@buzlarkralicesi
|
-19- ❝Lâl❞ Şuan aynanın karşısına geçmiş o pis hilekârın yemeğine hazırlanıyordum. Evet. Tam olarak bunu yapıyordum. O oyunbozan Valentino Riccardo bunu nasıl yapmıştı bilmiyordum ama iddiayı kazanmıştı. Bana kalırsa hile yaptığına adım gibi emindim ama ispatlayamıyordum. Dolayısıyla o yemeğe gitmek zorundaydım. Diz üstü siyah vatkalı bir elbise giymiştim. Sıradan. Boynumdaki yılan kolyesini saymazsak. 
"Ne saçmalıyorsun Ahmet? Terbiyesizleşme." O sırada Wendy kenarda kıs kıs gülüyordu. Bense Ahmet'in esprisini pek de ciddiye almamıştım. Gerçekten kızdığımı sanan Ahmet saf saf kaşlarını kaldırdı özür diler gibi. "Ne bileyim, teyzem kuzenime hep böyle diyordu, aklımda kalmış. Yeri gelmişken kullanayım dedim. Pardon." Wendy sağ elini ohooo der gibi sallarken "Ahmetciğim onlar o aşamayı çoktan geçti." demeyi ihmal etmedi. Bense şahit olduğu tüm sevişmelerimiz bir hayal ürünüymüş gibi utanmadan Wendy'ye gözlerimi belerttim. "Kesin sesinizi. Bu yemek öyle sandığınız gibi bir şey ifade etmiyor. Sadece sözümü tutmaya gidiyorum, hepsi bu." Israrcı bir ifadeyle ekledim. "Valentino Riccardo'yla olan düşmanlığımız baki." Ahmet alayla tıslayarak güldü. "Yahu seninki tek taraflı düşmanlık, adamın sana düşmanlığı falan yok. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. O adam sana düşman olsa senin parçanı bulamazdık, parçanı!" "Ahmet kapa çeneni, sinirimi bozuyorsun." "Senin gücün anca bize yeter kızım, anca bizi dövebilirsin. Valentino Riccardo serçe parmağını kıpraştırsa seni buradan alır bir dağın arkasına atar, manyak. Efendi gibi sus otur, bizim başımızı belaya sokma." "Wendy al götür şunu ayağımın altına alacağım şimdi elimde kalacak!" Üstüne yürüyerek Ahmet'i korkutup kaçırdıktan sonra son kez aynaya baktım ve hazır olduğuma karar verdim. Merdivenleri tırmanan Evin "Kapıda çok şık bir araba seni bekliyor, hazırsan..." dedi yüzündeki neşeyi ve hayranlığı gizlemeden. Hiçbir şey söylemeden başımı salladım. Usulca aşağı inip Montrel'in kapısını açtığı arabaya bindim. Yol boyunca sessizlik içinde beni nasıl bir akşam yemeğinin beklediğini düşündüm. Acaba bu yemeği planlarken aklında ne vardı? Beni nasıl bir şey bekliyordu? Ona karşı ne şekilde silahlanmalıydım? Düşmanımın hamlelerini öngörmeye çalışıyordum. Tahmin ettiğim gibi Valent'e ait bir otelin önünde durduk. Görmeyeli çok değişmişti. Daha da lüks hâle getirilmişti. Arabadan indiğimde bir süre otele dışarıdan baktım. Arabadan inen Montrel ceketini ilikledi ve "Don Riccardo sizi bekliyor, buyurun lütfen..." diyerek beni içeri buyur etti. Camlı bir asansörle yukarı çıktık. Otelin tüm manzarası ayaklarımın altındaydı. Uzun bir koridorda yürüdük ve bir suitin önünde durduk. Kalbim hızla atıyordu. Montrel manyetik kartla kapıyı açtıktan sonra beni içeri buyur etti ve ben usulca içeri adımımı attığımda kapıyı kapattı. Tehlikeli düşmanımla baş başaydım. Valentino Riccardo. Silahı çok güçlüydü. Cazibesi. Evet, belki diğer düşmanlarına yaptığı gibi beni vursaydı bu kadar canımı acıtmazdı. Ama onun en etkili silahı bu değildi. Önce sizi tamamıyla ona güvenebileceğiniz bir kıvama getirip size sahip olurdu. Her zerrenize. Hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde ona güvenmenizi sağlayıp sizi kendine âşık ettikten sonra yine hiç beklemediğiniz bir anda yüzüstü bırakıp giderdi. İşte onun en güçlü ve yaralayıcı silahı buydu. Büyük terasa açılan kapı eşiğinde duran adam ellerini ceplerinden çıkardı ve bana doğru adım attı. "Gelmeyeceğini düşünmüştüm. Şaşırdım." "Ben sözü ağzımla veriyorum, senin gibi götümle değil." Her zamanki gibi başını önüne eğerek gülüşü cazibesine cazibe katıyordu. Ve en tehlikeli yanıysa her geçen gün daha etkileyici olduğu gerçeğiydi. Kasları gibi bunu da geliştiriyor olmalıydı. "İğnelemelerini özlemişim." Eliyle masayı işaret ederek "Oturalım mı?" dedi arsızca. Sanki başka şansım varmış gibi. Hiçbir şey söylemeden masadaki yerimi aldım. Son derece şık, kuş sütünün bile eksik olmadığı, genellikle sevdiğim yemeklerin ağırlıklı olduğu bir masaydı. Yardımcılarını çağırmak yerine kadehlerimizi kendi doldurmayı tercih etti. Pembe şarap. Görmeyeli zevkleri değişmişti. Kadınlarda da değişmiş miydi acaba? Karşıma oturduğunda içkilerimizden birer yudum aldık. "Hastaneyi satın alanın ben olduğumu öğrenmek seni şaşırttı, biliyorum." En başından beri şaşırmamı ve belki de ona minnettar olmamı istiyordu, bu yüzden dalgayla karışık da olsa ona istediğini verdim. Alaycı bir yüz ifadesiyle "Götümüzdeki dona kadar satın almadığın için sağ ol, çok iyisin." dedim. Yine aynı gülüş. Başını öne eğerek yaptığı o etkileyici ve karizmatik olan. Boyu posu devrilesice diyeceğim ama ondaki boy devrile devrile bitmezdi. Anlamsız bir beddua. "Her zamanki gibi çok şirinsin." Tırnaklarımı suratına geçirirsem görürsün sen şirinliği. Adi herif. Sanki dalga geçiyor benimle. Hastaneyi kast ederek "Ne gerek vardı böyle şeylere?" sorusunu yönelttim. Asıl derdini anlamaya çalışıyordum ama bunun için çok da çaba sarf etmemek gerekti. Başkan'la ezelden beri süregelen düşmanlıklarını göz önünde bulundurursak. Aslında galiba bu soruyu hastaneyi kast ederek de sormamıştım. Yaptığı bu kocaman şovun sebebini anlamaya çalışıyordum. Kimeydi bu gösteri? Sanki başka bir amacı yokmuş gibi sahte bir ifadeyle "Ben sadece yatırım yaptım." dediğinde gözlerimi devirdim. Alçak yalancı. Sanki yatırım yapacak başka yerler yoktu. "Onu demiyorum." Başımı salladım kabullenircesine. "Tamam, kutuyu sen yollamamışsın, anladık. Neden kliniğe portremi yolladın? Neden hemen karşıma çıkmadın?" "Bunun iki sebebi vardı." Oturduğu yerde sırtı dikleşti, bu kez dürüst ve sahici bir ciddiyetle yanıt verdi. Az önceki alaycılığından eser kalmamıştı. "Birincisi, karşına çıkmaya korktum. Yaptığım şeyin seni ne kadar mahvettiğini biliyordum. Bunca zaman sonra karşına çıkmak kolay olmayacaktı. Bana nefret duyacağını öngörmüştüm." Alayla "Çok zekisin, maşallah." diye mırıldandım. Ardından hemen meraka kapıldım. "İkinci sebep neydi?" "Seni hazırlamak istedim." Gözlerime odaklanan bakışları af diler gibiydi. Bunca yaptığı şeyden sonra mümkünmüş gibi. "Bir anda karşına çıkıp şok etmek istemedim. Sana mesaj vermek istedim. Sadece ikimizin anlayabileceği türden bir mesaj. En azından yaşıyor olabileceğimi tahmin etmeni istedim. Hayatta olduğumu. Ve yine sana döneceğimi... Senden başka dönecek bir yerim olmadığını." Büyük büyük laflar etmeye başladığında araya girdim. "Valentino, sus." Öfkem hâlâ ağır basıyordu. Ve geçmeyecekti. Bana yaptığı bu şeyin bir açıklaması olamazdı. Kabul etmiyordum. "Ben bunları konuşmak istemiyorum." Kararıma saygılı bir biçimde başını salladı. "Sana bir şey vermek istiyorum." Ceketinin iç cebinden çıkardığı siyah, kadife bir kutuyu masaya koyup bana doğru nazikçe itti. Bir müddet kutuya baktıktan sonra henüz açmadan "Böyle bir şeyi kabul edeceğimi nereden çıkardın?" diye sordum. Kutuya bakılırsa mücevher gibi bir şeydi ve pahalıydı. "Bu bir hediye değil çünkü." İkna olmadığımı görünce "Daha içinde ne olduğunu bile bilmiyorsun." dedi ve kutuyu işaret etti. "Açsana." Öfkemi sınırda tutmaya çalışırken kutuyu açtım. Dedemin hediyesi olan küpeler. Satıldığı için yas tuttuğum küpeler. Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. "Bu küpeler sahibinden başkasına ait olamaz diye düşündüm. Onlar için günlerdir yas tuttuğunu biliyorum. Mecbur olduğun için sattığını da. Sevdiklerin için ne tür bir fedakârlık gerekirse yapabileceğini biliyorum. Tıpkı beni korumak için Miloradov'a gittiğin gibi." Gözlerime bir müddet baktıktan sonra "Seni çok iyi tanıyorum, Lâl." dedi Valentino. Evet, maalesef beni benden bile iyi tanıyordu. Yoksa nasıl bu kadar canımı yakabilirdi ki? Tüm yaralarımı biliyordu. Hepsinin yerini ezbere biliyordu. Çünkü hepsine dokunmuştu. "Sandığın gibi senden hiçbir zaman kopmadım." "Kapa çeneni." "Elindeki kuş tüyü dövmesinin hikâyesine kadar biliyorum. Anka kuşumdan bir parça taşıdığını." "Yeter." "Gittiğimden beri saçlarının neden kısa olduğunu." Hızla ayağa kalkıp masa örtüsünü çektim. Masadaki her şey yeri, ayaklarımın dibini boyladı. "Ne zırvalıyorsun sen be? Benim burada neler yaşadığımdan haberin var mı senin?" Öfkeyle "Beni tanıyormuş!" diye tısladım. "Ne hâle geldiğimle ilgili bir fikrin var mı? Öldüm ben, Valentino!" Küçümseyici bir ifadeyle "Hem de senin gibi yalandan değil!" diye bağırdım. "Gerçekten öldüm! Vücudumun her zerresine kadar! Ve en son da kalbim öldü. 2 senede cehennemi gördüm, yaşadım! Şimdi geçmiş karşıma neden bahsediyorsun?" O ise benim aksime öylesine sakindi ki. "Çok haklısın. Kızmakta, benden nefret etmekte haklısın, Lâl. Bağır, çağır, şuan olduğu gibi ortalığı dağıt. Ama aramızdaki aşkı yok sayma. Çünkü bundan ikimiz de sağ çıkamayız." Bana doğru adım attı. Gözlerime yalvarırcasına bakıyordu. "Böyle bir aşktan kurtulmak mümkün mü sanıyorsun? Defalarca denemedik mi?" Bana iyice yaklaştığında "Uzak dur benden." deyip nefesimi tuttum. "Neden nefesini tutuyorsun?" Sağ eli saçlarımı kulağımın arkasına nazikçe iterken hâlâ bana çok yakındı. "Kokumu duyup bana teslim olmaktan mı korkuyorsun?" Elleri belimi kavradığında "Bana dokunma, Valentino." desem de bir hamle yapmadım. Öfkelenmek dışında. Çünkü ben de ondan uzak duramıyordum. Kendimi geri çektim ama o bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi kapattı. Bu kez kalçalarıma daha da yaklaşarak belimi kavrayan elleri beni havaya kaldırıp az önce darmadağın olmuş masaya oturttu. Göz teması kurdu. "Benimle ilgili güven sorunların var. Haklı olarak. Bunu ben yaptım. Elimde değildi. Ama haklısın, hataydı. Güven sorunların var ve bunu birlikte çözeceğiz." Hâlâ burun burunayken yaptığım tek şey -ondan etkilenmek dışında- bakışlarımla ona meydan okumaktı. "Aramızda tek bir sorun var, o da sensin Riccardo. Sen yok olursan her şey çözülecek." Dudakları dudaklarıma değdiğinde geri çekilmek öyle zordu ki. O sıcaklığı yeniden duyumsayabilmek için 2 yıl beklemiştim, yanıp tutuşmuştum ancak şimdi reddetmek zorundaydım. Çünkü bu öyle bir şey değildi. Önceki kavgalarımız gibi değildi bu. Öyle kolayca sıyrılamazdı. "Neden kendini bu kadar zorluyorsun?" Başımı yana çevirdim. Vücutlarımız birbirine yapışmış bir hâlde, gövdesi bacaklarımın arasında duran adamın gözlerine baktım. "Çünkü artık kendime değer veriyorum. Ve bana acı veren bir adama âşık olmayı reddediyorum." Hafifçe onu geri itip masadan aşağı indim ve çıkışa doğru yürürken "Bu yemek bir hataydı zaten." diye söylendim. Peşimden gelen adam "Peki, bana da öğretir misin?" diye sordu. Kapıya doğru yürürken yeniden ona döndüm. "Senden nasıl uzak duracağımı öğretebilir misin? Çünkü ben senin gibi bu aşktan arkamı dönüp gidemiyorum." Bakışlarındaki acı dolu ifadeyi görmesem belki de gerçekten üzgün olduğuna tam anlamıyla inanmazdım. Ama artık üzülmesinin ne anlamı vardı ki? Beni mahvettikten sonra. Karşıma geçip kayıtsızca böyle olması gerekiyordu dedikten sonra. Bir adım atıp ona iyice yaklaştım ve işaret parmağımı göğsüne bastırırken onu kendi silahındaki mermisiyle vurdum. "Çünkü şimdi de böyle olması gerekiyor." Sağ avcu göğsünde duran parmağımı ve elimi kavrayıp şefkatle sararken avcumu dudaklarına götürdü. Hasretle kokusunu içine çektikten sonra avuç içimi öptü. "Sen sanıyorsun ki bu acıyı yalnız çektin. Ama hesaba katmadığın bir şey var." Bu kez elleri omuzlarımı aynı yumuşak şefkatle kavradı ve beni kapının yanındaki duvara yaslayıp kendiyle duvar arasında bıraktı. "Ben de sensiz her gün öldüm. Çünkü mecburdum. Sana zarar vermemek için senden uzak kalmam gerekiyordu. Hiç kolay değildi, benim için imkânsızdı ama dayanmaya çalıştım. Sonsuza dek sensiz kalmamak için." Dudakları kulağıma eğildi. "Çünkü sen benim her şeyimsin. Ve anladım ki, o kısacık zamanda sen benim tamamıma sahip olmuşsun. Ben yok olmuşum, sadece senden ibaret olmuşum." Dudakları çene kemiğimi yumuşak bir hamleyle yalar gibi geçip giderken nefesim kesilmişti. Artık yalnızca onun nefesini ve kokusunu duyabiliyordum. Bu büyüye kapılıyordum. Burnunu burnuma sürten adama son kez "Hayır, Valentino." dedim. Başımı iki yana sallarken yutkundum. "Seni bu kadar kolay affedemem. Bu kez bu kadar basit değil." Benim için ne kadar zor olursa olsun o kapıdan çıkıp gittim. Arkamda bıraktığım adam, benim tüm yaralarımın yerini biliyordu. Hep aynı yerden vurulduğumu. Aynı acıyla sınandığımı. O benim aynamdı, defalarca söylediğim gibi. Birbirimizi yansıtıyorduk. Belki de bu yüzden zordu. Bu yüzden en çok ona öfkeliydim. Beni terk eden aileme, Başkan'a, annem Seval'e, ablam Zuhal'e değil de ona. Valentino'ya. O benim yıkılmaz kalemdi. Öyle bir şeydi ki bu, kendimden çok güvenmiştim ona. Ben hata yapabilirdim ama o yapmazdı. Beni bırakmazdı. Sözünü tutardı. Bana bu acıyı yaşatmazdı. Bu yüzden içimde bir yerlerde onu bir türlü affedemiyordum. Onun güçlü surlarına sığınmıştım ama en büyük darbeyi de ondan yemiştim. Canım yanıyordu. Can çekişiyordum. Kabullenemiyordum bu ihanetini. Onu affetmek işte bu yüzden çok zordu. İnsanın en sevdiğini affetmesi çok daha güç oluyordu. Otelin kapısından çıktığımda Montrel arabanın kapısını açsa da onu yok sayıp yoluma gittim. Bir taksi çevirip bindim ve eve döndüm. Yol boyunca doğru olanı yaptığıma dair kendimi ikna etmeye çalıştım. Sen doğru olanı yaptın, Lâl. Böyle bir şey zaten affedilemezdi. Aferin. Doğru olanı yapıyorsun. Belki de hayatında ilk kez doğru yoldasın. Bu duruşunu bozma. Madem doğru yoldaydım, o zaman neden içim acıyordu? Bu ilişki için elinden geleni yapan biri olarak içimin rahat olması gerekmiyor muydu? Neden Valent'in benim için yaptığı bütün fedakârlıklar aklıma doluşuyordu? Neden onun beni mutlu etmek için yaptığı her şey, beni sarıp sarmalaması, bir bebek gibi özen göstermesi aklımın tamamını kaplıyordu? Ben nerede yanlış yapıyordum? Onun açtığı yaraların üzerine üflerken bile yanımda o olsun istiyordum. Onun kollarına koşmak, onda teselli bulmak istiyordum. Canımı acıtan o olduğu hâlde onun beni sarmalamasını istiyordum. Sinirden ağlamama sebep olan şey buydu. Parasını ödeyip taksiden indiğimde Luigi'nin arabasını gördüm bizim evin önünde. Neler olduğunu merak etsem de çok yorgundum. Bahçede Luigi'yle konuşan Wendy'ye selam verdikten sonra Luigi'yi görmezden gelip içeri girdim. Nasılsa yarın Wendy bana tüm detayları anlatırdı. Biz ve Riccardo erkekleri. Onların yalanları. Ne güzel kanıyorduk. Bakalım Luigi ne yalanlar sıralıyordu aşağıda? Yarın sabah öğrenecektik. Odama çıkıp üzerimi değiştirdim. Bir duş alıp pijamalarımı giydiğimde yatağıma uzandım. Öyle yorgunmuşum ki gözlerimi kapar kapamaz uyumuşum. Ertesi gün beni bambaşka mücadeleler bekliyordu. Bir süredir Başkan'ın çevirdiği işlerin peşindeydim. İzleri takip ediyordum ama bir türlü herhangi bir şey bulamamıştım. Her ne halt yiyorsa arkasını çok iyi temizliyor olmalıydı. Çalışanlar listesinden bir şey çıkmamıştı. Takip ettiğim hasta bakıcıyı bu şekilde bulamayacağımı anlamıştım. Zaten Başkan'ın bu kadar basit bir hata yapabileceğini düşünmek aptallıktı. Aslında o adamın hasta bakıcı olduğuna bile emin değildim. Belki de yalnızca hasta bakıcı kıyafeti giyen bir adamıydı Başkan'ın. Öyle kamufle oluyordu. Sanırım kamera kayıtlarına bakmam daha sağlıklı olacaktı. O garip görünümlü şerefsiz herif kameralara el sallamışsa yüzünden bulabilirdim kim olduğunu. Güvenlik odasına girip kamera kayıtlarına bakmak istemem pek şüphe uyandırmadı. Bir hırsızlık olayından şüphelendiğim yalanını uydurdum ve hastanenin küçük de olsa hissedarı olduğum için güvenlik görevlisi beni reddetmedi. Net olmamakla birlikte adamın küçük bir görüntüsünü yakalamıştım. Çıktısını aldım. Seni bulacağım orospu çocuğu. Kim olduğunu ve Başkan'la ne boklar karıştırdığını çözeceğim. Güvenlik odasından çıktığımda Niko'yu aradım. İlk çalışta açtı. "Lâl?" Sesindeki merakı gizlemiyordu. "Niko, sana işim düştü. Bana yardımcı olur musun?" "Bu soruyu sormaktan ne zaman vazgeçeceksin merak ediyorum, Lâl." "Senden birini bulmanı isteyeceğim. Elimde çok net bir görüntüsü yok ama..." "Fotoğrafı bana gönderir misin?" "Tamam." Telefonu kapatmadan WhatsApp'a girip fotoğrafı ona gönderdim. "Şimdi gönderdim." Bir süre sessiz kaldıktan sonra "Tamam, bunu adamlarıma ileteceğim." dedi Nikolai. "Bir şeyler bulmaya çalışırım." "Görüntü çok net değil ama-" "Elimden geleni yaparım." "Gerçekten mi?" "Fotoğrafın orijinal hâlini de bir ara Hydra'ya getir. Ben hallederim." "Tamam, çok teşekkür ederim." "Rica ederim." Merakına yenilen adam "Bu fotoğraftaki adamı bulmak neyle ilgili bir gizem?" diye sordu. Ben de geç kaldı diye düşünmüştüm. Şu ana kadar defalarca sormuş olması gerekiyordu. "Telefonda konuşmayalım." Başkan'ın sağı solu belli olmazdı. Telefonları dinletiyor bile olabilirdi. "Hydra'ya geldiğimizde yüz yüze konuşuruz." "Anlaşıldı, tamam. Bir şey bulursam seni ararım." "Sağ ol, Niko." "Ne demek." Telefonu kapattığımda rahatlamıştım. Bu konuda Niko'ya güvenebileceğimi biliyordum. Umarım bir şey çıkardı bu görüntülerden. O öğleden sonraya kadar Valentino'yla karşılaşmadık. Öğle yemeğinden hemen sonra Aydın Hoca, ben, Valentino ile yeni bağışçımız Kemal Atıf Sezgin ve oğlu gayriresmi bir toplantıda buluştuk. Nedense Başkan yoktu ortalıkta. Yine deliğine çekilmiş neler karıştırıyordu kim bilir. Toplantıda Kemal Bey'in bize bağışta bulunmaktan ne kadar memnun olduğunu gözlerimle görmesem Valentino'nun hile yaptığına nerdeyse inanabilirdim. Ama adam öyle keyifli ve hevesli bir şekilde anlatıyordu ki bunu, öyle güzel planları vardı ki ben bile şaşırmıştım bu isteğine. Oğlu Tunç da en az onun kadar hevesli görünüyordu. Tabii bir de masada çapkın kaçamak bakışları beni bulmasaydı. Görmezden geldim. Ancak iş görmezden gelinemeyecek bir noktaya ulaştığında bu cesaretine ben de şaşırmıştım. Toplantı bittiğinde babası Kemal Bey kapının önünde Aydın Hoca'yla konuşurken Tunç bana yaklaştı ve flörtöz tavırlarından ödün vermeksizin "Lâl Hanım, açıkçası bir akşam sizinle yemek yemeyi çok isterim." dedi. "Enteresan bir kadınsınız. Enerjiniz muazzam.Sizi tanımayı çok arzu ediyorum. Hem bu bağış konusuyla ilgili daha detaylı konuşuruz, fikirlerinizi yakından duymak isterim." Tüm bunları Valentino'nun önünde yapması dışında bir sorun yoktu. Valent'in delici gözlerine bakılırsa her an adamın üstüne atlayacakmış gibi görünüyordu. Tunç denen herifin sözleri bağışla alakalı olsa da bakışları hiç de öyle görünmüyordu. Zaten bu tür adamları anlamak zor değildi. Uçana kaçana yazardı bu tayfa. İyi tanırdım. Mesafemi özenle koruyarak "Açık konuşmak gerekirse bağışçılarımızla bu kadar yakın temasta olmayı doğru bulmuyorum." diyerek karşılık verdim. "Birlikte iş yaptığım insanlarla yanlış anlaşılmaya müsait konumda görüşmek de prensiplerime aykırı, teşekkür ederim." Adamın karşılık verip ikna etme çabasına fırsat bile vermeden Kemal Bey'le el sıkışıp oradan uzaklaştım. Kliniğe doğru giderken peşimde bir çift ayak sesinin olduğunu hissetmek zor değildi. Yeri göğü titreten bu adımların da Valent'in olması çok olasıydı. Bilerek herhangi bir tepki vermedim. Odamın kapısına gelene kadar onu yok saydım ama kapıma kadar geldiğinde arkama döndüm agresif bir ifadeyle. "Ne oluyor ya? Ne geziyorsun peşimde kuyruğum gibi? Nedir?" "O adam sana toplantı boyunca yiyecek gibi baktı." "Eee ne yapalım yani? Gözlerini mi oyalım?" "Siz tanışıyor musunuz?" "Kemal Bey'in şımarık oğluyla nereden tanışacakmışım?" Sonradan aklıma gelince ağzının payını verdim. "Ayrıca da sana ne?" "O adamla yemeğe çıkacak mısın?" Sanırım adamın yemekle ilgili zırvaladığını duysa da konuşmanın geri kalan kısmını duymamıştı. Delirmiş bir biçimde kapıma dayandığına göre. Ofladım. "Ay sana ne!" Israrla sağır gibi bana bakarken "Valentino, dudaklarımı oku." dedim ve abartılı bir dudak hareketiyle tekrar ettim. "Bunlar seni ilgilendirmiyor! Anladın mı?" Sanki söylediklerim uzay boşluğunda yok oluyormuş gibi beni duymazdan gelen adam hesap sormaya devam ediyordu. "Sana yemek teklifinde bulunacak cesareti nereden buluyor bu adam?" "Bana bak Valentino, sen ne demeye çalışıyorsun öyle?" Tam öfkelenecekken onu neden önemsemem gerektiğine dair kendi içimde bir cevap bulamadım. Sonuçta artık sevgili ya da nişanlı, hiçbir şey değildik. İki düşman olmak dışında. "Bunlar seni ilgilendiren konular değil, sen kendi işine bak." Odama girip üzerine kapıyı kapatacakken onun engelleyip içeri girmesi üzerine daha da sinirlendim. "Ne yapıyorsun sen be? Bu ne cüret?" "Bana arkanı dönüp gidemezsin, Lâl. Tunç denen o herifin bu cüreti nereden bulduğunu-" Sesi yüksek tonda çıkan adamı "Kendine gel Valentino!" diyerek durdurdum. Haddini aşıyordu. Ne hakla bana hesap sorabiliyordu acaba? Bu tavrı beni çok öfkelendirmişti. Kıskançlıktan çıldırmasıyla ilgilenmiyordum. "Benimle böyle konuşamazsın! Bana böyle bağıramazsın! Çocuk yok senin karşında!" Hakkı olmamasına rağmen beni kıskanıp kontrol altına almaya çalışması kızdırmıştı beni. Bir adım attım ona doğru. Göz gözeydik. İşaret parmağımı sallayarak ve kelimeleri tek tek söyler gibi bir yavaşlıkta ikaz ettim onu. "Bana bak, beni altına aldığın fahişelerinle karıştırma, ben kimseye benzemem." Meydan okuyan bakışlarımdan ve dik duran tavrımdan ödün vermedim. Durması gereken yeri bilmeliydi. "Ben adama gerekeni söyledim, haddini bildirdim. Bu durum seni ilgilendirmiyor." Gözlerimi kısarak ne yapmaya çalıştığını anladığımı gizlemeyen bir ifadeyle ekledim. "Sen hastaneyi değil, beni yönetmeye çalışıyorsun. Ama bunu başaramayacağını çok iyi biliyor olman lazım. Beni tanıyorsun." Tunç denen herife haddini bildirdiğimi duyan adam biraz daha sakinleşmiş, memnun yüz ifadesiyle bana yaklaştı. "Ona ne şüphe?" Bir adım daha attı bana doğru. Ben de tam aksi bir adım geriledim. "Senin yönetilemez biri olduğunu öğreneli çok oldu emin ol, mia bella." Düşünceli bir yüz ifadesiyle baştan aşağı süzdü beni. "Ama biliyor musun, bana da böylesi gerekiyordu. Ne diyordun sen? Tencere yuvarlandı, kapağını buldu. Senin nasıl bir cadı olduğunu bilse eminim o yemek teklifini yapmazdı. Korkup kaçardı senden." Onunla göz göze gelmemeye gayret ederek işaret parmağımla kapıyı gösterdim. "Çık dışarı! Bir daha da randevu almadan gelme. Dingo'nun ahırı değil burası." Kaşları karizmatik bir biçimde aşağı inmiş adam bana son bir bakış attıktan sonra elleri ceplerinde kapıdan çıkarken "Ruh hastası." diye tısladım. Kahve molasında Ahmet, Giray ve Wendy beni ziyarete geldiklerinde Valent'le Tunç yüzünden yaptığımız tartışmayı anlattım. Zira beş metre öteden öfkeli olduğum anlaşılıyordu, daha fazla gizleyemezdim. O kadar sinirimi bozmuştu ki salak. Kahvemden bir yudum alırken "Onu öldürmek istiyorum." diye söylendim sinirle. Dünya umurunda değilmiş gibi kahvesini içen Ahmet ise tam dibimde içeceğine asla uyum sağlamayan bir avuç çekirdeği çitlemeyi de ihmal etmiyordu. O çitleme sesi bile sinirimi bozuyordu. Wendy o anın ateşiyle aniden bana gaz vermeye başladı. "Öldür kanka, öldür ben arkandayım. En azından yattığı yer belli olur." Evet, en azından 2 yıl hangi cehennemdeydi, hangi karı kızın koynunda gönül eğlendirdi diye düşünmekten iyidir. Sen de haklısın Wendy. Giray Wendy'ye onaylamaz bir bakış attıktan sonra tedirgin yüz ifadesiyle "Bana bak Lâl, bu adamla uğraşılmaz biliyorsun değil mi? Sen yine de öyle ağzına geleni söyleme." dese de umurumda değildi. Hele ki Valentino'nun bu durumdan hoşnut ruh hastası hâlleri gözümün önüne geldiğinde. Wendy tarafsız görünse de "Kızım boş ver, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. O kadar da dürüst olmamak lazım." demeyi ihmal etmedi. Sanki iki tarafın da gönlü olsun havasında takılıyordu. Vardı bunda da bir hâller ama ifadesini alma fırsatı bulamamıştım. Koltuğuma oturmuş sırtımı yaslayan bense öyle her bir yanım ayrı oynamıyordu. Bu konuda çok nettim. Tarafım da belliydi. Söylenenlere hiç kulak asmıyordum çünkü bunları çoktan aşmıştım. Wendy de aşmıştı ama işte benim gibi sivri dilli değildi pek. Biraz daha politikti. Sonuçta hastaneyle ilgili nihai karar hakkı Valent'in elindeyken böyle düşünmesi çok normaldi. Yoksa ikimiz de bana zarar vermeyeceğini biliyorduk. Sanki daha fazla zarar verebilirmiş gibi. Ben her zamanki gibi arkadaşımın aksine politik olmaktan çok uzaktım. "Valla ben doğruyu söylerim, dokuz köyün ne düşündüğü beni hiç alakadar etmez." Ahmet kaşlarını kaldırarak "Böyle devam ederse kavganızdan bu hastanede taş üstünde taş kalmaz benden söylemesi." dedi ve kahvesinden bir yudum aldı. Wendy kendisinden beklenmeyen karmaşık bir ifadeyle "Siz daha ne kadar böyle kedi köpek gibi birbirinizi yiyeceksiniz?" diye sordu. Dün gece Luigi'yle bahçede konuşmalarıyla bir alakası var mıydı acaba bu düşünceli hâllerinin? Tabii ki vardı. "Bu savaş hiç bitmez, Wendy. İkimizden biri kazanana kadar." Wendy ise "Yanlış." diyerek usulca başını iki yana salladı. "Aşk kazanana kadar." Gözleri öyle bir dalmıştı ki kendisinden mi bahsediyordu benden mi belli değildi. Bense kendimle alakalı kısmını kesin bir ifadeyle kestirip attım. "O hiçbir zaman olmayacak." Kahvemi içmeye devam ettim az önceki sözleri duymazdan gelerek. Ahmet "Sen yine de büyük konuşma." derken oldukça rahat bir tavrı vardı. Sanki tefeciye borcu olan bendim. Hayatta şöyle bir gamsızlık seviyesine ulaştığınızda sizi hiç kimse yıkamazdı. Kesin bilgi. Wendy ve çocuklar gizlice yaptıklarını sandığı bir bakışmayla sessizce anlaşırken onları yakaladım ve "Hayırdır, ne oluyor?" diye sordum merakla. "Eğer danışanın yoksa şu kliniğin altındaki odanda takılalım mı? Kum torbasıyla oynarım ben de." "Ahmet kaç yaşındasın Allah aşkına? İşin gücün yok mu senin?" "Şimdilik yok, birkaç dakika da boş kalayım ne olacak?" "Seni ne zaman görsem boş takılıyorsun zaten Ahmet." Şakayla karışık ekledim. "Bak maaşından keseceğim ona göre." Gülüştük. Çocukları kırmadım. Odamdan çıkıp deske geldiğimizde Şebboy yoktu. Ortalık çok sakindi. Garipsedim ama üstünde durmadım. Merdivenlerden aşağı indiğimizde toplanma alanında hep bir ağızdan sürpriz bağırtıları koptu. Türkü, Evin, Şebboy, Zehra hemşire, Niko, Nadia falan vardı. Hatta Doğan Bey bile vardı. Alakayı çözemesem de o anın şaşkınlığıyla bir şey söyleyemedim. Ve Valentino. O da vardı. Bir köşede karizmatik gülüşüyle alkışa katılıyordu. Neşe ve şaşkınlıkla etrafıma bakınırken doğum günü pastası ve mumların manasını çözmeye çalıştım. "Neler oluyor burada böyle?" derken dudaklarım şaşkınca kıvrılmış gülüyordum. Her zaman neşe pınarı gibi dolaşan Zehra hemşire mutlu tebessümüyle duruma bir açıklama getirdi. "Lâl Hanım bugün sizin doğum gününüzmüş! Ya gerçi Google'da başka bir tarih var ama... Eski nişanlınızdan iyi bilecek hâlleri yok herhâlde değil mi?" Herkes bir kahkaha patlatsa da ben doğum günü detayına takılmıştım. Anlayamadım. Şebboy "Kutlama organizasyonunu Valentino Bey yaptı. Ben sadece ekstra olarak Nadia'yı falan çağırdım." dedi sevimli bir ifadeyle. Bozuntuya vermemeye çalışarak "Arkadaşlar, teşekkür ederim." dedim ve benden beklendiği gibi mumları üflemek için pastamın başına geçtim. Hemen arkamda duran Valentino bana yaklaşıp kulağıma üfler gibi konuştu. "Şaşkınsın değil mi? Bugün benim doğum günüm değil diyorsun. Olanları anlamaya çalışıyorsun." Evet, gerçekten de öyleydi. Öfkeli olduğum adamın söylediği her şey harfi harfine doğruydu. Aynı yumuşak ses tonuyla açıklama getirdi kulağıma eğilen adam. "Bugün senin gerçek doğum günün, Lâl. Koparıldığın annenin seni dünyaya getirdiği gün." Elektrik çarpmış gibi arkama dönüp adamla yüz yüze geldim. "Ne?" Kendime gelmeye çalıştım. Anlamaya gayret ettim. İdrak edemiyordum. "Nasıl? Yani ben-" "Evet, sen gerçekte bugün doğdun." Heyecanla yüzüm aydınlandı. "Nasıl yani? Bu doğru mu Valentino? Şimdi sen-" "Evet, araştırdım ve gerçek doğum gününü buldum." Bana bir adım daha yaklaşan adam biraz daha kulağıma sokuldu. "Benim için her ne kadar ikimizin doğum günü de birbirimizle karşılaştığımız gün olsa bile..." Yapma Valentino. Hayır. Yeniden yörüngene girmemi sağlama. Sana yeniden âşık olmama izin verme. Bu defa daha çok. "Bunu öğrenmeye hakkın var diye düşündüm. Aslında sen bugün doğdun." Işıl ışıl gözlerle birbirimize bakarken Zehra hemşire araya girdi. "E Lâl Hanım yana yana mumlar bitti neredeyse! Üfleyin artık canım aaa!" Tebessüm eden Valentino zor da olsa bakışlarını gözlerimden ayırdı ve "Hadi, bir dilek tut." dedi pastayı göstererek. Bakışlarımı zar zor da olsa Valent'den ayırıp pastaya döndüm ve bir dilek tuttum. Allah'ım, ne olur bundan sonra çok mutlu olayım. Bu yıldan itibaren mutluluktan delirmek istiyorum. Çok amin. Mumları üflediğimde alkış kıyametti. Sevdiklerimle ilk defa gerçek doğum günümü kutluyorduk. Valentino Riccardo. Eski aşkım, yeni düşmanım. Bana daha nasıl büyük bir hediye verebilirdi ki? Kendimi bu kadar mutlu ve özel hissettiğim çok az zaman vardı koca hayatımda. Ve çoğu da Valent'le olduğum anlardı. Bana her zaman önemli, özel hisseden bu adam yine beni en çok üzen, ağlatan, mahveden adamdan başkası değildi. Kendi içimdeki ikilemin en çelişkili başrolüyken beni kendine bu kadar âşık etmeye hakkı var mıydı? Sıra hediye merasimine geldiğinde ani organize edilmiş bir kutlama olduğu için herkes hediye alamamıştı hâliyle. Ama kimin umurunda? Beni öyle mutlu etmişlerdi ki bu kutlamayla birlikte, gözüm hediyeyi falan görmüyordu. Bu benim ilk gerçek doğum günümdü. Nadia heyecanla öne çıkıp "Doğum günü hediyeni vermek için sabırsızlanıyorum" diyerek etrafına baktı. "Lütfen bu kadar aceleci olduğum için beni affedin." Bana doğru yürüyüp çantasından çıkardığı kurdeleye sarılı bir araba anahtarını bana uzattı. "Bu senin için, Lâl. Abimle benim ortak hediyemiz." Ne olduğunu anlamadığım için değil de abartılı tavrımı göstermek amacıyla "Bu ne?" diye sordum. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken itiraz edeceğime neredeyse emin olan kız -ki haklıydı, itiraz edecektim- hemen atıldı. "Hemen kızma. Yeni bir araba değil bu. Yani teknik olarak kabul edemeyeceğin kadar maddi değeri olan bir şey sayılmaz." Bir araba ne kadar maddi değeri olmayan hediye niteliği taşıyabilirdi ki? Gözlerimin içine umutla bakan kız açıkladı. "Bu senin eski araban." Sattığım arabamdan bahsediyor olmalıydı. Bakışları Niko'yu bulan kız devam etti. "Abime yeni bir araba alalım desem de bunu asla kabul etmeyeceğini söyleyince..." Bakışlarım Niko'yla buluştu. "Doğru söylemiş." Baş işaretiyle onayladım adamın bakışlarını. "Beni tanıyorsun, Miloradov." "Soyadımla hitap etmeme konusunda anlaştığımızı sanıyordum." Gülüştük. O eğlenceli atmosferin olayı kaynatmasını istemedim. Kalbini kırmamaya çalışarak Nadia'ya döndüm. "İyi niyetinin farkındayım Nadia ama ben böyle bir hediyeyi kabul edemem." "Etmelisin." İtirazımı asla kabul etmeyen Nadia elimi tuttu sevgi ve bağlılıkla. "Şuan buradayım, Lâl. Bunun birkaç sene öncesine kadar ne kadar imkânsız göründüğünü bilemezsin. Ama şimdi buradayım. Senin sayende." Pek gerçekçilik taşımayan bezgin bir ifadeyle gözlerimi devirip "Hayır, senin çabaların sayesinde." diye hatırlattım. "Senin sayende." diye üsteleyen kız ise oldukça inatçı görünüyordu. "Bu hediyeyi kabul etmelisin, Lâl. Ve bilmelisin, sen insanların hayatlarına dokundukça böyle hediyelerden kurtulamayacaksın." İkimiz de duygusaldık ve hiçbir şey söylemeden birbirimize sarıldık. Sanki o da benim bir kardeşim gibiydi. Kerem'den farklı görmüyordum onu. Böyle mutlu olduğunu görmek tarifsiz mutluluk veriyordu bana. Neşeli danslar eşliğinde biraz eğlendik, gidenlerle kalanlarla günümüz eğlenceli geçiyordu. Bazen hastaneden çağrılanlar gidiyordu, işleri bitince dönenler oluyordu. İşlerinin arasından Aydın Hoca bile bir ara uğradı yanımıza, doğum günümü kutladı. Bunlar güzel şeylerdi. Biri ya da birileri tarafından değer görmek, hissetmek paha biçilemezdi. Başından beri bu kutlamada gördüğüme şaşırdığım Doğan Bey de bana küçük bir kutu verdi. Bakışları biraz duygusaldı. "Ben seni pek tanımıyorum ama... Bunu beğenebileceğini düşündüm." Anlamlı ve samimi bir bakışla "İyi ki doğdun." dedi. Kutunun içinden atlı karıncalı müzik kutusu çıkmıştı. Gerçekten de sevimliydi. Küçükken hiç almadığım türden gecikmiş bir hediye gibiydi. Tebessüm ettim. "Teşekkür ederim, düşünmeniz yeter Doğan Bey." "Bana Doğan diyebilirsin." Dudakları düz çizgi hâlini almış olan adama onaylayarak başımı salladığımda yüzündeki anlamsız hüznü çözmeye çalışıyordum. "Siz iyi misiniz?" "A, iyiyim. Evet. Sanırım kalabalık bana pek iyi gelmiyor. Biraz bahçeye çıkayım." Onaylayarak adamın bahçeye çıkışını seyrettim. Anlamını çözemediğim şeylerin üzerinde artık eskisi kadar uzun süre durmuyordum. Bakışlarım eğlenen arkadaşlarıma kaydı. Zehra hemşire Ahmet'le çılgınlar gibi dans edip eğlenirken diğerlerinin de eğlence konusu olmuştu. O sırada beni yalnız yakalayan Nikolai yanıma geldi ve "Aslında Nadia'yla ortak hediyemizi vermiş olsam da bana ait küçük bir hediye de vermek istedim sana." dedi. Kesin bir ifadeyle başımı iki yana salladım. "Maddi değeri olan tek bir hediyeyi daha kabul etmiyorum, bilgin olsun. Bu istisnaydı, Nadia mutlu olsun diye." Niko başını önüne eğip güldü. "Hayır, bu maddi değeri olan bir hediye değil." Kinaye mi yoksa alay mı olduğunu anlamadığım bir imayla "Sana pahalı bir villa hediye etmeyeceğim ya da Hydra'yı üzerine geçirmedim, merak etme." diyerek ekledi. İstemsizce güldüm. Masanın altından uzun sayılabilecek bordo bir kutu uzattı bana. Çok büyük sayılmayan bu kutunun kapağını açtığımda içinden ağzı mantarla tıkalı bir cam şişe çıktı. "Bu..." Anlamaya çalışsam da şişeyi görünce aklımda bir şeyler çağrışmıştı. Hele içinde bir kurdeleyle sarılmış not kâğıdını görünce. Sorgulamama fırsat bırakmayan Nikolai "Seninle sahile gidip dilek tuttuğumuz günü hatırlıyor musun?" diye açıkladı. Bebeğimi kaybettiğim dönem, Valent'in beni yalnız bıraktığı o günler. Nasıl unutabilirdim ki? Gözlerimin içine baktı adam. "Ben sana dair hiçbir şeyi unutmuyorum." Başını yana sallayıp "Benim hediyem buydu sadece. Birlikte paylaştığımız bir anıya dair basit bir şey." dedi yalnızca. "Gerçek olmayacağını içten içe bildiğim için denize atmaya kıyamadım. Yapamadım." Bakışları hüzünle mutluluğu bir arada barındırıyordu. "İyi ki doğdun, Lâl. İyi ki bu dünyaya geldin ve sonucu ne olursa olsun, iyi ki seninle tanıştık." Mantar tıpayı çıkarıp içindeki notu elime alırken Niko arkasını dönmüş usulca bahçeye doğru gidiyordu. Şişenin içinde sarmalanmış notu açıp okudum. "Umarım sevdiğim kadın da bir gün beni sevmeyi öğrenir."
Valentino'nun bana doğru yaklaştığını gören Şebboy "İzninizle." diyerek bizi yalnız bıraktığında azıcık gerilmiştim. Çünkü ona kızmak benim için iyileştirici bir özelliğe sahipken Valentino sürekli yaptığı şeylerle, attığı adımlarla bunu zorlaştırıyordu. Nefesimi düzene sokmaya çalışarak adamla göz göze geldim. O ise elindeki orta boy siyah kurdeleli yine siyah kadife bir kutuyla tam karşımda durdu. "Doğum günü kızına hediyesini son veren kişi ben olmak istedim. Bu yüzden bekledim." Bakışları yüzümü doymak ister gibi arşınlarken itiraz edip etmeyeceğimi bilmeksizin yumuşak bir biçimde sarıldı bana. Geri çekilmedim. Bu kadarına izin vermek beni küçültmezdi. Hem onun kokusunu bu kadar özlemişken. Nefesimi tuttum ayrıldığımızda kokusunu içime çektiğimi gizler gibi. Sanki bu affedilemez bir günahmış gibi. Sakladım. Hediyemi bana uzatan adam "Bu senin için." dedi yalnızca. Merakla "Bu ne?" derken bakışlarım kutudan adama döndü yeniden. "Sana özel bir hediye. Açtığında belki beni daha iyi anlayacaksın. Belki de benden daha çok nefret edeceksin." Yutkundu. İkinci ihtimali yok saymak ister gibiydi. "Hazır olduğunda açarsın." Aklına yeni gelmiş gibi ikaz edercesine ekledi. "Unutma, her gün bir tane. Sakın dozu aşma." Ne dediğini asla anlamasam da donuk gözlerle adamı süzdüm. Sanki bakışlarından bir ipucu toplayabilirmişim gibi. Ama toplayamadım. Hiçbir şey söylemeden ona bakarken Zehra hemşire yanıma geldi. "Doğum günü kızına öyle kıyıdan köşeden izlemek yakışıyor mu? Hadi şarkı, dans!" "Ay yok, ben hiç beceremem." Sanki Halikarnas'ta bir barda sahneye çıkıp delice dans eden ben değilmişim gibi. Dans edesim yoktu, uydurdum bir bahane. Ama Valentino Efendi durur mu, illa bozacak beni. Kaşlarını kaldırarak "Çok güzel dans eder." dedi Zehra'ya. Kıza daha çok cesaret verdikten sonra da Zehra'nın beni çekiştirerek dans ettikleri yere götürmesini zevkle izledi. Bir ara onu masanın etrafında görsem de sonra gözden kayboldu. Bahçeye gidenler geri gelmediği gibi Valentino da ortalıktan kaybolmuştu. Kesilen ve ikram edilen pastalar öylece duruyordu. Neyse ki elektrikli süpürgemiz Ahmet ve yandaşı Giray tüm tabakları itinayla mideye indirmek suretiyle temizliyordu. Parasında değildim de, mide zafiyeti geçirecekler diye korkuyordum. ❝Valentino❞ Lâl'i yeniden böyle mutlu görmek güzeldi. Bu mutluluğunda payımın olduğunu bilmek de öyle. Acılarında da olduğu gibi. Ancak bu güzel değildi. Mutlu etmiyordu. Onun diğerleriyle neşe içinde dans edişini izlerken Miloradov'un aldığı hediyeyi masanın üzerinde gördüm. Merak edip uzandım ve aldım. "Umarım sevdiğim kadın da bir gün beni sevmeyi öğrenir."
Ama biliyor musun, bir gün Lâl senden vazgeçer de bana gelirse, seni kalbinden atarsa kendi isteğiyle onunla o yatakta sevişirim. Ve benim bebeğime hamile kalması için ne gerekiyorsa yaparım. Aynen böyle söylemişti. Kelimesi kelimesine. Öfkemi dizginlemeye çalışarak bahçeye çıktım. Onu boğazlayıp gebertmek istiyordum. Böylece ondan sonsuza dek kurtulurdum.Biraz sakinleşmek isterken çıktığım yerde öfkemin sebebi olan adamla karşılaşmak yoktu hesapta. Doğan bir köşede telefonla konuşurken Miloradov da trabzanlara tutunmuş dalgın dalgın manzarayı seyrediyordu. Lâl'i düşünüyor olmalıydı. Lânet olası ırz düşmanı. Beni fark edince bakışları tamamen bana döndü. Birkaç adımda karşısındaydım. "Miloradov." Hesaplaşmaya hazırdım. O da hazırdı. "Riccardo." "Bakıyorum da gittiğimden beri hiçbir şey değişmemiş. Sen yine sana ait olmayan şeylerin etrafında dolaşıyorsun." Dişlerimin arasından ekledim. "Elini yine sana ait olmayan şeylere uzatıyorsun." "Hydra'da sana karşı yeterince açık olduğumi sanıyordum." Elleri ceplerinde özgüvenle devam etti. "Lâl artık sana ait değil, Riccardo. Ayrıca bıraktığın o küçük kız çocuğu da değil. Büyüdü. Belki de senin gerçek yüzünü görmeye başladı." Tek kaşını kaldıran adam pervasızca konuşabiliyordu. "Belki de bu yüzden her zamankinden daha çok korkuyorsun benden." Bize yakın mesafede olan Doğan gözünü kırpmadan bizi seyrederken öfkeyle dişlerimi sıktım Miloradov'un bu cesareti karşısında. "Artık senin için daha büyük bir tehlike arz ediyorum belki de. Çünkü Lâl ona iyi gelecek olan adamın ben olduğumu er ya da geç anlıyordur, kim bilir." Yakalarına yapıştığımda "Sen artık çok olmaya başladın!" diye hırladım. O sırada böyle bir şey olacağını anladığı için hazırlıklı olan Doğan aramıza girmeye çalıştı. Miloradov ise haddini aşmaktan çekinmiyordu. "Yalan olduğunu söyleyebilir misin, Riccardo? 2 yıl boyunca Lâl'in mahvolmasına sebep olmadın mı? Bunu bile bile saklanmadın mı? Tıpkı bir korkak gibi saklanmadın mı? Onun 2 yılını çalmadın mı Riccardo, söylesene! Sen onu hak etmiyorsun! Lâl gibi mükemmel bir kadını hak etmiyorsun!" "Beyler, beyler ayrılın!" Doğan aramıza geçmiş ortamızda ezilmek üzereyken "Koca koca adamlara yakışıyor mu?" diye söylendi. Onun söyledikleri ise bizim hiç umurumuzda değildi. Ayrılmıştık. Ancak üç adım ötemdeki adama işaret parmağımı salladım. "Lâl'den uzak dur. Yoksa olacaklara karışmam. O yalnızca beni seviyor." "Neden seçimi Lâl'e bırakmıyorsun? Neden kafasını karıştırmadan sakince düşünmesine izin vermiyorsun? Belki bir gün onun 2 yılını çalan adama âşık olmaktan vazgeçer ve her anında yanında olan, ona destek olan, cömertçe aşkını veren, huzur veren adamı seçer. Neden izin vermiyorsun?" "Lâl asla seni sevmeyecek. Bizim aramızdaki çok farklı bir bağ." Küçümseyen ifadesiyle güldü. "Ha şu aptal rüyaları diyorsun. Korkutucu portreleri. Sen buna bağ mı diyorsun? Bu düpedüz takıntı, saplantı! Lâl'i de manipüle ediyorsun." Aynı küçümseyici ifadeyi ona iade ettim. "En azından sevdiği adamın canıyla tehdit edip onunla aynı evde yaşamaya zorlamadım. Lâl bana kendi isteğiyle geldi. Çünkü beni seviyor. Bana âşık." Doğan aramızdaki konuşmayı merakla dinlerken neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Bense umursamaz bir ifadeyle Miloradov'a doğru bir adım daha attım. "Ben sadece aşkıma sahip çıkıyorum. Senin gibi ezikçe sıramı beklemiyorum. Asla gelmeyecek bir sırayı." Arkamı dönüp gittim. Ona izin vermeyecektim. Lâl'in kafasını karıştırıp aramıza girmesine müsaade etmeyecektim. Lâl'in ona duyduğu acıma duygusunu kullanamayacaktı. Bunun için ne gerekiyorsa yapacaktım. Önce kendimi affettirmem gerekiyordu. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyordum ama vazgeçmeye niyetim yoktu. ❝Lâl❞ Dün güzel bir doğum günü kutlaması geçirmiştik. Hepsini planlayan Valentino Riccardo olmasına rağmen. Ona nefret duyarken ve kızarken aynı zamanda onu seviyordum ve şefkat duyuyordum. Ona âşıktım. Ama bu kez kolay affedilecek bir şey yapmamıştı. Çaba gösterdiğinin farkındaydım ama bu kadar basit değildi. Onu affetmem bu kadar kolay olmayacaktı. Hastanede güne Ahmet'in kötü haberiyle başladık. Bahçede kahvemizi içerken elinde telefonla yanımıza geldi ve çok panik olmuş görünüyordu. "Adamlarla konuştum az önce. Şu borç meselesini." Tepkisiz bir ifadeyle "Eee?" diye sordum. Onlarla konuşmuştum ama kalıcı bir çözüme ulaşamamıştık maalesef. Şimdi ne diyorlardı acaba? "Borç için bana kıyak yapmışlardı, 1 haftalık mühlet vermişlerdi ama ne yaptıysam daha fazlasına ikna edemedim. O 1 haftalık süre dolduğunda affı olmaz dediler." Grup yine dizini döver vaziyette gergin ve korkmuş bir edaya büründü. Sakin kalmalıydım. Ve bir çözüm bulmalıydım. O adamların inine gitmiştim. Şakaları yoktu. Görmüştüm. Şimdi Ahmet'i onların eline bırakamazdım. Ama ne yapabilirdim ki? Aklıma gelen o çözümden başka çarem yoktu. Hayır, Allah'ım. Bu kadar erken tükürdüğümü yalamamalıydım ama ya. Gururum mu daha önemliydi yoksa arkadaşımın canı mı? Cevap çok basitti. Arkadaşıma gururumdan daha fazla değer verdiğim için posta koyduğum adamdan yardım isteyecektim. Evet, bunu yapacaktım. Sonucu ne olursa olsun. Oturduğum yerden kalktım ve Ahmet'in omzunu kavradım. "Tamam, panik yapma. Ben halledeceğim." "İyi de nasıl?" "Sen orasına karışma." "Daha önce de konuştun, hallolmadı. Yani halloldu tabii 1 haftalık süre de mucize gibi bir şey. Ama biliyorsun, kalıcı bir çözüm olmadı. Şimdi ne yapacaksın da çözeceksin?" Panikten cümleleri sıralayıp duruyordu. "Ahmet bir sus da motorun soğusun ya." Onu sakinleştirmeye çalışarak ekledim. "Sen merak etme, ben halledeceğim dediysem hallederim." Bir şey söylemeden yanlarından ayrıldım. Asansörle yukarı çıkıp Valent'in odasının önüne geldim. Kapısının önündeki asistanına baktım. "Patronun içerde mi?" "Evet efendim." Kapıyı çaldım ve onaylama sesinden sonra içeri girdim. Valentino masasında oturuyordu. Her zamanki rahat, cool tavırlarıyla önündeki dosyaları incelerken beni görünce dikkat kesildi. "Bu ne hoş sürpriz?" "Uzatmayacağım, yardımına ihtiyacım var." Konuşmasına bile müsaade etmeden devam ettim. "Kına yakabilirsin, bana üstünlük kurma hakkı tanımak için geldim çünkü başka çarem yok." Evet, Nikolai'den de rica edebilirdim ama bunu yapmak istemedim. Bana karşı platonik duyguları olan birini o denli kullanmak istemiyordum. Ama karşımdaki deccali kullanabilirdim çünkü öncesine dayanan bir hukukumuz vardı kendisiyle. "Bunun zevkini yaşamanı bekleyebilirim, rahatına bak." Elindeki kalemi bırakan adam "Ne saçmalıyorsun, Lâl?" diyerek gayet sıradan bir ifadeyle karşısındaki koltuğu gösterdi. "Geç otur şöyle." Başımı iki yana salladım. "Böyle iyi." Üstelemedi. "Sorun ne? Anlat bana." Ikına sıkına zor da olsa derdimi anlattım. "Arkadaşımın başı tefecilerle belaya girdi. Kumar gibi bir şeyler oynayıp borca batmış. Ve borcu ödemesi için 1 hafta süre verdiler. Tabii borç 1 haftada ödenecek türden bir şey değil. Biz ilk taksidi toparlayıp peyderpey ödeyeceğimizi söyledik ama kabul etmediler. E tabii beyaz eşya dükkanı değil orası, taksit taksit ödeyemezsin. Ahmet'e paranın tamamını istediklerini kibarca dile getirmişler." Kibarca kelimesini kinayeli vurgulamıştım. "Sizin jargonunuzla yani." diye imalı bir şekilde de ekledim. Masanın üzerinde ellerini birleştiren adam çok sakindi. Olanı biteni ara sıra başını sallayarak dinledikten sonra aynı sıradan yüz ifadesini takınma konusunda istikrarlıydı. Bu onun için bir sorun bile değildi çünkü. Biliyordum. Onun sorunları daha büyük çaplı oluyordu. Dünya savaşları falan. Daha büyük bir ligde olduğu için bu basit tefeci tayfası onu pek sarmamıştı belli. Sonuçta onun için çıtır çerezdi. "Bu mu yani? Bu kadar mı?" Aceleyle ekledim. "Senden borcu ödemeni falan istemiyorum. Zaten böyle bir şeyi kabul edemeyiz. Sadece arabuluculuk yapabilirsin diye düşündüm." Tedirgin bir yüz ifadesiyle "Yapabilir misin?" diye sordum. Dudağının kenarıyla güldü adam. "Yapabilir miyim?" Bunu kendine bir hakaret olarak algılamış olacak ki "Şaka mı yapıyorsun?" diye mırıldandı. "İki dakikalık iş." "Tamam." Bir adım geriledim. "Yani anlaştık mı şimdi?" Bu kadar basit olacağını düşünmemiştim. Tabii ki bu kadar basit değil, Lâl. Yerinden kalkan adam bana doğru bir adım atıp durdu. "Elbette sana yardımcı olurum, Lâl." Tek kaşını kaldırarak cüretkâr anlaşma şartını sundu. "Benimle bir gece geçirirsen." Bakışları yüzümden ayrılmadan ekledi. "Rio'da bir gece." Çarpılmış gibi öfkeli gözlerim adamın ciddi ama bir o kadar pervasız ve cüretkâr yüzünde geziniyordu. Bu ne cüretti? Ne hakla? Benimle bir gece. Bu teklif kulağa oldukça tanıdık geliyordu. Deja vu. Hikâyemizin başladığı Bodrum'da olduğu gibi. Halikarnas'ta bir gece. Ve şimdi de Rio'da bir gece. Kabul etmeliydim ki Valentino Riccardo'nun garip bir anlaşma stili vardı. Öfkeli bakışlarım onu süzerken düşündüğüm tek şey buydu. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |