@buzlarkralicesi
|
-18- ❝Lâl❞ Avuçları terden ıslanmış vücudumda gezinirken gerildim. Parmaklarının ucundaki sıcaklık sihir gibiydi. Göğüslerimi saran parmaklarının sıcaklığı alev alev yakıyordu beni. Dudakları boynumdan çeneme ve dudaklarıma uzandığında ıslak öpüşleri zevkli iniltimi tetikledi. Dudaklarımı birbirine bastırıp nefesimi tuttum. Dil darbeleri ensemi okşarken sağ elinin bacaklarımın arasını okşadığını duyumsayıp gerildim, derin bir nefes aldım. Parmakları ıslaklığımı yalıyordu. Dehşetle gözlerimi araladım. Onu görmüştüm rüyamda. Yine. Hayır. Olamazdı. Bunu yapamazsın, Lâl. Onu rüyanda göremezsin. Sana yasaklıyorum bunu. Bir daha görmek yok. Yatakta kıpırdadığımda gerçekten de ıslanmıştım. Rüyalarımda bile beni rahat bırakmayan o adam. Valentino Riccardo. Sen mi büyüksün ulan? Hayır ben büyüğüm, ben! Lâl Alsancak! Usulca yataktan kalkıp o edepsiz rüyanın etkisinden kurtulmak için duşa girdim. Suyun altında varlığının tüm yıkıcı etkilerinden kurtulduğumu düşünmek istedim. Evet, bunu yapabilirdim. Duştan çıktığımda telefonum çaldı. Arşivdeki kadın arıyordu. Bir süre önce ailemi aradığım zaman kaldığım kurumun arşivindeki kadın. Adını hatırlamadığım için Arşiv diye kaydetmiştim. Sakin kalmaya çalışarak telefonu açtım. "Alo." Bir şey olduğunu hissedebiliyordum. Beni meraka sürükleyip geren de buydu. "Merhaba, Lâl. Beni hatırladın mı? Ben-" "Arşivden, biliyorum. Numaranızı kaydetmiştim." Merakla "Bir şey mi oldu?" diye sordum. Bir gelişme olup olmadığını düşünürken hiç düşünmediğim bir yerden haber aldım. "Lâl, belki bilmek istersin diye düşündüm. Müdire hanım vefat etmiş." Üzülmüştüm. Ama pek de genç sayılmazdı, bu yüzden beklemediğim bir şey değildi. "Allah rahmet eylesin. Nasıl olmuş? Bir hastalığı mı vardı?" "Hayır, hastalıktan değil. Araba çarpmış." Buz gibi kaskatı kesildim. "Ne?" Ürpermiştim. İster istemez bu haber günümün kötü başlamasına sebep olmuştu. Hattın diğer ucundaki kadın da görevini yerine getirmiş olmanın verdiği rahatlamayla "Bilmen gerekir diye düşündüm. Umarım yok yere seni üzmemişimdir." dedi yalnızca. "Y-Yok, hayır. Haber vermekle iyi yaptınız. Teşekkür ederim." Telefonu kapattığımda bir süre düşündüm. Ben mi paranoyaktım yoksa bu işin içinde gerçekten bir iş olabilir miydi? Belki de basit bir kazaydı. Ama zamanlama tuhaf değil miydi? Daha birkaç ay önce ailemle ilgili sorular sormak için kapısını çalarken hem de. Bilemiyordum. Bu sabah kahvaltı edecek pek vaktimiz olmamıştı, o yüzden hastaneye aç gelmiştik. Henüz bir poğaça yemeye bile vaktimiz olmamasına rağmen oldukça dinç durumdaydık. Kısa bir mola vakti bulduğumuzda arkadaşlarla deskte toplandık ve yemekhaneye gitmeye karar verdik. Ben imzalanacak birkaç evrakla ilgilenirken ısrarla yemek almaya gitmelerini söylesem de bizimkiler işimin bitmesini bekliyorlardı. Bu yüzden işimi kısa sürede halletmeye çalışıyordum. Aklım bir yandan Valent'i düşünmeyi reddetse de gözlerim çaktırmadan onu arıyordu. Ahmet'in sabah sabah düşen çenesini yerden toplamaya çalışırken açılan asansör kapısından Valent yanında kendisinden biraz daha kısa bir adamla buraya doğru geliyordu. Merak etsem de o tarafa bakmamaya çalıştım. Ona olan öfkem bu kadar çabuk geçecek gibi değildi. Hem yüzünü bile görmek istemeyecek kadar öfkeliyken hem de gözlerim onu nasıl arıyordu anlaşılır gibi değildi bu durum. Onlara bakmamaya çalışsam da bize doğru yürüdüklerini görünce ister istemez bakışlarım Riccardo'yla buluştu. O ise kesintisiz bir biçimde bana bakıyordu. "Günaydın." Bakışlarındaki ilgiyi gizlemiyordu. Önümdeki dosyaya notlar almaya devam ederken bir an bakıp "Günaydın." dedim ve nezaketen yanındaki yabancı adama baş işaretiyle selam verdikten sonra Valent'e olan ilgisizliğimi sürdürmeye devam ettim. O ise tavrımı hiç önemsemiyormuş gibi rahatlığından ödün vermeksizin devam etti. "Lâl, seni tanıştırmak istediğim biri var." Başımı kaldırıp karşımdaki iki adama baktığımda Valent yanındaki adamı takdim etti. "Doğan Kozanoğlu. Kendisi hastane yönetimiyle ilgili danışmak istediğim tecrübeli bir iş insanı." Valent'e olan soğukluğumdan bağımsız bir sıcaklıkla el sıkıştım. "Memnun oldum." Adam dalgın gözlerle bana bakarken başını salladı. "Memnun oldum, Lâl." Kısa bir duraksamadan sonra "Lâl Hanım." diyerek düzeltti. Gözleri beni uzun uzun süzdü. İsmimi öyle anlamlı telaffuz etmişti ki birkaç saniyeliğine yüzüne baktım. Babacan bir tavrı vardı. Sert yüz hatlarına rağmen bakışları şefkat doluydu. Dudağının kenarındaki hafif tebessüm kısa bir an baş gösterip yok olmuştu. Valentino dikkatle bizi seyrettikten sonra sessizliğin uzamasıyla araya girdi. "Kendisiyle yapacağımız gayriresmi ve kısa toplantımıza senin de katılmanı istiyorum. Belki hastaneyle ilgili birkaç fikir sunabilirsin bize." "Aslında..." Saatime baktım. Sonraki seansıma yeterince zaman vardı. "Olabilir." "Hastaneyle ilgili çalışanların uyması gereken kurallarda bazı katı değişikliklere gitme düşüncesindeyim." Hastanede çalışmak yeterince yorucu ve yıpratıcı değilmiş gibi bunca yıllık kurallara alışmış insanları daha insanüstü şartlarda çalıştırmayı planlayan Valentino'nun yüzüne bir tane yumruk indirmek istiyordum. Çünkü burada çalışmakla ilgili en ufak bir fikri bile olduğunu sanmıyordum. Ayrıca katı değişikliklerin çalışanları hiç memnun etmeyeceğine de neredeyse emindim. Henüz şartları duymasam da Valentino Riccardo'nun sert ve otoriter bir patron olduğu kimse için sır değildi. "Bunca zamandır var olan kurallarda değişikliğe gidilmesini anlamsız buluyorum." "Bu kadar eski kafalı olduğunuzu düşünmezdim, Lâl Alsancak." Usulca ona bir adım atıp meydan okurcasına "Hastanenin sahibisiniz diye her şeyin içinde olmanıza gerek yok, bence." dedim. Benim sesimin duyulabilirliğinin aksine adam kulağıma uzanıp yalnızca benim duyabileceğim iç gıcıklayıcı edepsiz bir ses tonuyla "İçinde olsaydım emin ol bunu hissederdin." diye mırıldandı. Meydan okumasına karşı silahsızdım. Her türlü şeye cevap verebilecek olan Lâl Alsancak, o an mavi ekran vermişti. Gece rüyalarımda uğraştığım yetmiyormuş gibi gündüz hastanede başa çıkmaya çalıştığım adamdı o. Etkisinden nasıl kurtulabilirdim ki? Bir şey söyleyemediğimi fark eden adam karşımda fikirleriyle özgürce at koşturmaya devam etti. "Ha bu arada, hastane adına önemli bir yatırımcıyla görüşüyorum. Kemal Atıf Sezgin." Kendini beğenmiş bir edayla dudakları kıvrıldı. "Biliyorum, sponsor ya da yatırımcıya ihtiyacımız yok." Elbette yok. Ben-para-babasıyım-bebeğim bakışınla da bunu anlayabiliyoruz Valentino Riccardo. "Ama özel hastane olmasına karşın Elif bebek gibi hastalara yardım fonu gibi bir kaynak oluşturmak istiyoruz. Kemal Atıf Sezgin de bu fon için uygun bir yatırımcı." Kalkıştığı düşünce çok güzeldi ama tercih ettiği kişi tam bir fiyaskoydu. Kemal Atıf Sezgin'in bu fon için uygun bir yatırımcı olduğunu düşünmüyordum. Kendisini bir kokteylde kısaca tanıma fırsatım olmuştu ve en pinti zenginler listesinde başı çekebilirdi. İyilik için böyle bir para ortaya koyacağını pek düşünmüyordum açıkçası. Az önceki tartışmanın etkisinden yeni kurtulmuşken uyaran ses tonumla karşılık verdim. "Kemal Atıf Sezgin'i unut bence. O böyle bir uygulamaya para yatırmaz." Valentino meydan okuyan bir tavırla tek kaşını kaldırarak "İddiaya var mısın?" diye sorduğunda aklıma gelen ilk şey adamı reddedemeyeceği bir teklifle yola getirme ihtimaliydi. Az önce tanıştığımız Doğan Bey dikkatle aramızdaki bakışmalı düelloyu takip ederken Valent'in parmağına uzattım serçe parmağımı. İmalı bir biçimde bastırarak "Her türlü iddiasına varım, Kemal Atıf Sezgin kendi rızasıyla böyle bir işe imza atmaz." dedim. Kendi rızasıyla detayına vurgu yapmaktan da çekinmedim. Valentino Riccardo, her zamanki özgüveniyle benimle iddiaya girerken kendinden emin bakışlarıyla kaşları hafif havalandı. "Peki, onu kendi rızasıyla ikna edersem ben ne kazanacağım?" İddia ayağına benden bir şeyler koparmaya çalışan adamın isteklerini duymazdan gelircesine yanıt verdim. "İhtiyaç sahibi hastaların duasını." Valentino her zamanki o öldürücü cazibesiyle başını öne eğerek güldü. "Benimle ne karşılığında iddiaya giriyorsun, Lâl Alsancak?" Alaycı bir ifadeyle "Arabamın anahtarına?" dedikten sonra sahte bir hatırlama ifadesiyle yüzümü ekşittim. "Tüh, onu da geçenlerde sattım. Sana verebileceğim beş kuruşum bile yok, Riccardo. Dondurmasına girelim." Doğan Bey gülmemek için kendini zor tutarken Valentino avının kan kokusunu almış bir aslan edasıyla çapkın bakışlarını üzerime çevirdi. "Eğer iddiayı kazanırsam, benimle bir akşam yemeği." "Valentino." Özgüvenle dudakları kıvrılan adam "Ne o, iddiaya bile giremiyor musun? Çabuk mu pes ettin yoksa?" derken dalga geçiyor gibiydi. "Benim bildiğim Lâl, bu kadar başında yenilgiyi kabul etmez." Yavaşça kulağına uzanıp "O adamı zor kullanmadan ikna edemeyeceğini ikimiz de biliyoruz, Valentino. Uzatma istersen." diye mırıldandım. Aynı kısık ses tonuyla "Sana söz veriyorum, zor kullanmadan o adamı ikna edeceğim. Don Valentino Riccardo'nun yıkıcı gücünü kullanmadan." yanıtını verdi. Kaşları çapkınca havalandı. "Ama senin de beni bu yolda motive edecek bir ödül ortaya koyman gerekiyor, Lâl Alsancak." Kemal Atıf Sezgin denen pintiyi ikna edemeyeceğine o kadar emindim ki bu riske girdim. "Tamam ulan, akşam yemeğine!" Adam beni gaza getirmenin verdiği neşeyle gülerken Doğan Kozanoğlu henüz birkaç dakika önce girdiği eğlenceli ortamdan zevk aldığını gizlemiyordu. Ancak eksik olan bir şey vardı, bu iddiadan benim ne kazanacağımdı. Çünkü kazanacağıma emindim. Kaşımı kaldırarak "Ama ben kazanırsam, hastanenin yönetimini devredeceksin, tası tarağı toplayıp gideceksin." derken son derece ciddiydim. Bir akşam yemeğine karşılık çok adil bir anlaşma sayılmazdı ama Allah aşkına, Valentino Riccardo'nun yaptığı hangi saçmalık adildi ki? Sessizce yüzüme bakan adama "Ne oldu, korktun mu?" diye sormaktan asla utanmadım. Oysa yüzünde korkuya dair bir mimiğin zerresi bile yoktu. Kısa bir an düşündükten sonra öyle rahat bir tavırla "Tamam, kabul." dedi ki o an kendimden bile şüphe ettim. Bu adam Don Riccardo'nun korku salan namına da güvenmiyorsa neyine güveniyordu? Her neyse, önemli olan bu iddiayı kazanınca ondan kurtulacağım kısmıydı açıkçası. Yar saçların lüle lüle, Valentino Riccardo sana güle güle. Serçe parmaklarımız kenetlenmiş bir biçimde bakışlarımızla meydan okuduk birbirimize. Bu iddianın kazananı kim olacaktı, merak konusuydu. İddialaşmamız bittiğinde odasına doğru ilerlemeden önce "Odamda bekliyorum." dedi ve Doğan Bey'le gittiler. Arkasından bakarken özgüvenine gıcık olmuştum. "Uyuz." Bu yakışıklı şeytan köpek kendini ne sanıyordu acaba, dünyanın merkezi falan mı? Çok merak ediyordum doğrusu. Ona bu iddiayı kazanarak gününü gösterecektim. Birkaç dakika içinde imza işlerini hallettikten sonra Valent'in odasının önündeydim. Kapıyı çaldım ve içeri girdim. Valentino Riccardo her zamanki azametiyle masasında yayılmış otururken karşısındaki adamla hararetli bir konuşmanın içindeydiler. Beni görünce sustular. "Merhaba, beni çağırmıştın." Sanki on dakika önceki şeyi unutmuş olabilir gibi kendimi hatırlatmam çok özeldi gerçekten. Gelişimle sırtını dikleştiren Valentino "Ah, Lâl gel lütfen." diyerek beni karşısındaki diğer koltuğa buyur etti. Gösterdiği yere otururken "Üçümüze de kahve söyledim." dedi. Aslında bugün o kadar çok kahve içmiştim ki pek kahve havamda değildim. Hatta bir kahve daha içersem çarpıntımın tutacağına da emindim. "Ben içmeseydim, bugün dozu aştım." Sakinliğinden ödün vermeyen adam "Çok geç, söyledim bile. Birazdan gelir." dediğinde yapılacak bir şey yoktu. Toplantı boyunca çok güzel fikirler çıktı. Valentino gerçekten iyi bir yöneticiydi, yiğidi öldür hakkını ye. Ama onun bu disipliner yanı bu hastaneye biraz fazla olabilirdi. Bunu da zamanla törpülemesi gerekebilirdi. Kahvelerimizi içtik. Doğan Kozanoğlu, tüm fikirleri dinlerken göz ucuyla bana bakıp durdu. Ya benim fikrimi çok önemsiyordu ya da yüzümde bir şey vardı. Pek anlayamadım ama bozuntuya da vermedim. Toplantıda Başkan'ın pek de hoşuna gitmeyecek kararlar alındı ama bunun bir önemi yoktu çünkü en az bir zamanlar küçük hissedar olduğum için benimle dalga geçtiği kadar küçük bir detay olarak kalmıştı hastanede. Yok olmak üzereydi, haberi yoktu. Konuşulacak önemli bir konu kalmadığında usulca ayaklandım. "Kalksam iyi olacak, sıradaki danışanım gelmek üzeredir." Doğan Bey'e döndüm. "Sizinle tanışmak güzeldi, Doğan Bey." "Benim için de öyle." Valent'e ise kuru bir baş işaretiyle selam verdim. Tam odadan çıkacakken "Müsait olduğunda seninle konuşmak istiyorum." dedi Valentino. "Tahmin ettiğim konuysa eğer benim konuşacak bir şeyim yok." Ne konuşacaktı başka? 2 yıl boyunca hep seni sevdim. Yalnızca seni. Gitmek zorundaydım. Öyle gerekti zart zurt. Bunları çok duymuştum, duymak istemiyordum artık. Söylediği hiçbir şey benim 2 yıl boyunca çektiğim acıları geri getirmiyordu. Onun gerekçeleri benim zerre umurumda değildi artık. Arkama bakmadan kapıdan sakince çıkıp gittim. Valentino Riccardo. Benim ölüm kalım meselem. Hayatımın aşkı. Ve hayatımın geri kalanında kavuşmayacağım imkânsızlığım. Kendi akıl sağlığım için ondan uzak durmalıydım. Bunu biliyordum. ❝Valentino❞ Lâl odadan çıkarken bulutlu bakışlarındaki kırgınlıkları görebiliyordum. Bunun sebebi olduğumu da çok iyi biliyordum. Yalnızca onu korumak zorunda kaldığımı ona anlatmam çok zordu. Bu tıpkı mafya olduğumu bildiği hâlde benimle olurken Napoli'de bir adamı vurduğumu gördüğünde dehşete kapılması gibiydi. Bilinen bir şeye şahit olmak bambaşka bir şeydi. 2 yıl boyunca ondan uzak kalmak en az onun kadar beni de bitirmişti. Benim için ne anlam ifade ettiğini hâlâ anlayamıyordu, kendi içinde karmaşalar yaşıyordu. Ondan uzakta kaldığım dönemki atmosferi bilmiyordu. Bu yüzden düz mantık düşünüp gerekçelerimi dinlemeyi reddediyordu. Belki de zamana ihtiyacı vardı. Ancak bu zaman, ikimizin de kaybetmesine sebep olsun istemiyordum. Doğan Kozanoğlu bana dönüp "Sana öfkeli." dediğinde derin düşüncelerimden ancak sıyrılabildim. "Evet. Onu üzdüm, istemeden de olsa." Ne yaptığımı merak etse de sormadı adam. Oysa merakını gözlerinden okuyabiliyordum. "Beni buraya çağırdığına çok memnun oldum, Valentino. Açıkçası bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim." Gözlerinde heyecanlı bir parıltı vardı. "Belki bana deli diyeceksin, kaçık olduğumu düşüneceksin ama Lâl ile tanıştığım an sanki kızımmış gibi heyecanlandım. Onu gördüğümde çok tanıdık biriyle karşılaşmışım gibi hissettim." Bakışları karşısındaki boş duvara dalarken "Bir an annesine çok benzediğini düşündüm." Sanki kendisini ifade edemiyormuş gibi ellerini kullandı. "Ona karşı çok yakın duygular hissettim." "Evet, Lâl'in böyle bir özelliği vardır. İnsanın kanını coşturur." Yüzüme dikkatle bakan adam "Ondan bahsederken gözlerin parlıyor." dedi kendinden emin bir ifadeyle. "İkinizi de henüz tanımıyorum ama ona değer verdiğini hissediyorum." "Ona ne kadar değer verdiğimi tahmin bile edemezsiniz." Kısa bir an sessizlik içinde kaldığımızda onu çağırma sebebime geçmenin zamanı geldi diye düşündüm. "Sizi buraya çağırdım çünkü bir planım var." Daha açıklayıcı bir biçimde ekledim. "DNA testi için." Merakla bana bakan adam kısık gözlerini biraz daha kısmıştı. "Dinliyorum." Masadaki kahve fincanının yanındaki küçük su bardağını gösterdim. "Lâl'in kullandığı bardakla onun haberi olmadan test yapabiliriz. Böylece sonuç olumlu olana dek bunu bilmek zorunda kalmaz." Kaşlarını hayretle kaldıran adam "Ha başından beri bir oyundu yani. Planının bir parçasıydı kahve." derken heyecanını gizlemiyordu. "Onun haberi olmadan ancak bu şekilde yapabilirdik." Zekâmı takdir eder gibi başını salladıktan sonra bir müddet beni dikkatle seyretti. "İçin hiç rahat değil, bunu görebiliyorum." Arkama yaslanmış sağ elimdeki kalemi çevirip dururken içim gerçekten de huzursuzdu. "Onun arkasından iş çevirmeyi sevmiyorum." Gülünç olduğunu bildiğim bir cümleyi sıradan bir ses tonuyla kuruyormuş gibi ekledim. "Öğrenirse beni öldürür." Doğan'ın tebessümünün yayılmasıyla karşılıklı gülüştük. Evet, küçücük bir kızın beni öldürecek olması fikri gülünçtü doğrusu. Ancak söz konusu kız Lâl Alsancak olunca işler biraz değişiyordu sanırım. Bir miktar. Yüzündeki merak ve heyecanı diri tutan bakışlarıyla "Lâl... O nasıl biri?" diye sordu Doğan. İç geçirdim. Ah, Lâl. Bu uzun bir konuydu. Belki de bir ömür kadar uzun. "Tam bir baş belası." derken başımı öne eğip hafifçe tebessüm etmekten kendimi alıkoyamadım. Onunla ilgili her şey o kadar özeldi ki. Anlatırken heyecanlanmamak elimde değildi. "Ama sevdiğin zaman vazgeçemiyorsun. Onda farklı bir şey var." "Aşk gibi mi?" "Gibisi fazla. Hatta belki aşktan bile fazlası." Aramızdaki sessizlik, Doğan'ın Lâl hakkında düşüncelere daldığını hissettiriyordu. Sanki az önce bana sorduğu soruların yanıtlarını düşünüyordu. Duraksadım. Doğan'ın merak ettiği asıl sorunun cevaplarını aradım. "Lâl inatçıdır. Sizin deyiminizle burnunun dikine gitmeyi çok sever. Agresiftir, sinirlendiğinde gözü hiçbir şeyi görmez. Karşısında üç katı gücünde biri olsa bile haddini bildirir. Cesurdur." Güldüm eklerken. "Sinirlenince çok küfür eder. Yaratıcı küfürler. Öfkesi bile beni öyle eğlendirir ki." Kısa bir iç çektim. "Sanırım onun her hâli hayat dolu. Mutfağa girdiğinde şarkılar eşliğinde yemek yapmaya bayılır. Evinizde o varken başka neşeye ihtiyaç duymazsınız. Bir evi yuvaya çevirir. Eğlencelidir, komiktir. Normal konuşması bile sizi eğlendirir. Garip Türkçe deyimleriyle beni hep güldürür." Onunla uzun zamandır ayrı kaldığımızı hatırladığımda ciddileşip düzelttim. "Yani güldürürdü." Doğan ne olduğunu bilmeden de olsa yüzündeki kısa süren hüzün duygusuyla bana eşlik etti. "Aranızdaki şeyin bitmesi çok yazık olmuş." "Bittiğini de kim söyledi?" Kendimden emin tavrımla dik durdum. "Aslına bakarsanız daha yeni başlıyor. Ben bedeli ne olursa olsun onu geri kazanacağım. Gerçek aşkın gücüne inanıyorum." Yüzünde yeni bir merak dalgasıyla "Lâl her şeye çabuk sinirlenir mi böyle?" diye sorarken Lâl'in anlattığım karakteriyle ilgili hem eğleniyor hem de kafa karışıklığı yaşıyor gibiydi. "Aslında onun öfkesinin kaynağı çok açık. O sadece sevdiklerini paylaşamıyor." Suçlayıcı bakışlarımı karşımdaki adama dikmekten çekinmedim. "Ailesinden sevgi göremediği için hırçın bir kız. İyi kalpli, merhametlidir. Ailesinden sevgi görmemesine rağmen herkese yetecek kadar sevgisi var. Yalnızca sevilmek istiyor. Çok sevilmek. Ve sevdiği kişinin ilgisinin tek kaynağı olmak istiyor. Onu başkalarıyla paylaşamayacak kadar çok seviyor." Adam mahcup bir biçimde başını öne eğdiğinde söyleyebileceği bir şey yoktu. Bense ona dair tatlı şeyleri düşünürken yüzümün yeniden şefkatle yumuşadığını hissedebiliyordum. "Ama ne kadar aksi olsa da içinde ilgiye muhtaç küçük bir kız çocuğu gizlidir onun. Herkese göstermez zayıf yanını. Ben bilirim, hissederim." Kapıda beni beklerken, beni görünce kucağıma atladığı zamanlar aklıma geldiğinde gülümsedim. "Eve biraz geç gelsem heyecanla kapıda bekler, hemen koşar. Sevgisini gösterirken etrafın ne düşündüğünü umursamaz, anı yaşar. Bazen sizi çileden çıkaracak kadar ileri gidebilir. Ama sonra gönlünüzü almasını iyi bilir." Dalgın gözleri beni seyreden adam hayranlığını gizlemiyordu. "Onu anlatırken kendini nasıl kaybettiğinin farkında mısın?" Yüzüne şaşkınlığı eklenince tebessüm etti. "Sen resmen o olmuşsun." "Evet. Evet, sanırım bu doğru bir ifade. Biz birbirimize karıştık. Zamanla birbirimizin nefesi kadar yakın olduk." Düşünceli bir ifadeyle devam ettim. "İkimizin de birbirimizden başka kimsesi yoktu. Birbirimize tutunduk." Suçluluk duygusunu gizlemeyen adam önce yere dikti bakışlarını, sonra bana döndü. "Haklısın. Bu... Bu affedilemez." Sesli bir nefes alırken çaresizliğini hissedebiliyordum. "Eğer Lâl benim kızımsa... O zaman karşısına nasıl çıkacağımı, kendimi nasıl affettireceğimi bilmiyorum." Açık konuşmak gerekirse bunun cevabını ben de bilmiyordum. Lâl böyle bir şeyi affetmezdi. Bu yüzden "Bunu zamanı gelince düşünürüz." diyerek geçiştirdim. Henüz ortada bir sonuç yokken bunları düşünmenin bir anlamı yoktu. ❝Lâl❞ Akşama doğru işlerim bittiğinde Giray ve Evin çoktan çıkmışlardı. Beni beklememelerini, eve geçmelerini söylemiştim. Türkü'nün nöbeti olduğu için hastanede kalmıştı. Wendy ve Ahmet'le birlikte hastanenin çıkışında yürürken önümüzde bir araba durdu. Onun arabası. Nereye baksam onu gördüğüm, rüyalarımın bile içine girebilecek güce sahip o adamın arabası. Arabanın arka camı açıldığında Valentino'yu gördüm. Bakışlarını bizde gezdirdiğinde gözleri yalnızca benim üzerimdeydi. "Sizi bırakayım." Ahmet arka koltuğa kurulmak için dünden razıyken kolundan tutup engelledim ve Valent'e göz ucuyla baktım. "İstemez." "Emin misin?" Ateşli bir kararlılıkla "Evet." dediğim için adama ısrar edecek yer bırakmamıştım. Fazla üstüme geldiğinde neler olabileceğini biliyordu. Benim gibi püsküllü belayla uğraşmak kolay mıydı? "Pekâlâ." İsteksiz bir edayla şoförüne devam etmesini işaretledi. Araba yanımızdan geçip giderken Ahmet'in düşmanca bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. "Ne?" "Niye hayır dedin ya? Ne güzel bırakacaktı bizi." Wendy "Onun derdi seni eve bırakmak mı acaba Prenses Ahmet?" diyerek araya girdiğinde alaycı bir biçimde göz devirdi. Ahmet yol boyunca somurttuğu için onu taksiye bindirdik. Evet o bir çocuktu ve biz de onun gönlünü yapmaya çalışan ebeveynleriydik. Bu hep böyle olmuştu. Ertesi gün hastanede hiç beklemediğim bir haberle bozguna uğramıştım. Diğer tüm dedikoduları olduğu gibi bunu da Zehra hemşire yetiştirmişti elbette. Ayaklı gazete. Hababam Sınıfı Hafize Ana gibi atlaya zıplaya yanımıza geldiğinde bir şeyler olduğunu anlamıştım. "Kemal Atıf Sezgin yeni kurulacak bağış kampanyasına sponsor olmayı kabul etmiş!" "Ne?" Bu haberi aldığımda yemekhanedeydim ve mercimek çorbamı içiyordum. Ağzıma giden kaşığım öylece donup kaldı. "Nasıl olur?" "Haberi sağlam kaynaktan aldım. Hatta arkadaş bunun şerefine bize ikramiye dağıtılacağını söyledi!" Etrafın ne düşüneceğini umursamadan oynamaya başladı Zehra. "Gelsin ikramiyeler!" Ben o an şok olmuş bir biçimde dururken sadece sorguluyordum. Bu nasıl olabilirdi ki? Kemal Atıf Sezgin denen adam karşılığını katbekat almadığı hiçbir şeye yatırım yapmazdı! İçimden bir ses Don Valentino Riccardo'nun yıkıcı gücünü kullandığını söylüyordu. Normal şartlarda verdiği sözü tutacağına garanti edebileceğim adam düğün günü beni bırakıp 2 yıl boyunca ortalardan kaybolunca eskisi kadar garanti veremiyordum sanırım. Kaşığı tabldota bırakıp hışımla masadan kalktım. Wendy "Nereye gidiyorsun?" diye sorsa da cevap vermedim. Sırf iddiayı kazanmak için zor kullandığına neredeyse emin olduğum bu adama hesap sormaya gidiyordum. Nereye gidecektim başka? Ben masadan kalkar kalkmaz "Ahmet, takip et şunu!" diyerek peşime adam salmaya çalışan Wendy umurumda değildi. "Yok valla kızım, gidemem! Şimdi adama bir şey yapar, şahit yazarlar falan! I-ıh, olmaz!" Şimdi gidip o adama beni aptal yerine koymak ne demekmiş gösterecektim. Görecekti o İtalyan mafya bozuntusu dünyanın kaç bucak olduğunu! Ben önümüze gelene bin tekme pozisyonunda giderken peşime takıldıklarını sonradan fark ettiğim Wendy ve Ahmet arkamdan seslense de dönüp bakmadım. Wendy kolumdan tutmuş "Lâl, bir delilik yapma! Daha çok gençsin!" diyerek beni uyarmaya çalışsa da nafileydi. Ahmet daha çok işin şaka kısmındaydı hâlâ. Elindeki elmayı dişlemeden önce "Ne genci ya, 30 yaşına dayandı." dedi sıradan bir ifadeyle. "İki seneye kalmaz patates olur bu. Bırak, gitsin, belki o kavganın ateşiyle birbirlerini duvardan duvara vurarak sevişirler de hem biz kurtuluruz hem hastane kurtulur. Bırak." Normalde arkama dönüp Ahmet'i bir güzel benzetirdim ama içimdeki ateşli öfkenin tek bir zerresini bile Riccardo dışındaki birine kullanmaya niyetim yoktu. Koridorda Luigi ve Pietro'yu gördüğümde "Nerede o?" diye sordum öfkeyle. Wendy endişeyle "Lâl, yapma. Bak bunlarla uğraşılmaz." dediğinde Ahmet durumun ciddiyetini anlamış olacak ki diğer kolumdan da o çekiştirdi. "Kızım şaka yaptım bak sakın adamla ters düşme. Wendy haklı, böyle adamlarla uğraşılmaz." Bense Luigi ve Pietro'nun yüzüne bakarak "Ay ne yapabilirler Allah aşkına ya? Yatağıma at kafası mı bırakacaklar, çakma İtalyan mafyaları!" demekten çekinmedim. "Nerede o, dedim!" Pietro işaret parmağıyla ilerideki erkekler tuvaletini gösterdiğinde hız kesmeden kapıya yürüdüm. Luigi Pietro'ya "Girmeyecek, değil mi?" diye sordu. Pietro da "Neden girmesin? Lâl o. Ondan herşey beklenir." derken ne kadar gözü kara olduğumu biliyordu. Kimse gireceğimi düşünmüyordu ama gözümü bile kırpmadan tekmelercesine kapıyı açtım. Valentino pisuvarda işiyordu. Evet, işiyordu ve beni görünce kaşlarını kaldırarak aynadaki yansımama baktı. Neyse ki ondan başkası yoktu ama olsaydı da umrumda değildi. Ona öyle öfkeliydim ki. Hem 2 yılın öfkesi vardı hem de beni aptal yerine koyup iddiaya hile karıştırmasının verdiği öfke. Yüzündeki hayret ifadesiyle bana bakan adam "İşeyeceğin bir aletin yoksa çıkmanı öneririm." derken sanki bu durumdan zevk alıyor gibiydi. Kapıdaki erkekler tuvaleti logosunu gösterdi. "Burası erkekler tuvaleti." Alaycı bir gülüşle "Bunu söyleyenin de sen olması!" diye karşılık verdim. Durup cesurca ekledim. "Görmediğimiz şey sanki." Gereğinden fazla dürüstlüğüme karşılık kaşları havalanan adam "Bunu görmenin başka yolları da var. Bu pek doğru bir yol değil." dedi sıradan bir ifadeyle. Pantolonunun fermuarını çekip bana döndü. "Evet, seni dinliyorum." "Sen kendini ne sanıyorsun Valentino Riccardo? Beni aptal yerine koyabileceğini falan mı sanıyorsun?" "Anlamadım." "Kemal Atıf Sezgin'den bahsediyorum!" Ellerini yıkayıp kurulayan adam umursamaz bir biçimde tekrar bana döndüğünde keyifli ifadesi yüzünden okunuyordu. Elleri ceplerinde karşılık verdi. "Ha, şu konu." "Evet, o konu!" Rahat tavrından ödün vermeyen Riccardo "İddiayı kazandığım için mi bu kadar kızgınsın, anlamadım." derken ağzının ortasına bir tane çakma isteğiyle savaştım kendi içimde. Ama şansını zorluyordu. "Ancak beni tanımış olman gerekirdi, ben kazanamayacağım hiçbir savaşa girmem." Eğilip benimle göz göze geldi ve iddialı bakışlarından ödün vermedi. "Yani uzun bir süre daha beni bu hastanede göreceksin." "Hile yaptın!" "Hayır, yapmadım." Benim öfkeli bağırışlarıma rağmen sakin tavrı daha da kudurtuyordu. "İstediğin kadar araştırabilirsin, Kemal Atıf Sezgin bu sponsorluğu kendi isteğiyle kabul etti. Hatta düzenlenecek baloda konuşma bile yapacak, orada kendisine sorabilirsin." Onun kendinden emin tavırlarla karşımda kasım kasım kasılması beni deli ediyordu. "İnanmayacaksın belki ama bu sponsorluk için neredeyse bana yalvardı." "Yalan söylüyorsun." "İstersen kendisine sor." Nasıl bu kadar kendinden emin konuşabildiğini anlamamıştım ama bu konuyu çözecektim. Kaşları rahatça havalanan adamın elleri hâlâ ceplerindeydi. "Eee, akşam yemeğini nerede yiyoruz?" Kırmızı görmüş boğa gibi soluyarak tuvaletten çıktım. Bozguna uğradığıma inanamıyordum. Wendy hemen bana doğru yürüdü. Elleri vücudumu yokladı. "İkiniz de tek parçasınız değil mi?" "Yürü Wendy, gidelim." Luigi'ye kindar bakışlar bırakan arkadaşımı da alıp giderken Valentino'nun duyabileceği bir ses tonuyla "Bu işin peşini bıraktığımı sanmasın kimse!" desem de işin aslını nereden öğrenebilirdim bilmiyordum. Bekleyip görecektik. O zamana kadar iddiayı kazanan Valentino Riccardo sayılırdı. Maalesef ona söz verdiğim yemeğe gidecektim. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |