@buzlarkralicesi
|
-21- ❝Lâl❞ Sersemlikle başımı kaldırmaya çalıştım. Hâlâ çok yorgundum ve tüm vücudum kırılıyordu. Sadece birkaç saat uyuyabilmiştim. Uykulu gözlerim aralandığında Valentino belinde havluyla duştan çıkıyordu. Bakışları bir zafer kazanmış komutan edasıyla üzerimde gezinirken "Günaydın." dedi. Keyifli oluşu her hâlinden belliydi. Her şeyin eskisi gibi olduğunu sanıyordu o küçük aklıyla. Ben onun yatağına girmiştim ya, her şey yoluna girmişti. Nah girmişti. Düşünceli bir ifadeyle "İyi uyudun mu?" diye sordu. Sanki neredeyse tüm gece uyumadığımızı bilmiyormuş gibi. Sesinde bir ima mı vardı yoksa ben kafamda mı kuruyordum bilmiyorum ama bak, sonunda bana kendini teslim ettin der gibi bakışları canımı sıkıyordu. Böyle düşünmesini istemedim. Onun zafer dolu bakışına karşılık utanmaktan çok uzak bir meydan okuma ifadesiyle karşılık verdim. "Umarım dün geceden dolayı garip çıkarımlarda bulunmamışsındır." Söylediklerimi ilginç bulan bir merakla gözlerini kıstı. "Ne gibi ?" Bakışlarımda umursamazlık ve belki de biraz aşağılama duygusu olmasına özen gösterdim. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyor oluşumu garipseyen adama "Dün gecenin benim için bir anlamı yoktu. Bu bedensel bir şeydi." dedim yalnızca. "Hani siz erkeklerde oluyor ya. Duygusal değildi yani." Alaycı bir ha anladım dercesine başını sallarken geçiştirir gibiydi. Gözleri kısılan adam söylediklerimi tartmaya çalışıyordu. Dürüstçe devam ettim. "Sadece seninle seks yapmak istedim, hepsi bu. Duygusal bir anlamı yoktu yani." Bir süre ağır ağır başını salladıktan sonra o her zamanki karizmatik bakışıyla süzdü yüzümü. "Benim için vardı." Sanki gerçek hislerimin farkında olan adam dürüst bir ifadeyle başını sallarken sakindi ve söylediklerimden etkilenmemiş gibi görünüyordu. Ben kaçak dövüşürken o ikimizin yerine de cesurdu. Öyle bir bakışı vardı ki, ne söylersem söyleyeyim gerçeği biliyormuş gibiydi. İçimi bu kadar okuması bazen korkutucuydu. Tehlikeliydi. Ve sinir bozucu. "O senin sorunun." Yatakta gerinirken rahat bir ifadeyle iç geçirdim. "Her neyse, alışırsın." Bakışlarımla dövdüm gözlerini. "Benim sensizliğe alıştığım gibi." "İçimden bir ses, zevk almak için bedenimi kullandığını söylüyor ve sanırım bu onurumu zedeledi." "İçindeki sese güvenmelisin." Usulca yataktan kalkarken "Bir duş alıp çıkacağım. Eve uğramam gerekiyor, kliniğe gecikmek istemem." dedim duygudan uzak, sıradan bir ses tonuyla. İçimde kopan fırtınaları ona yansıtmamalıydım. Yaralarımı eskisi gibi görmemeliydi. Daha önce gösterdiğimde neler olduğunu gördük. Banyonun kapısından girmeden durdum ve ona döndüm. "Sakın dün geceye bir anlam yükleme. Dediğim gibi benim için bir anlamı yoktu." Yeni aklıma gelmiş gibi gözlerimi kıstım. "Hatta ne yapalım biliyor musun? Dün geceyi unutalım." Elindeki havluyu sallarken "A-ha! Ben de bu klişe ne zaman gelecek diye bekliyordum." dediğinde dudakları düz bir çizgi hâlini almıştı. Bakışları sorgular gibi süzüyordu beni. "Ben doğru mu anladım? Şuan açık ilişki mi yaşıyoruz?" "Bir ilişki yaşamıyoruz, Riccardo." Sahte bir ifadeyle kaşlarını çattı. "Anlamama yardımcı ol lütfen. Biz dün gece seks yaptık, bunun duygusal bir anlamı yoktu. Şimdi ikimiz de hastaneye gideceğiz ve sanki dün gece sabaha kadar seks yapmamışız gibi profesyonelce davranacağız." Ben onaylayarak başımı sallarken o anlatmaya devam etti. "Yani ben şuan başka kadınlarla seks yapma konusunda özgür müyüm? Bunu mu demek istiyorsun?" Sinsi bakışlarıyla beni inceliyordu. Bir açık vermemi dört gözle bekliyordu. Başka kadınlarla olmakta özgür müydü? Özgür mü olmak istiyordu? Hayır, Lâl. Kanma buna. Yemliyor seni. Olta atıyor ve bu oltaya düşmeni bekliyor. Umursamaz davran. Cool ol yahu! Sanki senden sonraki gecede başka bir kadınla yatarsa evini kundaklamayacakmışsın gibi davran. Rol yap yani. İçimdeki sesin öğütlerini dinledim ve omuz silktim. "Bana ne canım, ne yaparsan yap. Özgürsün." Dikkat çekmek ister gibi kaşlarım havalandı. "Tıpkı benim de özgür olduğum gibi." Valentino Riccardo, pek de ikna olmuş gibi görünmüyordu ancak bir asker gibi başını salladı. "Mesaj alınmıştır." Sahte itaati pek ikna edici olmasa da tartışmadan uzak bir biçimde banyoya girip duş aldım. Çıktığımda balkonda bir telefon görüşmesi yapıyordu. Tekrar yüz yüze gelip konuşmayacağımızı düşündüğün için bu işime geldi. Ona görünmeden çıkmayı planlarken beni gördü. Kapıya yürürken beni durdurdu, telefonu eliyle kapatarak "Montrel seni bıraksın." dedi kısık sesle. "Gerek yok, arabam aşağıda unuttun mu?" Yeni hatırlamış gibi başını salladı. "Pekâlâ." Sanki beni rahatsız etmek ister gibi bir imayla kaşlarını kaldırdı rahat bir ifadeyle. "Hastanede görüşürüz o hâlde. Nasılsa artık daha sık görüşeceğiz." Sorgular gibi "Ne demek o?" diye sordum ama oralı olmadı. Telefonu gösterdi şuan meşgulüm der gibi. Öfkeme hâkim olmaya çalışarak gözlerimi devirdim ve otelden çıktım. Arabaya binip hızlı bir şekilde eve doğru yola çıktım. Kısıtlı bir sürem vardı, gecikmek istemiyordum. Bu yüzden hemen eve geçip üstümü değiştirecek, oradan da kliniğe geçecektim. Yolda dün yaşanan hareketli gece aklıma geldiği için bir an panik oldum. Eczaneden ertesi gün hapı aldığımda neredeyse dün gece yaşananlardan dolayı önlem almam gerektiğini unutacak olmam dehşet verici geldi. 2 yıl önce kendi isteğimle hapları bıraktığım ve şimdi hamile kalmaktan yeniden korktuğum zamanlar. Hayat gerçekten çok tuhaf ve birbiri ardına deja vu olduğu kadar çelişkiler de barındıran bir şeydi. Eve geldiğimde ortalık sessizdi. Muhtemelen herkes hastaneye geçmişti. Ben de hızlı adımlarla merdivenleri çıkıp odama girdim. Yolda aldığım tabletten bir hapı ağzıma atıp masamın üstündeki su bardağına abandım. Bu işi de hallettikten sonra derin bir nefes aldım. Kıyafetlerimi değiştirip ceketimi alırken gözüme Valent'in doğum günümde hediye ettiği gizemli kutu çarptı. Her ne kadar hazır olmasam da içindekileri merak ediyordum. Bu yüzden onu da alıp evden çıktım. Kliniğe gittiğimde kutunun içini meraklı fareler gibi kurcalamaya vaktim olacaktı. İki saat sonra kliniğe geldiğimde bekleme odası henüz sakindi. Gelen giden yoktu. Bugün beklediğim fazla kişi olmadığı için şanslıydım. "Günaydın Şebboy." Şebboy merakla elimdeki kutuya bakarken "Günaydın Lâl Hanım, kahve alır mıydınız?" diye sordu. Bu sırada hâlâ gözlerini siyah ve albenisi olan gizemli kutudan alamıyordu. "Hayır, teşekkür ederim. Ben odamdayım, rahatsız edilmek istemiyorum. Biraz işlerim var, tamam mı?" Kadın onaylayarak başını salladığında koridorda yürüyüp odama geçtim. Merak ediyordum. İçim içimi yiyordu ve benim gibi meraklı biri bunca zaman nasıl olmuştu da bu kutuyu açmamıştı şaşıyordum doğrusu. Ceketimi ve çantamı astım. Masanın başına kuruldum ve masaya koyduğum kutuya odaklandım. İçimdeki meraka daha fazla karşı koyamıyordum. Usulca kutuyu açtım. İçinde bir USB bellek vardı, ayrıyeten büyük denebilecek cam bir iksir şişesi. İçinde siyah kurdelelerle bağlanmış bordo kâğıt ruloları. Bir sürü. Garipsedim. USB bellek ve iksir şişesinde ilginç kâğıtlar. İkisi de yeterince merak uyandırıcıydı. Önce hangisine bakacağımı şaşırdım. Birkaç dakikalık düşünme süresinin ardından USB bellek ile başlamakta karar kıldım. Bilgisayara taktım ve içindeki dosyayı açtım. Dosyanın içinde videolar vardı. Ne ile ilgili olduğunu bilmeden sırayla ilk videoyu açtım. Videoda Valentino yataktaydı. Saçı sakalı birbirine karışmış denebilecek kadar pejmürde bir hâldeydi. Her yanı yara bere ve sargılarla doluydu. Hareket edebilecek durumda değildi. Sadece başıyla işaret verebilmişti. Videonun köşe kısmında kamerayı ayarladıktan sonra odadan çıkan Pietro'yu görmüştüm. Tüm bunları yapamayacak kadar kötü göründüğünden dolayı bunları onun için Pietro ayarlamıştı belli ki. Uzun denebilecek bir sessizliğin ardından söze girdi videodaki Valentino. "Bugün sensiz geçirdiğim kaçıncı hafta, kaçıncı ay sayamıyorum artık." Sesi çatallaşmış adam nefes almakta zorlanıyor gibiydi. Sanki konuşmaya alışkın değildi, uzun zamandır konuşmayan birinin sesini andırıyordu. "Bildiğim tek şey sensiz daha fazla kalamayacak olmam. Yanına gelmek istiyorum ama yapamıyorum." Yüzündeki ıstırabı gizlemek ister gibi yutkundu ve kararlı bir biçimde başını salladı. "Daha zamanı var." Tam kameraya, gözlerimin içine bakar gibi bakıyordu. "Karşına bu şekilde çıkamam. Ve sana zarar gelmesine de izin veremem." Konuyu değiştirmek ister gibi bakışları birkaç saniyeliğine camdan dışarıya kaydı. "Aklım gidip geliyor. Bazen yatakta uyandığımda sen yanımdasın sanıyorum. Eski, mutlu günlerimizden bir sabaha uyandım sanıyorum. Etrafıma bakıyorum ama yoksun. Kokun yok. Sonra hatırlıyorum olanları. Uyutulmam için verilen ilaçların yan etkisiymiş bu. Bazı geceler vücudumdaki ağrılardan uyuyamıyorum. O kazadan sağ çıkmamın bir mucize olduğunu söylüyorlar." Gözlerime baktığını hissedebiliyordum yine. "Mucizemin sen olduğunu bilmiyorlar." Yutkundum. Bu ana kadar kendimi tutan ben, gözlerimin dolmasına engel olamadım. Onu bu hâlde görmeye alışık değildim. O hep güçlü, kudretli Valentino Riccardo'ydu. Şimdi onu böyle görmek... Acı vericiydi. Benim yaralarımı gördüğü gibi onun da yaralarını görmek. Ancak onu böyle görmem iyi olmuştu çünkü başka türlü durumun bu kadar ciddi olabileceğini idrak edemezdim. Aramızda hep tuhaf bir bağ vardı onunla. O beni, ben onu hissedebilirdik. Bu bir yatakta bütün olmaktan çok daha fazlasıydı. Uzaklarda bir yerlerde içimde onu hissetmemin başka bir açıklaması olamazdı. Başka bir videoyu açtığımda bu kez daha iyiydi ancak videoyu hazırlaması için yine başkasına ihtiyaç duyuyordu. Luigi kamerayı ayarlayıp yanına geldi, hiçbir şey söylemeden yastığını düzeltip çıktı. Yatağındaydı. Bu kez daha derli toplu görünüyordu yatağı. Tıpkı Valentino'nun üstü başı, azalmış yara bereleri gibi. Umutla ve hevesle kameraya bakan adam "Sana gelmek için gün sayıyorum." diye söze başladı. Bu kez biraz daha rahat nefes alıp veriyordu. Konuşması daha düzgün, daha anlaşılırdı. "Bana ne kadar kızacağını düşünüp korkuyorum." Başını öne eğip alaycı acı bir gülüşle devam etti. "Evet, Valentino Riccardo korkuyor." İç geçirdi. "Babama herhangi bir sebepten korktuğumu söyleseydim çok kızardı. Bizim korkma lüksümüz olmadığını söyler dururdu. Ama sana söylerken içim çok rahat. Çünkü sen benim yaralarımı görüyorsun, Lâl. Güzel ellerinle iyileştiriyorsun onları, kalbinle dokunuyorsun kalbime." Az önce aklımdan geçenleri çok önceden söylemesi. Beni bu kadar tanıması. Sıkıntılı bir nefes aldı. "Şuan yanımda olmanı çok isterdim. Sana çok ihtiyacım var. Ama bencillik edemem. Seni tehlikeye atamam. Öldüğümü sanıyorsun, böylesi daha iyi. Pietro ve Luigi... Zor da olsa bu işin peşini bırakmanı sağlamışlar. En doğrusu bu senin için. Ne kadar acı çektiğini biliyorum. Ben de çekiyorum. Sensiz geçen her günümde. Her dakika ve her saniyede." Yeniden umut duygusuyla doldu gözleri. "Ama bu geçici bir süreç. Yeniden bir arada olacağız. Sana söz veriyorum. Beni affetmen için ne gerekiyorsa yapacağım. Yeter ki bizden vazgeçme." Bunun gibi bir sürü video. İtiraflar. Özlemi ve aşkını haykıran o itiraflar. Normalde Valent'in ağzından çok kötüyüm, canım yanıyor gibi şeyler duymazdınız. Korkuyorum dediğini de duyamazdınız. Ama bu kez farklıydı. Bu öyle bir şeydi ki bizi ayırmıştı. 2 yıl. 2 koca yıl. Hepimizi mahveden uzun bir süreç. Ben hep kendi açımdan bakardım. Hayatta da öyleyimdir. Farkındayım, bu çok bencilce. Ama elimde değildi bu. Valentino hayatıma girmeden önce beni benden başka düşünen kimse yoktu. Hep savunma hâlindeydim. Mecburen kendimi düşünmek, korumak bana düşüyordu. Küçücük yaşlarda bile. Yaralarımı sarmak, ayağa kalkmak. Her şeyi tek başıma yapıyordum. Buna mecburdum. Bir ailem yoktu. Düştüğümde dizime üfleyecek bir annem yoktu. Canım yandığında kollarını bana sarıp geçti diyebilecek bir babam yoktu. Mesela ben hiçbir zaman bir babanın prenses kızı olmadım. Olmayı çok isterdim ama olamadım. Bir babanın ayrıcalığına mazhar olamadım. Küçük yaşlarda savaşa tutuştum. Hem de en güçlüleriyle. Sonra da böyle bencil pisliğin biri oldum. Daha fazla acı çekmemek için içimdeki o acı sensörü gün geçtikçe bencilleşti. Seni senden başka düşünen yok, kendini koru, ayağa kalk dedi her zaman. Beni hayatta tutan bu bencil ses oldu belki de. Bu yüzden hiçbir zaman kimseye tam anlamıyla güvenemedim. Valentino gelene kadar. İlk başlarda Valentino'ya güvenmek de kolay olmadı benim için. Defalarca kırıp döktüm, güvenmedim, sıktım, boğdum, bunalttım onu. Ama sonra güvendim. Kendimden bile çok. Ben hata yapabilirdim ama o yapmazdı. Belki de en çok bu yüzden bu kadar öfkeliydim ona. En güvendiğim anda, koruma kalkanlarımı indirdiğim sırada terk edip gitmişti beni. Savunmasız bırakmıştı. Karşımdaki görüntülere baktığımda bunu bilerek yapmadığını görebiliyordum ama... Bu içimdeki yangını söndürmüyordu. Bunu birlikte aşabilirdik. Onun yaralarını ben sarabilirdim. Gözyaşları içinde tüm videoları izledikten sonra şişeyi elime aldım. Üzerinde "Her Güne Bir İtiraf" yazıyordu. Şişenin mantar tıpasını çıkardım. Kağıtları avcuma döküp merakla inceledim. Avcumda sadece bir tanesini bırakıp diğerlerini şişeye geri yolladım. Elimdeki kâğıdın kurdelesini çözdükten sonra okumaya başladım. "Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek?" İkimizin de okuduğu Romeo ve Juliet'ten bir alıntı. Bir başkasını çıkardım ve diğer notu okudum. "Kalbim seninle doluyken sensiz yaşamak... Bu en acımasız düşmana bile yapılamayacak bir kötülük." Başka bir not. Başka bir not daha. "Seni içimden çıkarırsam, benden geriye ne kalır sanıyorsun?" Yutkundum. Az önce izlediklerimle şimdi okuduklarım arasında kalırken hıçkırıklarım boğdu beni. Sanki boğazıma dikenler batıyordu. Acı içindeydim. Gözyaşlarım ise yanaklarımın tamamını ıslatmış durumdaydı. Nefes alamaz olmuştum. "Bugün, sana özlemim dayanılmaz bir hâl aldı. Seni kızımızla hayal ettim. Belki de mutlu bir aile olabilirdik. Bu bizim elimizden alınmasaydı." O gün tüm notları açıp okudum. Perişan hâldeydim. Bir temiz dayak yemiş gibi yorgundum ağlamaktan. Yüzüm sırılsıklamdı. Oturduğum koltuktan kalkıp aynada kendime baktığımda gözlerim kan çanağına dönmüştü. Ağlamaktan dermanım kalmamıştı. O an izlediklerimden ve okuduklarımdan sonra dayanamadım. Onu görmem gerekiyordu. Hem de hemen. Şebboy'un meraklı bakışları ve soruları eşliğinde klinikten çıktım. Hastaneye gittim. Üzerimdeki garip ve meraklı bakışları umursamadım. Asansörlerle bile uğraşamadım, merdivenlerden yukarı çıktım. Yorgunluktan bitap düşmüştüm onun kapısına geldiğimde. Nefes nefeseydim. Kapıda duran Montrel'e "İçeride mi?" diye sordum hıçkırıklarımın arasından. Başını aşağı yukarı sallayan Montrel hâlimi gördüğünde endişelenmişti ama umursamadım. Kapıyı dahi çalmadan içeri girdim. Masada oturmuş dosyaları inceliyordu. Karşısında aniden beni gördüğünde şaşkınlıkla kaşları havalandı. Ona doğru yürüdüm. Ayağa kalkıp bana doğru iki adım atmıştı. Meraklı ve endişeli yüzüne karşılık bir şey söylemesine izin vermeden "Hepsini izledim." dedim. Hâlâ ağlamaktan katılmış hâlimle hıçkırıklarımı susturmaya çalışıyordum. "Notlarını okudum." Tam karşımda duran adam merhametle yüzümü ellerinin arasına alıp okşadı. Bir bebeği sever gibi şefkatle "Dozu aşma, demiştim." diye mırıldandı. Güçsüz bedenimi göğsüne bastırdı ve saçlarımı okşadı. "Neyi dinledin ki bugüne kadar?" Sesinde tatlı bir sitem vardı. İç geçirdi ve bilmiş bir ses tonuyla "Hani dün gecenin senin için bir anlamı yoktu?" dedi. Yanıtını bildiği sorusuna karşı tebessüm etti. "Seni küçük yalancı." Bense savaşamayacak kadar yorgundum ama kollarından ayrılmayı başardım. Yüzüne baktım acınası bir ifadeyle. "Artık bu aşkı istemiyorum. Bana acı veriyor. Canımı çok yakıyor. Dayanamıyorum." Burnumu çekerek sakinleşmeye çalıştım ama olmadı. Küçük bir çocuk gibi sızlandım. "Sana âşık olmak istemiyorum." Yüzündeki tebessüm soldu adamın. Ona âdeta yalvardım. "Al bu aşkı kalbimden, ne olur. Dayanamıyorum. Bir şey yap." O an bunu yapması için ayaklarına bile kapanabilirdim. Yeter ki bu aşkı kalbimden söküp alsın. Çaresizce başını iki yana sallayan adamın gözlerindeki saf sevgiyi ve merhameti görebiliyordum. Başımı göğsüne yasladı yeniden. Çenesini başıma dayarken "Ah, mia bella... Bunu başarabilseydim inan bana yapardım." diye sayıkladı. "Acı çekmene dayanabildiğimi mi sanıyorsun?" Göğsüne yaslı başımla kokusunda huzur bulurken bu aidiyet duygusundan nefret ettim. Beni aciz hissettirmesinden. Ona sıkı sıkı sarılmak istemekten kızgınlık duydum. Kırgınlığım ve üzüntüm öfkeye dönüştü. Yumruk yaptığım ellerimle göğsüne vurdum. "Sevmeyeceğim seni işte, sevmeyeceğim! Kurtulacağım bu aşktan! Göreceksin!" Sinirimi alamadığımı hissedince kollarından ayrılıp hiçbir şey söylemeden odadan çıktım. Ne acıydı, birini sevmek istemeden ona bağımlılık duymak. Onun kokusunu duymadan uykuya bile dalamazken hayatından çıkarmaya çalışmak. Savaşmayı bıraksan, kendini ona bıraksan ne iyi olur değil mi? Değil işte. Öyle değil. Her seferinde daha yüksek bir gökdelenden aşağı düşmeye mecalim kalmamıştı. Kendimi bırakmak istediğim o kolların sahibinden, tehlikesinden korumak zorundaydım. Ondan uzak durmak zorundaydım çünkü bir kez daha aynı şeyleri yaşayabilecek kadar güçlü değildim. Defalarca yaşamıştım bunu. Defalarca ayrı kalmıştık. Onun düşmanları, benim düşmanlarım, yanlış anlamalar, sırlar ve diğerleri yüzünden. Sanki tüm dünya bize karşıymış gibiyken bir arada olmak kolay mıydı? Zor bile değil, imkânsızdı bu. Koridorda yürürken nereye gittiğimi dahi bilemezdi adımlarım. Güvenliğin önünden geçerken kolumdan tutup beni durdurana kadar Uras'ın orada olduğunun farkında değildim. Bakışlarım kolumdaki elin sahibine döndü. Uras merakla bana bakıyordu. "Lâl, iyi misin?" Yalnızca başımı sallamakla yetindim. "Yanımdan geçerken beni görmedin bile." "Biraz dalgınım Uras, ondan. İyi uyuyamadım." Kuşkulu bakışları beni süzerken "Sadece iyi uyuyamadığın için olduğuna emin misin?" diye sordu Uras. "Gözlerin kan çanağına dönmüş." Kaşlarını çattı. "Başkan'la mı ilgili?" Aslında o an düşündüğüm şey Valentino ile olanlardı ama Uras durumu hatırlatınca toparlanmam gerektiğini fark ettim. Düşünmem gereken daha önemli şeyler vardı. Bunlardan en önemlisi de Başkan'ın ne işler çevirdiğiydi. Sessizliğimden bir onay anlamı çıkaran adam aşağı yukarı başını salladı yavaş yavaş. "Yine bir şeyler çeviriyor, değil mi?" Yalan değildi, çeviriyordu bir haltlar. Ve ben ortaya çıkaracaktım bunu. "Ben halledeceğim, merak etme. Düşüreceğim maskesini." Kolumu daha sıkı ve korumacı tutan adam "Lâl, çok dikkatli ol." dedi uyaran gözlerle. "Herhangi biriyle dövüşmüyorsun. Bu piçten her şey beklenir." Diliyle alt dudağını ıslatırken aceleyle ekledi. "Bak ben sana yardım ederim, yeter ki söyle." Başımı iki yana salladım kararlı bir biçimde. "Bu işe bulaşmıyorsun, Uras. Sen karışma, sabıkan var zaten." İkna edici bir bakışla devam ettim. "Ben halledeceğim, merak etme sen." İsteksiz bir biçimde başını salladı Uras. Onu geride bırakırken Zehra hemşire koşturdu peşimden. "Lâl Hanım, Lâl Hanım!" Durdum ve yanıma gelmesini beklediğim kıza döndüm. Biraz nefes nefeseydi. "Sizi kaçıracağım diye hızlı koştum." Güldüm. "Otobüs müyüm ben Zehra, kaçırsan ne olacak? Klinik şurası." Şapşal tatlılığına tebessüm ettikten sonra ciddileştim. "Nedir konu?" "Aydın Hoca şu bağış gecesi için sizinle konuşmak, fikrinizi almak istiyordu. Hazırlıkların çoğu tamamlanmış, sayılı günler kalmış ama hâlâ bazı ciddi eksiklikler varmış. Sizinle konuşmak istedi." "Odasında mı?" "Yok, toplantı odasında kahve içiyorlar." Kaşlarım çatıldı. "İçiyorlar derken?" "İşte Aydın Hoca, onun baloyu düzenlemesi için görevlendirdiği Selvi Hanım, Valentino Bey falan." Ağzımın içinden "Her şeye burnunu sokmasa olmaz." diye söylendim. Zehra'nın ne söylediğimi sormasına fırsat vermeden "Sen git, ben geliyorum." dedim. Zehra gittikten kısa bir süre sonra arkasından isteksiz bir biçimde asansörle yukarı çıktım. Lavaboya uğrayıp yüzümü biraz düzelttim. Bu hâlde karşılarına çıkarsam bir sorun olduğunu anlarlardı. Yeniden Valentino'yla karşılaşmaya hazır değildim. En azından bu kadar çabuk. Ben aramızda mesafe olsun, olabildiğince az görüşelim derken sürekli bir şeyler oluyor, ister istemez bir araya geliyorduk. Ya da bunu o yapıyordu. Toplantı odasına geldiğimde Selvi, Valentino ve Aydın Hoca oturmuş kahve içiyor, sohbet ediyorlardı. Balo hakkında fikir alışverişlerinde bulundukları çok belliydi. Baş işaretiyle selam verirken "Herkese merhaba." dedim ve usulca içeri girdim. Valent'in gözlerinin üzerimde olduğunu umursamaksızın Aydın Hoca'nın karşısına oturdum. "Beni çağırmışsınız hocam." "Ah, evet Lâl. Baloda sahne almaları için rica edip yönlendirdiğin sanatçı arkadaşlarınla görüştüm." Umutsuzca başını salladı. "Maalesef programlarının dolu olduğunu söylediler." Selvi ilgiyle araya girdi. "Biz de düşündük ki... Belki sen sahne alabilirsin ha, ne dersin?" Bu teklifi beklemeyen ben duruma pek de sıcak bakmıyordum. Ben seçimimi yapmıştım. 2 yıl önce müzik kariyerime son vermiştim. Her ne kadar karşımda umarsızca kahve içen adamın öldü numarası yüzünden olsa da. Hatırladığım her kötü detay, ona yeniden öfkelenmeme sebep oluyordu. Ne zaman affedecekmiş gibi olsam bir şey çıkıyordu ve onun yüzünden ne kadar üzüldüğümü yeniden hatırlıyordum. Bunu umursamamaya çalışmak zordu. Ancak yine de şimdilik öfkemi bir kenara bırakıp bana yönlendirilen teklifle ilgilenmeliydim. "Biliyorsunuz, bir süre önce müziği bıraktım. Bu işler prova gerektiriyor, zaman gerektiriyor. Sonra çalışmak-" Hazırcevap bir ifadeyle "Bu şarkı söylemek istemiyorum demenin başka bir şekli mi? Çünkü bana biraz bahane gibi geldi de." diyerek araya giren Valentino meydan okuyan bakışlarını üzerimde gezdirdi. Onun bu her boka maydanoz hâlleri sinirimi bozsa da kendime hâkim olmak için büyük bir çaba sarf ettim. "Anlamadım?" Yaslandığı yerden cüretkâr bir edayla sırtı dikleşen adam, ukala bakışlarını üzerimde gezdirdi. "Öyle mi? Bense son derece açık olduğumu sanıyordum." Kaşlarımı kaldırarak ellerimi masaya koydum. "Çok biliyorsanız mikrofonu size verelim, kendiniz çalın kendiniz söyleyin. Nasıl fikir?" Üstüne alınmamış gibi görünen adam küstahça karşılık verdi. "Sanmıyorum. Sesim pek iyi sayılmaz." Aramızdaki yüksek gerilim hattını hisseden Aydın Hoca araya girdi. "Lâl, bu balo gecesi özel olsun istiyorum. Önemli yatırımcılara, bağış yapabilecek herkese davetiyeler satıldı." Selvi beni ikna edebileceğini düşündüğü "Davetiyeler neredeyse bitti bile." detayını benimle paylaşmaktan çekinmedi. Aydın Hoca beklemediğim bir anda derin nefes alarak masadan kalktı. "Elbette seni herhangi bir şey için zorlamak doğru olmaz, Lâl. Son karar senin." Kolundaki saate baktı. "Gitmem gerekiyor. İlgilenmem gereken bir hastam var." Aydın Hoca çıktığında üçümüz odada yalnız kalmıştık. Selvi, Valentino ve ben. Bermuda şeytan üçgeni gibi. Bu üçlü arasında derin ilişkiler olmasa da geçmişe gömülmüş sırlar, anılar vardı. Selvi bizim bebeğimizi biliyordu. Kaybettiğimiz bebeğimizi. Belki de birbirimize karşı bitmemiş olan duygularımızın da farkındaydı. Bir geçmişimiz olduğunu bildiği hâlde onun yanında hiçbir şey olmamış gibi davranmak zordu. Ancak bunu başarmak için elimden geleni yapıyordum. Selvi az önceki teklife olan cevabımı bilmesine rağmen cesaretle söze girdi. "Açıkçası bu balo için çok fazla fikrim var, Lâl. Senin yapabileceklerin de bizim için önemli. İnsanlar bu bağış gecesine harcadığı paraya acımamalı. Çok eğlenmeli." Az önce odadan çıkan Aydın Hoca'nın bu balo gecesi için ne kadar özenli olduğunu görebiliyordum. Benim de aynı özeni göstermemi istediğini anlayabiliyordum. Bense sırf lösemili çocuklar ve Aydın Hoca'nın istekli duruşu için kendimi zorladım. Masada ellerimi birleştirdim sıkıntılı bir nefes verirken. "Pekâlâ, ne yapıyoruz?" Bu tamamen teslimiyetle kendimi bıraktığım anlamına geliyordu ve Selvi'yi heyecanlandırdığı kesindi. Tam ağzını heyecanla açacakken Valentino araya girdi. "Aslında benim çok daha iyi bir fikrim var." İkimiz de ona döndüğümüzde kendinden emin tavrını bozmadı. Selvi'ye dönüp sıradan bir ifadeyle kaşlarını çatarak "Lâl ile çok iyi tango yaptığımızı biliyor muydun?" diye sordu. Bir kâbustan uyanır gibi gözlerim pörtledi ve başımı iki yana salladım. "Yo, yo hayır." Selvi beni duymazdan gelerek "Gerçekten mi?" dedi hevesle. "Ben doğru mu anlıyorum? Yani siz, bu geceye katkı sağlamakta istekli olduğunuzu mu söylüyorsunuz?" Rahat bir ifadeyle başını olumlu anlamda sallayan adamla aralarında sözsüz bir anlaşma başlamıştı. İkisi de beni yok sayar gibi aralarında anlaşmışlardı. Unutulmuş hissederek araya girdim. "Bir saniye, benim kabul edeceğimi nereden çıkardınız?" diye sorarken gücenmiş durumdaydım. Valentino Efendi benimle dans etmeyi kabul ediyordu. Bu şerefe nail olmuştum ama kimse kalkıp da bana fikrimi sormuyordu. Bakalım ben onunla dans etmek istiyor muydum? Aaa ama koskoca Valentino Riccardo evet dediyse bana laf mı düşerdi? Kendimi görünmez hissettiğim için "Hey, ben de buradayım!" dedim usulca. "Benim fikrimi soracaksınız değil mi?" Selvi omuz silkerek "Az önce balo için her şeye okey vermiştin, unutma." derken imalı bakışları aramızdaki ilişkiyi hatırlatır gibiydi. "O sahne almam içindi!" "Bu da bir nevi sahne almak." İkna edici bir yüz ifadesiyle bana baktı Selvi. "Böyle bir zorunluluğu olmadığı hâlde Bay Riccardo dans teklifini kabul etti." Dans teklifini kabul etmişmiş. Aman ne fedakârca. "Fikir ondan çıktı zaten!" diye söylendim huysuzlukla. Ayrıca da onun ne amaçla bunu teklif ettiğini tahmin ediyordum. Biliyordum. Onun ciğerini biliyordum ben. Selvi "Bu balo Aydın Hoca için önemli, Lâl." diye ekledi. "Tek böbreğini istiyormuşuz gibi davranma." Yanaklarımı şişirip ofladım. Tamam, mesaj alınmıştı. Bu balo hayır amaçlıydı ve Aydın Hoca için önemliydi. Benden istenen şarkı söyleyip sahne almak, Valentino ile dans etmek ve gerekirse sirk maymunu gibi davetlileri eğlendirip onların güzel vakit geçirmelerini sağlamak. Ucunda ölüm yoktu ya. Bu kararımdan pişman olmayacağımı umarak isteksizce kabul ettim. "Peki, tamam. Siz nasıl istiyorsanız öyle olsun." Çırpınmanın bir anlamı olmadığını fark ettiğimde kendimi serbest bıraktım, ne yapayı? Selvi de Valentino da durumdan oldukça memnundu. Şunu çok iyi biliyordum ki Aydın Hoca da bu organizasyondan mutlu olacaktı. Doğru olanı yaptığımı düşünmek istiyordum. Bu balonun bizi yeniden daha da yakınlaştırmamasını umarak. ❝Valentino❞ Toplantıdan çıkarken Lâl'in beni öldürecek gibi bakmasına alışmıştım. Hayatta olduğumu öğrendiğinde ilk karşılaşmamızda bana bundan sonra can düşmanımsın demişti. Öfkesini anlıyordum. İstediği kadar sinirini benden çıkarmasına da izin veriyordum. İçinde biriktirmesindense böylesi daha iyiydi. Öfkesini boşaltmasını beklerken kollarımı kavuşturup öylece durmayacaktım elbette. Onunla mümkün olduğunca yakın durmak istiyordum. Eskisinden daha yakın. Dün gece benimle kendi isteğiyle birlikte olmuştu ve sabah bunun sadece bedensel bir şey olduğunu söylüyordu. Kendine bile itiraf edemiyordu. Bir insan ancak derin bir tutku duyduğu kişiye bu kadar öfke ve zaafı aynı anda biriktirebilirdi. En az öfkesi kadar büyüktü bana olan tutkusu. Benim ona olan tutkum gibi. Dün geceyi aklımdan çıkaramıyordum. 2 yıl sonra öyle büyüleyici bir gece yaşamıştık ki bunun sadece bedensel bir şey olduğuna çocuk bile inanmaz. Odama döndüğümde kapının önünde Doğan'la karşılaştık. Elinde bir zarfla kapımın önünde duruyordu. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Tahmin ettiğim şey olmalıydı. Sakinliğimi koruyarak yanına gittim. "Merhaba." Beni görünce sabırsız ifadesi yüzünde daha da belirginleşti. "Test sonuçları çıkmış. Tek başıma açamadım." Herhangi bir soru yöneltmememe rağmen açıkladı. "Cesaret edemedim. Buraya geldim. Belki seninle-" Odamın kapısını açıp içeri buyur ettim. "Buyurun lütfen." İçeri girdiğimizde ilk tanıştığımızdan beri kudretli ve karizmatik görünen o adamın yüzündeki heyecan ve paniği görebilmek zor değildi. Sanırım onu anlıyordum. Böyle bir şey mümkün değildi ama eğer onun yerinde olsaydım, bilmediğim bir çocuğum olsaydı bu kadar dışa vurmasam da aynı şekilde hissederdim. Tıpkı Işık'ı kızım sandığım zamanki gibi. Belki de daha fazlası. Bu sonsuz gücü olan bir adamı bile korkutabilirdi. Karşımda duran adamı önümdeki koltuğa yönlendirdikten sonra iki adım ilerleyip kendi koltuğuma kuruldum. Ben de heyecanlıydım. Merak ediyordum. Lâl Doğan'ın ya kızıydı ya da değildi. Ama bu iki ihtimalden biri gerçekleştiğinde her şey bizim için çok farklı olacaktı. Bunun farkındaydım. Bu zarfın içindeki sonuç hepimizin hayatını değiştirecekti. Ve Lâl'in bundan haberi bile yoktu henüz. Doğan usulca elindeki zarfı açtı ve dörde katlı kâğıdı eline aldı. Bu onun için zordu. Ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyordum. En azından âşık olduğum kadından bebek beklerken Zita karşıma geçip hamile olduğunu söylediği zamanki duygularımdan bunu tahmin etmek zor değildi. Derin bir nefes alıp kâğıttaki sonuçları okumaya başladı. Yüzünün şeklinden ne olduğunu anlamaya çalışsam da çözümlemek zor görünüyordu. Kendine gelmesi için ona birkaç dakika vermeliydim. Yüzündeki sevinçli mi yoksa üzgün mü olduğunu anlamadığım allak bullak ifadeyle bana baktı Doğan. "Lâl, benim kızım." ❝Lâl❞ Balo gecesi. İşte o gün gelip çatmıştı. Hani asla çalışmadığınız o sınav günü hiç gelsin istemezsiniz ya, takvime bir bakarsınız, ohoo daha çok var, o zamana kadar kim öle kim kala dersiniz. Ama o on gün belki de on dakika kadar hızlı geçmiştir. Bu balo gecesi de benim için öyleydi. Üzerimde balo kıyafetimle salonun önündeydim. Büyük ve ihtişamlı bir salon seçilmişti bu gece için. Valentino Riccardo'nun seçimleri de tıpkı kendisi gibiydi. Büyük ve ihtişamlı. Masraftan kaçınmıyordu. Ve maalesef zevkli olduğunu da kabul etmek zorundaydım. İçeri girdiğimde el sıkışmaktan yorulmuştum. Balo salonu çok kalabalıktı. Doğan Bey de buradaydı. Ama burada olmasına en şaşırdığım davetli sanırım Fahir Bey olmuştu. Aydın Hoca danışanlarımıza bu özel günden bahsetmemizi istemişti ama Fahir Bey'in bu bağış gecesi için davetiye almasını sanırım beklemiyordum. Doğan Bey'i el sıkışarak karşıladığımda maalesef Valentino da yanındaydı. Bir de esmer, renkli gözleri etrafı tarayan genç bir kadın duruyordu Doğan Bey'in yanında. Garip bir şekilde tanımadığım bu kadından negatif bir enerji almıştım. Valent'e bakışlarından da hiç hoşlanmamıştım. Doğan Bey misafirperver karşılanmaktan son derece memnun bir biçimde bana baktı gülümseyerek. Bana gülümsemesi sıcacıktı. Belki de ben öyle hissetmiştim. "Seni yeniden görmek çok güzel, Lâl." Tereddütle "Sana Lâl dememde bir sakınca yok değil mi?" diye sorduğunda cana yakın bir tebessümle karşılık verdim. "Tabii, istediğiniz gibi hitap edebilirsiniz." Yanındaki genç kadın araya girerek elini uzattı. "Bizi kimse tanıştırmayacak galiba." Doğan Bey kadını işaret ederek "Kızım Beyza." derken yüzünde mahzun bir ifade vardı. Her ne kadar hoşuma gitmese de aynı misafirperverlikle el sıkıştım. "Tanıştığıma memnun oldum, hoş geldiniz." Beyza denen kızın inceler gibi beni süzmesi rahatsız edici hissettirse de görmezden geldim, bir tepki vermedim. Zaten tepki verip ne yapacaktım? Kurabiye var, simit var, neye bakıyon mu diyecektim? Valent'in ilgiyle bana bakmasını umursamadan sessizlikle Doğan Bey'in konuşmalarını dinledim. Havadaki soğuk ve samimiyetsiz atmosferin dağılması için dua ederken kurtarıcım gibi Fahir Bey yetişiverdi. El sallayarak beni çağırırken Doğan Beylerden müsaade isteyip adamın yanına gittim. Beni gören Fahir Bey çocuklar gibi şendi. İhtimamla karşıladı sanki misafir o değilmiş de benmişim gibi. "Ooo hocam bu ne güzellik, ne şıklık!" Başımı öne eğerek tebessüm ettim. "Teşekkür ederim Fahir Bey." Şaşkınlığımı gizlemeksizin ekledim. "Sizi burada görmek ne şeref. Bu davete katılacağınızı tahmin etmemiştim." Fahir Bey gücenmiş bir ifadeyle "Aşk olsun hocam, siz bir hayır gecesi düzenleyeceksiniz, ben de gelmeyeceğim öyle mi?" dedikten sonra hemen iki adım ötedeki orta boylu, açık kumral kadınla tanıştırdı beni. Oldukça güzel ve şık bir kadındı. "Sizi eşimle tanıştırayım. Gülnihal." El sıkıştığımız kadın çok hoş, yumuşak yüzlü bir kadındı. Yüzüme minnettarlıkla bakarak "Fahir'e bu kadar şifa olduğunuz için teşekkür ederim. İnanın evde dilinden düşmüyorsunuz." dedi. "Aman estağfurullah, ben görevimi yaptım yalnızca." Gözleri ışıl ışıl kadına baktım. Yaşını pek göstermiyordu. Elbette yaşını bilmiyordum ama yanlarında ikiz olduğunu tahmin ettiğim kızları görünce bunun uzun bir evlilik olduğunu düşünmüştüm. Lise çağına yaklaşmış ikiz kızlar, utangaç bakışlarla beni süzseler de yanımıza pek yaklaşmadılar. Sadece uzaktan aralarında konuşup utangaç bir biçimde kıkırdıyorlardı. Ve babalarına benziyorlardı. Fahir Bey eliyle işaret etti kızları. "Aha onlar da bizim civcivlerimiz. Sizi görünce şakımaya başladılar." İlk defa terapiden farklı bir Fahir Bey görüyordum karşımda. Kanlı canlı, neşeli, çocuk gibi espritüel. Oysa insanların gerçek kimliklerini terapide çözümlediğimi sanırdım. Şaşkın bakışlarla kaşları kalktı adamın. "E hocam siz ünlüymüşsünüz ya!" Hayret etmişti. "Ben size gelirken bilmiyordum, tanımıyordum sizi. Bizim kızlar sizi çok iyi tanıyormuş, şarkılarınızı falan dinliyormuş. İlle de imza istiyorlar haberiniz olsun." Güldüm. "Tabii." dedim kızlara göz kırparak. O sıcak ortamdan ayrılmak istemiyordum. Çünkü balo salonunda etrafıma baktığımda yılanlar, çıyanlarla dolu olduğunu biliyordum. Bir köşede Başkan, öldürecek gözlerle bana bakıyordu. Zuhal yine içkiye sarılmıştı. Elindeki kadehi su gibi içiyordu. Eğer müdahale edilmezse yine sorun çıkacaktı. Ve o. Bir köşede davetlilerle el sıkışırken beni çırılçıplak soyar gibi çapkın bakışlarını üzerimde gezdiren adam. Valentino Riccardo. Pervasızca yapıyordu bunu. Birileri tarafından görülmek, ayıplanmak umurunda değildi. Fahir Bey "Bir tanıdığımı gördüm hocam, müsaadenizle onu bir görelim. Yine görüşelim mutlaka, sohbetinize doyum olmadı." dedikten sonra onaylarcasına başımı salladım ve geçici olarak ayrıldık. Tam Zuhal'in yanına gidecektim ki Fuat'ın duruma müdahale ettiğini görünce geri çekildim. Zuhal'le yeni bir tartışmaya hâlim kalmamıştı artık. Gece son derece keyifli geçiyordu davetliler için. Söz verdiğim gibi sahnedeki yerimi alıp birkaç şarkımı söylediğimde başta Fahir Bey'in kızları olmak üzere salon coşmaya başladı. Bir gözüm Aydın Hoca'dayken onun da durumdan ne kadar hoşnut olduğunu görebiliyordum. Önemli olan da onun bu geceden hoşnut olmasıydı benim için. Ve her şeyden önce de bağış toplamak. Son şarkım da bittikten sonra alkış kıyametti her yer. Kısa bir an mutlulukla gülerken sahneye Valentino çıktı. Usulca yanıma yaklaştı ve nazikçe elimden mikrofonu alırken hem gözleriyle hem de teniyle bana yakından temas etmekten kaçınmadı. Her zamanki özgüvenli duruşuyla söze girdi. "Sevgili misafirlerimiz, burada bizimle olduğunuz için teşekkür ederiz. Davetimize katılmanız çok anlamlıydı. Bizim için özel olan misafirlerimize yine çok özel bir dans gösterisi düzenledik. Bu gösteride payı olan Lâl Alsancak'a hepinizin önünde teşekkür ederim." Mikrofonu sunucuya bırakıp bana döndü. Elini uzattı. Unutulduğunu sanmak istemiştim. Ne büyük yanılgı. Valentino Riccardo böyle bir şeyi unutabilir miydi Allah aşkına? Gecenin başından beri onunla köşe kapmaca oynamıştım. Ondan kaçmıştım ama buraya kadardı. İsteksiz de olsam elini tuttum. Beni ani bir biçimde göğsüne yaklaştırdı. Bir nefes kadar birbirimize yakınken en olmaması gereken dansı seçtiğimizi anlamıştım. Tango. Aşkın ve tutkunun dansı. Elbette bu benim seçimim değildi. Bana sorsalar Valentino'yla halay bile çekmezdim ama... Bana sorulmamıştı. "Başka bir dans seçemez miydin?" diye mırıldandım gücenmiş bir biçimde. Sanki amacını anlamıyormuşum gibi aptalca bir soru. 
"Bana yakın olman gerektiğini de nereden çıkardın?" Bir gözüm bizi dikkatle ve keyifle seyreden davetlilerin arasında gezinirken Başkan'ın öfkeyle burnundan soluduğunu görüyordum. Yakınlığımız onu inanılmaz rahatsız ediyor, öfkelendiriyordu. Belki de Riccardo'yla yakınlaşmanın benim için en kârlı yanı buydu. Umursamaz bir biçimde tutkuyla beni süzen adam "Tango." dedi sayıklarcasına. "Aşkın ve tutkunun dansı." "Hayır, Valentino Riccardo. Tango, tuzaklar oyunudur. Erkek kadına tuzaklar kurar, kadın da bundan kaçmaya çalışır. Tango budur." Çapkın tebessümüne bakarken kollarından kurtulup ondan uzaklaştım. Arkamı dönüp birkaç adım ilerlediğimde peşimden gelen adam avuçlarıyla omuzlarımı kavrayıp beni kendine çekmişti bile. Gizemli ve imalı bir ses tonuyla "Kadın böyle düşünmek istiyorsa..." derken iddialı bir biçimde kaşları havalandı. Bana laf çarpıyordu. Bu tuzağa kapılıyordum. Bile bile. "Bu oyuna bir son ver, Valentino. Yoksa ben son vermek zorunda kalacağım." "Hangi oyuna?" "Bu aşk oyununa." "Oyun değil bu. Rüya değil. Belki de ilk defa rüya değil. Gerçeğin ta kendisi." Burun buruna geldiğimizde nefesimi tuttum. "Ne derler bilirsin, melekleriniz anlaşırsa arkadaş olursunuz, şeytanlarınız anlaşırsa âşık." Büyüleyici bakışlarıyla beni süzerken "Kendini bana bırak artık. Bundan kaçamayacağını kabul et." dedi. Bense "Asla." dedim hiddetle. Bunu söylerken onun kucağında olmam dışında bir sorun yoktu. Bacaklarım kalçasına sarılmış, vücudum dışa doğruyken başımı arkaya atmış yalnızca kollarının beni sıkı sıkı tutmasına güveniyordum. Alev alev yanan ellerimin. Kaç kez o ellerin şehvetiyle yoğrulduğumu hatırlamıyordum bile. Şimdiyse herkesin içinde tango adı altında beni baştan çıkarmasını izliyordum çaresizce. Buna göz yumuyordum. Tüm bedenim baştan çıkarılmaktan arsız bir memnuniyet duyarken. Elleriyle beni havaya kaldırıp kendine yaklaştırdığında bacaklarımı yeniden ona sardım. Dansımızın imza figürünü sona erdirdiğimizde alkışlar bizim içindi. Tango için. Aşk için. Tuzaklar içindeki aşk için. Sıra gecenin en mühim kısmına gelmişti. Bağışları toplama zamanıydı. Salona göz attığımda Niko da gelmişti. Davetin başında yoktu ama sanırım o dans sırasında gelmiş olabilirdi. Yeni görüyordum. Alkışların arasında bize bakıyordu. Gecenin en çok bağış yapanları arasında Fahir Bey, Doğan Bey ve Nikolai Miloradov vardı elbette. Davet sahibi olmasına rağmen Valentino Riccardo da en bonkör bağışı yapmayı es geçmemişti. Bağış rakamlarından Aydın Hoca memnundu. Herkes memnundu. 
"Lâl." "Niko." Onu baştan aşağı süzdüm sıradan bir yüz ifadesiyle. "İlk defa smokinle görüyorum. Yakışmış." Keyifle tebessüm eden adamın eli smokininde gezinirken duruma alışık değil gibiydi. Çarpık bir gülümsemeyle "Teşekkür ederim." dedi elleri ceplerinde. Mahzun bir yüz ifadesiyle bakışları şimdilerde boş olan sahneye gitti. "Dansınızı izledim." Kaşlarını kaldırarak düşünceli bir ifadeyle devam etti. "Tangoda uyum çok önemlidir. Her ne kadar aşkın ve tutkunun dansı deseler de tango aslında uyumun dansıdır." Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Kaşlarımı çatarken bu çabamı gizlemedim. "İkiniz de aynı karanlığın çocuklarısınız. Hatta üçümüz de. Belki bu yüzden birbirimizden kopamıyoruz." Alaycı bir biçimde tıksırdı. "Düşünsene, Valentino Riccardo ve ben bile kopamıyoruz." Söylediği sözle ister istemez gülmeye başladım. Sinirlerim bozulmuştu. "Niko." Uzakta bir yerde, o köşede Valent'in bizi izlediğini o an görebilmiştim. Ve Niko'ya güldüğümde öfkeyle çenesinin seğirdiğini de. "Onu affedeceksin. Yine." Yüzümdeki tebessüm silindi ve ciddiyetle ona baktım. O ise geri adım atmadı. "Biliyorum." Tam yanıt vereceğim sırada devam etti. "Neden biliyor musun? Çünkü ona bağımlısın." Savunmaya geçmek üzere olduğumun farkında bir şekilde söze girdi yeniden. "Bunun için seni yargılamıyorum. Anlayabiliyorum. Ona bağımlısın." Bakışları yere inerken iç geçirdi. "Benim sana olduğum gibi." Bundan son derece hicap duyduğu belliydi. "Bu çok sağlıksız, biliyorum. Ben sana âşığım, sen de ona. Birimiz bile geri adım atamıyoruz." Üç insanın zincirleme bir biçimde bağımlılığıydı bu. Üç zincirin birbirine bağlanması gibi. Nasıl çözülecekti? Ancak biri paslanıp zincirden ayrılabilirse. Kim olacaktı bu? Ya da olacak mıydı? Hiçbirimiz bilmiyorduk. "Niko bunu yapma. Ne kendine ne de bana. Yapma." Bir sinir gülmesiyle karşılık verdi. "Elimde mi sanıyorsun?" Yüzü yorgun ve üzgündü. "Benim için kolay mı? Onu sevdiğini bile bile sana tutku duymak... Bir erkek için ne kadar onur kırıcı olduğunun farkında mısın?" Onun için de üzülüyordum. En az kendim için olduğu kadar. Keşke elimden bir şey gelebilseydi. O an Valentino'nun yanımıza yaklaşması yeni bir kavganın habercisiydi. Yüzünde kendinden emin bir ifade hâkimken kaşlarını kaldırdı adam. "Miloradov?" Senin burada ne işin var diye sorar gibi bakıyordu. "Günahlarından arınmak için hayır işlemeye mi geldin?" Uyarıcı ses tonumla "Valentino." diyerek araya girdim. Kaşlarını kaldıran Nikolai hazırcevap bir ifadeyle karşılık verdi. "Merak ettiğin buysa Riccardo, evet. Günah çıkarmaya geldim. Senin gibi." "Kesin şunu." "Neden, Lâl? Bunu o başlatmadı mı?" İfadesiz öfkesi bakışlarında yükselirken devam etti Valentino. "Ona ait olmayan bir kadına el uzatmadı mı?" "Ben kimseye ait değilim! Gidin de kendinize bir kedi köpek falan sahiplenin, bu nedir ya?" İki adamın birbirine öldürecekmiş gibi baktığını gördüğümde bu tartışmanın bitmeyeceğini anlamıştım. "Ne hâliniz varsa görün ya, vallahi." Söz düellolarına daha fazla şahit olmak istemedim. Oradan ayrıldığımda tuvalet koridorunda yolumu Başkan kesti. Bıkkın bir yüz ifadesiyle "Ne o Başkan, çok mu özledin beni?" diye sorarken alaycıydım. Gecenin başından beri bana bakışlarındaki öfkeyi ve kini şimdi daha yakından görebiliyordum. "Lâl Alsancak." Adımı ağzında bir lokma gibi eziyordu sanki. "Adın bile sahteyken boyundan büyük işlere bulaşıyorsun." "Ne diyorsun be sen?" "Hangi birinden bahsedeyim? Riccardo piçiyle bu kadar yakınlaşmandan mı yoksa-" "Yoksa ne?" Tek kaşımı kaldırarak meydan okudum ona. Hastanede karıştırdığı işlerden bahsettiği açıktı. "Yediğin haltların ortaya çıkmasından mı korkuyorsun?" Kolumdan sertçe tutup beni gürültüden arınmış sessiz koridora sürükledi. Buradan yalnızca boğuk klasik müzik duyuluyordu. Gözlerimin içine delici bir öfkeyle baktı. "Benim kızımsın. Herkes bunu böyle biliyor. Onurumu, şerefimi iki paralık ettiğin yeter artık. Herkesin önünde o adama kendini düzdürüp benim, Şerif Günday'ın şerefini ayaklar altına alamazsın." Beni öfkeyle duvara çarptı. Bakışları kuduz bir köpeğinki kadar korkutucu ve tehditkârdı. "Şimdi beni iyi dinle küçük sürtük." Kolumu tutan elini sıktı, sıktı. "Seni nasıl var ettiysem, öyle de yok etmesini bilirim. Ayağını denk al." Beni var ettiğine şükran duyuyormuşum gibi davranması çok acınasıydı. Orospu çocuğu. Daha hayatımı nasıl mahvedebilirdi ki? Kaç farklı şekilde? Beni yeniden duvara çarptıktan sonra defolup gitti. Onu ilk defa bu kadar paniklemiş görüyordum. Tehditkâr ifadesinde bile bir korku vardı sanki. Doğru iz peşindeydim. Bunu gözlerinde görebiliyordum. İçimdeki iki kadının savaşı beni oradan oraya savuruyordu. Bunun farkındaydım. Azize Günday beni bu hastanede ve savaşta tutan kişiydi. Ama o ben değildim. Valent'in ateşinden ve tutkusundan kendimi alamamamın sebebi de içimdeki Lâl Alsancak'dan başkası değildi. İşin ucunda dedeme verdiğim söz olmasaydı ruhumun derinliklerindeki Azize'yi boğazlayıp öldürürdüm, yok ederdim. Ama bu savaşta o kimliğe ihtiyacım vardı. Azize'nin ise Valentino Riccardo'yla bir işi yoktu. Kadınlar tuvaletine girdim soluk soluğa. Biraz sakinleştim. Aynada saçlarımı düzelttikten sonra kollarımı tezgâha dayayıp bir süre düşünceli hâlimle baş başa kaldım. Tuvalet kapısı açıldığında başımı kaldırdım ve kısa süre sonra aynadaki yansımamın arkasında onu gördüm. "Senin ne işin var burada?" Öfkeli bakışlarım aynadaki yüzünü buldu. "Burası kadınlar tuvaleti, çık dışarı." Rahat bir sesle "İlk defa kadınlar tuvaletine girmişim gibi davranman ne komik." derken tavrı komiklikten çok uzaktı. Yüzü ciddi ve rahattı. Halikarnas'ta tanıştığımız zamanlar gelmişti aklıma. Orada da bir barda bana asılan adama haddini bildirdikten sonra peşimden tuvalete gelmişti ve olanlar olmuştu. Ondan uzak kalamayacağım bir biçimde öpmüştü beni. İlk çarpılma anı. Üzerinden yığınla zaman geçmesine rağmen daha dün gibi aklımdaydı. Lanet olsun. Yine çekim alanıma girmeye çalışıyordu ve bunu başarmak üzereydi. Kendimi ondan koruyamıyordum. "Her yere peşimden gelmeyi kes." Ellerimi kağıt havluyla sildikten sonra kapıya yürüdüm ancak tam açtığım sırada adamın elleri kapıyı aynı hızla kapattı. "Valentino, kes şunu." Hiçbir şey söylemeyen adam yalnızca bana bakıyordu. Üzerimi, kıyafetimi umursamaksızın beni baştan aşağı süzüyordu. Sanki çırılçıplakmışım gibi. "Kimsin sen?" diye sordu aniden. "Ne demek bu?" "Soru çok basit." Bir adım daha attı bana doğru. "Kimsin, Lâl?" Omuzlarımdan tutup beni aynaya yönlendirdi ve kendime bakmamı sağladı. "Kendini tanıyabiliyor musun? Bu aynadaki kadın kim?" "Ne duymak istiyorsun?" "Sen kim olmak istiyorsun?" Aynadaki yansımamdan gözlerime baktı. "Kimsin? Azize misin yoksa Lâl mi?" Hâlâ omuzlarımdan tutuyordu. "Hep Azize olmaktan korkuyordun. Onun hayatına hapsolmaktan. Şimdi ne oluyor sanıyorsun?" "Valentino." "Görmüyor musun? İki kimlik arasında sıkışıp kaldın. İstediğin bu değil, sen de biliyorsun. Peki, neden hâlâ Azize olmak için kendini zorluyorsun? İçindeki Lâl'i neden bastırıyorsun?" Haklıydı. İki kimlik arasında sıkışıp kalmıştım. İki kadın arasında. Ve iki hayat. Kendimi arayış hikâyemde bulduğum yabancı, aynadaki uzun boylu ve esmer adam beni benden iyi tanıyordu. Ne olduğumu, ne olmadığımı, ne istediğimi ya da ne istemediğimi. Beni bir kitap gibi açıp okuyan, her satırımı ezberlemiş bu adam yaptıklarıma bir anlam veremiyordu. Tıpkı benim de veremediğim gibi. Omuzlarımdaki kollarından kurtulmak için silkelendim. "Valent, bırak beni." O ise duruşu, bakışıyla öyle güçlüydü ki gözlerine baktığımda hipnotize oluyordum sanki. Bakışları bile beni tahrik etmeye yetiyordu. Burun buruna geldiğimizde başımı zor da olsa yana çevirdim. "Bırak beni." Fısıltılarım zorakiydi. Bunu anlamış olacak ki "Gerçekten seni bırakmamı mı istiyorsun?" diye sordu Valentino. Gerçek cevabı çok iyi biliyordu. Bakışları hâlâ dudaklarım ve kırmızı elbisemin göğüs dekoltesi arasında gidip geliyordu. Sanki yine bırak desem laftan anlayacakmış gibi kalkmış ona laf anlatmaya çalışıyordum. O an hiç beklemediğim bir şekilde aniden beni duvara yasladığında tüm süngülerim düşmüştü. Ona daha fazla karşı koyamıyordum. Özellikle geçen geceden sonra. Dudakları sert bir tutkuyla dudaklarıma yapıştı ve güçlü bir biçimde onları emmeye başladı. Bense ellerim önce kollarında, sonraysa omuzlarında gezindikten sonra ceketini el çabukluğuyla çıkarmıştım. Elleri kırmızı straplez kıyafetimin sırtındaki iplere uzanıp birazını çözdüğünde göğüslerim serbest kalmıştı. Onu görür görmez pembeleşip tomurcuklanan göğüslerim. Beni kucağına aldığı an bacaklarım dolanıp kalçalarının üstündeki yerini almıştı bile. Vücudum bana sormadan, benden bağımsız ahlaksızca hareket ediyor gibiydi. Nefes nefese dudaklarından ayrıldım ve fısıldadım. "Bu çok tehlikeli." Kalp atışlarımı dizginleyemiyordum. "Dışarıda davetliler var." Sanki tek sorun buymuş gibi. "İkimiz de tehlikeyi sevdiğimize göre..." Davetkâr bir tutkuyla alt dudağımı ısırdı zevkle homurdanırken. "Ortada bir sorun göremiyorum." Pantolonundaki sert baskı bacaklarımın arasında patlamak üzere olduğunu hissettiriyordu. Dudakları boynumdan çıplak kalan göğüslerime şehvetli yolculuğunu sürdürüyordu. Ellerim saçlarında rotasını kaybetmiş bir biçimde gezinirken ben de içimde olmasını en az onun kadar istiyordum. Bacaklarımı biraz daha araladım ve dudaklarıyla sertçe göğüslerimi emen, dişleyen ve çimdikleyen adamın kenara çektiği iç çamaşırımı soyma zahmetine bile girmeyip bir anda içimi doldurmasına izin verdim. Dudaklarımdan engel olamadığım sert bir inleyiş koptuğunda herhangi birinin duymuş olma ihtimalini düşünmeden edemedim. Ama o an öyle bir durumdaydım ki bu gibi şeyleri önceden düşünüp kendime engel olamıyordum. İniltilerimi durdurabilmek için alt dudağımı sertçe ısırdım. Bunu fark eden adam "Kendini kasma, serbest bırak." dese de kasıldıkça daraldığım için kasılmamdan daha da zevk alıyor gibiydi. Başımı onun omzuna gömdüğümde kontrolsüzce dişlerimi omzuna geçirdiğimi çok sonradan fark ettim. Bundan memnuniyet duyan adam zevkle inledi. Birkaç kez içimde gidip geldikten sonra kapı tıklatıldı ve kendimi kaybettiğim o saniyelerde zevkten kapanmış gözlerim faltaşı gibi açıldı. Aniden aşağıya kayıp göğüslerimin altına kadar inmiş kıyafetimi üzerime çektim. Hâlâ içimdeki adam ise nefes nefeseyken ağzının kenarından bir küfür savurdu. "Siktir." Korkudan çok uzak, memnuniyetsiz bir ifadeyle içimden çıkıp pantolonunun fermuarını çektiğinde orgazmı yarım kaldığı için kapıdaki kişiye öfkelenmiş görünüyordu. Bu rahatlığından anladığım kadarıyla kapının önünde içeri girmesin diye birileri bekliyordu -e tabii ki- ve herhangi bir duruma karşı adamlarından biri uyarı için gelmişti. Ellerim kıyafetimi üzerimde tutmaya çalışırken arkamdaki iplere zor da olsa uzandım, çözülen ipleri tekrar iliklemeye çalışırken kapı aralığından başını uzatan Valent'in konuştuğu kişinin Luigi olduğunu kapı aralığındaki yarım yamalak görüntüsünden ve belli belirsiz konuşmalarındaki sesinden anladım. En güzel anların katili Luigi. Kumam Luigi. Evet, kendisi benim kumam olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Ancak onu boş yere gelmeyeceğini bilecek kadar da tanıyordum. ❝Valentino❞ Kapıyı hafifçe aralarken Lâl'e kaçamak bir bakış atıp Luigi'ye döndüm. "Doğan koridorda dolanıyor. Sanırım her yerde seni arıyor." "İki dakika daha bekleyemedin mi?" "Kusura bakma, sevişmenizin bitmesini bekleyecek kadar vaktim yoktu. Ayrıca kızıyla düzüştüğünü görmek istediğini hiç sanmıyorum. Buraya gelip sizi o hâlde görmesini beklemediğim için özür dilerim." Lâl'in duymadığından emin olmak için önce kıza göz ucuyla baktım, sonra aralık kapıyı biraz daha kapattım ve "Kapa çeneni, Luigi." dedim dişlerimin arasından. İtalyanca söylediği için anlaşılmayacağına dair rahatlık duyan adamı unuttuğu bir konuda uyardım. "O İtalyanca anlıyor." Sağ avcum çenemi kaşıdı sinirle. "Burası kadınlar tuvaleti, Lui." Doğan buraya öylece dalacak değildi. En az benim kadar hazırcevap kuzenim ise karşılık vermekten kaçınmadı. "Ve sen kadınlar tuvaletinde olduğuna göre isterse o da girebilir, Valent." "Siktir git." "Ne demek, rica ederim. Her zaman kıçını kurtarmak benim görevim." Onun gidişini izlediğimde arkamda toparlanmaya çalışan kızın bir şeyler duyup duymadığını düşündüm endişeyle. O ise gayet sıradan bir ifadeyle, biraz da yakalanma korkusu duyarken toparlanmış çıkmaya hazırlanıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi çekip gidişini arkasından bakarak izledim. Bir şey duymuş olsaydı kesin bu konuda konuşurdu. Hatta şuan canıma okuyor olurdu. Aldığım nefesi rahatlıkla bıraktım. Lâl bunu öğrenmeden ona kendim söylemeliydim. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |