşılabilirdi. Sade bir baş işaretiyle karşılık verip Doğan'a döndüm. "Artık gitsem iyi olacak. Sizinle konuştuğumuz konu hakkında iletişim kurarım." "Tabii, ben sizi geçireyim." Kapıya yürüdüğümüzde ben çıkmadan önce "Konu hakkında açık vermediğin için teşekkür ederim." dedi adam. "Henüz net bir şey olmadığı için gizli kalsa iyi olur." "Ben de aynı şekilde düşünüyorum." Kararlı bir yüz ifadesiyle "Lâl'in kalbi kırılsın istemem." derken hafif tehditkâr görünmüş olabilirdim. Açık konuşmak gerekirse bir netlik kazanırsa ve Doğan Kozanoğlu Lâl'in babası çıkarsa gerçeği nasıl anlatacağımı da pek bilmiyordum. Lâl'in ne kadar öfkeleneceğini şimdiden hayal edebiliyordum. Şu sıralar yeni bir araba almasam iyi olurdu. Yeniden el sıkıştık. "Sizi ararım." "Bekleyeceğim." Kapıdan çıkıp gittiğimde derin düşüncelere kapılmıştım. İlk karşılaşmamızda adamı çözmeyi beklemiyordum ancak en azından Lâl'i istiyor olabileceğine dair sinyaller alıp rahatlamıştım. Meraklı sorularına bakılırsa Lâl onun kızı olduğu takdirde onu tanımak isteyebilirmiş gibi duruyordu. Asıl soru, Lâl onu tanımak isteyecek miydi? ❝Beyza❞ Onu ilk defa evimin bahçesinden içeri girerken görmüştüm. Alev'le kamelyada oturmuş kahvelerimizi yudumlarken evin bahçesinde bir hareketlilik çarpmıştı gözüme. Bahçeden içeri uzun boylu, esmer bir adam girdi. Onu daha önce hiç buralarda görmemiştim ancak daha içeri ilk girdiğinde ilgimi çekmişti. Çok karizmatik bir adamdı. Farklı bir aurası vardı. Kahvesini yudumlayan Alev bile adamı beğeniyle süzüyordu. İlgisiz bir tavır takınmaya çalışarak ona dönüp "Tanıyor musun bu adamı? Babamla falan mı çalışıyor?" diye sorduğumda Alev ancak dikkatini toplayıp bana dönebildi. "Hayır, daha önce görmedim onu Doğan'ın yanında. Tanımıyorum." Bıyık altından güler gibi ekledi. "Ama tanımam gerekiyor galiba, ha?" Bakışlarımı kapının önünde bekleyen adamdan zar zor ayırıp bana imayla bakan kadına döndüm. "Ne diyorsun anlamıyorum." Anlamazdan geldim. "Baksana, adamdan gözlerini alamadın." Adamı göz ucuyla baştan aşağı süzdükten sonra devam etti. "Gerçi haksız da sayılmazsın, adam Yunan heykeli gibi." Alev'den hallice düşünsem de belli etmemeye çalışan, her zamanki gibi burnu havada tavrımı sürdürdüm. "Öyle mi? Hiç fark etmedim." Kestirip attım. "Ama hoş adammış, evet." Bu zamana kadar hiçbir erkeğin peşinde koşmadım. Koşmazdım da. Buna gerek yoktu. Beyza Kozanoğlu olarak hangi erkeği istersem elde ederdim. İstemem yeterdi. Bana kimse hayır diyemezdi. Bu yüzden bir erkek bana ilgisini göstermeden önce ağzı açık ayran budalası gibi ondan hoşlandığımı gözler önüne sermezdim. Belli bir klasım vardı ve karşımdaki kişi de bunu iyi bilirdi. Başkası için de bunu sarsamazdım. Kahvelerimizi bitirdiğimizde eve girdik. Aslında içeri girip o adamın kimin nesi olduğunu anlamak için sabırsızlanıyordum ama Alev'e belli etmedim. Hevesli görünmek istemiyordum. Öte yandan bu gizemli yabancıyla tanışma konusunda istekliydim. Farklı bir havası vardı. İçeri girdiğimizde babam salonun ortasında o gizemli yabancıyla konuşuyordu ancak bizi gördüklerinde sustular. Uzun boylu, esmer adam elleri ceplerinde bize doğru döndü. "Babacığım, misafirimizi bizimle tanıştırmayacak mısın?" "Valentino Riccardo. Kendisiyle bir iş konusuyla ilgili görüşüyorduk." Yabancı olduğunu tahmin etmiştim. Farklı bir havadan kastım sanırım buydu. Sonra bizi takdim ettiğinde Alev'le ikimizin bakışları adamı süzmekten geri durmuyordu. "Kızım Beyza." Alev'e döndü. "Bu da Alev. Şirketimizin CEO'su." Alev'den sonra elimi uzattım ve gizemli yabancıyla tanıştığıma memnun oldum. Gerçek anlamda. Ellerindeki dövmeler, anlamlı bakışları ve kendine güvenen dik duruşu. Dikkatimi çeken daha birçok özelliğini sayabilirdim. Bunlar ilk anda gözüme takılanlardı. El sıkışırken garip bir enerji almıştım ondan. Elinin sıcaklığı, sert ve kendine güvenen el sıkışmasından anlaşılacağı üzere tam anlamıyla bir alfa erkeğiyle karşı karşıyaymışım gibi hissettirmişti. Onun için bu kadar fazlasını ifade etmiyor olacak ki tanışma anı dışında pek yüzüme bakıp ilgilenmedi. Diğer erkekler gibi ilk anda içime düşmemişti. Bu ona karşı farklı bir havası var düşüncemi güçlendirmişti. Ve biraz sinirimi bozmuştu. Babam onu uğurlamaya gittiğinde Alev'le salonda baş başa kalmıştık. Ve elbette Alev'in imalı bakışlarıyla da öyle. İlgisizliğimi sürdürerek "Ne?" diye sordum. Sanki onunla ilgilendiğimi anlamış gibi kaşlarını kaldırdı. "Parmağında yüzük yoktu." "Yani?" "Evli değil." "Bana ne canım, neyse ne." Merdivenlere yöneldim umursamaz bir ifadeyle. Evli değilse de ilişkisi olabilirdi. Yoksa benden etkilenmemesi gibi bir durum söz konusu değildi. Odama çıkarken Alev'in saçma iması ve en az o kadar saçma ilk karşılaşma duygularımı yok saydım. Ben pek böyle biri değildim. Yani tanıştığım çekici bir erkeğe kapılan tiplerden hani. Daha çok, aurasıyla erkekleri kendine çeken biriydim. Bu yüzden bu yabancı adamın bende bıraktığı ilk intibadan saniyeler içinde kurtuldum. Sinan'a buluşup buluşamayacağımızı soran bir mesaj attım ve yatağıma uzandım. ❝Lâl❞ Yoğun bir günün ardından kafeteryadan aldığımız içeceklerimizle bahçeye çıkmıştık. Bizimkilerin kısıtlı dinlenme süresini kullanmak için eşsiz bir fırsattı bu. Benimse gözlerim çaktırmadan Valentino'yu arıyordu. Bugün hiç ortalarda görünmemişti. Hastaneyi satın alıp çat diye karşıma çıkmıştı, beni geri almak istediğini söylemişti -ki bu sefer gerçekten rüyasında görürdü- ama şimdi birdenbire ortalardan kaybolmuştu. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Tabii alıştın sürekli peşinden koşmasına, şimdi afallarsın böyle. Yoksa yeni bir taktik miydi bu? İyi de Valentino taktik peşinde falan koşmazdı ki. İster ve alırdı. O senin tanıdığın Valentino'ydu. Sen Valentino'yu hiç tanıyamamışsın ki. Giray'ın imalı sözleri ve bakışıyla daldığı düşüncelerden çıktım. "Hayırdır, gözün yol çekiyor? Beklediğin biri mi var?" Bu durumdan istifade Ahmet de geri kalmadı. "Oğlum İtalyan'ı bekliyor o." Sonra bana döndü aniden aklına gelmiş gibi. "Sahi, Valentino Riccardo bugün hiç ortalarda görünmedi. Nerede acaba?" "Ben ne bileyim, hastanenin muhtarı mıyım?" Kahvemden yudum almadan önce "İnşallah bok çukuruna düşmüştür, araba çarpmıştır da bu sefer gerçekten ölmüştür." dedim. İçimden tövbe tövbe diye geçirdim hemen. Gerçek olursa yine en çok üzülen ben olacaktım. Salak ben. Sesimin hınçla çıktığını sonradan fark edince sakinleştim. "Umurumda değil." İnanmayan bakışlarla başını salladı Ahmet. "He he, umurunda değil, aynen. Bak Milka'nın mor ineği uçuyor." diyerek gökyüzünü gösterdi. Giray da ağzının kenarıyla gülerken aklınca bana destek çıkıyordu. "Ya boş ver o İtalyan makarnasını be kızım, onun o kaslarına, adonislerine, bisepslerine kanma. Hem sana adam mı yok? Hiç olmazsa oyuncu değişikliğine gidersin. Takıma Rus futbolcu da lazım." Ben ağzımı açmamama rağmen Ahmet Giray'la benim konuşulası hayatımı magazin malzemesi yapmaktan geri durmuyordu. "Oğlum öyle diyorsun da adamın eski karısını gördün mü sen hiç? Google'a gir bak, bir içim su! İtalyan Barbie! Adam onu nasıl bırakıp bizim çirkin ördek yavrusuna âşık olmuş anlamak mümkün değil. Bazı erkekler gerçekten de biraz şey." Başını iki yana sallayarak "Ya da aşkın gözü gerçekten de kör galiba ya." diyen adam kahvesinden bir yudum aldı. Hayretle bakan Giray Ahmet'e "Harbi mi lan?" diye sorduktan sonra bana döndü. "Adamın eski karısı da mı var? Niye boşanmışlar ki?" "Ya işte bizimki araya kaynak yapmış diyor magazin ama bilemedim pek." "Ahmet bak şansını zorluyorsun." Bana şakayla takılan çocuğa dik dik baktım. "En sonunda atacağım seni camdan aşağı, o olacak." Wendy araya girip "O kadar da güzel değil ya, internetteki fotoğrafları hep shoplu. Belini falan inceltip yüzüne filtre koydurmuş haspam. Hem o kadar botoks yapsa nenem de güzel olur. Benim arkadaşım doğal güzel bir kere." diyerek beni savunmaya çalışıyordu. Uzaktan sevgiyle öpücük attım kendisine. Canım benim. Aşk acısı çekerken bile benim avukatlığımı yapması çok özeldi. Telefonum çaldığında izin isteyip birkaç dakikalığına kalktım. Arayan Uras'tı. Merak etmiştim iş konusunu halledip halletmediğini. "Alo, Uras nasılsın?" "Eh işte. Sen nasılsın?" "İyiyim. Sen aramasaydın akşam ben arayacaktım. İş görüşmen nasıl geçti? Kabul edildin mi?" "Yok be kızım, ne kabul edilmesi? Sicilimi gören herkes arkasına bakmadan kaçıyor." Sıkıntıyla iç geçirdiğini telefonun diğer ucundan duyabiliyordum. "Sanırım hiç iş bulamayacağım." "Saçmalama, böyle düşünme." Biraz düşünüp çözüm aradım. "Tamam, bak ne yapalım biliyor musun? Yarın sen hastaneye gel, bir form doldur. Olmaz mı?" "Ne? Başkan'ın hastanesinde işe mi gireceğim? Delirdin herhâlde! Onun haram lokmasına ihtiyacım yok." "Ya burası sadece onun hastanesi değil ki. Benim de hissem var burada. Ayrıca onun esamesi bile okunmuyor artık burada. Eğer kabul edersen güvenlik görevlisi falan olarak işe girersin. Yeni bir iş bulana kadar. Geçici yani. Ha Uras? Hadi bak kırma beni." İkna olacak gibi hissettiğim için ısrar ettim. "Hem bak istemezsen Başkan'ı görmezsin, muhatap bile olmazsın." "Benim başımı belaya sokma Lâl." "Kerem'in geleceği için Uras. Bak, hepimiz bir şeylerden feragat ediyoruz. Ben de yapıyorum. Başkan'la çalışmaktan zevk mi alıyorum sanıyorsun? Ailem için fedakârlık yapıyorum." Ve intikamım için fırsat kolluyordum tabii. "Sen de Kerem için şu kadarcık fedakârlık yaparsın." İstemeye istemeye de olsa "İyi, tamam." dedi ve hemen ekledi. "Ama bak geçici!" "Tamam, geçici. İhtiyacın olduğu için şimdilik. Sonra şey yaparız." Geçiştirdim onu. Çünkü biliyordum ki kendi işyerini falan açmadığı sürece bu sicille onu kimse işe almayacaktı. Umutlandırmak da istemiyordum ama ileride işlerim iyiye gidip yeniden para hesabı yapmadığım zamanlara dönersem ona küçük bir yer açmak isterdim. Şimdilik idare etmek zorundaydık. Hem artık Başkan'ı ikna etmek zorunda da kalmayacaktım, hastanenin büyük bir bölümünü Valent satın almıştı. Başkan'ın eskisi kadar söz hakkı yoktu, ben küçük de olsa hissedardım. Bu kadarını isteyebilirdim. Kimseden sadaka istemiyordum. "O zaman sen yarın gel form bırak, Pazartesi günü de başlarsın tamam mı?" "Tamam, konuşuruz." Telefonu kapatmadan önce "Lâl." dedi Uras. Sıkıntılı olduğunu hissedebiliyordum. Hepimiz zor zamanlar geçiriyorduk. Ama geçecekti. "Teşekkür ederim. Bizim için sınırlarını zorladığını ve ne kadar fedakârlık yaptığını görebiliyorum. İyi ki varsın." "Sen de iyi ki varsın şapşal." Tebessüm ederek kapattım telefonu. İleride onun arabasını gördüm. Durdu, kapıları açıldı ve arabadan Valentino indi. Hastanenin giriş kapısından içeri girdi, beni görmedi. Ben de sadece izlemekle kaldım ve sonra arkamı döndüm. O geldiğine göre kliniğe dönsem iyi olacaktı. Burası benim için tehlikeli olmaya başlamıştı. Onunla karşılaşma ihtimalim doğduğu için gitmek istiyordum. Sanki tüm gün onunla karşılaşmayı beklememişsin gibi değil mi? Hayır bir kere! Ben onun yüzüne tükürmek için. Bari kendine yalan söyleme Lâl, sen hâlâ onu seviyorsun. İç sesimle konuşmalarım bazen kavga boyutuna geliyordu ve kendimden nefret etmeme sebep oluyordu. Birini sana yaptıklarına rağmen bu kadar çok sevme gurursuzluğu. Ne kadar acınasıydı. Çıkış kapısına doğru yürürken bizim masaya baktım, herkes dağılıp gitmişti. Köşede ayakta duran Ahmet ise telefonda çekingen bir ifadeyle biriyle konuşuyordu. Müşkül durumda göründüğü için yanına gittim. Telefonu kapatan adamın yüzüne baktım. "Hayırdır, ne oldu?" "O abilerle konuştum." Çekincesiz bir biçimde "Tefecilerle." diye düzelttim. Hafif başını sallayan Ahmet alı al moru mor yüzüme bakıyordu. "2 gün içinde paranın tamamını istiyorlar. Sonrasına karışmayız dediler." Gergin ve düşünceli bir ifadeyle çenemi kaşıdım. "Sen şunların adresini yaz bana ver. Ben bir görüşeyim onlarla." "Yuh, çüş, deve! Kızım sen aklını mı oynattın?" Aniden erkekliği tutan adam itiraz etti. "Yok öyle şey. Kız başına gitmene izin veremem." "Ahmet ağzını burnunu yamultmadan ver şu adresi." Alaycı bir ifadeyle tısladım. "Kız başınaymış! Ben kız başıma senden daha erkeğim, korurum kendimi merak etme." Israrla tekrarladım sözümü. "Hadi ver adresi." Telefonuma konumu attıktan sonra içeri girdim. Kliniğe geçmek için asansörün önünde beklemeye başladım. Kısa sürede gelen asansörün kapıları açıldığında o karşımdaydı. Başını hafif önüne eğmiş, gözleri beni süzüyordu. Başta içeri girmeden yoluma gitmeyi düşündüm, arkamı dönüp gidecekken adamın sözüyle duraksadım. "Sonsuza dek benden kaçamayacağının farkındasın, değil mi?" Gözlerimi devirerek ona döndüm. Senden korkan senin gibi olsun der gibi bir ifadeyle meydan okuyup asansöre girdim ama bir adım önünde durdum. Arkam ona dönüktü, yüzüne bakmamak için. Hiçbir şey söylemeden asansörün aşağı inmesini bekliyordum. Oysa Valentino Riccardo'nun sessiz kalmaya niyeti yoktu. "Işık neden sana anne diyor?" Benim kızım olmadığını anlasa da işin iç yüzünü merak ediyor gibi görünüyordu. Boş bulunup yanıtladım. "Işık Zuhal'in kızı. Doğum sonrası depresyona girdiği için onunla ben ilgilendim. O da beni annesi gibi benimsedi, anne demeye başladı, olay bu." Yüzümü ona dönüp "Merakını giderebildim mi?" diye mırıldandım kinayeli bir ses tonuyla. Gözlerime baktı. "Ne kadar da sana benziyor." Onun mırıltısı daha çok dalgın bir tondaydı. "Tıpkı senin gibi sürekli ilgi istiyor. Kucaklanmak, sevilip okşanmak..." Kaşlarımı çattım. "Sen bunu nereden biliyorsun?" Duraksadım. "Bana anne dediğini nereden biliyorsun?" "Lâl, senden uzak kaldığım tek bir an bile olmadı. Yanında olmasam da hep etrafındaydım. Seni görmeden yaşayabileceğimi nasıl düşünürsün?" Sahte bir ayıplama ifadesiyle gözlerini kısarken bakışlarındaki şefkat gerçekti. "Sizi izliyordum." Alayla kaşlarımı kaldırıp küçümseyerek güldüm. "Ha demek evime sapık gibi kutu göndermekten boş kalan vakitlerinde bizi seyrediyordun öyle mi?" Kuşkuyla kaşları çatılan adam ilk kez duymuş gibi "Ne kutusu?" diye sordu. Yalancı. "Sen benimle kafa mı buluyorsun, Valentino? Bir hayalet gibi beni takip ediyorsun, izliyorsun, kapıma kutu bırakıyorsun, kliniğe tablomu gönderiyorsun ve her şeyden habersiz gibi ne kutusu diye mi soruyorsun?" Yüzündeki ifade endişeli bir biçimde sertleşti. "Tabloyu gönderen bendim. Ama..." Başını iki yana sallayan adam "Ben sana herhangi bir kutu göndermedim." dedi ve söylediklerinde dürüst gibi görünüyordu. Gerçi en iyi yaptığı şey dürüst taklidi olan biri için zor olmasa gerek. Ama sanki bu kez gerçekten de haberi yok gibiydi. "Ne kutusu bu? İçinde ne vardı? Not bırakmış mıydı?" Asansör kapısı açıldığında ineceğim kata gelmiştim. "Beni çok düşünüyormuşsun gibi davranma, Valentino. Artık buna kanmıyorum." Kapıdan çıkarken kolumu tutan adama baktım. Yüzü ciddiyetle kasılmıştı. "Kutunun içinde ne vardı, Lâl?" "Bir telefon ve bir not!" Hışımla kolumu kurtardım ondan. "Bırak kolumu." "Not?" "Geri döndüm, beni özledin mi falan yazıyordu. Psikopatça bir şeydi." "Lâl, tehlikede olabilirsin." Alayla kaşlarımı kaldırarak güldüm. "Hadi ya, gerçekten mi? Vay canına!" "Ciddiyim, Lâl." "Valentino benim için endişelenme tamam mı? Endişeleniyormuş numarası da yapma. Düzdüğün diğer kadınlardan bir farkım olmadığını bana attığın o kazıkla çok güzel gösterdin." Dişlerimin arasından öfkeyle ekledim. "Şimdi beni rahat bırak." Onu koridorda merakla kıvranırken bırakıp hastaneden dışarı çıktım. Valentino Riccardo'nun merakını giderip egosunu okşamaktan daha önemli işlerim vardı. Öte yandan kutunun ondan gelmediğini anlamak hiç de iç rahatlatıcı değildi. Kimdi o zaman bu psikopatça notu gönderen? Aklımdaki ikilemleri bir kenara bırakıp şu anki işime odaklandım. Kliniğe uğradım ve son danışanımı başka bir güne ertelemeyi başardıktan sonra konumdaki adrese doğru yola çıktım. İki katlı, lüks bir binanın önündeydim. Ahmet'den öğrendiğim kadarıyla görüşmem gereken yetkili kişi Sait'di. Yetkili kişiymiş. Sanki müşteri hizmetlerine bağlanıyoruz. Dış kapıdan içeri girdiğimde ileride binaya çıkan başka bir kapı vardı. Kapının önünde izbandut gibi adamlar. Eh, yani. Farklı bir şey beklemiyorduk sonuçta. Kapının önüne gelip adamların tam karşısında durdum. "Merhaba, Sait Bey'le görüşeceğim. Kendisine haber verir misiniz?" Birbirilerine bakıp bıyık altından güldüler. Benimle alay ettikleri çok açıktı. "İçeri alacak mısınız yoksa sorun mu çıkacak?" Söylediğim şey onları daha da güldürdü. Bu kez alaycı gülüşlerini gizlemiyorlardı bile. Aralarında banyo fırçası gibi alnına dökülmüş saçları olan kaslı maslı tuhaf bir tip, görünüşünün aksine yapıcı davrandı. "Sait abim yok bacım, gelmez bugün. Hadi sen git, bir daha da gelme. Buralar sana göre değil." Dişlerimi sıkıp gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Allah'ım bana sabır ver. Allah'ım bana sabır ver. Allah'ım... Sen konuyu biliyorsun. Biraz daha sakinleşip "Bakın, olay çıkarmaya niyetim yok, Sait Bey'le kendisinden borç alan bir arkadaşımın ödemesi hakkında konuşmaya geldim. Hepsi bu." diyerek konuyu açıkladım. "Yani bu niye bu kadar abartıldı anlamadım ki!" Adam gitmeyeceğimi anlayınca "Haber vereyim." diyerek içeri girdi. Sanki söylediklerim ona yük olmuş gibi bıkkındı içeri girerken. Birkaç dakika bekledikten sonra adam geri geldi. "Sait abim müsait değil." Gözlerimi devirdim. Mantıklı bir biçimde düşündüm, ben bu kapının önündeki üç adamı kendi başıma aklayabilir miydim? Pekâlâ yapabilirdim. Çünkü eğer yapamayacak gibiysem kapının önünde adam çıkana kadar bekleyecektim. İnatçıyımdır, beni bilen bilir. Bunu yapabileceğime dair kendime güvendiğim için "Benden günah gitti." dedikten sonra adamlardan birinin burnuna hızlı bir yumruk indirdim. O çok hafif sersemlediği sırada diğerinin apış arasına tekmeyi vurdum. Sersemliği geçen adam hâlâ darbe yememiş diğer adamla üzerime yürüdüklerinde birinin kolunu çevirip sırtında birleştirirken diğerinin çenesinin altından yukarı doğru bir yumruk attım. Hâlâ çevrilmiş kolu sırtında birleşmiş adamı boyun kilidine alırken apış arasına tekme yiyen adam kendine gelmişti, onun da kafasına tekme atıp yere serdim. Çenesine yumruk yiyen adam pes etmişe benzemiyordu ancak içeriden bir adam usulca buraya doğru yürüdü. Orta boylu, kavruk tenli ince adam, gürültülerden rahatsız olmuş gibi görünüyordu. Kapı eşiğinde durup rönesans tablosu gibi manzarayı görünce şaşırdı. Elinde salladığı tesbih duraksadı. Merakla bana bakarken "Sen de kimsin?" diye sordu. Öte yandan bakışlarındaki şaşkınlığı da gizlemiyordu. Dağılmış saçımı düzeltip kulağımın arkasına ittirirken "Sait Bey'le görüşmeye geldim." dedim nefes nefese. "Sen misin?" Yorulmuştum. Ama yine de meydan okuyan bakışlarımdan taviz vermedim. İçeriden birkaç adam kapı önünde dayak yiyen arkadaşlarına destek için geldiğinde elinde tesbih olan adam durdurdu onları. "Bırakın, gelsin." Az önceki öfkeli duruşunun aksine anlayışlı görünüyordu. Arkasından içeri girdiğim adam binanın holünde yürüdü ve hemen karşıdaki camla kaplı yazıhane gibi görünen odasına buyur etti beni. "Buyur, geç bakalım." İçeri geçtim sakince. Ceketimin yakalarını düzeltip adamın karşısına oturdum. Merakla beni süzen adamın söyleyecek bir şeyi varmış gibi bir süre beni izlemesine izin verdim. "Sen... Ne yaptın az önce kapının önünde öyle? Jackie Chan filminde gibi hareketler?" "Böyle karşılaşmak istemezdim ama iyilikle söylememe rağmen beni içeri almadılar. Ciddiye alınmadım." Garip bakışları öfkeden çok uzaktı. Durup dururken gülmeye başladı. Tuhaf bir adamdı. Komik bulduğu her neyse gülüşünün bitmesini bekledim. Biraz sakinleştiğinde "Kusura bakma bacım sinirim bozuldu." dedi. Derin bir nefes alıp ciddiyetle bana döndü. "Nedir derdin, de hele?" "Sizden borç alan bir arkadaşımın ödemesiyle ilgili konuşmaya geldim. Kapıdaki arkadaşlara da söylemiştim ama-" "Hangi arkadaşmış bu?" "Ahmet." Durumu, olanları anlattım kendisine. Borç ve dayak hikâyesini falan. "Ha şu tıfıl çocuk. Tamam, hatırladım." "Evet, bir güzel eskitmişsiniz." Lafımı sakınmadığımı gören adamın kaşlarını kaldırmasını görmezden gelerek devam ettim. "Bak kardeşim, sen hâlden anlayan birine benziyorsun. Ben bu borcu ödeyeceğim. Ama sen de takdir edersin ki yüksek bir meblağ. 2 günde ödenecek türden değil. Bende kimsenin parası kalmaz. Kaçmıyoruz ya bir yere! Yerim yurdum belli, çalıştığım yer ortada. Borcu sil falan diyen de yok." İkna edici bir ifadeyle ekledim. "Makul bir sürede anlaşalım, iki tarafın da canı sıkılmasın Sait Bey." Beni dikkatle dinleyen adamın yüzünden olumlu mu yoksa olumsuz bir cevap mı vereceğini çözemiyordum. Sakinlikle bekledim. "Ben Sait abi değilim. Zaten o burada olsaydı böyle makul bir şekilde oturup konuşamazdınız." Masanın üzerinde ellerini birleştiren adam dürüstlükle konuşmaya başladı. "Bak bacım, Sait abinin tersi çok pistir. Ben de burada bir yere kadar yetki sahibiyim. Seni gördüm, tanıdım. Harbici kadınmışsın, eyvallah. Ama sana yapabileceğim tek şey, borcun vadesini 1 haftaya kadar uzatmak olur. Bu sırada da faiz işler tabii. Süreyi daha fazla uzatamam. Tamam mı?" 1 hafta çok kısa bir süreydi. Bana yetmezdi. Ancak karşımdaki adamın söylediklerini de anlamıştım. Yapabileceğim bir şey yoktu. Çok memnuniyetle ayrılmadığımı belli eden bir bakışla yerimden kalktım. "Peki, teşekkürler yine de. Elinizden geleni yaptınız sonuçta." El sıkıştık. Sanki sıradan bir iş anlaşması yapıyormuşuz gibi. Komik bir durum. Bu işi kendi imkânlarımla halledemeyeceğimi anlamıştım. Halledebileceğim kadarı da buydu. Eve gidip 1 haftada ne kadar para toplayabileceğime bir bakmalıydım. Başkan'a hisse ödememi yeniden hatırlatacaktım ama 1 hafta boyunca borç yerinde durmayacaktı ki, sürekli faiz binecekti. Bir çaresini bulmalıydım. Akşam eve gitmeden önce Başkan'ın malikânesine uğradım. Her akşam olduğu gibi yine orada değildi. Kim bilir yine nerelerde sürtüyordu ya da ne gibi pis işler peşindeydi... Işık'ı çok özlemiştim. Burnumda tütüyordu. Onu görmeye geldiğim için mutluydum. Yeniden onun odasında, onunla yan yana yatarken kollarımı küçük bedenine sarıp masal okuyordum ve bu çok huzur vericiydi. Gür kirpikleri kıpraşarak mışıl mışıl uyumaya başladığında tıpkı bir meleğe benziyordu. Uyuduğuna emin olduğumda usulca yerimden kalkıp onu uyandırmadan odadan çıktım. Fuat bazı dava dosyalarının arasında kaybolmuş bir biçimde çalışırken boş odanın kapısı aralıktı. Eskiden görkemli davetlerin verildiği ve kokteyllerde misafirlerin ağırlandığı o odaya girdiğimde Zuhal bir köşede oturmuş, titreyen elindeki şişeden bardağa içki dolduruyordu. Sarhoştu. Yüzünde telaş, tükenmişlik hissi belirgindi. "Sen ne zaman geldin?" "Çok olmadı. Işık'ı uyuttum, şimdi de gidiyorum." Tam gideceğim sırada çıkış kapısının önünde çark edip yeniden ona döndüm. Yavaş adımlarla yanına yaklaştım ve karşısında diz çöküp onunla aynı hizadayken yüzüne baktım. 2 yıl ondan çok şey alıp götürmüş gibiydi. Yıpranmıştı. Geçen gün bana söylediği o korkunç şeylere rağmen şefkatle omzuna dokundum. Beni yeni fark etmiş gibi ifadesizce yüzüme baktı. "Hiçbir şey yolunda gitmiyor." "Her şey düzelecek, sadece biraz çaba göstermen gerekiyor abla. Lütfen." Çocukların uyuduğunu umursamadan "Hiçbir bokun düzeleceği yok!" diye bağırdı. Mina artık büyümüştü, annesinin bu durumunu biraz daha hoş görebiliyordu. Ama Işık daha çok küçüktü. Bebekti. "Abla, lütfen bağırma! Işık uyanacak." Anlayışlı bir ifadeyle gözlerinin içine baktım. "Artık toparlanman lazım. Işık için." Alayla tıksırırcasına "Sen varsın ya." dedi. "Sonsuza dek olmayacağım ama." İçindeki ölmüş annelik duygularını yeniden canlandırmak için şefkatle devam ettim. "Onun sana ihtiyacı var. Gerçek annesine." "Gerçek annesi." Kinayeli bir biçimde söylediği şey yüzünde kusmak üzereymiş gibi allak bullak bir ifade bırakmıştı. "Onun gerçek annesi bitmiş bir kadın şimdi." "Hayır, hayır böyle söyleme." Ayıkken söyleyemediği şeyleri köşeye sıkışmış gibi fısıldadı yüzüme. "Boğazıma kadar belaya battım!" Bu ani itirafıyla şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama içimdeki merak duygusu beni yiyip bitirecek gibi beynimi tırmalamaya başladı. "Ne oldu?" Yüzüme bile bakmayan kadın içki dolu bardağı kafasına diktikten sonra yeniden doldurdu. "Bana anlatabilirsin." İmkânsız bir şeyden bahsediyormuşum gibi hızla başını iki yana salladı. "Hayır, hayır söyleyemem. Söyleyemem. Bu... Çok kötü." "Bana anlatabilirsin." Bir süre kısılmış gözleriyle yere dönük başı benimle iletişim kurmak istemediğini düşündürse de kısa zaman sonra sızıp kaldığını anlamıştım. Emin olduğum tek bir şey vardı. Başkan ve pis işleri. Zuhal'i bu hâle getiren başka bir şey olamazdı. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |