@buzlarkralicesi
|
-2- ❝Lâl❞ Çiftliğin önüne geldiğimde baştan aşağı eve baktım. Burada Valent'le geçirdiğimiz güzel günler doluştu aklıma. Beni istemeye geldikleri günü, gecenin bir vakti dedem bizi kıçımızdan vurmasın diye ağacın arkasında saklandığımız anı, kapılarımı aşındırdığı geceleri... Hepsi şimdi düşündükçe derin bir sızı bırakıyordu kalbimde. Sanki o anlar hiç yaşanmamış gibi huzursuz bir boşluktu içimde. Derin bir nefes aldıktan sonra çiftlikten içeri girdim. Bahçede Ali karşıladı beni. Bu kez durumun ciddiyetini anlamam için onun yüzüne bakmam yetmişti. O da benim yüzüme baktığında aynılarını düşünüyor olacaktı ki "Çok kötü görünüyorsun. Ne kadar üzgün olduğunu anlayabiliyorum." demekle yetindi. Üzgün olmak mı? Sanırım bu içinde bulunduğum durumu ifade etmek için çok hafif kalacak bir ifade. Üzgün olmak. Benimki daha çok paramparça olmak gibi bir şeydi. Parçalara ayrılmak. Belki de hayatımın anlamını yitirmiştim. Bir daha bulamayacağım kadar değerli bir parçamı. Hem de geri dönüşsüz bir şekilde. "Kapatıcıyla kapatmayı denedim ama bu kadar oldu." Elimi salladım geçiştirircesine. "Dedem ne durumda?" "Bu sefer pek iyi değil. Apar topar seni çağırdı. Konuşması gereken şeyler varmış." Tedirginlikle evin kapısına bakındım. "Bizden birileri var mı?" Aslında sorduğum, Başkan veya Zuhal'le karşılaşıp karşılaşmayacak olduğumdu. Çünkü şuan onların yüzünü görmeye, iğneli sözlerini duymaya hiç hazır değildim. Hele bunca derdin, yaşadığım acının yanında. Hiç sırası değildi. "Kimsenin geldiği yok, merak etme. Suavi dedeyle yalnız görüşeceksiniz." Dedem onları çağırmamış mıydı, çağırdığı hâlde mi gelmemişlerdi bilmiyordum ama bu durum benim işime geldi. Ali "Seni bekliyor." dediğinde başımı sallayarak evden içeri girdim. Merdivenleri çıkıp odasının önüne geldiğimde yüzüme sahte bir gülümseme ekledim. Dedemin beni üzgün görmesini istemiyordum. En azından olabildiğince gizlemek istedim derin üzüntümü. Solmuş yüzüyle yatakta yatıyordu. Beni kapı aralığında görür görmez uzanan yaşlı adam heyecanla doğruldu. "Kız zilli, nerede kaldın? Kocanla oynaşmanın sırası mıydı? Çağırdım, çağırdım nerelerdesin?" Hesap sorar gibi tatlı tatlı azarlayışını bile özlemiştim. Başımı öne eğerek acı acı güldüm. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Valent'in öldüğünü bilmediği gibi evlendiğimizi sanıyordu. Herhâlde balayından geldiğimi düşünüyordu. "Çağırır çağırmaz geldim dedeciğim. Biraz uzaktan geliyorum. Ondan geciktim." "Gavur damat balayına seni uzaklara götürdü demek. Maldivler'e falan mı gittiniz? Nereleri gezdiniz?" Güldüm. "Gezdik işte bir yerleri." Yanına çöküp elini tuttum. "Sen nasılsın dedeciğim?" "Azrail'le güreş hâlindeyim, nasıl olacağım kızım? Bizim yaşımızda nasıl olunur artık?" Kaşlarını kaldırdı boş vermişcesine. "Uzatmaları oynuyoruz." "Beni çağırdıklarında çok korktum. Sana bir şey oldu sandım." Ciddiyetle yanıtladı. "Korkmalısın da." Elini elimin üstüne koydu ve göz teması kurdu. "Artık zamanım kalmadı. Seni bir an önce görmem lazımdı." "Allah korusun dede, neler söylüyorsun öyle?" "İki dakika sus da motorun soğusun be kızım!" Huysuzluk, aksilik bir insana bu kadar mı yakışır? Tebessüm ettim. Ağzımın fermuarını çekip söyleyeceklerine kulak verdim. "Bak, durum ciddileşti. Seninle konuşacağım çok önemli şeyler var. Bu yüzden apar topar çağırdım seni buraya." "Nedir konuşacakların?" "Avukatımla konuştum. Gerekli hazırlıkları tamamladı. İstanbul'daki hastanenin bana ait olan hisselerini sana devrettim. Evi de sana bıraktım." "Ne?" "Fazla bir şey değil, farkındayım ama baban olacak o deyyusdan kurtarabildiklerim bunlar. Ben öldükten sonra çiftliğe bile el koyacak. Seni ortada bırakamazdım." Hayretle kalakaldım. "Dede sen ne yaptın?" Bu Başkan'ı çıldırtacaktı. Ayrıca dedemin bu ince düşüncesi beni de utandırmıştı. Çünkü ona yalan söylemiştim. Gerçekleri tamamen bilmediği için onun iyi niyetinden faydalanıyormuşum gibi hissediyordum. "Bu... Bu çok fazla. Özellikle klinik-" "Tamamını hak ediyorsun ama ne yazık ki elimden bu kadarı geliyor. O rezillerle seni ortak ettiğim için kızma bana. Hakkımı Şerif deyyusuyla kendisi kılıklı kızı Zuhal'in yemesine izin veremezdim." "İyi de dede-" "İtiraz kabul etmiyorum, Lâl. Buraya seni itirazlarını dinlemeye çağırmadım. Olacak olanı söylüyorum. Seni çok çetin bir savaş bekliyor ben öldükten sonra. Her şeye hazırlıklı olman için bilgilendiriyorum seni." Hayır. Bu mümkün değildi. Yaşlı birinin duygularını kullanarak servetine konamazdım. "Bak, bilmediğin şeyler var." Büyük bir vicdan muhasebesi koparken içimde, bunu karşımdaki yaşlı adamı incitmeden nasıl söyleyebileceğimi bilmiyordum. Sanırım bunun bir yolu yoktu. Yani incitmeden söylemenin. Buna vaktim de yoktu. Gözlerimi kapatıp aniden "Dede ben senin öz torunun değilim." dedim nefesimi bırakarak. Tek seferde. Mecbur kalmasaydım böyle bir durumdayken ona söylemezdim ama haksız yere bana bırakılan hiçbir şeyi kabul edemezdim. Sessizlikle yüzüme bakan adama konuşma fırsatı vermeden devam ettim. "Buraya ilk geldiğimde sana söylemek istediğim şey buydu ama bir türlü söyleyemedim. Seni üzmek istemedim." "Biliyorum." "Biliyorum, bu bir bahane değil. Ama seni kandırmak istemedim yemin ederim." Duraksadım ve söylediği şeyi idrak etmeye çalıştım. "Ne?" "Lâl, sen benim torunumsun. Kim ne derse desin. Bir kâğıt parçasının söylediklerini ciddiye alacak değilim. Öz torunum olmadığını biliyordum, kast ettiğin buysa tabii." Şoke olmuştum. Kafam karışmıştı. "Nasıl ya? Yani..." Kekeledim şaşkınlıkla. "Yani n-nasıl?" "Nasılını niyesini boş ver kızım, ne yapacaksın o kadarını?" Derin düşüncelere daldıktan sonra devam etti. "Oğlumun işlediği belki de en masum günahsın sen. Öz torunum olmadığını biliyorum. Ama yine de seni gerçek torunum gibi sevdim. Seninle aramızda hep farklı bir bağ vardı. Sanki kaybettiğim torunum yerine gelen bir hediyeydin sen. Ömrüm boyunca da dedeliğin en tatlı duygularını hissettirdin bana." Omuz silkti adam. "Belki öz torunum Azize'nin diyeti bu hisse. Belki de senin hayat garantin. Ne olarak kabul etmek istersen et. Yeter ki kabul et. Bu savaşa girmeden yenilgiyi kabul edip teslim olma." Böyle konuştuğuna göre Azize'nin hayatta olduğunu bilmiyordu. Ya da biliyor muydu? Ben artık hiçbir şeyi anlayamıyordum. Her şey birbirine girmiş durumdaydı. Benim gerçek torunu olmadığımı bilen adam, Azize'nin yaşadığını da pekâlâ biliyor olabilirdi. Doğrusu ben artık ne doğru ne yanlış bilemez hâldeydim. Sadece bana söylediklerini dinliyordum. "Uras ve Kerem'i de biliyorum." Bilmediği şey yoktu maşallah. "Uras böyle bir şeyi kabul etmez biliyorum ama Kerem daha küçük. Bir güvenceye ihtiyacı var. O güvence de sensin. Ablası olarak ona sahip çıkmalısın. Biliyorum, genç yaşında çok ağır yükler bunlar ama öz babasının umursamadığı çocuğu öylece sokaklara bırakamayız." Aynı şeyleri düşünüyorduk. Ve aynı şeyleri hissediyorduk. Eğer bu ailenin evlatlık çocuğu olduğumu bilmeseydim kesinlikle dedeme çektiğimi düşünürdüm. "Senden tek istediğim, mirasıma sahip çıkman. Ve ne olursa olsun doğru olan için sonuna kadar savaşman. Doğru zaman geldiğinde ise Kerem'e güzel bir gelecek hazırlaman. Kuzuyu kurda teslim etme. Yoksa gün gelir, o da kurda dönüşür." Ciddiyetle bir şeyler anlatmak istediği imalı bakışlarından çok ders almıştım. Ancak daha uzun konuşacak vaktimiz olmamıştı. Bu konuşmadan 2 gün sonra Suavi Günday, hakkın rahmetine kavuşmuştu. Ne Başkan ne de o aileden herhangi biri cenazesine gelmedi. Fuat enişte taziye için aradığında Başkan'ın rahat durmayacağı konusunda uyardı. Nitekim şaşırtmadı da. Başkan avukatını gönderip 1 ay içinde çiftliğin boşaltılmasını istemiş. Cemal amca da, Neşe abla ve Ali de işsiz kaldılar. Gitmeden onlar için sağa sola haber salıp tanıdıkları araya sokmaya çalışsam da sonrasında iş bulabildiler mi bilmiyordum. Umarım hayat onlara da bize davrandığı gibi acımasız davranmamıştır. Gitmeden son bir kez dedemin mezarını ziyaret etmek istedim. Benim için zordu. Bu kadar kısa sürede bunca ölüm. Önce bebeğim, sonra sevdiğim adam, en sonunda da dedem. İlk günler çok zordu, sonra alışırım sandım ama alışamadım. Mezarının başındayken ağlamaktan bile utandım. Sanki bir yerlerden beni izlerken yine huysuz huysuz kızıyordu ağladığıma. "Sana yalan söylediğim için özür dilerim. Ama Valent'in öldüğünü söyleyemezdim. Seni daha çok üzmek istemedim. Daha ben bile alışamadım bu duruma. O kadar yeni ki..." Hırıltılı bir biçimde iç geçirdim. "Dizine yatıp ağlamayı öyle çok isterdim ki anlatamam. Bu acının nasıl geçeceğini bilmiyorum. Geçecek mi? Onu bile bilmiyorum. Sende geçmiş miydi?" Yanıtını alamayacağımı bildiğim bu soruyla birlikte başımı öne eğdim. "Onu özlüyorum, dede. Onu çok özlüyorum. İçim acıyor. Hep kendime kızıyorum. Onunla kavga ettiğim günlere çok kızıyorum. Çünkü biliyorum ki beni bu dünyada onun gibi sevebilecek başka biri daha yok. Buna öz ailem de dâhil." Çaresizce sızlandım. "Şimdi ne yapacağım ben?" İçim acıyordu, kalbim sızlıyordu. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Mezarlık ziyareti bittiğinde takside başımı cama yaslayıp dışarıyı seyrettim. İçim bomboştu. Kaybedecek bir şeyi olmayan insan nasıl olursa öyleydi. Öte yandan Valent'i çok özlüyordum. Haddinden fazla. Dayanamıyordum. Tek duam, Valentino'dan bana bir anı kalmasıydı. Bir zamanlar hiç istemediğim, kurtulmak istediğim şeyi şimdi çok istiyordum. Valentino'ya ait bir bebek... Keşke olabilseydi. "Yeniden bir kızımız olsun istiyorum." demişti ellerimden kayıp gitmeden birkaç saat önce. "Sana benzeyen bir kız bebek." Canım öyle yanıyordu ki. Ona çok kızgındım. Öldüğü için. Ölü birine nasıl kızabilirdiniz ki? Ben kızgındım. Beni yalnız bırakıp gitmişti. Onsuzluğa nasıl dayanacağımı bile düşünmeden hem de. Şimdiyse ben bambaşka bir yolda yürümek üzereydim. Hiç istemediğim, beklemediğim, planımın çok dışında bir güç savaşının içine girmek üzereydim. İşin içinde canavarlarla savaşıp canavara dönüşmek de vardı. Neyse ki kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Kalmamıştı. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |