@buzlarkralicesi
|
-22- ❝Beyza❞ Yatakta gözlerimi araladığımda burada ne işim olduğunu sorguladığım bir gündü. Eskiden bu kadar anlamsız gelmezdi. Hatta heyecan bile verirdi. Sanırım beni hayatta tutan şey bu risk ve heyecan duygusuydu. Ancak son birkaç haftadır hayatımın dümeni ellerimden kayıp gidiyormuş gibi hissediyordum. Basit bir etkilenme duygusu beni ele geçiriyordu. Bir anda. Balo gecesi şahit olduğum o sahneyle. Tuvalette makyajımı yapıp çıkmak üzereydim ki lavaboyu kullanma ihtiyacı hissettim. Kabine girdikten kısa bir süre sonra içeri baloda tanıştığım o tanıdık ses girdi. Lâl. Önce çok hızlı nefes alıp verirken kim olduğunu anlamamıştım ama kısa süre sonra tuvalete başka bir erkek sesi girdi. Bu oydu. Valentino Riccardo. O kız teklifsizce içeri giren adamı kovsa da aralarında anlamsız bir tartışma geçti. Azize falan diyorlardı, hiçbir şey anlamıyordum ama saniyeler içinde anladığım tek şey kabin kapısının incecik aralığından tartışmalarını izlerken bir anda birbirilerine tutkuyla sarmaş dolaş karşılık vermeleriydi. İçim tuhaf bir duyguyla doldu. Hem rahatsızlık hem de merakla izleme isteği. Alev parmağında yüzük yok demişti. Ama görünen o ki bu kızla aralarında bir şeyler var gibiydi. O kıza karşı koyamıyordu hatta baştan çıkaran ta kendisiydi. Vücutlarının bir uyumla birbirine sarılıp sevişmeleri garip bir biçimde aralarında bir koruma kalkanı varmış gibi hissettiriyordu. Sanki o kalkanın diğer yanına kimse sızamazmış gibi. Valentino Riccardo denen adamla ilk tanıştığımda havasına kapılmıştım. Ancak şimdi durum biraz daha farklıydı. Kapılma duygusundan belki biraz daha fazla. Bu yatakta uyanmamı sorgulatacak kadar fazla. Yatakta doğruluğumda Sinan ayna karşısında hazırlanıyordu. Sıradan bir günde yaptığı gibi uyandığımı görünce konuşmaya başladı. "Bu sefer bir değişiklik olsun dedim, sürekli mekânı değiştirmek iyi olur diye düşündüm. Ama bu otelin de diğerlerinden geri kalır yanı yokmuş değil mi?" Gömleğini iliklerken ekledi. "Son derece konforlu." Düşünceli bir edayla kendi kendine konuşmaya devam etti. "Rio ismi nereden gelmiş akıllarına acaba? Bir de kulübü varmış, bir gece de oraya gideriz." Gözlerimi devirerek "Karın durumu çakmasın diye sürekli mekân değiştiriyorum deseydin anlardım." dedim dürüstçe. Lafı evirip çevirmesi en nefret ettiğim huyuydu. Oysa ben evliliğiyle ilgilenmiyordum. Umurumda bile değildi. "Bugün huysuzluğumuz üzerimizde, ha?" Aynadaki yansımadan dudaklarının kıvrıldığını görebiliyordum. "Dün gece beni buluşmak için çağırdığında şaşırdım. Genelde burnun düşse eğilip almazsın." "Canım öyle istedi." "Sevindim." Ceketini giyerken "Ama bir dahakine önceden haber verirsen evden çıkmak için kırk takla atmam gerekmez." dedi. "Bir dahaki olmayacak." Duraksadı adam. Aynadan yüzüme baktı çatılı kaşlarla. "Nasıl yani?" "Bu son gecemizdi, Sinan. Artık görüşmek istemiyorum." "Ne?" "Duydun işte. Bitti." "Ne diyorsun sen Beyza?" "Seninle ilişkiye başladığımda o heyecan duygusuydu beni cezbeden. Her an yakalanacağız korkusu, adrenalin ve risk alma duygusu." Yataktan kalkıp üzerimi giymeye başladım. "Ama bu heyecan zamanla yok oldu. Artık ilişkimiz beni heyecanlandırmıyor." Arkasına dönen adam bakışlarını doğrudan üzerime çevirdi. "Şaka mı bu?" "Hayır, gayet ciddiyim." Bir adım daha attım ona doğru ve gözlerine baktım. "Bitti." diye tekrarladım. Bir süre sessiz kalan adam sanki yüzümü analiz etmek ister gibi inceledi beni. "Başkası mı var?" Alayla gülerken dudaklarım kıvrıldı ve aşağılayıcı bir ifade takındım. "Bunu bana sen mi soruyorsun?" İkimizin de bakışları onun parmağındaki alyansa döndüğünde buz gibi bir sessizlik oldu. Kısa bir an sonra üzerimi giyindim, saçlarımı düzelttim ve çantamı aldım. "Bu gece hayatının en güzel rüyası olarak kalsın. Zira artık devamı olmayacak." Omzuna teselli eder gibi dokundum. "Beyza Kozanoğlu sıkıldığı bir oyuncağı tekrar aramaz." Otel odasından çıkarken arkamda donuk bir suratla bana bakan bir adam bırakmıştım. Aynı mağrur ifadeyle asansör kabininden içeri girdiğimde balo gecesi gördüklerimi gözlerimi kırpıştırarak unutabileceğimi umdum. Sanırım kendime yeni bir oyun nesnesi bulmanın zamanı gelmişti. ❝Lâl❞ Ben o kadar aptal ve arsız bir kızdım ki yaptıklarımdan asla ders almadığım gibi sürekli hata yapıyordum. Aynı hatayı bir kere yapsam yine iyi, yaptığım bir hatayı düzinelerce tekrarlamadan rahat edemiyordum. Dün gece Valent'le balo tuvaletinde olanlardan sonra bugün resmen onunla köşe kapmaca oynuyordum. Çünkü yüz yüze geldiğimizde ne yapacağını çok iyi biliyordum. Ben kazandım diyen tek kaş yukarı bakış. Ya da belki bu kez cazibeme kapılmakta haklısın diyen kaşlar havaya bakışı. Öğle yemeğinde karşılaşmamak için yemeği her zaman olduğu gibi bizimkilerle yemekhanede yemedim. Öğleden sonra kafeteryadan kahve almak için önce Wendy'yi arayıp oralarda olmadığına emin oldum. Sonra her ne kadar etrafı kollayarak gitsem de maalesef sırada onunla karşılaşmaktan kaçamadım. E sonuçta yıllar yılı karşılaşmayacak hâlimiz yoktu ya. Sıraya girmeden beni görmesin diye yavaş yavaş sıvışmaya yeltenirken onun bana seslenmesiyle olduğum yerde kaldım. "Lâl Alsancak!" Usulca yanıma geldi elleri ceplerinde ve keyifli bir hâlde. Beni yakalamış olmanın zevkini yaşıyordu. Bunu gözlerinde görebiliyordum. Lânet herif. "Sizi görmek ne şeref." Yüzündeki keyif ve imayı sezmemek elde değildi. Sinirlerim bozulsa da umursamıyormuşum gibi davranmayı tercih ettim. "Ne istiyorsun Valentino?" "Vaktin var mı? Biraz konuşalım." "Konuşacak bir şey yok." Biraz yaklaşıp sessizce ekledim. "Eğer dün geceyle ilgili konuşacaksan hiç zahmet etme." Yüzüne bakmamaya özen gösteriyordum. "Bu yaptığımız çok yanlıştı. Bir daha tekrarlanmayacak." Ben ne kadar yüzüne bakmamak için çaba gösteriyorsam o tam tersi gözlerimin içine içine bakıyordu. "Evet, bence de yanlıştı. Özellikle boşalırken dişlerini omzuma geçirmen çok yanlıştı." Gözleriyle omzunu işaret ederek "Omzumdaki küçük diş izlerini ömrümün sonuna kadar saklamak isterdim." derken sevimli gülümsemesi yüzünü süslüyordu. Bir tane yumruk çakmak isterdim. Hayır, Lâl, sakın yapma. Aydın Hoca'nın gözü üzerinizde. Onun gözünde yeterince eski nişanlısına takıntılı bir psikopat gibi görünüyorsun, daha psikopat görünmek istemezsin. Sükûnetimi korumaya çalışarak "Siktir git, Valentino." dedim dişlerimin arasından. O ise rahatlığından ödün vermeden dik duruşunu sergiliyordu. Ve hâlâ elleri ceplerindeydi. "Her ateşli sevişmemizden sonra bunu unutmamızı rica ederek ilişkimize devam edeceksek işimiz var, Lâl Alsancak." Başını iki yana sallarken yalancı bir kınama ifadesiyle sayıklarcasına tekrarladı. "Sizinle çok işimiz var." "Sus, kapa çeneni Allah'ın cezası." dedim dişlerimin arasından. "Bir duyan olacak şimdi." Önünden geçip gittiğimde bir şey söylemedi ya da engel olmadı. Aksine, içinde bulunduğum durumdan son derece zevk alıyor gibi görünüyordu. Elleri ceplerinde kıs kıs gülüyordu. Yarım saat kadar sonra hastanenin toplantı odasında bir evrakımı unuttuğum için boş odaya girdim ve masayı karıştırdım. Mavi kaplı dosyayı bulduğumda aldım ve kapıdan çıkarken Aydın Hoca'ya beyaz önlüklü, uzun boylu bir adamla konuşurken rastladım. O da beni görür görmez el edip yanına çağırdı. Usulca yanlarına gittiğimde bakışları üzerimde olan adamdan Aydın Hoca'ya çevirdim bakışlarımı. "Merhaba, hocam." "Seni gördüğüme sevindim, Lâl. Ben de sizi tanıştırmak istiyordum, iyi denk geldi." Merakla karşımdaki adama baktığımda uzun boylu, buğday tenli, hafif sakallı bir adam tanışmak için hazır,bana bakıyordu. Şefkatli gözleri çok tanıdıktı. Baş işaretiyle karşılık verirken aynı sıcaklığı göstermeye çalıştım. "Lâl bu Turgay Gürman, hastanemizin yeni kalp ve damar cerrahisi uzmanı." Sıcak bir karşılamayla el sıkıştım. "Memnun oldum." "Ben de memnun oldum, Lâl." Sanki ağzını bu yeni kelimeye alıştırmak ister gibi söylemişti ismimi. Sonra ihtiyatla ekledi. "Lâl dememde bir sakınca var mı?" İki yana salladım başımı. "Yok, tabii ki." Aydın Hoca "Turgay Bey'i bizimle çalışması için zor ikna edeceğimi düşünmüştüm ama şaşırtıcı bir biçimde bizimle çalışmaya hazır gibi geldi." diyerek araya girdiğimizde bu adamın bana hissettirdiği o nostaljik hava dağılmıştı bir anda. Dudaklarım düz bir çizgi hâlini alırken başımı salladım misafirperver bir edayla. "Sizinle çalışmaktan mutluluk duyarız. Aramıza hoş geldiniz." "Hoş buldum, Lâl. Açıkçası ben de burada bir aile sıcaklığı bulacağımı umuyorum." Bu kısa ama anlamlı tanışmadan sonra yanlarından ayrıldım. Hastaneden çıkmak için biraz acele ettim ki tekrar Valentino'yla karşılaşmamak için. Onunla bir kez daha karşılaşıp o bilmiş tavrıyla yüz göz olursam o yakışıklı suratına bir tane yumruk yapıştıracaktım. Akşama doğru bizimkiler çıkmak için soyunma odasında üzerlerini değiştirirken ben de kapının önünde telefonumla oynayarak işlerinin bitmesini bekliyordum. Koridorda yürüyen Aydın Hoca beni görünce "Ah, Lâl merhaba. Sen hâlâ burada mıydın?" dedi ve tam karşımda durdu. Saygılı bir tebessümle karşılık verdim. "Bizimkilerin hazırlanmasını bekliyordum hocam." "Yarın geliyorsun değil mi?" "Pardon, nereye?" "Daha haftanın başında Zehra hemşireye söylemiştim, herkese duyuracaktı." Önemsiz bir detay gibi başını salladı. "Seni atlamış herhâlde." Meraklı bakışlarımı üzerinde hissetse de devam etti. "Valentino Riccardo, bu hafta sonu bizi şehirden uzak çiftlik evinde misafir ediyor. Yeni yatırımcılardan Doğan Bey de davetli. Hastanedeki nöbet listeleri, ameliyat tarihlerine göre bu hafta sonunun daha uygun olduğunu düşünmüş kendisi. Bize de davete icabet etmek gerekir değil mi?" Onay bekleyen bakışlarla bana bakan adama ay hayır hocam beni o deccalle bir daha yüz yüze getirmeyin diyemezdim elbette. Bu sadece benim iç sesimdi. Birkaç saniye öküzün trene baktığı gibi adamın suratına baktıktan sonra spontane bir yalan uydurup rol yeteneğimle bunu taçlandırmak zorunda kaldım. Aniden hafif öksürüklerle girdim söze. "Hocam, inanın gelmeyi çok isterdim ama ben biraz kırık hissediyorum kendimi. Galiba hasta olacağım. Sanırım katılamayacağım." Beni götümdeki boklu bezle tanıyan ihtiyar adam bu numaraları yer mi? Yemezdi elbette. Gözlüğünü burnunun ucuna getirip benimle göz teması kurdu ve kesin bir ifadeyle "Yarın bekliyorum." dedi. Cevap hakkı bırakmadan önümden geçip gitti. Maalesef ertesi gün, hafta sonumun en tatlı saatleri hepimiz gruplar hâlinde Valent'in gönderdiği arabalara binmiştik. Ne misafirperver adam değil mi? Çiftlik evine gideceğimiz için hepimiz spor giyinmiştik. Ben soluk krem rengi şişme yeleğimin altına V yaka çizgili kazağımı ve toprak rengi keten pantolonumu giymiştim. Altına da beyaz alelade bir spor ayakkabı. Arabada bizimkileri sessizce dişlerimi sıkarak "Bu organizasyondan benim niye haberim olmadı?" diye sıkıştırsam da herkesin bir bahanesi vardı. Ahmet "Ben Zehra hemşire söyler diye söylemedim." yanıtını verirken Evin sıranın kendisine geldiğini hissetmiş gibi baktı. "Valla Türkü'yle ben de dün öğrendik. Soyunma odasında Wendy söyledi." Türkü bir sonraki arabada olduğu için gözler Wendy'ye çevrildi. Topun kendisine atıldığını anlayan Wendy kendisine cevap hakkı doğduğu için atıldı. "Ben Ahmet çenesini tutamayıp söylemiştir diye düşündüm. Malûm, ağız ishali gibi hep konuşuyor." Bakışlarım ön koltuktaki Ahmet'den Evin'in yanındaki Giray'a çevrildi. "Giray?" O ise hiç inkâr etme gereği duymadan dürüstçe "Valla hiç kusura bakma kızım, ben senin gibi çaçaronla uğraşamam. Nasılsa bizimkiler söyler diye saldım öyle." deyiverdi. "Alacağınız olsun." diye söylenirken dikiz aynasından bana bakan Montrel'le gözlerimiz kesişti. Sevgili arkadaşlarımın beni nasıl satışa koyduğunu düşünüp hayıflanırken belli bir hukukumuz olan Montrel'in memnun bakışları daha da canımı sıkmıştı. Çiftlik evine geldiğimizde harika yeşil bir ortam bizi bekliyordu. Belki de buranın böyle yemyeşil görüneceği son günlerdi bugünler. En azından bu yıl için. Ahmet burayı görünce bayıldı. İpinden kurtulmuş keçiler gibi koşmaya başladı. Yeşillikler arasındaki süs havuzu, kurulmuş bir iki salıncak, atların olduğu kısım falan. Hepsi çok güzeldi. Valentino'yla daha önce buraya geldiğimizi hatırlamıyordum. Biz biraz daha şehre yakın olan evinde kalmıştık sanırım. Nasılsa onda ev çok. İnşallah batarsın da gelir ayaklarıma kapanır bedduan tuttu, ben ettim sen etme dersin Valentino Riccardo. Aman tövbe, tövbe. Belasını benden bulmasın. Hem beddua en çok sahibine zarar verir. Çok tövbe Allah'ım, anlık sinirle oldu. Aydın Hoca ve diğerleri arkamızdaki ve önümüzdeki diğer arabalardan indiklerinde kapıda tüm azametiyle bizleri karşılayan Valentino'yla selamlaştılar. Açıkçası yıllarını çalışmakla geçirmiş Aydın Hoca böyle yeşilliklerin içinde oldukça mutlu görünüyordu. Ve Valentino Riccardo. Yine tüm karizmasıyla karşımızdaydı. Bisiklet yaka siyah kazağının altında gri kot pantolonuyla ilk kez bu kadar spor giyimliydi. Ve ona çok yakışıyordu. Allah'ım, aklımı koru lütfen. Düşmanlarımı alt etmem için çok lazım çünkü. El sıkışarak içeri buyur ettiği insanlardan sonra sıra bana gelmişti. Elini uzattı yüzündeki imalı bakış ve çarpık gülüşle. "Hoş geldin, Lâl Alsancak." Baştan savma bir şekilde el sıkışırken göz göze gelmeden "He tamam hoş bulduk, hadi." dedim ve geçiştirir gibi koluna vurup içeri geçtim. Elimi kendinden emin bir biçimde sıktığı o kısacık anda bile yaydığı elektrik kalbimin atışını hızlandırıyordu, farkında değildi. Belki de farkındaydı. O yüzden bu kadar üstüme geliyordu. Temiz hava herkesin karnını acıktırmış olacaktı ki salonda kurulmuş olan mükellef sofraya çöktü millet. Ahmet ekstra yiyordu elbette. Hepimizin yerine. Ben yalnızca kahve makinasından bir kahve aldım. Bir şey yemeyi düşünmüyordum. Tam mutfaktan çıkıp salona geçecekken arkamı döndüğümde tezgâha yaslanmış adamla yüz yüze geldim. Ellerini kavuşturmuş beni seyrediyordu. "Hiçbir şey yemiyorsun." Dangalak. Sanki insanda yiyecek iştah bıraktın. Göz teması kurmadan karşılık verdim. "Aç değilim." İmalı bir ifadeyle ekledim. "Midemi bulandıranlar yüzünden iştahım kaçık." Yaslandığı tezgâhtan doğrulup bana doğru bir adım attı. "Gittiğimden beri zayıflamışsın." Alayla güldüm dudağımın kenarından. "Senin bu kendini önemsemelerin ne olacak ya Valentino Riccardo?" Ondan çekinmediğimi gösterir gibi bir adım da ben ona doğru attım. Ona meydan okudum. "Bu kendini fasulye gibi nimetten sanmalarını falan. Ha?" Memnun bir gülümsemeyle gözlerime bakarken hiçbir şey söylemedi. Yalnızca uzun uzun gözlerime bakmaya devam etti. Sağ eli saç uçlarımla izinsizce oynarken "Ah, mia bella... Bana öfke göstermen bile beni önemsediğini gösteriyor aslında." dediğinde geri çekildim. "Bana bak o eline koluna hâkim ol, kırıp bir tarafına sokmayayım şimdi." Onun etkisi altına girmeyi reddediyordum. Bu yüzden bana tensel bir temasta bulunmasını reddettim. Bu aksi tavrıma karşılık başını önüne eğip keyifle gülen adama el kol yaptım. "Ne sırıtıyorsun beşlik simit gibi?" "Sen ve şu ilginç deyimlerin... Espritüel zekânı özlemişim." "Daha özleyeceğin o kadar çok şey var ki." Sahte bir acıma ifadesiyle baktım. "Yazık. Acıyorum sana." Mutfak kapısına gelirken yarı yolda beni durdurup önüme geçti. Tam o an bedenimi duvara yasladığında salondaki masanın küçük de olsa bir kısmı tarafından görülebileceğimiz bir açıdaydık. Bu yüzden panik oldum. Valentino ise gayet sakin görünüyordu. Parmağı kalbimin hemen altını işaret etti. "Adım kalbinin üstünde olduğu sürece bu aşk bitmeyecek. Tıpkı benim kalbimde olan varlığın gibi." Anlamlı bakışlarından sıyrıldı gözlerim. Ona bakmayı reddettim. Etkisinden kurtulmak bu kadar kolay değildi belki ama en azından çaba gösteriyordum. Kendime, irademe karşı çıkıyordum. Hiçbir şey söylemeden mengene gibi saran vücudundan kurtulup salona attım kendimi. Herkes masada neşeli sohbetler ediyordu. Bizim mutfakta geçirdiğimiz süre zarfı içinde Doğan Bey ve kızı da gelmişlerdi. Adam beni görünce ayağa kalkıp umut dolu bir tebessümle yanıma geldi. Beyza kısa bir an bize baksa da istifini bozmadan oturduğu yerden başıyla selam verdi sadece. Doğan Bey bana doğru adım attığında "Lâl, merhaba. Seni burada görmek ne güzel." dedi cana yakın ve samimi bir ifadeyle. "Hoş geldiniz Doğan Bey, nasılsınız?" "İyiyim, sen?" "Ben de iyiyim, teşekkürler." Adamın duraksamadan bana bakması üzerine bu ayakta dikilme olayının uzayacağını düşündüm ve masayı gösterdim. "Buyurmaz mısınız?" Dalgınlıkla bana bakmayı kesen adam "Ah, tabii." diyerek masaya geçti. Önce sandalyemi çekti oturmam için. Sonra karşı çaprazımdaki yerini aldı. Yanında oturan kızı garip bir sorgulamayla ikimize baksa da önemsemedim. Kısa bir süre sonra ev sahibi de teşrif etti yanımıza. Masanın baş köşesinde ayakta dururken söze girdi. Konuşmaya hazırlanıp insanları susturmak için aksırıp tıksırmasına bile gerek kalmadı. Onun konuşmak üzere olduğunu gören herkes sessizleşti. Valentino Riccardo'nun insanlar üzerinde böyle bir etkisi vardı. "Öncelikle davetimi kabul edip güzel bir hafta sonu geçirmek için buraya gelmenize müteşekkirim. Hepinize teşekkür ederim." İmalı bir bakışla "Aranızda silah zoruyla gelenler olsa bile." diye eklemeyi ihmal etmedi. Masadan komik bir kıkırtı tufanı yükselse de herkes benden bahsedildiğini tam olarak bilmiyordu. Tahmin eden o tayfanın aksine. Ancak Valent'in espritüel yapısı, yüz ifadesi değişmeden komik şeyler söyleyebilmesi herkesi eğlendirmişe benziyordu. Doğan Bey'in kızının dikkatle Valent'e baktığını görüyordum, bu durum canımı da sıkıyordu ancak bir tepki vermemem gerektiğinin farkındaydım. Böyle hissetmemem gerektiğinin de. Yaptığım şeyler söylediklerimin tersi olmamalıydı. Kendime hâkim olmalıydım. Söylediğim şeylere tezat olmayacak şekilde davranmalıydım ki Valent Efendi'nin ekmeğine yağ sürmeyeyim. Bu yüzden yalnızca öfkeli bir biçimde soluyup Beyza'nın bakışlarına odaklanmamaya çalıştım. Valent'in konuşmasının ardından yemeklere devam edildi. Bir süre sonra Luigi ve Pietro da aramıza katıldı. Luigi ve Wendy arasındaki kaçamak bakışları yakalasam da görmemiş gibi yaptım. Hem kim bilir, benim için can sıkıcı görünen bu davet eski âşıkları yeniden bir araya getirebilirdi. Yemekler bitti, kahveler içildi derken herkes kendi havasındayken Beyza Luigi ve Pietro'yla sohbet eden Valent'in yanına yaklaştı. O sırada ben Aydın Hoca ve Doğan Bey'in koyu sohbetini dinlerken elimdeki sıcak çikolatayı yudumluyordum. Öte yandan onların konuşmalarına kulak kabartabilecek yakınlıktaydım. Beyza elindeki içkisiyle bizimkine yaklaştı ve "Ev sahibi olarak geniş bahçenizi bana gezdirmenizi isterim. Ve atlarınızı görmek." dedi. Bu flörtöz bir istek miydi yoksa öylesine vakit geçirmek için miydi bilmiyordum ama çok rahatsız olmuştum. Bu kadında farklı bir şey vardı. Valent'in etrafındaki diğer kadınlar gibi onun ağzının içine düşmüyordu. Taktiksel yaklaşıyordu. İçim sıkılmıştı. Burada olmamak için kırk takla atmıştım ama eğer gelmeseydim bu kadın malı götürecekti. Sakin ol Lâl, sakin ol. Şuan bir şey yapamazsın. Valentino'yla bir ilişkiniz yok. Onunla bir ilişkiniz yok, beni çıldırtmak mı istiyorsun sen? Sakin ol. Sakin kal. Sakın ola kendini rezil edecek bir hamlede bulunma. Eğer Isabella'dan kıskandığın günlerdeki gibi ağaçlara falan tırmanırsan buradaki bütün insanlara rezil olursun. Mevzuyu toparlayamazsın. Sakın. Valentino nezaketen de olsa isteksiz bir baş işaretiyle onayladı. Beyza'ya yol verdi ve bahçeye doğru ilerlediler. Allah'ım sen benim keçilerime mukayyet ol. Bir iki adım atsam da peşlerinden gidemeyeceğimin farkındaydım. Ne vasıfla gidecektim? Ya da hangi bahaneyle? Peşlerinden gitme isteğiyle ilerleyen adımlarımı durduran bu olmuştu. Oraya gidemezdim. Valentino'yu kıskanamazdım. O benim değildi. Bütün bunlar benim seçimimle olmuştu. Valent'e Rio'da geçirdiğimiz geceye ve balo tuvaletinde olanlara rağmen hiçbir şey olmadığımızı ben söylemiştim. Şimdi karşısına geçip hesap soramazdım. Onu takip edemezdim. Bunu yapamazdım. Ben tüm bunları düşünürken Doğan Bey yanıma geldi. Önce kapının dışına, bahçeye doğru baktı sonra da bana döndü. "Biraz hava almaya çıkalım mı Lâl, ne dersin? Bana eşlik etmek ister misin?" Aradığım fırsat hop diye kucağıma düşmüşken yapmam gerektiği gibi hızlı bir şekilde başımı salladım ve Doğan Bey'in tebessümüyle bahçeye çıktık. Doğan Bey bahçenin temiz havasını derin derin içine çekerken ben bizimkileri gözetliyordum. Diğer yandan Doğan Bey'in söylediklerine karşılık veriyordum. "Ne iyi oldu içeri tıkılıp kalmadığımız, değil mi?" "Hı hı, evet aynen öyle. İyi oldu gerçekten." "Buraya daha önce gelmiş miydin?" "Yok, hayır." Duraksayıp yanımdaki adama döndüm. "Hı? Ne?" Bilge bir yüz ifadesiyle gülümsedi adam. "Valentino'yla eskiden nişanlı olduğunuzu biliyorum." Sorduğu sorudan belliydi zaten. Sorgulamadım. Gazetelerden falan görmüş olabilirdi. "Valentino bahsetmişti." Sormama bile gerek kalmadan aldığım yanıtla başımı salladım. "Onunla ne zamandır tanışıyorsunuz?" "Çok olmadı." Duymak istediğim bir şey olduğunu sezmiş gibi ben sormadan söylemeye devam etti. "Ama senden sık sık bahseder." Kaşlarımı kaldırdım hayretle. "Ya." Şimdi bu sohbet ilgimi çekmişti işte. "Ne der mesela?" "Ne kadar dik başlı, hazırcevap ve mert olduğundan bahseder." Bunlar tahmin edilebilir şeylerdi. Şaşırmadım. "Haksızlıklar karşısında ne kadar cesur durduğundan." Şefkatli bakışlarıyla ekledi Doğan. "Sana gerçekten değer veriyor." Vurguladı "Hâlâ." diyerek. "Aranızda bitmemiş şeyler var. Yarım kalmış şeyler. Hissedebiliyorum. Seni anlatırken gözleri parlıyor. Heyecanlanıyor. Bir erkek yalnızca değer verdiği, âşık olduğu kadın hakkında konuşurken gözleri bu kadar heyecanla parlar." İçim yumuşacık olmuştu. Memnuniyetle tebessüm etmemek için kendimi zor tuttum. Sertliğimden ödün vermemek için, içimde ona ait olan öfkemin ateşini söndürmemek için dik durdum. "Ya, öyle mi? Peki, söyler misiniz, gerçekten âşık bir erkek sevdiği kadını düğün günü terk edebilir miymiş?" Doğan öylece suratıma baktı. "Buna ne diyeceksiniz?" Bir an şaşırsa da dudak büküp toparlamaya çalıştı. "Kendince sebepleri vardı belki. Sormak, dinlemek istemez miydin?" Karşılık vermeme gerek kalmadan arkamdan bir ses yükseldi. "Elbette kendimce geçerli bir sebebim vardı." Onun sesi. Arkama döndüğümde gözlerimin içine baktı. "Sevdiğim kadını korumak için gerekirse bin kere mutluluğumu feda ederim." Biz meydan okurcasına bakışırken Doğan Valent'in yanındaki kızıyla yalnızca göz teması kurarak anlaştı. Beyza isteksiz de olsa "Biz sizi yalnız bırakalım." diyen Doğan'ın peşine takıldı. Sonunda baş başa kalabilmiştik. Kozlarını paylaşmaya hazır iki kanlı bıçaklı düşman. Ve tutkularına karşı koyamayan iki âşık. Sonuçta işin içine aşk girince ikisi de aynı şeydi değil mi? Valent'in söyledikleri aklımda yankılandı bir kez daha. Ne derler bilirsin, melekleriniz anlaşırsa arkadaş olursunuz, şeytanlarınız anlaşırsa âşık. Demek ki Valentino'yla şeytanlarımız çok iyi anlaşmıştı. Gözleri üzerimde gezinirken bu göz temasına daha fazla dayanamamıştım. Sanki kim daha uzun gözlerini kırpmadan bakacak yarışı gibiydi ve sinir bozucuydu. "Ne bakıyorsun be öküzün trene baktığı gibi?" Kısa bir an güldükten sonra neşeli gülümsemesinin yerini yorgun bir tebessüm aldı. Dalıp gitti yüzüme. "Beni ne zaman anlamaya başlayacaksın? Seni kaybetmenin benim için dünyadaki en korkunç şey olduğunu. Seni korumak için yaptığımı." "Anlamayacağım, Valentino." Gözlerim ilk kez hesaplaşmaya bu kadar hazır görünüyordu. "Seni terk edip Miloradov'la evlenmek için gittiğim zamanı hatırlıyor musun? Nasıl öfkelenmiştin. Deli danalar gibi evi barkı yıkmıştın. Ben o an seni korumak için öyle bir karar vermiştim, Valentino." "Biliyorum." "Peki bu senin öfkeni dindirmiş miydi?" "Elbette çok öfkelendim. Seni kaybettiğimi sandım. Çok sonradan öğrenmiştim. Bilmiyordum. Ama sonunda öğrenince seni affetmiştim, hatırlıyor musun? Bunun geri dönüşü olmaz dediğim hâlde tüm söylediklerimi yutup affetmiştim seni." "Ben senin öldüğünü sandım! 2 sene ya! 2 sene!" Resmen olduğum yerde tepindim öfkeden. "Ya insan sevdiğine 2 yıl boyunca bir yalanı yaşatır mı? Ona bu kadar kıyar mı? Ben hastalığımı öğrendiğimde senden uzaklaşsaydım, seni terk etseydim-" "Saçmalama Lâl." İpin ucunu yakalamıştım. Ateşli bir öfkeyle heyecanlandım ve haykırdım. "Aynı şey!" "Aynı şey değil!" Sesinin yükseldiğini fark eden adam sakince yutkundu. "Aynı şey değil. Senin hastalığın beni öldürmezdi. Ama ben başımdaki belalara rağmen bencilce seni isteseydim bu seni öldürürdü anlıyor musun? Sen ölseydin ben diye bir şey de kalmazdı." Bana bir adım yaklaştı. Geri adım attım. "Uzak dur benden." "Anlamıyor musun? Sen yoksan ben de yokum. Beni hayatta tutan senin varlığın. Seni çıkarırsan benden geriye bir şey kalmaz. Senin için de geçerli bu." Bir adım attı yeniden. "Neden hâlâ uzak duruyorsun benden? Bu inat niye?" "Yaklaşma dedim Valentino." Geri adım attığımda boşluğa denk gelen ayağım burkuldu. Dudaklarımdan küçük bir çığlık koparken ve yere düşmek üzereyken atik bir şekilde kucaklayıp yakaladı beni adam. "İyi misin?" Burkulan ayağım çok acıyordu. Yüzümü ekşittim. "Ayağım. Of..." Beni kucaklayıp atların olduğu bölümün içine soktu. Oradaki odadan içeri girdiğimizde eski deri bir koltuğa oturttu beni. Ayakkabımı çıkardı ve çorabımı soydu. Burkulan ayak bileğime baktı. Dokunmaya çalışsa da acı dolu inleyişim yüzünden geri çekildi. "Şişecek gibi duruyor." Etrafına bakındığında "Buralarda bir ecza dolabı olmalı." "Ecza dolabını ne yapacaksın Valentino? Vuruldum mu ben? Pansuman mı yapacaksın?" Gözlerimi devirdim. "Hey Allah'ım ya." "Bir kere olsun inatçı bir keçi gibi davranmayı keser misin?" Ecza dolabını buldu ve içinden bir şeyler çıkarıp yeniden bana doğru yürüdü. Önümde diz çöküp elindeki kremi gösterdi. "Bu acını hafifletir. Ve umarım ki şişliği de indirir." Nazikçe tuttuğu bileğime tüm oflayıp puflamalarıma rağmen kremi usulca sürdü. Bir bebeğe davranır gibi nazik ve özenli davranıyordu tenime. Her zaman olduğu gibi. Küçük bir sargı beziyle incecik sardı. "İşte oldu." Yüzü yeniden bana döndüğünde bakıştık. Gözlerimiz gibi dudaklarımız da yakınlaştı birbirine. O anın büyüsüyle duygularıma gem vurmayı düşünemedim. Ta ki dudaklarımız birbirine değene kadar. Saniyeler içinde geri çekildim. "İçeri dönsek iyi olacak. İkimiz birden kaybolduk diye Ahmetler falan şimdi yerli yersiz düşüncelere kapılabilirler." Dudakları kıvrılan adam çapkınca sordu. "Seni burada sıkıştırıp sana sahip olduğumu düşünebilirler mi demek istiyorsun?" Biraz daha yaklaştı. "Ya da burada ikimizin de isteği dâhilinde tutkulu günah dakikaları geçirdiğimizi mi düşünürler diyorsun?" Sorgular gibi gözlerini kıstı. "Hangisi daha kötü acaba? Benimle isteğinle birlikte olduğun zaman kendini suçluyorsun. Ama isteğin dışında birlikte olursan öfkeleneceğin tek kişi ben olurum. Sen de içten içe böyle mi olsun istiyorsun?" Aslında içimdeki gelgitlerle ilgili çok doğru bir noktaya parmak basmıştı ama yüz bulmaması için belli etmedim. "Pis pis konuşma be." Benim hafif utangaç ve azarlayan öfkeli hâlime güldükten sonra alev alev yanan yanaklarıma baktı. Gülüşü daha tatlı bir hâl aldı. Bense bunu görmemek için başımı çevirdim. Meraklı bakışları bileğime odaklandı. "Yürüyebilecek misin?" "Yürürüm, niye yürüyemeyeyim?" Burun kıvırıp çemkirmeye tam gaz devam. "Allah bir ayak daha vermiş, nedir yani?" Bunu söylememin üzerinden saniyeler geçmemişti ki ayağa kalktığımda yeniden yeri boylamama ramak kala Valentino beni tutup memnuniyetle kucakladı. Burun buruna geldiğimizde yüzümü geri çektim. Hâlâ bakışları üzerimde dolanan adam "Anlaşıldı." diyerek nazikçe bedenimi kavradı yeniden. Davetlilerin yanına Valentino'nun kucağında döndüğümüzde herkes önce bir şaşırdı. Durumu açıklayınca da geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Ama Ahmet bu, durur mu? Yaptı yine biz bize kaldığımızda zevzekliğini. "Valentino Riccardo bizim keçiyi böyle kucağında içeri sokunca diyorum... Şey gibi olmadı mı ya? Hani evlenince damat gelini eşikten geçirir ya." "Geri zekâlı geri zekâlı konuşma Ahmet. Vallahi çarpacağım ağzına iki tane." "Aman tamam be. Zaten size de bir şey söylemeye gelmiyor. Hemen bir tehdit, bir şiddet." O gün keyifli geçmişti. Her şeye rağmen. Valentino'yla kavga etmemize, onu kıskanmama, ayağımı incitmeme rağmen güzeldi. Belki de uzun zamandır geçirdiğim en keyifli zamanlardı. Kendime itiraf etmeliydim ki onun yanındayken günlerim güzel geçiyordu. Onunla kavga edip didişmek bile bir yaşam belirtisiydi. Hatta aramızda savaşa benzer bu şey... İkimizin içindeki tutkuyu alevlendiriyordu bile diyebilirim. Garip bir şekilde hafta sonu bitip gittiğinde bile o dakikaları aklımdan atamadım. Pazartesi günü hastaneye geldiğimdeyse Valentino'yu göremedim. Aradığımı belli etmesem de gözlerim onu arıyordu. Bu bana eski günlerde masayı hazırlayıp onu pencerelerde bekleyişimi hatırlatıyordu. Onu bahçede gördüğümde kapıdan hızla koşup kucağına atladığım günleri. Ne güzel günlerdi. Öğle tatilinde yemek yemedim. Yemekhanede bugün mercimek çorbası çıkmıştı. Sadece onu içtim. Yiyecek pek iştahım yoktu. Aklım da hâlâ biraz Valent'deydi. Kimseye itiraf etmiyordum ama en azından kendime itiraf etmeliydim ki onu düşünmediğim tek bir an bile olmuyordu. Asansörden inip kapıdan çıktığımda hastanenin çıkışında büyük lüks bir araba durdu. Kliniğe doğru arkam arabaya dönük şekilde yürürken kısa bir an merakla arkamı döndüğümde arabadan sarışın bir kadın indi. Arkası dönük olduğu için kim olduğunu göremedim ama kapı girişindeki Valentino'nun yolunu kestiğinde merak kesildim. Yüzünü adama doğru döndüğünde bunun Zita olduğunu anlamam çok sürmedi. Sarı şeytan. Yine ne işi vardı acaba burada? Bumerang gibi kadın ya, atıyorsun geri geliyor. Bunca yaşanan olaydan sonra gurursuz bir şekilde nasıl buraya, Valentino'nun yanına gelebiliyordu? Hiç utanması da mı yoktu? Asıl Valentino nasıl hâlâ etrafında dolaşmasına izin verebiliyordu? Yine şu aile toplantıları zımbırtısı mıydı? Tamam, en çok dünyayı siz kurtaracaksınız tamam. Dişlerimi sıkarak arkama dönüp kliniğe girdim. Aklımda kalan son görüntüleri Valent'in ifadesiz bir yüzle o sarı şeytanı dinleyişinden ibaretti. Ne konuşuyorlardı acaba? Zita'nın ne işi vardı burada? Ve Valent nasıl oluyordu da bunca olaydan sonra Zita'yı yanına yaklaştırıyordu? Anlamak mümkün değildi ancak öfkeme engel olamıyordum. Zita denen o kadını elime bir geçirirsem... Açıkçası neler yapabileceğimi ben bile kestiremiyordum. Elimde kalabilirdi bu kadın. Klinikteki odamda bir müddet masada oturup düşünceli bir biçimde tırnaklarımı yedim. Gidip Valent'e soramayacağıma göre burada sinirden kudurmak zorundaydım. Şimdi gidip o uyuz herifi havaya sokamazdım. Kapı çaldı ve içeri yaramaz çocuklar gibi temkinli bir şekilde Ahmet, Wendy ve Giray girdi. Wendy gözleri pörtlemiş bir biçimde bana bakıyordu. "Kızım, bir haberim var sana, olaaaay!" Bezginlikle gözlerimi devirdim. Vereceği haberi az çok tahmin edebiliyordum. "Gördüm Wendy, haberim var." "İkimiz de aynı haberden bahsediyoruz değil mi? Sarı çıyandan?" Onaylayarak başımı salladım. "Evet, Valent'in el çantası Zita gelmiş, gördüm Wendy. Gelir gelmez Valent'in yanında yılış yılış." İstemsiz de olsa yüzüm ekşimişti. Giray "Yalnız kıskanmakta haklısın." derken beğenisini gizlemiyordu. "Kadın taş!" Wendy hızla başını aşağı yukarı sallarken "He taş, taş! Ama kaldırım taşı!" derken benden çok nefret kusuyordu. Çünkü yaşadıklarımın en yakın şahidiydi. Ahmet ortamı yumuşatmak ister gibi "Ha minicik kaldırım taşı pırlantaya mı karşı diyorsun yani." derken gevşek tavrını koruyordu. Benim tepkimden çekindiği için dürüstçe ekledi Giray. "Yani kusura bakma, güzele de güzel derim Lâl." Ben umursamazca oflayarak "Aman ne dersen de ya, bana ne." derken bu sözler benden çok Wendy'ye dokunmuş gibiydi. "Giraycığım sen her gördüğün güzeli güzel sanma! Sonuçta onun ne kadar botoks yaptırdığını bilemeyiz. Benim arkadaşım doğal güzel, doğal! Natural!" Gözlerini devirdi memnuniyetsizce. "Tabii siz erkeklerin ne kadar umurunda orası tartışılır." Giray umursamazca omuz silkti. "Bana ne kardeşim, ben üzümü yerim bağını da sormam. Kadın güzel olsun da ister estetik yaptırsın ister doğal güzel olsun, beni ilgilendirmez." Kısa bir an düşündükten sonra bir abinin kız kardeşine takılmasını andıran ifadesiyle bana dönen Ahmet "Ya merak ediyorum, böyle sülün gibi sarışın karısı varken senin gibi çirkin ördek yavrusunun peşine niye düştü bu adam? Anlamadım." dedi. Masanın üstündeki bibloyu kaptığım gibi Ahmet'e fırlatmakla tehdit ettim. "Bak Ahmet sabrımın sınırındayım, öldürtme kendini bana!" Giray aramıza girerken Wendy merakla kaşlarını çatıp bana döndü. "Ne istiyormuş o sinsi su yılanı?" "Bilmiyorum." Ani bir kararla yerimden kalktım. "Ama öğreneceğim." Ben tam kapıya yürürken Wendy telaşla ellerime kapandı. "Yapma kardeşim, yapma bak daha çok gençsin! O şıllığı adam yerine koyup hapse atarlar seni! Ben hapishaneye temiz iç çamaşırı getiremem." "Ne saçmalıyorsun Wendy, bırak kolumu." Ceketimin yakalarını düzelttim. "İnsan gibi konuşacağım." Wendy hariç diğerlerini geride bırakıp klinikten çıktım ve hastaneye giriş yaptım. Wendy hâlâ beni takip ediyordu çünkü. Zita'ya bir şey yapabileceğimden korkuyordu ki yapabilirdim de. Neyse ki Zita denen o kadını nerede bulacağımı az çok tahmin ediyordum. Valent'in odasının olduğu kata çıktım. Asansörden indikten sonra Wendy'le koridorda yürümeye başladık. Zehra hemşire elinde kahve tepsisiyle Valent'in odasına doğru yürüyordu. Keyifli ve sinsi bir tebessümle Wendy'ye döndüm. "Şu Zita'ya bir yeni çekelim mi?" Ne demek istediğimi anlayan Wendy aynı sinsi gülüşle karşılık verdi ve başını salladı. Zehra'yı durdurdum ve "Şunlara kahve götürmek senin görevin mi?" diye aksi aksi söylendikten sonra asıl konuya gelip sordum. "Hangi kahve Zita'nın?" Zehra'nın gösterdiği kahve fincanını elime aldım ve "Bunun köpüğü az olmuş." dedim sakince. Sinirimi çıkarmak için yeterli olmasa da tükürdüm fincanına. "Şimdi oldu." Fincanı Zehra'ya iade ederken Wendy'le bakışıp gülüştük. Zehra şok olmuş bir biçimde bana bakarken "Ne yani, bunu böyle götüreyim mi?" diye sordu saf saf. Wendy'yle ben sanki sözleşmişiz gibi aynı anda başımızı sallarken "Aynen aynen, böyle götür. Vitamini köpüğünde zaten." dedim umarsızca. Zehra'nın önümüzden gidişini izledim. Koridorda ilerlemeye devam ettim tüm cesaretimle. Luigi ve Pietro koridorun ucunda karşılıklı konuşuyorlardı. Beni görünce toparlandılar. Bakışları bende kilitlenmişti. Herhâlde Zita'nın geldiğini bilmediğimi sanıyorlardı. Ve tetiktelerdi. Pietro odanın önüne gelmeme fırsat kalmadan "Hoş geldin, Lâl nasılsın? Valentino bir toplantıda, ben geldiğini haber vereyim..." dedi ancak ne kadar soğukkanlı davranmaya çalışsa da onu tanıdığım için gerginliğini sezebiliyordum. İfadesizce baktım suratına. "Eski karısıyla toplantıda olduğunu biliyorum, Pietro. Kasma." Beni durdurmalarına fırsat vermeden kapıyı çalmaksızın içeri daldım. Valentino ve Zita karşılıklı oturmuş konuşuyorlardı. Ne konuşuyorlarsa. Sinirlerime hâkim olmaya çalıştım. "Rahatsız etmiyorumdur umarım." Zita keyifli bir biçimde bana bakarken öfkemi gösterip ekmeğine yağ sürmeyecektim. Kahvesini keyifle yudumlayışını izledim. Az önce tükürdüğüm kahvesini. Umursamaz bir tebessümle kollarımı kavuşturdum. "Görüşmeyeli nasılsın Zita? Bu defa hangi bahaneyle Valentino'ya sürtünmeye geldin?" Oturduğu yerden kalkan kadının tavrı cüretkârdı. "Biz iş yapıyoruz tatlım. Ailelerimiz iş yapıyor." İmalı bir bakış attı. "Kişisel kaprislerle hareket edemeyeceğimiz kadar büyük şirketler yönetiyoruz." Valentino bana bakarken "Zita bizi yalnız bırakır mısın?" diyerek çıkmasını işaret etti. "Tabii, toplantımıza daha sonra devam ederiz." Gürültülü topuklu ayakkabılarıyla odayı terk ederken attığı çalım, kafasını duvara sürtme ihtiyacı uyandırıyordu bende. Gözlerimiz birbirinden ayrılmazken benim bakışlarım meydan okur gibiydi. "Bu mudur yani?" "Anlamadım." "Beni öfkelendirmek için Zita'yı mı kullanıyorsun?" "Lâl, elbette hayır. Onu buraya ben çağırmadım." "Sen zaten kimseyi çağırmıyorsun ki Valentino, hep onlar geliyor. Etrafın çağırmadığın kadınlarla dolu farkında mısın?" İmalı bir bakışla ekledim. "Bunun karizmatik göründüğünü mü sanıyorsun?" "Hayır." "Aksine, bu itici." Yüzündeki ifadesizliği bozmadan gözlerime bakan adam "Senin için itiraf etmek neden bu kadar zor?" diye sordu. "Neyi?" "Beni kıskandığını." Ellerini ceplerinden çıkaran adam bana doğru bir adım attı. "Ben açıkça söylüyorum işte. Miloradov'la olan yakınlığınızdan rahatsızım. Onu yanında görmeye tahammülüm yok. Senin için bunu söylemek neden bu kadar zor?" "Valentino, aynı şey değil!" Sabrım taşmış bir şekilde "De-ğil!" diye heceledim. "Neden anlamıyorsun? Zita'yla aramızdaki şey son derece şahsi! Bütün o olanları ben tek başıma mı yaşadım? Yanımda yok muydun? Görmedin mi? Haberin yokmuş gibi davranma!" Bana yaklaştı ve yumuşakça kollarımdan tutup omuzlarımı sıvazladı. "Bak Lâl, hassasiyetini anlıyorum. Son derece haklısın. Ama sana açıklayamadığım şeyler var. Biraz-" "Ben açıklama istemiyorum, Valentino. Mümkünse artık benden uzak durmanı istiyorum. Uzantılarını da al, çık git hayatımdan." Ellerimi iki yana açtım çaresizce. "Ya sen yeniden hayatıma girmeden önce ben ne kadar huzurluydum!" Açıklamalarından da çevirdiği gizli dolaplardan da sıkılmıştım artık. Yüzündeki ifadesizlikle burun buruna geldiğimde yaşadıklarıma sadece ben üzülmüşüm gibi hissettirmişti. Kapıya doğru yürürken yolumu kesen adamın gözlerinin içine baktım cesurca. "Senden nefret ediyorum." Aynı dürüstlükle gözlerime bakarken bir adım daha yaklaştı bana. "Ve beni seviyorsun." Ziyadesiyle yakındık artık. İnkâr edemiyordum. Seviyordum. Bu benim için aşağılayıcı hatta belki utanılacak bir şey gibiydi. Bu yüzden kendime öfkeliydim. Hiçbir şey söylemeden odadan çıkarken "Sakın peşimden geleyim deme." diye ikaz etmeyi de ihmal etmedim. Odadan çıktığımda garip bir öfke vardı içimde. Her zamanki gibi kırgın değil, patlamak üzere olan bir volkan gibi. Ama iyi olmuştu bu. Tam aramızdaki buzlar benden bağımsız erimek üzereyken öfkemi yeniden harlamıştı. Güzel olmuştu. İçimde alev alev yanan öfke dinmeyecekti. Dinmesine izin vermeyecektim. Son danışanımın ardından geniş bir vaktim olduğu için dışarı kahve içmeye çıkayım dedim. Otoparktan arabamı çıkardıktan sonra hastanenin önünde onun arabasıyla karşılaştık. Valentino Riccardo. Köprüde karşılaşan iki inatçı keçi gibiydik. Beni bile isteye öfkelendiren, hayatıma bir doğal afet gibi elini kolunu sallayarak giren ve hesap vermeyen Valentino Riccardo. Bir saniye bile tereddüt etmeden içinde o varken geri geri gidip ona çarptım. Tekrar ileri geldim ve yine çarptım. Bir kez daha. Bu kez daha sert şekilde. Sonra hiçbir şey olmamış gibi diğer yana gidip profesyonel manevralarla hastanenin arka kapısından çıktım. Hastanenin yakınlarındaki kafeye doğru giderken ışıklarda onun arabasıyla karşılaştık yeniden. Beni takip ediyordu. İstifimi bozmadım ve gideceğim yere doğru ilerlemeye devam ettim. Onu umursamamak, ona verebileceğim en iyi cevaptı. Sakin bir yolda giderken yolumu kesti. Bunu beklemiyordum. Beni neden takip ettiğine de anlam verememiştim. Derdi neydi ki? Niko'ya gidip gitmediğimi mi merak ediyordu? Yolumu kesen arabadan aşağı Valentino Riccardo indiğinde bir korkak gibi sinmeyi reddettim ve aynı cesaretle ben de arabadan indim. Dik duruşum ve mağrur bakışımla altta kalmaya niyetim yoktu. "Ne o, araban için tutanak mı tutacağız? Nedir yani?" Keyifle dudakları kıvrılan adam "Bu ay içinde zarar verdiğin ikinci arabam. Beni batırmak için bir girişimse eğer bunu birkaç düzine daha tekrarlaman gerekebilir." derken rahatlığından ödün vermiyordu. Ukalâ pislik seni. Hiçbir şekilde öfkelenmemesi beni kızdırıyordu. "Ne istiyorsun Valentino?" "Seninle bir anlaşma yapmak istiyorum. Bir teklifim var." "Ne anlaşması?" "Başkan'a karşı sen ve ben." Kısa bir an adamın suratına baktığımda "Ne saçmalıyorsun Valentino, çekil git şuradan." diyerek önünden geçip gittim. Onun benim iş birliğime ihtiyacı yoktu ki. O Başkan'ı serçe parmağıyla bile bitirebilirdi. Neden hâlâ bunu yapmadığıysa merak konusuydu. Eskiden benim için yapmıyordu, tamam ama şimdi? Sağlam bir planı olduğu kesindi. Ama ben o plana dâhil olmaya niyetli değildim. İkisinin arasındaki savaşa girmeyecektim çünkü benim Başkan'la savaşım kişiseldi. Ben yanından geçip giderken "Başkan diğer hissedarların hisselerini satın almak için ikna etmeye çalışıyor." diyerek durdurdu beni. "Güç toplayıp yeniden saldırmayı amaçlıyor." Duraksayıp ona döndüm. Bu çok saçmaydı. "Saçmalama. Hastanenin %51'lik hissesi zaten sende. Ne yapabilir ki?" Ellerini ceplerine sokarak omuzları gerilen adam kaşlarını kaldırdı. "Sinek de küçüktür ama mide bulandırır." "Benden ne istiyorsun?" Telefonuma mesaj geldi. Aydın Hoca'ydı bu. Toplantı düzenlediklerini ve gelmem gerektiğini yazıyordu. Az önceki mesajdan haberdar bir biçimde telefonumu işaret etti adam. "İşbirliği." Anlayamadığımı belli eden bakışlarımla kaşlarımı çattım. "Sen bu hastanenin küçük hissedarı değil misin?" "Benim kuş kadar hisseme mi kaldın Allah aşkına Valentino?" Alayla gülerken gözlerimi devirdim. "Savaşınıza beni dâhil etmeyin. Kozlarınızı baş başa paylaşın." Yüzümdeki ifadeyi ölçüp tartmaya çalışırken "Benimle işbirliğini kabul etmiyorsun yani." diyerek doğruladı sözlerimi. Benimse ondan saklayacak bir şeyim yoktu. Dürüstçe gözlerine baktım. "Sana güvenmiyorum." Eski karısıyla dip dibe olan birine neden güvenecekmişim ki? Telefonum çaldığında arabaya binmek üzereydim. Yakınımdaki Valentino'nun gözü de hâlâ bendeydi. Telefon ekranına baktığımda arayan Niko'ydu. Bekletmeden yanıtladım. "Alo." "Lâl, müsait misin?" Göz ucuyla Valent'e baktıktan sonra "Sayılır." diye yanıtladım. "Bir şey mi var?" "Kutu ve telefonu gönderen kişiyle ilgili bir gelişme var. Acilen görüşmemiz gerek." "Tamam. Benim şimdi katılmam gereken bir toplantı var. Toplantı bitsin, yanına geleceğim." Telefonu kapattığımda suratıma merakla bakan ve çenesi kasılmış adama arkamı dönüp arabaya bindim. Bu zamansız toplantının neden düzenlendiğini anlayamasam da denilene uydum. Hastane kapısından Valentino'yla yan yana girerken onu tanımıyormuş gibi önünden geçip gittim. Ancak ne yazık ki bu havalı tavırlarım uzun sürmedi. Toplantı odasına çıkmak için girdiğim asansöre Valent de girdi peşimden. Gözlerimi devirerek başımı ters yöne çevirsem de asansör aynasından adamın keyifle tebessüm ettiğini görüp sinir oldum. Toplantı odasına çıktığımızda herkes toplanmış bizi bekliyordu. Başkan başköşede ayakta dururken bizi göz hapsine tutmuştu. Aydın Hoca'nın önderliğinde toplantı başladığında "Şerif Bey'in hastane yönetimindeki haklarıyla ilgili bir duyurusu için toplandık buraya." dedi adam. Bunu bekliyormuş gibi masanın başında duran Başkan keyifle söze girdi. "Hastanenin diğer hissedarların büyük bir kısmının hisselerini bana devrettiklerini duyurmakla başlamak isterim." Keyfim kaçmıştı. Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Valentino'nun söylediklerinin bir bir çıkması da cabasıydı. Ancak duyacağımız kötü haberler bununla kalmamıştı belli ki. "Ve bir haberim var." Balo gecesindeki korku dolu adam yoktu karşımda. Tüm özgüveniyle bize meydan okuyordu. "Hisselerimin tamamını yönetip temsil etmesi için aramıza yeni biri katılıyor. Bu çok güvenilir ve görevini hakkıyla yerine getireceğine emin olduğum biri. Ona kendimden bile fazla güveniyorum diyebilirim." Kısa bir süre sonra kapı açıldığında içeri rüzgârıyla o girdi. Hortlak görmüşüm gibi olduğum yerde irkilirken nefesim kesildi. O ise hiçbir şey olmamış gibi yalpalayarak içeri girdi. Yüzünde her zamanki şeytanî gülümsemesi hâkimdi. "Bekletmedim umarım." Sol ayağı robotik hareketlerle ilerlerken gördüğüm şeyin kötü bir kâbus olmasını diledim. Vural Sezer. Çocukluğumun, gençliğimin ölümsüz korkulu rüyası. Öldü sanırken yeniden karşıma çıkan hortlağı. Bana yaklaştı. Herkes aralarında konuşurken Vural kulağıma eğildi ve kinle fısıldadı. "Nerede kalmıştık?" ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |