Yeni Üyelik
26.
Bölüm

☾ Rio'da Bir Gece | 24

@buzlarkralicesi

-24-

❝Lâl❞

Artık daha güçlü hissediyordum. Günday ailesinin bana dayattığı o düğünden kaçtığımda olduğu gibi çelikten zırh giymişlik hissi içimde uyanmıştı yeniden. Başkan'la Vural'a karşı Valentino Riccardo ve ben. Kan gövdeyi götürecek çekişmeli bir savaş. Ve içimde bir gram korku yoktu. Aksine, inanılmaz bir özgüvenle dolmuştum.

Öğleden önce birkaç seansını ekip gelmeyen Sezin Hanım sürpriz bir şekilde geldi. Bunu beklemiyordum çünkü her seferinde arayıp randevu alıyor, sonra da çeşitli sebeplerden gelmiyordu.

Orta boylu, siyah, kahküllü saçı ve gözündeki güneş gözlüğüyle geldi ve karşıma oturdu. Son görüştüğümüzden beri biraz daha çökmüş gördüm onu. Nedenini merak etsem de ilk etapta üstüne gitmemeye karar verdim.

Anlayışlı bir tebessümle "Sizi gördüğüme sevindim, geleceğinizi düşünmemiştim. Hoş geldiniz, Sezin Hanım." dedim.

Usulca başını sallayarak "Hoş buldum." dedi tatsız bir ses tonuyla. Utangaç bir edayla gözlüğünü çıkardığında ağlamaktan gözlerinin kızarıp şiştiğini gördüm. Zaten bir kadın başka neden buraya kadar gözünde güneş gözlüğüyle gelirdi ki?

"Nasılsınız?"

"Hiç iyi değilim, Lâl Hanım. Benim evime öyle bir ateş düştü ki..."

Merakla anlatacaklarını beklesem de karşımdaki kadının güçsüz hıçkırıklarının arasından bir şeyler söyleyecek hâli yok gibiydi.

Kendini biraz toparladığında "Buraya bir süredir gelemiyordum. Çünkü o gücü kendimde bulamadım." derken yutkundu.

"Sizi bu kadar üzen şey nedir?" Güven veren bir ifadeyle ısrar ettim. "Anlatın bana."

Sezin Hanım modern giyimli, batılı aileden gelen bir iş kadınıydı. Yanlış hatırlamıyorsam ailesinin tekstil şirketinin başındaydı. Yani öyle birine muhtaç olacak türden biri değildi. Ancak evlendiği adamın ailesi tam tersi bir aileydi. Sezin Hanım'ın anlattığı kadarıyla daha geleneksel bir aileye mensuptu kocası. Bu yüzden sık sık kavga etseler de Sezin Hanım kocasını seviyordu. Ona âşıktı. Şimdi onu bu kadar üzen, evime ateş düştü dedirten şeyi daha çok merak etmiştim. Masamdaki peçete kutusunu uzattım. Bir tane alıp önce ıslanmış gözlerini sildi, sonra da burnunu. Biraz sakinleşmesini bekledim.

Yüzü durgun su gibi donuk bir hâl aldığında gözlerime baktı kadın. "Kocam beni aldatıyor, Lâl Hanım." Meraklı bakışlarımın ardından ekledi. "Muhtemelen sosyeteden biriyle."

Anlamayan bakışlarla "Siz... Emin misiniz? Bunu nereden anladınız?" gibi sorular sordum. Sezin Hanım'ın paranoyak biri olduğunu düşünmüyordum ama kocasına karşı bağımlılık derecesinde bir aşk beslediğini biliyordum. Bu bana biraz tanıdık bir semptom gibi geldi. Valent'e olan bağımlılığım gibi tanıdık.

Çantasından çıkardığı bir kibrit kutusunu masaya koyup bana doğru itti. "Ceketinin iç cebinde bunu buldum. Club Rio yazıyor. Diğer tarafında da Rio Hotel yazıyor."

Kibrit kutusunu elime alıp inceledim. Janjanlı, italik yazılarla bir yüzünde Club Rio, diğer yüzünde Rio Hotel yazıyordu. Valent'in yeri. Elbette bunu danışanımla paylaşmayı düşünmüyordum. Kutuyu açtığımda uçları mor kibritler vardı. Kapatıp Sezin Hanım'a uzattım. "Tek kanıtınız bu mu? Yani... Emin misiniz bir ihanet söz konusu olduğuna?" Aslında bu bile benim için bir ihaneti belgeleyebilirdi ama bir açıklaması olabileceğini de göz ardı etmemek lazımdı. Sonuçta bir adam sırf kulübe, otele gitti diye karısını aldatmış sayılmazdı değil mi? Kendini kandırma, Lâl. Yüzde yüz değilse bile yüzde doksan aldatıyordur.

Üzgün bir ifadeyle başını salladı kadın. "Eminim. Ve tek kanıtım bu da değil. Ceketi pahalı bir kadın parfümü kokuyordu. Ve nereye gittiğini sorduğumda bana ters cevaplar verdi. Yalan olduğu çok belli olan cevaplar."

"Sosyeteden olduğunu nereden çıkardınız?"

"Kafamda bazı şüpheler vardı diyelim. Bazı adaylar."

İrdelemedim. Sonuçta kesin olmayan bir tahmindi bu. Aday değil de adaylar dediğine göre. Ellerimi masanın üzerinde birleştirirken dudaklarım düz bir çizgi hâlini aldı. "Peki, bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz?"

Az önceki üzgün hâlinden eser kalmayan kadın, öfkeli bakışlarıyla gözlerime baktı. "O kadını bulacağım." İntikam yemini eder gibiydi bakışları.

Bakışlarındaki kararlılık kor gibi yakıcı olsa da o kadını bulmanın Sezin Hanım'a huzur getireceğini düşünmüyordum. Sonuçta bir erkek karısını aldatmak istiyorsa onu durduramazdınız.

Sezin Hanım'ı uğurladıktan yarım saat sonra kapım çaldı ve içeri Şebboy girdi. "Lâl Hanım, ablanız sizinle görüşmek istiyor."

Şaşırmıştım. Zuhal buraya gelmişti ve benimle görüşmek istiyordu. Neden? O beni sevmezdi, ben de onu. Buraya gelmesine bir anlam veremesem de onaylarcasına başımı salladım. "Buyursun, gelsin."

Kısa bir süre sonra içeri Zuhal girdiğinde "Hoş geldin." dedim yalnızca. O da selamımı baş işaretiyle sessizce kabul etti. "Ne içersin?" diye sorduğumda başını iki yana salladı.

"Bir şey içmeyeceğim. Seninle önemli bir konuda konuşmaya geldim."

"Seni dinliyorum."

Karşıma oturan kadın, gözaltları çökmüş, oldukça uykusuz görünüyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. "Ne olursa olsun bu işin peşini bırakmayacaksın, değil mi?" Yüzünde pes etmiş bir ifade saklıydı.

Sanırım Başkan'la olan savaşımdan bahsediyor olmalıydı. "Bu savaş ancak ben öldüğümde biter, abla. Anla bunu artık. Kanımın son damlasına kadar savaşacağım."

"Sevdiklerini kaybetme pahasına bile mi?

"Canım pahasına."

Etrafına bakınan kadın hayati bir karar alıyormuş gibi iç geçirdi. "O zaman ben de varım."

Duyduklarımla şaşkına döndüm ama hemen inanma gafletinde bulunmadım. Neden bunca yıl sonra aniden beklenmedik bir biçimde bana yardım etmek istiyordu ki? Bu çok şüphe uyandırıcı değil miydi? "Sen... Ne dediğinin farkında mısın?"

Evet der gibi başını salladı. "Kaç gecedir düşünüyorum. Bu zamana kadar sustum. Önce güç için. Öldüğünde Başkan'a ait bütün bu güç bir miras gibi bana kalacağı için sustum. Ama artık sonuna geldiğimizin farkındayım. Kötülük dozunun arttığının da." Titreyen ellerini birbirine bastırdı karşımda güçlü durmaya çalışırcasına. "Sonra ailemi korumak için sustum. Kocamı, çocuklarımı korumak için..." İlk kez onu karşımda bu kadar dürüst bir biçimde gördüğüm için şaşkındım. "Ama artık susmak istemiyorum, Lâl." Acınası sayılabilecek bir gülüşle devam etti. "Şaşırtıcı gelecek belki ama bu hayatta senden de bir şeyler öğrenmek varmış. Dayanacak hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar cesur olman takdire şayan. Başta bu bana aptallık gibi gelse de senin gayretin, çaban... Belki de bana bir umut ışığı oldu." Yutkundu ve ciddi, kararlı bir hâl aldı yüzü. "Sana yardım etmek istiyorum ama bir şartım var."

Hâlâ samimiyetine inanmasam da "Neymiş şartın?" diye sordum meraktan.

"Ailemi, çocuklarımı geri istiyorum."

"İyi de ben çocuklarını elinden almadım ki, git evinde gör."

"Işık sana anne diyor, Lâl." İkimizin de bildiği bir gerçeği açıklar gibi konuştu. "Mina da Işık da hiçbir zaman seni sevdiği kadar sevmedi beni. Işık sana baktığı gibi bakmadı bana. Seni annesi sanıyor, sana tapar gibi bakıyor. Ben hiçbir zaman çocuklarım için öyle biri olamadım."

Dürüstlükle cevap verdim. "Işık'a yakın zamanda annesi olmadığımı söyleyeceğim zaten. Benimle işbirliği yapsan da yapmasan da." Ellerimi masada birleştirmiş onu izlerken "Sen bana yardım etme konusunda kararlı mısın? Yoksa bu da Başkan'la aranızda kurduğunuz bir oyun mu?" diye sordum.

"Seninle görüşmeye geldiğimden haberi yok. Olmasa iyi olur. Yoksa bedeli benim için de ağır olur." Oturduğu yerden eğilip bana daha da yaklaştı. "Size yardımcı olmak için ne yapabilirim?"

Biraz düşündüm. "Madem benimle işbirliği yapmak istiyorsun, bunu çok gizli yürüteceğiz. Sen hâlâ Başkan'a çalışıyormuş gibi davranmaya devam et. Hiçbir şey açık etme. Hâlâ düşmanmışız gibi davranmaya devam ederiz."

"Tamam."

Başkan'ın pis işlerini kanıtlamak, ipliğini pazara çıkarmak için Zuhal'e fazlasıyla ihtiyacımız vardı çünkü o bu işlerin çoğunu biliyordu. Bu pisliğin tamamen içindeydi. "Beni tesislerinizden birine götür."

Başını iki yana sallayan kadın "Bunu istesem de yapamam. Tesislere Başkan'ın emri olmadan kimse giremez. Ben dâhil. Çok korunaklı bir yer." derken çaresiz görünüyordu. Ancak kısa bir an düşündükten sonra yeni bir çözüm getirdi. "Ama hastanenin gizli katına girmeni sağlayabilirim. İşine yarar mı?"

"Tabii, yaramaz olur mu, yarar. Ama..." Hâlâ düşünceli ve şüpheli bir yüz ifadesiyle "Bunun bana kurulan bir tuzak olmadığını nereden bileceğim?" dedim.

"Samimiyetimi kanıtlamak için yapıyorum bunu. Yani hastanenin gizli katında dönenleri görmen için-"

"Abla," Gözlerinin içine baktım samimiyetle. "Sana abla diyorum, görüyorsun. Aramızda kan bağı yok ama sana abla diyorum. Yaptığın onca şeye rağmen seni ablam gibi görüyorum." Uyaran bir ifadeyle ekledim. "Lütfen bu kez güvenimi sarsma. Bunun geri dönüşü olmaz."

Kararlı bir ifadeyle başını salladı ve masada duran elimi tuttu. "Sana yemin ederim, tüm söylediklerimde samimiyim. Direncim kırıldı artık yapamıyorum. Bu pisliğin içinde debelenip durmaktan yoruldum. Ailemi geri istiyorum." Sızlanır gibi çaresiz çıkmıştı sesi. Toparlandıktan sonra devam etti. "Sana söz verdiğim gibi yardım edeceğim. Sadece bana biraz zaman ver. Uygun ortamı yakaladığımda hastanenin gizli katına götüreceğim seni. Anlaştık mı?"

Başımı hafif yana yatırarak salladım. "Eh, anlaştık. Ne kadar samimi olduğunu zaman gösterecek."

"Bana ailemi geri kazanmam konusunda yardım edeceksin değil mi?" Başını öne eğdi. "Fuat yüzüme bakmıyor."

Azarlar gibi karşılık verdim. "Çünkü Fuat'ı öldürme konusunda gözünü kırpmayacak insanlarla işbirliği yaptın, abla. Sence de bu çok normal değil mi?" Yutkundum. "Ben hamileyken, beni kaçırdığında Vural gözlerimin içine baka baka Fuat'ı öldürmekle tehdit etti. Sen işte böyle iğrenç insanlarla iş birliği yapıyorsun."

"Her şeyin farkındayım." Buz gibi soğuk bir ifadeyle ekledi. "Ama emin ol, Başkan öz evladı olan bana bile gözünü kırpmadan zarar verebilir. Öldürebilir. Fuat onlar için ne ki?"

"Biliyorum, gördüm daha önce defalarca. Bana onları anlatma." Azize'yi ölüme terk etmeleri, Engin abimin ölümünü örtbas etmeleri de dâhil her şeylerini görmüştüm. Onların en kanlı ve acımasız yanlarına tanık olmuştum. "Dikkatli ol." diye uyardım onu. "Gerekmedikçe de benimle kontak kurma."

"Tamam. Gizli katla ilgili zamanı gelince sana haber yollarım."

Sessizce odadan çıkıp gittiğinde arkama yaslandım. Umarım sözlerinde samimisindir, Zuhal Günday. Zaman gösterecekti.

Kliniğin küçük bahçesinde oturmuş hava alırken Zuhal'den kısa bir mesaj geldi.

Gönderen: Zuhal

"Yangın merdiveni."

Daha yeni ayrılmışken gelen bu mesaja şaşırmıştım. Bu kısa mesaj ne anlama geliyordu? Detay vermemesini anlayabiliyordum, temkinli davranıyordu ama benden zaman istemişti. Bu kadar kısa sürede sonuç alacağımı düşünmemiştim. Heyecanlandım. Ellerim karıncalandı.

Önce Valent'i aramak istedim. Ona her şeyi anlatmak. Ama şuan erken olduğunu düşündüm. Henüz bir sonuç yokken ona anlatmak Valent'i öfkeyle harekete geçirmekten başka işe yaramazdı. Valentino Riccardo'yu zor dizginliyordum zaten. Başkan ve Vural söz konusu olduğunda onları bitirmek için öfkeli ve aceleciydi. Öfkesinin her şeyi mahvetmesini istemiyordum. Elle tutulur bir kanıt bulduğumda haber verirdim ona. Aptalca bir karar olsa da şimdilik böyle düşünüyordum.

Mesajda olduğu gibi hastanenin yangın merdivenine doğru yola çıktım. Derin nefesler alıp sakinleştim. Heyecanımı kontrol altına aldım.

Hastanenin girişinde, güvenlikte duran Uras aceleci hâlimi fark etmiş olacak ki kolumdan tutup durdurdu beni. "Lâl, hayırdır?"

"Bir sorun yok." Sakin bakışlarımı ona dikmiş tebessüm ettim. Uras'a bunu sezdirmemeye çalıştım çünkü başı yeterince belaya girmişti. Daha fazla belaya batmasını istemiyordum.

Uras ise çok ikna olmuş görünmüyordu. Tek kaşını kaldırdı. "Lâl." Bir süre beni süzdükten sonra "Neden sana inanmıyorum?" diye mırıldandı.

"Uras..."

Beni diğer güvenlik görevlisi arkadaşının duyamayacağı bir şekilde kolumdan tutup kenara çekti ve kararlılıkla yüzüme baktı. "Lâl, bunu yapma." Bir şey söylememe fırsat vermeden "Ben aptal değilim. Bir süredir kıvrandığının farkındayım." dedi. Kolumu tutan eli şefkatle yumuşadı. "Bak, bunun Başkan'la ilgili olduğunu biliyorum. Ama benden saklıyorsun, yardım etmeme izin vermiyorsun."

"Uras, hayır." Boşta kalan elim adamın yanağına gitti şefkatle. "Başın belaya girsin istemiyorum. Sandığın gibi bir şey de yok ayrıca. Net bir şey yok."

"Olsun, ben de bilmek istiyorum." Tam inkâr edeceğim sırada konuşmama fırsat vermedi. "Lâl, sen izin vermezsen ben tek başıma öğrenirim. Bu kez başım daha büyük belaya girer. Anladın mı?" Gözlerime bakıp ikna edici bir ifadeyle ısrar etti. "Sana yardım etmeme izin ver, lütfen."

Sağ elimi belime koyduğumda sıkıntıyla nefes verirken diğer elim ensemde geziniyordu. "Belaya bulaşmadan duramıyor musun?" diye söylendim.

Omuz silkti. "Huyum kurusun."

Bir süre onun yüzüne baktıktan sonra isteksizce "Gel benimle." dedim yalnızca.

Birlikte arka kapıdan geçip yangın merdivenine çıkan kapıdan içeri girdik. Zuhal yangın merdiveninde kollarını kavuşturmuş beni beklerken arkamdan gelen Uras'ı görünce kucağındaki kolları çözüldü.

Şaşırmış ve rahatsız olmuş bir ifadeyle Uras'a döndü. "Bunu neden peşine taktın?"

"Sakin ol, Uras da bizden." Omuz silkerek açıkladım. "Bu işe karışmaması konusunda uyardım ama beni dinlemedi. Bize yardım etmek istiyor."

Uras da tıpkı Zuhal gibi onunla karşılaşmakta isteksiz görünüyordu. "Senin sarı saçına yeşil gözüne hasret değiliz. Yardımımız olur diye geldik."

Aralarındaki soğuk atmosferi dağıtmak için Zuhal'e döndüm. "Sen neden beni çağırdın? Hani zamana ihtiyacın vardı?"

"Beklenmedik bir gelişme oldu. Başkan Vural'la tesislere gitti. Gizli kat şuan boşta. Bana emanet."

Uras merakla "Gizli kat da ne?" diye sorduğunda Zuhal bu sorulardan sıkılmış görünüyordu.

Kadın üfleyerek kollarını kavuşturdu. "Aman her şeyi de bil, her şeyin içinde ol."

"Bana bak kızım, seninle bir işim yok. Ben Lâl'i korumak, ona destek olmak için geldim."

Ben araya girip "Tamam, atışmayın şimdi hiç sırası değil." dedikten sonra durdular. Gözleriyle birbirilerini dövmeleri bitmediyse bile en azından söz dalaşını bırakmışlardı.

Zuhal "Benimle gelin." dediğinde önden ben, arkadan Uras onu takip ettik. Uras her daim tetikte duruyordu. Serde delikanlılık vardı ya, beni koruyordu.

Yangın merdivenlerinden yukarı çıkarken merakıma yenilip "Daha sessiz ve güvenli olması açısından gece saatlerinde gelseydik daha iyi olmaz mıydı?" diye sordum.

Zuhal'se "Aksine." yanıtını verdi. "Gece saatlerinde asıl operasyonlar ve hasta transferleri olduğu için Başkan veya Vural genel olarak gizli katta nöbette oluyor. En iyi ihtimalle adamları. Ama adamları onlardan daha acımasız, dur emrine uymazsan anında vururlar."

Uras nefes nefese merdivenleri çıkarken "Ne bu amına koyayım, 51. Bölge mi?" diye tısladı. Küfür ettiği için ikimiz de ona döndüğümüzde kusura bakmayın der gibi bir bakışla özür diledi.

Gizli katın olduğu kattaki yangın merdiveni çıkışından çıktık. Zuhal bizi kilitli bir odanın önüne getirdi. Kilidi anahtarla açtıktan sonra iki adım mesafenin ardından bizi örme bir duvar karşıladı. Duvarın normalde kapıların kilit kısmı olan yerinde bir kart girişi vardı. Zuhal cebinden çıkardığı kartı okuttuktan sonra örme duvar bir kapı gibi yana kayarak açıldı. Yine bir merdiven. Burası benim bulduğum ve gizlice girmeye çalıştığım yer değildi. Benziyordu ama daha farklı bir girişiydi. Cam duvarlarla çevrili merdivenleri indikten sonra asansöre geldik. Hepimiz asansör kabinine girdiğimizde Zuhal şifreyi girdi. Aklımda tutmaya çalıştım ama uzun bir şifreydi, tutamadım.

Ezberlemeye çalıştığımı fark eden kadın "Boşuna ezberlemeye çalışma, iki günde bir şifre değişir." dedi. Elindeki kartı gösterdi. "Asıl mühim olan bu karttır. Ancak bununla geçerli bir giriş yapabilirsin."

Biz konuşana kadar asansör bizi garip bir kata getirdi. Kapı aralandığında buzhane gibi soğuk bir atmosfer karşıladı bizi. Bembeyaz koridorlar labirent gibiydi. Bir de Tımarhaneye benziyordu. Burada kaybolabilirdiniz. Uras da tıpkı benim gibi merak ve hayretle bakıyordu.

Asansör kabininden inerken aniden kulakları sağır eden bir alarm çaldı. Zuhal kapının önünde duran alarm sistemine yeni bir şifre girdiğinde sesler kesildi. Kendi imkânlarımla buraya girmeyi başarsam bile alarm sesiyle yakalanırmışım desenize.

Kapının ardında yürürken Uras önüme geçti. "Sen biraz geride dur, bir şey olursa diye."

Bense "Saçmalama, Uras." diyerek gözlerimi devirdim.

Beyaz koridorlardan birinde yürürken ellerini açıp sayısız kapıların olduğu bu yeri gösterdi Zuhal. "İşte burası. Başkan ve Vural, gizli deneylerini yaptığı tesislerden hastaları buraya getirtiyor. İşe yarayanların yatışını burada yapıyor. Kendilerine veya yakınlarına organ nakli gereken kodamanlar için illegal nakil ve operasyonları da burada gerçekleştiriyorlar. İleride birkaç ameliyathane var."

Uçsuz bucaksız koridorda ilerledikçe bazı kapıların yanındaki camlardan baktığımda sedyelerde tüplere bağlı yatan insanlar, küçük çocuklar görüyordum. Bazıları tüplere bağlı, bazılarının kolu yok, bacağı yok, gözleri yok. Allah'ım, sen esirge. Kanım donmuştu ama sakinliğimi korumaya çalıştım.

Zuhal "Üzerinde deney yapılan çocukların çoğu kimsesiz ya da kayıp çocuklar." diye mırıldandı sanki bunda bir katkısı olduğu için üzüntü duyar gibi. Gözleri beni işaret etti mahcup bir biçimde. "Senin gibi."

Uras bu görüntüler karşısında "Orospu çocuğu." dedi dişlerinin arasından.

Ben duygusallığa ya da öfkeye kapılmaktan çok uzak, hislerimi kontrol altına alarak "Buradan bizim işimize yarayacak türden bir görüntü ya da kanıt alabilir miyiz?" sorusunu yönelttim hemen.

Omuz silkti Zuhal. "İstediğiniz yeri çekebilirsiniz ama bunlar size kanıt olarak yeterli gelmez. Başkan basit ve legal bir ameliyat yaptık, diyerek işin içinden çıkabilir. Bu çocukların çoğunu aileleri bile unuttu, emniyetteki kayıtlarına bile uymayacak kimlikleri var." Durup düşündü. "Ama size daha iyi bir şey verebilirim."

Uras ve ben tetikte beklerken "Nedir?" diye sordum heyecanla.

"Bu işlemlerin kayıtları tutuluyor, dosya hâlinde. Tabii burada değil, Başkan bu kadar aptal biri olmadığı için." Kısa bir aradan sonra devam etti. "Tesislerden birine girdiğim zaman size bu operasyonların yapıldığına dair kayıtları getirebilirim. Ameliyatların video kayıtları bile var. Karşı çıkan birkaç deneği vurdukları videolar var. İnkâr edemeyecekleri cinsten kanıtlar anlayacağınız."

Duyduklarımla gözlerim aydınlandı. "Sahi, bunu yapabilir misin?"

"Sana bir söz verdim, Lâl. Tabii ki yapabilirim. Ama hemen olacağını sanmıyorum. Başkan'ın istediği ve emrettiği bir zaman tesislere gittiğimde bunu yapabilirim." Dürüstlükle "Elimden geleni yapacağım." diye ekledi. "Hadi gidelim artık. Birilerine yakalanmadan."

Biz tam geri dönecekken az önce indiğimiz asansörün oradan ayak sesleri geldi. Zuhal eliyle beni çağırarak saklanmamız için bir duvarın arkasını gösterdi. Ben de Uras'ın gömleğini çekiştirerek onunla birlikte saklanacağımız duvara yapıştım. Gelen Vural'dı.

Aramızda fısıldaşma başladı. Uras "Hani tesise gitmişti bu piç kurusu?" diye fısıldadı.

Aynı fısıltıyla "Ne bileyim ben, osururken de bana haber vermiyorlar ya." yanıtını verdi Zuhal.

Sessizce "Şşşt..." diyerek susturdum onları. Vural'ın kulakları tilki gibidir, bizi duyma tehlikesini göze alamazdım. Hem de bu kadar yaklaşmışken.

Az sonra gideceğimiz yerdeki asansörden beyaz önlüğüyle Vural, yanında biriyle inmişti. "279 numaralı deneğin kontrolleri gerçekleşti mi?"

"Evet efendim. Durumu iyiye gidiyor. Ama 185 numaralı denek verilen ilaca kötü tepki verdi ve bu sabah ex oldu."

Vural önemsiz bir şey gibi kaşlarını kaldırdı. "Bu beklediğim bir şeydi zaten. Önemi yok." Daha mühim bir konu aklına gelmiş gibi panikle "Organları kullanılabilir durumda mı?" sorusunu yöneltti.

"Böbrekleri iflas etmiş ama kalbi iyi durumda."

"Güzel." Kapılardan birine kartını okutup arkasından gelen fino köpeğiyle içeri girdi Vural.

Fırsat bu fırsat eliyle bizi çağıran Zuhal, gizlice asansöre girmemizi sağladı. Koridorların köşelerindeki kameralar dikkatimi çekti. Gerildim. Zuhal etrafı iyice kolaçan ettikten sonra asansörle yukarı çıktık.

Asansörden inerken "Koridorda kameralar vardı." dedim gerilim dolu bir sesle. "Kabak gibi çekmiştir bizi."

"Devre dışı bıraktırdım, merak etmeyin. O kadar aptal değilim."

Başkan'la çalıştığı için ne kadar aptal olduğunu tartışmayacaktım elbette ama kameraları devre dışı bıraktırdığı için memnundum.

Aynı duvardan ve kapıdan çıkıp hastane koridorlarına döndüğümüzde uyaran bir biçimde bana döndü Zuhal. "İyi niyetimin göstergesi olarak sizi gizli kata indirdim ama bundan sonrası için beni bekleyin. Kafanıza göre iş yapmayın."

Uras alaycı bir ifadeyle "Emredersiniz, Herta Oberheuser." Zuhal'in anlamayan bakışlarına karşılık "Nazi kampında korkunç deneyler yapan doktorlardan biri, tanırsın." diye açıkladı. Aşağılar gibi ekledi. "Senin ataların yani."

"Birbirimizi iğneleyip duracaksak olmaz bu iş."

Ortamı sakinleştirmek için yeniden araya girmek zorunda kaldım. "Yeter artık, dalaşmayın. Burada daha önemli bir durum söz konusu." Zuhal'e döndüm. "Senden bir haber gelene kadar irtibata geçmeyelim. Dikkat çekeriz." Yangın merdiveninden inerken Zuhal'i geride bıraktık. "Hadi Uras."

Merdivenlerden inerken yalnızca ikimiz kalmıştık. Arkamdan aşağı inen Uras "Bu kadına nasıl güvenebiliriz ki?" diye sordu.

"Başka çaremiz yok da ondan." Düşünceli bir ifadeyle "Valentino'ya bunu anlatmalıyım." diye mırıldandım.

Uras ise "Dur, bir şey anlatmakta acele etme. Hele önce biz bir anlayalım bu işin aslını astarını. Sonra o bize sormadan bir girişimde bulunursa bütün plan altüst olur." diyerek uyardı beni.

"Haklısın." Zita'yla gizli toplantıları aklıma gelince omuz silktim. "Hem o da bana tüm gizli işlerini açıklamıyor. Ben niye dangalak gibi her şeyi anlatıyorum ki. Sırasını beklesin."

"Aynen." Güvenlik girişine giderken bana döndü Uras. "Bir gelişme olursa beni ararsın." Gitmeden yaramaz bir çocuğu okşar gibi okşadı yanağımı. "Benden habersiz atraksiyonlara girmiyorsun tamam mı Wonder Woman?"

Güldüm. "Tamam. Hadi işinin başına." Onu yolladıktan sonra ben de kliniğe döndüm. Danışanlarımdan biri gelmişti, beş dakika gecikmiştim bile. Gecikmeli de olsa seansa girerken aklım hâlâ deney için kullanılan o masum çocuklardaydı. Beynimden o görüntüleri silip atamıyordum.

Öğleden sonra Wendy arayıp kahve içmek için biraz vakti olacağını söylediğinde klinikten çıktım ve hastaneye geçtim. Dinlenme odasında olduklarını tahmin ettiğim için direkt odaya geçtim. İçeri girdiğimde bizden kimse yoktu ama benim için kötü bir sürpriz vardı. Sevgi kahve makinasının yanındaydı. Onunla karşılaşmak istememem, gizlediğim bir şey değildi. Başta geri dönmek istesem de Sevgi "Artık böyle mi olacağız?" deyince içeri girdim.

Ona doğru biraz yaklaştığımda yapmacık tavrına karşılık kollarımı kavuşturdum. "Nasıl olmamızı tercih ederdin Sevgi?" Bana ettiği sayısız ihanetin üzerine bir de sitem etmesi artık yüzsüzlüktü doğrusu.

"Lâl, bunu yapma artık. Biz seninle arkadaşız."

Kahve makinasının yanındaki duvara yaslandım ve kısık gözlerimle yüzüne baktım. "Daha ne kadar oynayacağız, Sevgi söyler misin bana?"

"Ne oyunu?"

Tedirgin bir yüz ifadesiyle kendini tamamen masum biri gibi gösteriyordu ve kabul etmeliyim ki bu konuda çok iyiydi. "Sen beni aptal mı sanıyorsun? Benden ölesiye nefret ettiğini anlamıyor muyum sanıyorsun?"

"Ne nefreti Lâl? Biraz abartmıyor musun? Bir hata yaptım diye beni hepten silmen ne kadar doğru?"

Alayla güldüm. "Bir hata mı?" O sırada içeri Wendy girmişti. "Tüm bunlar sadece bir hatayla mı oldu sanıyorsun?"

"Lâl, bak tamam, haklısın. Şerif amcaya ve Vural'a senin yerini söyledim. O gün olanların bir sebebi de benim, kabul. Ama bir hatayla-"

"Sevgi sen gerçekten beni aptal sanıyorsun. Ve bu çok gülünç. Ben senin ciğerini biliyorum." Ne dediğimi anlamaya çalışır gibi bön bön bakarken açık açık konuştum, onun gibi dolambaçlı yollara girmedim. "Kötü haber, Sevgiciğim. Sandığın kadar aptal biri değilim. Kör de değilim."

"Neden bahsediyorsun, açık açık konuşsana sen!"

"Düğün gününde bile Vural'la düzüştüğünüzden bahsediyorum Sevgiciğim." Saniyeler içinde şoke olmuş bakışları bana keyif verirken aynı zamanda midemi bulandırıyordu. Onları gözlerimle görmüştüm o gün. Ben istemediğim, nefret ettiğim ve evet demeye zorlandığım o düğün için hazırlanırken arka odamda onların seviştiğini görmüştüm. Ve o an daha iyi anlamıştım, bu evliliği yaparsam hayatımın kalanı böyle iğrenç bir üçgenin içinde geçecekti. "Kendi gözlerimle gördüm. Bilmiyor muydum sanıyorsun? Dillendirmiyorum diye de aptal değilim. Arkadaşım dediğin insana kaç kere ihanet ettiğini... Her şeyi biliyorum, farkındayım." Neye uğradığını şaşırmış bir biçimde yüzüme bakmaya devam ederken yineledim. Anlamamış gibi bakıyordu yüzüme. "Dostum, arkadaşım dediğin insanın kocası olacak adamla yaptıklarını diyorum! Her şeyi biliyorum, Sevgi. Bir akıllı siz değilsiniz yani."

Eli ayağı birbirine dolanan Sevgi "Lâl, ben-" diye açıklamaya kalksa da izin vermedim.

Aşağılayıcı bakışlarla yerin dibine soktum onu. "Nasılsa Lâl aptal diye gözümün önünde yaptıklarınızı görmüyorum sandınız. Bu hayatta görünmeden hareket edebildiğinizi sandınız ama yanıldınız. Senin söylediğin otel odasında olanlar sadece bardağı taşıran son damla oldu."

Saniyeler içinde değişen kadının yüzünde az önceki mahcubiyetten eser yoktu. Daha çok hesap sorar gibiydi. "Neden sustun o zaman?"

Bu pişkinliğinden midem bulandı. Dürüstçe karşılık verdim aynı aşağılayıcı bakışlarla. "Belki beni o ruh hastasından kurtarırsın diye düşündüm." Küçümseyici bakışlarım baştan aşağı üzerinde gezindi. "Onu bile beceremedin."

Elleri pantolonunun cebindeki yerini bulurken aynı pişkinlikle yanıt verdi. "Ne yapalım, asilzade Lâl Hanım dururken tercih konusu bile olmadım. Hep öyle olmadı mı zaten? Her şeyin en iyisine Lâl Hanım sahiptir ama yine şikâyet eder, ağlar, memnun olmaz."

Memnuniyetle gülümsedim. "Hah, şöyle ya! Hepimiz dökelim şu eteğimizdeki taşları. Hayatında bir kez olsun dürüst ol da dök içindeki zehri. Yoğurt gibi mayalanmışsın yıllarca."

"Ben hiçbir zaman bir tercih olmadım anladın mı? Senin gibi şımarık olmaya da hakkım yoktu! Babam iflas etti, parasız kaldım ama herkese yalan söyledim, işler yolundaymış gibi davrandım. Peki, sen? Sen ne kadar ilgilendin bir arkadaş olarak?"

"Sen söylemeden derdini nasıl anlayacaktım?"

"Arkadaş olan anlardı!" Alaycı bir gülüşle tısladı. "Aaa ama her zaman önemli olan Lâl Hanım'ın dertleridir! Onun her zaman bir derdi vardır. Herkesin birlikte olmak isteyeceği Vural Sezer'le evlenecek olmayı bile dert edinir kendine. Hep siktiriboktan dertlerine ağlamamızı ister prensesimiz! Değil mi, Lâl?"

"Sen bu bahaneleri git de anana yuttur, Sevgi. En başından beri senin derdin neydi biliyor musun? Sen benim olan her şeyi istedin. Benim olanlara sahip olmak, elimden almak istedin. Bir şeylere sahip olma duygusu değil, benim elimden alacak olma duygusuydu seni hayatta tutan. Hep kıskandın beni. Vural'a sahip olmak bile bir gurur meselesiydi senin için. Elde edebilecek olsaydın Valentino'yu bile elimden alırdın. Ama yapamazdın. O kolay lokma değildi. Sen sadece benim mutlu olmamı, bir şeylere sahip olmamı istemiyordun hepsi bu. Benim mutsuzluğum senin mutluluk sebebindi." İtiraz etmedi. Edemezdi de zaten. Bunlar gerçeklerdi. Bakışlarım karanlık bir özgüvenle kadının suratında gezindi. Onun aksine bağırmıyordum. Son derece sakin, buz gibi bir sesle sordum. "Bu yüzden mi bebeğimin ölümüne sebep oldun? Başkan'a beni bu yüzden mi sattın?"

"Gerçek dert neymiş gör istedim, anladın mı beni? Bir kez olsun ya, bir kez olsun benim gibi kaybet istedim!"

Bir adım daha atıp karşımda bir zamanlar arkadaşım dediğim, şimdiyse tanıyamadığım kadının gözlerine baktım. "En azından bu kez bana dürüst olduğun için teşekkür ederim, Sevgi. Hakkımdaki iğrenç düşüncelerini öğrenmiş oldum. Ama bugünü sakın unutma. Çünkü hatırlamak için çok fırsat çıkacak karşına." Tam gidecekken ekledim. "Ve sana son bir uyarı, sakın ola bir daha karşıma çıkayım deme. Acımam, ezer geçerim seni."

Wendy'yi görmeden Sevgi'nin bir rüzgâr gibi yanından geçip gidişini seyrettim. Wendy'yse ona kısa bir bakış attıktan sonra yanıma geldi. "Kızım neler biliyormuşsun da saklamışsın bugüne kadar. Rezil etseydin ya onları!"

"Rezil insanları daha fazla rezil edemezsin, Wendy."

Bahçeye çıkıp biraz hava aldığımda tuhaf bir biçimde rahatlamıştım. İçimde tuttuğum her şeye rağmen eğer bebeğimi kaybetmeme sebep olmasaydı Sevgi'yi affedebilirdim. Çünkü Vural'la hiçbir zaman bir gönül ilişkimiz olmamıştı. Onu hiç sevmemiştim. Aralarındaki gerçek bir aşk olsaydı da lafım olmazdı. Ama Sevgi benim olan her şeyi istiyordu. Benim elimden almayı istiyordu. Açgözlü bir şekilde.

"Bu kadın ne kadar iğrenç bir insanmış böyle ya. Yemin ediyorum elime verseler... Gebertesim geldi şuan."

O sırada Luigi ve Valentino bize doğru yürürken Luigi birkaç adım öndeydi. Bana verdiği küçük baş selamından sonra Wendy'ye döndü. "Wendy, biraz konuşabilir miyiz?"

Wendy saatine baktı. "Molam bitmek üzere."

"Çok vaktini almayacağım."

Bir an duraksadıktan sonra yarım bir baş işaretiyle kabul etti. "Fazla vaktim yok."

Luigi ve Wendy gittiklerinde baş başa kalmıştık. Kısa bir sessizliğin ardından yüzüme bakıp "Merhaba." dedi Valentino.

"Merhaba." O an Valent'e bugün olanlardan bahsedip bahsetmeme ikilemine düştüm ama hemen sonrasında onun ağzından Zita kelimesini duyunca kan beynime sıçradı.

"Ben Zita'yla ilgili sana-"

"Valentino, lütfen." El işaretiyle durdurdum onu. "O kadının adını da duymak istemiyorum, ne halt yediğiniz de umurumda değil. Onu benden uzak tut yeter."

"Nasıl yani?"

"Ne nasıl yani? Duydun işte söylediğimi. Benim artık daha fazla belayla uğraşacak hâlim yok. Hard disk dolu, dolu anlıyor musun?"

"Lâl, bana kızgın olabilirsin. Bunu anlıyorum ama artık beni yok saymak, görmezden gelmek... Bu biraz ağır değil mi sence de?"

"Ne yapmamı bekliyorsun, Valentino? Seninle bir anlaşma yaptık diye her şeyini affedip kollarına koşacağımı mı?"

"Hayır. Ama en azından... Bize biraz zaman vermeni bekliyorum Lâl."

"Bu zamanla çözülebilecek bir şey değil, Valentino. Üstelik Zita hâlâ etrafındayken."

"Senden sadece son bir şans istiyorum. Her şeyi yoluna sokmak için. Biraz zaman istiyorum, hepsi bu."

Karşımdaki adamın umutla bekleyen bakışlarıyla kısa bir an karşı karşıya gelsem de ona olan öfkem bu kadar çabuk dinemezdi. Hem dinse ne olacaktı ki? İlk sorunda beni arkasında bırakan adama nasıl güvenebilirdim? Yeniden bir sorun olduğunda yine aynı şekilde terk edilmeyeceğimin bir garantisi var mıydı? 2 yıl boyunca yaşadığım o korkunç günlere bir daha dönemezdim. Hayır, bu olmazdı.

Tam o sırada bahçenin diğer yanında Başkan'ı telefonda konuşurken gördüm. Gergin ve hararetli bir konuşmaya benziyordu bu. Dikkat kesilmek istedim. Ancak Valentino'yu bir türlü atlatamıyordum.

Bir süre sessizce beni izleyen adam kritik bir soru sordu. "Artık beni önemsemiyor musun?" Sessizliğimden ne anlam çıkardığını bilmediğim gözleri beni sorgular bir biçimde ekledi. "Söylesene, beni biriyle görsen canın acımaz mı?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" Uzun boyu önümü kapatan adamı aşıp arkasındaki manzaraya odaklanmaya çalışıyordum ama olmuyordu. "Ne yaparsan yap bana ne." Söylediğim şeyin gerçek duygularımla uzaktan yakından alakası yoktu ama gerçekleri itiraf edemezdim. Zayıflığımı gösterip beni yaralarımdan vurmasına izin veremezdim. İçim içimi yese de umursamaz davranmaya çalıştım. Üstelik bu derin konuşmaların sırası da değildi. İz üstündeydim.

Aniden buz gibi bir ifadeyle ve ses tonuyla "Öyle mi?" diye sordu adam. Bozulduğu her hâlinden belliydi. Yüzü mahkeme duvarı gibiydi.

"Öyle!"

Uzun ve meydan okuyan soğuk bir bakışma geçti aramızda. Bunun sonucunda intikam alır gibi uyaran bakışıyla Valentino konuşmaya başladı. "Lâl, bugün buradan Zita'yla çıkacağım. Onunla otelime gideceğim. Buna rağmen umurunda olmayacaksa bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Anlıyorsun değil mi?" Söylediği şok edici sözlerin bomba etkisini idrak ettiğimden emin olmak istiyordu. "Onunla gideceğim. Eğer sen engel olmazsan tabii." Açık bir kapı bırakmaktan çekinmedi. "Ama dur dersen, beni önemsediğini itiraf edersen, duygularının arkasında durursan-"

O an onunla göz göze geldim. Kalbimde bir yer çıt diye kırılmış gibi hissettim. "Demek Zita'yla gideceksin..." Beni tehdit ettiği şeyden iğrendim. Başka bir kadından ziyade beni Zita'yla vurması. Bir de ben bu adama başıma gelenleri anlatmayı düşünüyordum. Aptal kafam. Keskin bakışlarımla öfkemi ve hayal kırıklığımı gizlemeden gözlerine baktım. "Ne yapmak istiyorsan onu yap, Valentino. Eğer onunla olmak istiyorsan seni tutacak değilim. Senin duygusal hezeyanlarından daha önemli sorunlarım var. Beni rahat bırak." Omzuna çarpıp yanından gittiğimde ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Onu başımdan savdıktan sonra arınmaya çalıştığım tüm duygusal çöküşlerimi bir kenara bıraktım ve Başkan'ı takip etmeye başladım. Hastane kafeteryasına kadar usul usul takip ettim. Fark ettirmeden. Fark edebilecek bir durumda değildi zaten. Bahçede harıl harıl konuştuğu hattın diğer ucundaki kişiyi şimdi ölüm sessizliğinde dinliyordu.

Sırada kahve almaya çalışan Uras'ın ne oluyor dercesine sorgulayıcı bakışlarını yanıtsız bıraktım. Ama o önemli bir iz üstünde olduğumu anladı. Gözü benim üzerimdeydi. Kısık sesle konuşan Başkan'ın hemen arkasındaki masada pusudaydım. Telefonda bir adres konuşuluyordu. Masada bir kağıt peçeteye bir şeyler yazdı. Peçeteyi alıp masadan ayrılırken kalan peçeteye takılmıştı gözüm. Yazdığı adresin izini bulma ihtimalim olabilir miydi? Başkan'dam sonra az önce üzerinde yazıp çizdiği peçetenin üzerinde ceketimin iç cebinden çıkardığım kalemi gezdirdim. Belli belirsiz yazılar çıktı. Uras'ın gözleri hâlâ bendeydi.

Adresi yazıp peçeteyi katladım. Kafeteryadan yiyecek bir şey alan Başkan çıkarken ondan gizli masaya koyduğum peçeteyi işaret ettim. O an Uras'la yalnızca gözlerimizle anlaştık ve takip başladı.

Hızla arabama yürürken hastanenin önünde Valent'in arabasına Zita'nın bindiğini gördüm. O an ikisiyle de bakıştık. Zita gözleriyle zafer nidaları atarken Valentino bir şey söyle der gibi bakıyordu. Demek seçimi yapmıştı. Peki, kendi bilirdi. Benim gitme dememle kalacaksa kalmasına hiç gerek yoktu. Kapı oradaydı. Sulanan gözlerimi umursamadan bakışlarımı kaçırdım ve arabama doğru yürüdüm. Şuan çok daha hayati bir konunun içindeydim ve duygusallığa yer yoktu.

Ben önden gidip arabama bindim ve Başkan'ı iki araba öteden takip ettim. Uras'ın da bıraktığım adresle arkamdan gelmesini umuyordum. Yolun sonuna geldik, Şerif Günday.

Metruk bir binanın önünde durup arabadan inen Başkan etrafına bakınarak içeri girdi. Ben de ardından görünmeden içeri girsem de ne olduğunu anlayamıyordum. Güvenliksiz, bakımsız bu binada ne işimiz vardı? Üstelik içeri girdiğimde Başkan ortalıkta görünmüyordu. Tavanı inanılmaz yüksek ve geniş binanın ortasında bir tır vardı. Ve içinden sesler geliyordu. Canhıraş yardım çığlıkları. Temkinle etrafıma baktıktan sonra tırın arkasındaki kapıyı açtım. Beni neyin beklediğini bilmeksizin. Tırın içinde bir sürü insan vardı. Çoğunluğu çocuktan oluşan ama yetişkinlerin de olduğu bir grup insan. Balık istifi gibi. Yardım feryatları yabancı olduklarını gösteriyordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Şok olmuştum. Başkan'ın böyle bir şey yapabileceğine değil, gerçeklerin bu kadar kolay kucağıma düşebileceğineydi şaşkınlığım.

Bir süre sonra içeri Uras girdi ve onun da yüzünde benimkine benzer bir şaşkınlık vardı. "Ha siktir! Burada neler oluyor böyle?"

"Bilmiyorum, Uras." Başımı korku ve şaşkınlıkla iki yana salladığımda yolun sonunda olduğumuzu anlamıştım. "Ama korkunç şeyler döndüğü kesin. Başkan çocuklardan sonra bu zavallı insanları da deney işlerinde kullanacak anlaşılan." Aklıma başka bir ihtimal gelmiyordu. Konuşmalarımızdan hiçbir şey anlamayan ve korkuyla bakan insanlarla yeniden göz göze geldiğimde Uras'a döndüm. "Onları kurtarmamız lazım, polisi ara."

Uras ikiletmeden başını sallayıp arka cebinden telefonunu çıkardığında yukarıdaki metal merdivenlerden Başkan indi aşağı. "Sakın aklından bile geçirme." dedi oğluna. Yüzünde hiç de şaşkın bir ifade yoktu. Yavaş adımlarla bize doğru ilerlerken sinirli bir gülüşle söylenmeye devam etti. "Şu işe bak! İki kardeş kafa kafaya vermiş, beni devirmeye çalışıyor."

Bense ondan korkmadığımı belli ediyordum. Ancak yüzünde bir şaşkınlık ve gerginlik emaresi görmediğim için de anlamıştım, oyuna gelmiştik. Ya da belki takip edildiğinden çok sonra haberi oldu. Bilemiyordum. "Bu adam daha iğrenç olamaz diyorum, her seferinde beni daha da şaşırtıyorsun. Daha da iğrenç biri çıkıyor içinden."

Başkan, her zamanki yüzsüzlüğüyle dudak büktü. Bakışlarıyla içerideki çaresiz çocukları gösterdi. "Onlardan biri olmadığın için şanslısın. Sen de sahipsiz, terk edilmiş, kayıp bir çocuktun unuttun mu? Ama ben ne yaptım? Bu beğenmediğin adam ne yaptı?" Aşağılayıcı bakışlarla beni süzerken devam etti. "Ben sana bir ev, yuva verdim, aile verdim. Seni evlatlık aldım, adam ettim. Hatta öyle ki, babamın mirasına bile ortak oldun." Ellerini açmış gurur duyar gibi ekledi. "Şimdi şu yaşadığın özenilesi hayata bak."

Benimse o her konuştuğunda midem bulanıyordu. Yüzümü öfkeyle ekşittim. Ve Hydra'da yüzleştiğim hasta bakıcı adamın söyledikleri geldi aklıma. Kabul, sonuçta o da Başkan'dan farksız, kötü biriydi ama ona göre ben de Başkan'ın kızıydım. Herkes için Şerif Günday'ın kızıydım. Hâlâ. "Küçücük çocuklara bunları yapan bir caninin kızı olarak anılıyorum, ne şans ama!" dedim alaycılıkla. "Sen kendin adam oldun mu da beni adam edeceksin, adi herif!"

Hakaretlerimi umursamaksızın yaklaştı bana doğru. "Seni uyardım. Bu işin peşini bırak, seni yok ederim dedim. Pişman olursun dedim. Dinlemedin." Uras'ın her an saldırıya geçecek öfkeli ve meydan okuyan bakışlarını önemsemeden tırın kapısını geri kapattı. Ve beklemediğim bir anda silahını çıkarıp Uras'ın başına dayadı. Nefesimi tuttum. Bunu hiç beklemiyordum. Ölüm sakinliğiyle söze girdi. "Anladığım kadarıyla daha tatmin edici bir uyarıya ihtiyacın var."

Yapabilirdi. Bunu yapabilirdi. Ne yazık ki onu tanıyordum. Öz oğlu olan Engin abimin ölümüne tepkisiz kalan, öz kızı Azize'yi öylesi bir hayata mahkûm eden pekâlâ bunu da yapabilirdi. "Yapma! Dokunma ona!" diye haykırdım. Uras'ı tehlikeye atmıştım. Benim yüzümden olmuştu. Onun bu konuyla alakası yoktu ki. Valent'e de Niko'ya dediğim gibi bu benim meselemdi ama şimdi benim meselem yüzünden Uras'ın başına bir silah doğrultulmuştu.

Başkan'ın silahı indirmeye hiç niyeti yoktu. Gözünü karartmıştı. "Madem iki kardeş beni devirmeye kalktınız, bedelini ödeyeceksiniz." Sakinlikle sesindeki oyunbaz tınıyı dinletti bana. "Bilirsin, bazen ekipteki birinin aptallığı o ekipten bir kurbanı da etkiler."

Silahı ateşlemek için hazırlanırken tüm gururumu ayaklar altına alıp hızla diz çöktüm. Engin abimi kaybetmiştim zaten. Benim yüzümden. Bir abimi daha kaybedemezdim. "Uras'ı bırak, beni al! Onun bir suçu yok! Ne olur!" Ayaklarının dibinde diz çöküp yalvarmamdan son derece zevk alan adamın zafer gülüşünü umursamadım bile.

Delirmiş gibi bağırdı Uras. "Sakın! Sakın diz çökme, Lâl! Bu orospu evladına benim için yalvarma." Onun için hiç yapmayacağım bir şeyi yapıp Başkan'ın ayaklarına kapanmamı gururuna yediremiyordu. Bense o an Uras'ın canını kurtarmak için her şeyi yapabilirdim. Onun benim yüzümden ölmesine izin veremezdim. Geride Kerem kalacaktı. Ona ne diyecektim?

Uras'ın söylediği hiçbir şeyi umursamadan Başkan'a yalvardım. "Yapma, bırak onu. Senin derdin benimle. Gerekirse beni al. Zaten her şeyi ben yaptım." Bakışlarım tepemde dikili adamın gözlerindeydi.

Aramızdaki uzun sessizliğin ardından Başkan başını hızla aşağı yukarı sallarken "Sen iyi bir ders almadan bu işin peşini bırakmayacaksın, belli oldu." dedi ve gözünü bile kırpmadan karşımda Uras'ın kafasına sıktı. Bir çığlık koptu dudaklarımdan. Onun alnından giren kurşun aynı hızla dışarı çıkarken onun ifadesiz bir yüzle yere yığılması, kanın sıçrayışı, gözleri açık bir biçimde ölmesi. Hepsini, tüm acılı ve sancılı dakikalarıyla yavaş çekimle yaşıyordum. Sanki bana daha derin bir acı vermesi için yavaş çekimle ilerliyordu.

Hızla yerde sürünerek Uras'ın yanına gittim. Cansız yüzünü ellerimin arasına aldım. Nefes almıyordu, nabzı atmıyordu, ölmüştü. Çenesini okşadım. Başımı onun başına yaslayıp ağlamaya başladım. Tüm bunlar olurken öz babası hiçbir şey olmamışcasına tepemde Azrail gibi dikiliyordu. Gözyaşlarım Uras'ın cansız ve solgun yüzüne damladığında benim için ne kadar zor olsa da sağ elim açık gözlerini kapatmaya gitti. Nefesim ciğerlerime fazla geliyormuş gibi hissediyordum. Yakıyordu. Boğazımdaki yumru sanki yavaş yavaş beni öldürüyordu.

Az önce burada hiçbir şey olmamış gibi ayakta dikilen adama düşmanca baktığımda ayağa kalktım ve karşısına dikildim. Hislerim bedenimi terk etmiş gibiydi. Tıpkı bir ölü gibi. Uras'la birlikte benim de bir parçam ölmüş gibi. Onun gövdesini hınçla yumruklarken karşısında dikildiğim adam kolumu tuttu "Bu sana bir ders olsun. Benimle savaşan, bedelini öder." dedi ve gözlerimin içine tehditkârca baktı. "Seni öldürmem, Lâl. Ama sevdiklerinin ölümünü izletirim."

Kolumu sertçe bırakan adamın gidişiyle yere yığıldım ifadesizce. Hislerim alınmış, hiçbir şey düşünemez hâlde etrafıma bakınırken canım yanıyordu. Canım çok yanıyordu. Ve orada o an bir intikam yemini ettim. Bedeli ne olursa olsun Şerif Günday'ı hak ettiği cezaya çarptırmadan bana rahat uyku yoktu.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü busrayenerr , Leganto_ , kutuphanedelisi , Wvweever , im_bb0890 okurlarıma armağan ediyorum. 💝 Yeni bölümümüzü nasıl buldunuz? Neler oldu öyle? Yorumlarınızı buraya alabilirim. Ve sonraki bölümlerde olmasını istediğiniz şeylerle ilgili de buraya tüm isteklerinizi yazabilirsiniz. Sizce Başkan ve Vural'ı nasıl bitirecekler? Tahminlerinizi buraya yazabilirsiniz. Bu bölümde beklediğiniz gelişmeler neydi, beklemedikleriniz ne oldu? Buraya yazabilirsiniz. Çok fazla gevezelik etmek istemiyorum, bol yorumlarınızı bekliyorum. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
Twitter: @buzdanjuliet
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub
@lalentinowithlove

Loading...
0%