Yeni Üyelik
27.
Bölüm

☾ Rio'da Bir Gece | 25

@buzlarkralicesi

-25-

❝Valentino❞

Hayatta attığımız her adımın bir bedeli vardır. Her hamlemizin. Verdiğimiz her kararın sonuçlarına şöyle ya da böyle katlanırız.

Biliyordum.

O bahçede konuşurken Lâl'e söylediklerimin bir bedeli olduğunu biliyordum. Buna tek bir şey sebep olmamıştı. Anlık bir öfke ve onu koruma hissi. İkisi bir arada mantıksız bir karar vermeme sebep olmuştu. Zita'yla aramdaki bu şeyi ona açıklayamazdım. En azından sonuna gelmeden yapamazdım. Kendisi de söylemişti, Lâl daha fazla belayı kaldıramazdı. Elbette onu korurken bu kadar öfkelendirmem gerekmiyordu. Bunu da biliyordum ama bahçede konuşurken kaçak dövüşmesi beni öfkelendirmişti.

Her seferinde kendini benim kollarımda bulan, bizim aşkımıza yenilen kadın "Artık beni önemsemiyor musun?" diye sorduğumda sessiz kalmıştı. Kayıtsızdı bana karşı. Yüzüme bile bakmadı. Yok saydı beni. Her defasında peşinden koşmamı istiyordu. Koşardım. Ama beni sevdiğini, paylaşamayacağını bilirken yapabilirdim bunu. Beni önemsemeyen bir kadına karşı değil. "Söylesene, beni biriyle görsen canın acımaz mı?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" Karşımdaki kadın beni görmüyordu bile. Yüzüme dahi bakmazken "Ne yaparsan yap bana ne." dedi öylece. Aramızda yaşananlar bir hiçmiş gibi. Benim duygularımın onun için bir önemi yokmuş gibi. Onu deliler gibi sevdiğimi bilmezmiş gibi.

Ben her seferinde bunu dile getirirken, aşkımın arkasında cesurca dururken Lâl kaçak dövüşmeyi tercih ediyordu. Biliyordum, yaralıydı. Bu yüzden temkinliydi. Ama canımı yakıyordu. Bunu göremiyor muydu? Belki de gördüğü hâlde yapıyordu. Benim de kısasa kısas yaptığım gibi.

Sözleriyle buz kestim. "Öyle mi?" Gözlerine baktım. Ben yoktum orada. Hiç olmamış gibiydim. Beni silip atmış gibiydi. Nasıl olabilirdi bu? Beni sevdiğine eminken nasıl yapabilirdi?

"Öyle!"

Bu zamana kadar hep ben savaşmıştım. Mücadele etmiştim. Etmeye de devam ederdim, sevdiğim kadın da beni seviyorsa. Ama sevmiyorsa... Ne yapardım? Nasıl yoluma devam ederdim? İlk kez ondan dürüst olmasını istedim. Beni sevdiğini söylemesini istedim. Bir umut ışığı bekledim. Bu yüzden öfkeme yenilip hiç yapmayacağım bir şey yaptım. "Lâl, bugün buradan Zita'yla çıkacağım. Onunla otelime gideceğim. Buna rağmen umurunda olmayacaksa bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Anlıyorsun değil mi?" Ne dediğimi anlayamayan kadın yüzüme baktı ilk kez. Hep arkamda gezinen bakışları ilk kez benimle buluştu. "Onunla gideceğim. Eğer sen engel olmazsan tabii." Yutkundum. Gitme desin istiyordum. Seni seviyorum demesini bekliyordum. Çünkü ben olsaydım böyle derdim. Gizlemezdim sevgimi, aşkımı. Arkasında dururdum. O an sadece bunu istedim. Gitme, seni hâlâ seviyorum demesini. Kalbindeki bana ait imzanın hâlâ geçerliliğini sürdürüyor olmasını. "Ama dur dersen, beni önemsediğini itiraf edersen, duygularının arkasında durursan-"

Yaptığım şeyin bir hata olduğunu o an gözlerinde gördüm. Onu harekete geçirmek için yaptığım şey ters etki yaratmıştı. Hayal kırıklığıyla yüzüme bakan kadın "Demek Zita'yla gideceksin..." diye mırıldandı. Yüzünde mide bulantısı gibi bir ifade vardı. Daha fazla söze gerek duymadan karşılık verdiğinde anladım onu kaybettiğimi. "Ne yapmak istiyorsan onu yap, Valentino. Eğer onunla olmak istiyorsan seni tutacak değilim. Senin duygusal hezeyanlarından daha önemli sorunlarım var. Beni rahat bırak." Omzuma çarpıp gittiğinde onu son görüşümmüş gibi hissettim. Peşinden gitmek için birkaç adım atsam da durdum. Gidemedim.

Beni sevdiğini bile söylemeyen bir kadının peşinden koşmak gurursuzluk değil de neydi? Hem ona söylemiştim. Eğer gitme demezse bir daha peşinden gitmeyeceğimi. Buna rağmen peşinden gitmek istedim. Ama beni durduran gururum ve verdiğim söz oldu.

Şimdiyse Zita'yla arabadaydık. Aklım hâlâ arabaya binerken Lâl'in son bakışındaydı. Sağ elim çenemin altında, camdan dışarı bakarken karşımda oturan Zita'ya yokmuş gibi davranıyordum. Aklım hâlâ Lâl ile aramızda geçenlerdeydi. Hata etmiştim. Hataydı. Onu bu kadar provoke etmemeliydim. Bunun geri dönüşü olmazdı. Onu kazanmaya çalışırken tamamen kaybetmiştim.

Zita sanki aklımı okuyormuş gibi başını sallayarak "Sen doğru kararı verdin." dedi.

Kısa bir an yüzüne baktıktan sonra "Sana fikrini sormadım." yanıtını verdim.

Ancak peşinden gitsem de Zita'yı neden hâlâ yanımda tuttuğumu açıklayamazdım. Üstelik tehlike hâlâ geçmiş sayılmazdı. Bunu yapamazdım. Lâl'e anlatamazdım ama Zita'yla da vurmamalıydım onu. Bu yüzden hastaneden çıkar çıkmaz arabayı durdurdum.

Zita ne olduğunu anlamayan bir biçimde yüzüme bakarken "Montrel seni oteline bıraksın." dedim. Benimle geldiği için hevesli olan kadının yüz ifadesi değişti aniden. "Ne? Lâl'i kızdırmak için seninle yatacağımı falan mı sandın?"

Yanıtını bildiği bir soru sorar gibi "Beni kullandın." dedi Zita. "Lâl'i kıskandırmak için beni kullandın."

Tek kaşımı kaldırdım iddialı bir biçimde. "Bundan bir şikâyetin var gibi durmuyordu."

Kabul, Lâl'in asla affetmeyeceği bir şey yapıyordum. Zita'yı yanımda tutuyordum. Ama hayattan aldığım en önemli derslerden biriydi bu. Babamdan aldığım en büyük dersti. Dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın.

Zita'yı indirdikten sonra Pietro'ya döndüm. "Hastaneye dönelim."

"Otele gitmeyecek miydik?"

"Hayır, Pietro. Lâl'in bana anlatmadığı bir şeyler oluyor. Gidip öğrenmem gerek." Başka türlü her şey bu kadar karmakarışık bir hâl almazdı. Lâl'de bir tuhaflık vardı. Bunu sezebiliyordum.

Pietro başını salladı ve geri döndük. Ancak Lâl hastanede yoktu. Kliniğe gittim. Lâl'in danışmada duran asistanına sordum. "Lâl nerede?"

"Lâl Hanım çıktı."

Sakin kalmaya çalıştım. "Nereye gittiğini söyledi mi?"

Başını iki yana salladı kadın. "Hayır, söylemedi maalesef."

Arkamı dönüp çıkışa yürüdüm. Klinikte de yoktu. Neredeydi bu kız? Yeniden arabaya döndüğümde Pietro'ya "Lâl'in evine gidiyoruz." dedim. Eve gittiğimizde orada da yoktu. Başka nereye gidebileceğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Endişeliydim.

Son çare olarak Club Hydra gelmişti aklıma. Miloradov'un zevkten dört köşe olması, istediğim son şeydi ama Lâl'in güvende olduğunu bilmek için her şeyi yapabilirdim.

Hâlâ Lâl'in evinin önündeyken sıkıntıyla nefes aldım ve arabadaki herkesin garipseyeceği o sözü söyledim. "Club Hydra'ya gidiyoruz."

Luigi'nin garip bakışları eşliğinde Club Hydra'nın önüne geldik. Arabadan usulca indiğimde sakin kalacağıma dair kendime söz verdim. Buraya geliş amacımı unutmamalıydım.

Kapıdan içeri girdiğimde oradaydı. Miloradov bardaydı. Beni gördüğünde yavaşça bar taburesinden indi ve yanıma geldi. "Riccardo, bu ne şeref." dedi sözlerinin aksi bir coşkusuzlukla.

Benimse lafı uzatmaya hiç niyetim yoktu. Düz bir sesle "Lâl nerede?" diye sordum.

"Burada değil." Elleri ceplerinde keyifle bana bakarken "Ama burada olsaydı da söylemezdim." diye eklemeyi ihmal etmedi.

Çenem seğirdiğinde hâlâ sakinliğimi koruma konusundaki sözümü tutmaya meyilliydim. "Kelime oyunlarından hoşlanmam, Miloradov." Sabrımı koruyarak dişlerimi sıktım. "Lâl nerede?"

Sıradan bir yüz ifadesiyle eliyle merdivenleri gösterdi. "Yukarıda, odamda uyuyor."

Gözlerim öfkeyle karardığında bunun gerçek olmaması için dua ederken buldum kendimi. Lâl bana öfkelenip buraya gelmiş olabilir miydi? Hayır. O böyle bir şey yapmazdı. O âşık olduğunda benim kadar aptallaşmıyordu. Sanırım ben bu konuda daha acemiydim. Ama içimdeki his beni yiyip bitiriyordu.

Hiç ihtimal vermesem de böyle bir şeyden asla emin olamazdım. Gözlerimle görmeliydim. Adımlarım sabırsızca merdivenlere yönelirken keyifli bir gülüşle "Şakaydı." dedi Miloradov. Beni öfkelendirmek, kıskandırmak hoşuna gidiyordu.

Adımlarım geri geri gelip yeniden onunla yüzleştiğimde dimdik düşmanıma baktım. Tane tane sordum. "Lâl, nerede?"

"Bilmiyorum, Riccardo. Elinden kaçıran sensin. Sen söylemek istersin belki."

"Ne saçmalıyorsun sen?"

"Buraya kadar geldiğine göre onu öfkelendirip kaçırdın."

"Seni ilgilendirmez." Sabırla nefes aldım yeniden. "Lâl nerede? Bir şey biliyorsan söyle."

Yüzü ciddi bir hâl alan adam başını iki yana salladı. "Bilmiyorum. Bilseydim yanında olurdum."

Gözümün içine baka baka Lâl hakkında beni öfkelendirmeye devam ediyordu. Geri adım atmayacağını dürüstçe söylüyordu. Bu savaşın içinde Lâl'e sahip olmak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Gözlerinde görebiliyordum. Dişlerimi sıktım.

Kavga çıkarmadan kulüpten çıktığıma kendim bile inanamıyordum. Arabaya binerken hiçbir şey elde edememiş olmak çok canımı sıkmıştı. Aramızda geçen gerginlikten dolayı Lâl'i arayamayacağımın farkındaydım ama içim hiç rahat değildi. Bu yüzden sözümü yutup gururumu ayaklar altına aldım ve yanıt alamayacağımı bildiğim hâlde Lâl'i aradım. Kapalı. Harika.

Hissediyordum, bir şeyler ters gidiyordu.

❝Lâl❞

Suyun altında nefes alıp vermeye çalışıyordum. Eve gelir gelmez kendimi banyoya atmıştım. Olanlara hâlâ inanamıyordum. Gayriihtiyari ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım beni boğarken nefesim kesilmişti. Boğazımda acı bir yumru.

Ellerim kollarım bağlı hissediyordum. Çaresiz. Beni köşeye sıkıştıran şey kendi canımın korkusu değil sevdiklerimi kaybetme korkusuydu. Midem bulanıyordu. Kusacak gibi hissediyordum ama kusamıyordum. Zihnimde hep o sahne. Uras'ın kanlar içinde yere yığılışı. Benim hiçbir şey yapamayışım. Gözümün önünde ölen Uras'ın soğuyan vücudu. Nefes almadan ağlamama sebep oluyordu tüm bu düşündüklerim.

Kapı tıklatıldığında böyle ne kadar kaldığımı bilmiyordum. Sudan buruşmuş parmak uçlarım uzun zaman geçtiğini hissettiriyordu. Sessizce bornozumu giyip kapıyı açtım. Giray ve Ahmet kapının önünde bekliyordu. Ahmet seksek oynar gibi hafifçe yerinde zıplıyordu.

Giray "Kızım ne yaptın, kırklandın mı bu kadar?" diye sorarken Ahmet sabırsızca banyo kapısını zorluyordu.

"Hamam sefası mı yaptın ya? Prostat olacağım senin yüzünden!"

Odama geçecekken Giray durdurdu beni. "Sen iyi misin?"

Aceleyle banyoya girmek üzereyken bana dönen Ahmet dikkatle yüzüme baktı. "Gözüne kan oturmuş resmen."

Başımdaki havluyu düzeltirken "İyiyim." diyerek yalan söyledim. "Başım ağrıyor, uyuyacağım."

Giray durdurup "Ha bu arada Valentino Riccardo'nun arabası kaç saattir evin önünde haberin olsun." dedi gayet sıradan bir şekilde. Koridordaki camdan dışarı baktım. Araba orada duruyordu. Umursamadım.

Odama kapanıp sessizce ağladım. Uras'ın ölümü ve bir tır dolusu insanın çaresiz bakışları gözümün önünden gitmiyordu. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim bu düşünceler arasında uyuyakalmışım.

Ertesi gün uyandığımda tüm vücudum tutulmuştu sanki. Yataktan kalkamadım bile. Uzunca bir süre yatakta tavana bakarak öylece durdum. Çalan telefonum hissizliğimi bölerken ekrana baktığımda arayan Kerem'di. Bekletmeden açtım. "Kerem..."

"Alo, abla nasılsın?"

"İyiyim, bir şey mi oldu?"

"Abim dün gece eve gelmedi, merak ettim. Sabah kalktım baktım, yatağı da bozulmamış. Gece de gelmemiş. Aradım, açmadı. Merak ettim. Bir de sen mi arasan?"

Allah'ım... Kerem'e bunu nasıl söyleyebilirdim ki? Söylemesem nereye kadar saklanabilirdi böyle bir şey? Yutkundum. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım ama sesim titredi. "Olur, ararım."

Kuşkuyla telefonun diğer ucunda "Abla sen iyi misin?" diye soran çocuğa hissettirmemeye çalışırken yutkundum.

Nefesimi düzene sokup sakinleşmeye çalışırken sağ baş ve işaret parmağım burnumun direğinde geziniyordu. "İyiyim, canım. Uyuyamadım sadece. Şimdi kliniğe geçmem lazım, sonra görüşürüz." Telefonu kapattığımda fena oldum. Nefes alamıyordum.

Kerem'e anlatırsam bunu sessiz karşılamazdı. Başkan'a zarar vermeye çalışırken zarar gören yine o olurdu. Tüm bunları düşünmek beni mahvediyordu. Yeni biri daha zarar görmeden Başkan'dan kurtulmak istiyordum.

Beynim durmuştu. Düşünebildiğim tek şey, karakola gidip Başkan'ı ihbar etmekti. Olayın olduğu yeri tarif edersem o tırdaki insanları kurtaramasam da Uras'ın öldürüldüğünü kanıtlayabilirdim. Böylece Başkan hapse girerdi. Hiçbir şeyin bu kadar basit olmayacağının farkındaydım ama denemekten başka şansım da yoktu. Yaptıklarından sonra gözümün korktuğunu gören Başkan nasılsa bu kadarına cesaret edemeyeceğimi düşünüyor olmalıydı.

Düşündüm, taşındım. Kararlı bir biçimde giyinip hazırlandım ve evden çıktım. Başkan'ı ihbar etmek için karakolun önünde durduğum an hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkındaydım. Bu alenen bir savaş çağrısıydı. Bu ihbarı yaptıktan sonra Başkan hapse girerse ne âlâ, girmezse bunun bedelini fena ödetirdi. Başkan'ın bu kadar basit hapse gireceğini de düşünmüyordum açıkçası. Ancak her iki durumda da başıma gelebilecek hiçbir şey umurumda değildi. Bana ne olacağı umurumda değildi, yeter ki artık bir kişiye bile zarar gelmesin istiyordum. Bu aptallıkların içinden çıkıp sıyrılmak istiyordum.

Arabadan inmek üzereyken telefonum çaldı. Arayan Başkan'dı. Olduğum yerde donup kaldım. Sakinliğimi korumaya çalışarak telefonu açtım.

"Yaşananlardan hiç ders almıyorsun."

"Ne istiyorsun?"

"Ne yapmaya çalıştığını biliyorum, küçük sürtük. Seni izliyorum." Etrafıma bakındım tedirginlikle. Elbette bir şey göremiyordum ama izlediğine emin olmuştum. "Kerem'i de kaybetmek istemiyorsan uzaklaş oradan."

"Ne?" Yüreğim ağzıma geldi. Nefesimi tutmuş telefonun diğer ucundaki adamı dinliyordum.

"Adamlarım şuan onu izliyor. Bahçede arkadaşlarıyla."

Öfkeyle bağırdım tükürürcesine. "Kerem'den uzak dur! Ona dokunma!"

"Sadece Kerem mi? Işık, sevdiğin herkes. Sen bana meydan okumaya devam ettikçe herkesi yok ederim Lâl, inan bana. O dik başını indir. Yoksa dünyanı ayaklarının altından çekip alırım senin. Aklını başına topla."

Telefonu suratıma kapattığında ilk birkaç saniye ambale oldum. Bakışlarım karakolda, kapının önündeki polislerin üzerinde dolaştıktan sonra aceleyle Kerem'i aradım. İlk çalışta açtı. "Kerem! Neredesin?"

"Okuldayım abla, nerede olacağım bu saatte? Bahçede arkadaşlarla takılıyoruz."

Nefes almaya çalıştım. "İçeri gir. Hemen içeri gir! Sınıfa gir!"

"Ne diyorsun abla, anlamıyorum."

"Dediğimi yap, Kerem! Sınıfa gir! Cam kenarından uzak dur!"

"Abla sen iyi misin?"

"Ne diyorsam onu yap, Kerem!" Telefonu kapattığımda tüm dengem altüst olmuştu. Ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilemez hâldeydim. O an hissettiğim tek şey derin bir korku ve çaresizlikti. Aklıma kaçıracakmış gibi hissediyordum. Bir kapana kısılmış gibi. Arabaya bindim. Direksiyona defalarca vurup öfkemi çıkarmaya çalıştıktan sonra güçsüz düştüm. Kolum kanadım kırılmıştı. Başımı direksiyona yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Engin abimin ölümünden sonra Uras'ın gelişi sanki benim için bir mucize gibiydi. Başkan'ın zamparalık hatası benim mucizem. Onu ölen abimin yerine koymuştum. Sanki Allah tarafından bana gönderilen koruyucu bir melek gibiydi. Ama Allah'ın bana vermiş olduğu bu hediyeyi korumakta gerekli özeni gösteremediğim için benden geri alınmıştı. Hepsi benim yüzümdendi. İşte en acısı da buydu.

Köşeye sıkışmıştım. Bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Sessiz kalmak zorundaydım, en acımasız şekilde farkına varmıştım bunun. En azından bir süreliğine bunu yapmak zorundaydım. Ama Başkan'la savaşım asla bitmemişti, bitmeyecekti. O an içimden bir intikam yemini ettim. Başkan'ı mahvetmek için ne gerekiyorsa yapacaktım. Kanımın son damlasına kadar.

Hastaneye gittiğimde içimde gram enerji yoktu. Her şeyi bilerek hiçbir şey olmamış gibi davranmak çok zordu. Üstelik tek bir cepheden savaşmıyordum. Koridorda Valentino'yla karşılaştığımda bunu bir kez daha anlamıştım. Onun bana ihaneti. Beni en acıtan şeydi bu. Herkesten beklediğim ama ondan beklemediğim bir şey olduğundandı belki. Onu görsem de görmezden geldim, yanından geçip gittim. Bir zamanlar her şeyim olan adamın yanından bir yabancı gibi geçip gitmek ne acıydı.

Bunu yapmam ne kadar yanlış olsa da o an bunu düşünecek durumda olmadığım için öfkeyle Başkan'ın odasını bastım.

Selamsız sabahsız kapıyı çalmadan içeri girdiğimi umursamaksızın kahve keyfi yapan adamın gözünün içine baktım. İki elimi sertçe masasına dayayıp meydan okudum. "Beni susturamayacaksın. Bu savaş burada bitmedi."

Alayla dudakları kıvrılan adam "Kan kaybetmeye devam edeceğim diyorsun yani. Önce Engin abin, sonra bebeğin, en sonunda Uras..." dedi sorarcasına. Ellerini sertçe masaya vuran Başkan, tehditkârca yüzüme baktı. "Benimle sakın uğraşmaya kalkma küçük şırfıntı. Yoksa sen zararlı çıkarsın. Anandan emdiğin sütü burnundan getiririm senin, ruhun duymaz. Neye uğradığını şaşırırsın."

Aynı şekilde masaya vurarak karşılık verdim. "Hodri meydan!" Sinirle çıktım odadan. Elim ayağım titriyordu sinirden. "Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirecekmiş! Ulan ben anamdan bir damla süt mü emdim ki burnumdan getireceksin, dürrük!"

O kadar öfkeliydim ki karşımda dikilen Zuhal'i çok sonra fark ettim. Yapılan tüm bu haksızlıklara, cinayetlere tek tepki verenin ben olduğuma inanamıyordum. Uras Zuhal'in daha çok kardeşi olmasına rağmen olanlara seyirci kalıyordu. Tıpkı Engin abimde olduğu gibi.

Bir süre bakıştık. Yüzüme bakan kadın "Çok yanlış yapıyorsun, Lâl." dedi samimiyetle uyarırken. "Güçlü kalma mücadeleni takdir ediyorum. Ama Başkan'ın acımasızlığıyla yarışamazsın."

Alayla tıslarcasına güldüm. "Güçlü kalma mücadelemi takdir ediyor musun gerçekten? Allah razı olsun ya! Eksik olma gerçekten!"

"Ben bilmiyor muydum rest çekmesini? Ama olmuyor, Lâl. Görüyorsun. Ailem var. Mina var, Işık var. Kurban veremeyeceğim kadar önemliler benim için. Benden nefret eden, tiksinen kocamın bile hayatta kalması benim Başkan'a olan sadakatime bağlı. Kendi gözlerinle gördün." Omuzlarımdan kavradı. "Şerif Günday'ı kimse durduramaz, anla bunu artık. Anla ve çırpınmayı bırak. Bu seni daha da dibe çeker." Usulca eğilip mırıldandı. "Sana kendi kafana göre iş yapma demiştim. Beni bekle, demiştim. Sözüm baki. Ama yanlış adım attın. Uras'ı bu yüzden kaybettin. Seni uyarmıştım. Neyine güvendin ki bunu yaparken?" Aklımı okuduğunu sanan kadın kendinden emin bir biçimde ekledi. "Valentino Riccardo'ya güveniyorsan eğer-"

Geri adım atıp ellerinden kurtardım omuzlarımı. "Ben kendimden başka kimseye güvenmem."

Yüzümü okur gibi uzun uzun baktı gözlerime. Büyük bir bilgelikle karşılık verdi. "O adama tutkunu görebiliyorum. Tutkular gelip geçicidir, Lâl. İnsanda derin izler yaratırlar eğer esiri olursan. Ama bu aşk değil anlıyor musun? Bu aşk falan değil, hastalık!"

Gözlerine inatla bakarken "Ya ben iyileşmek istemiyorsam?" diye sordum. Canım yanıyordu. Tüm bu olanların içinde Valentino'yu sevdiğim için canım acıyordu ama ben bu acıyla kendim baş edebilirdim. Kimsenin bana akıl vermesine ihtiyacım yoktu.

Yanından geçip gittim Zuhal'in. Duygunun zerresi olmayan biriyle duygularım hakkında daha fazla konuşmayacaktım.

Asansörün önüne geldiğimde Sibel hemşireyle karşılaştım. O an çaresizce Başkan'dan kurtulmanın yollarını düşünürken aklımda bir ışık yanmıştı. Bu kumar gibi oynadığım riskli plan için Sibel'e ihtiyacım olacaktı.

Usulca yanına yaklaştım. "Sibel."

"Lâl Hanım, iyi misiniz?"

Sorduğu sorunun yanıtını umursamadan devam ettim. "Senden bir şey isteyeceğim ama dikkatli olman gerekiyor, anladın mı?"

Tedirginlik ve merakla "Tamam." dedi Sibel. Korka korka sordu. "Ne yapacağım?"

İyice sokuldum kıza. "Başkan'ı gözünün önünden ayırmayacaksın. Hastaneden çıkarsa da hemen beni arayacaksın. Ve bunu kimseye sezdirmeden yapacaksın." Panik olduğunu gizlemeyen kıza ikna edici gözlerle baktım.

Sibel korkuyla yutkundu ancak yine de cesaret edip "Yaparım." diye mırıldandı. Bir şeyler döndüğünü anladığı için korkmuş görünüyordu.

"Korkacak bir şey yok." Omzuna dokundum cesaretlendirir gibi. "Hadi, göreyim seni."

Aceleyle aşağı inip hastaneden çıktım ve arabamı çalıştırıp hızla Şerif Günday'ın malikânesinin yolunu tuttum. Öğle vaktiydi. Zuhal de Başkan da evde olmadığı için işim kolaydı. Sonuçta her adımımı Zuhal'in de bilmesine gerek yoktu. Ona tamamen güvenemezdim. Bu yüzden ikisinin de hastanede olduğu saati tercih etmek akıllıca olurdu. Işık'ı görme bahanesiyle gittiğim için Perhide'm şüphelenmedi. Oyun odasında Işık'la vakit geçirirken etrafı iyice kolaçan ettim. Perhide'nin mutfakta olduğu bir an gizlice Başkan'ın odasına süzüldüm. Banyodan diş fırçasını alıp önceden hazırladığım naylon paketin içine koydum. Bunu yapmanın zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Ve bunu yapabilecek tek kişi bendim.

Her şey çok hızlı gelişti ama yakalanma korkusundan dolayı kalbim hızla atıyordu. Işık'tan ayrılmak çok zor oldu. Gitmeme bir türlü izin vermedi, eteğime yapıştı. Kıyamadım. Ama gitmek zorundaydım, yapmam gereken çok şey vardı. Savaşmam gereken bir sürü cephe.

Son kez onu kucağıma alıp güzel güzel anlattım. "Bak bebeğim, şimdi gitmem gerek ama geleceğim. Söz."

Küskünce "Gelmiyorsun." diye mızmızlandı.

"Gerçekten geleceğim." Yanağından kokulu bir öpücük çaldım ve onu bırakıp evden çıktım. Tüm bunları takip edilmediğime emin olarak ve yokluğum fark edilmeden hızlı bir şekilde yaptım ki Başkan'ın gözüne batmayayım. Artık daha dikkatliydim. Hem takip edilsem bile neyi ispatlayacaktı ki? Her zaman Işık'ı görmeye giderdim ben. Aynı hızla geri döndüm. Hiçbir şey olmamış gibi.

Hastaneden içeri girerken telefonum çaldı. Ekrana baktığımda yine Kerem arıyordu. Çaldı, çaldı durdu. Ekrana önceki cevapsız çağrılarına bir yenisi eklendiği için endişelendim. Kerem'e ne diyecektim? Sonsuza dek kaçamazdım. Abisini soracaktı. Allah'ım. Çok fazla stres altındaydım. Uras aklımdan bir an olsun çıkmıyordu.

Biraz ilerledikten sonra arkama dönüp hastane girişindeki yerine baktığımda gözlerim doldu. Her şeyi bile bile susamazdım. Kerem'e anlatırsam da taş üstünde taş bırakmaz, kendine zarar verecek bir delilik yapardı. Daha önce Başkan'ı öldürmeye yeltenmesini varsayarsak bunu söylememem gerekiyordu ama bir yandan da abisine neler olduğunu bilmeye hakkı vardı.

İki arada bir derede kalmıştım. Bu kararı tek başıma vermek zorunda olmak, sorumluluğunu üzerime almak çok zordu. Yorgundum, bitkindim. Yaşadıklarımın şokunu hâlâ tam anlamıyla atlatabilmiş değildim. Girişte resepsiyona bir şeyler buyuran Valentino'yla göz göze geldik ama onu umursayacak ya da onunla tartışacak durumda değildim. Bana bir şey söyleyecekmiş gibi dururken ona arkamı dönüp yürümeye devam ettim. Bir hançer de ondan yemiştim. O seçimini yapmıştı. Benimse almam gereken bir intikam vardı.

Kapı girişinde bana doğru ilerleyen Nikolai'yi gördüğümde görüş açım bulanıktı. Zihnim karman çormandı. O an yer ayaklarımın altından çekiliyormuş gibi hissettim. Hatırladığım son şey Niko'nun kollarında olduğumdu.

Kendime geldiğimde sedyede yatıyordum. Valentino ve Nikolai başımdaydı. Bir süre ikisinin de burada ne olduğunu anlayamadığım ve bulunduğum yeri sorguladığım birkaç saniyeyle cebelleştikten sonra bayılmadan önceki birkaç dakikamı hatırladım.

Valentino oldukça endişeli ve şefkatli bir ifadeyle önümde eğilip gözlerime baktı. "İyi misin?"

Sorusuna karşı cevapsız kaldım. Hem ne diyecektim ki? İyiyim, merak etme falan mı? Merak ediyor olsa, beni önemsiyor olsa inciteceğini bile bile oyuna Zita'yı katar mıydı? Yüzüne bile bakmak istemedim.

Aynı soruyu farklı bir versiyonuyla Niko'dan duydum sonra. "Seni çok merak ettik, iyi misin? Kendini nasıl hissediyorsun?"

Bu kez kaçamadığım soruya "İyiyim." yanıtını verdim. Aklım karmakarışık olsa da tüm zihnimi meşgul eden o intikam ateşi hâlâ beni diri tutan tek şeydi. Bu yüzden vakit kaybetmeden harekete geçmem gerektiğini biliyordum. En güçsüz göründüğüm an düşmanlarıma saldırmam gereken en doğru zamandı. İfadesiz bakışlarla Valentino'ya döndüm. "Bizi biraz yalnız bırakır mısın?"

"Ne?" Söylediğim şeyin anlamını çözememiş gibi hayretle yüzüme bakan adam doğrulamak ister gibi sordu. "Miloradov'la mı?" İnanmaz bir ifade hâkimdi yüzünde. "Gerçekten mi?"

Meydan okuyan tek kaş yukarı bakışımla "Evet, bir mahsuru mu var?" diyerek karşılık verdim. Artık onu ilgilendirmiyordu bu.

Bu kez cezalandırılma sırasının onda olduğunu hisseden adam şaşırsa da üstelemedi. Ona tavırlı olduğumu anlamayacak kadar aptal biri değildi. Kıskançlık ve öfkeyle harmanlanmış bir biçimde dişlerini sıkıp çenesini kasarak odadan çıktı.

En az Valentino kadar şaşkın olan Nikolai gözlerini bana dikmiş sorguyla bakıyordu. "Neler oluyor Lâl?" Olanları çözmeye çalışıyordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu ve muhtemelen Valentino'ya eskisinden daha sert olan bu tavrıma da anlam veremiyordu.

Bir an ona hiçbir şeyden bahsetmediğimi unutmuş gibi "Azize'yle Başkan'ı bitirmek için anlaşacağım. Teklifini kabul edeceğim." sözüyle konuya girizgâh yaptım.

Hâliyle bu konuda hiçbir bilgisi olmayan Nikolai ambale olmuş bakışlarla yüzüme baktı. "Azize mi? Ne teklifi?" Dayanamayıp "Neler oluyor Lâl?" diye yineledi sorusunu. Oldukça sabırsız görünüyordu bu kez.

Azize'nin yolumu kesmesini, yardım istemesinden tutup anlaşmasına kadar her şeyi anlattım ona. Ve sonra "Bir basın açıklaması yapıp onun gerçek kızı olmadığımı tüm Türkiye'nin önünde söyleyeceğim." dedim kararlı bir ifadeyle. "Azize de gelecek. Gerçek Azize Günday'ın o olduğunu açıklayacağım. Bu yalan hayata bir son vereceğim artık. Yeter." Doğrulduğum yerde fayans zemine bakıyordu boş gözlerim. "Zaten benzerliğimizi görmeleri bile yeter her şeyin açığa çıkması için. Değil mi?" Delirmiş gibi başımı salladım hızla. Bu mantıklı bir karar mıydı ya da bir aksilik çıkma ihtimali neydi bilmiyordum. Bunları düşünecek kadar bile vaktim olmamıştı. Canımın acısından ani vermiştim bu kararı. Her şey çok hızlı gelişmişti. Ve düşündüğümde de başka çarem yok gibi görünüyordu. Bu Başkan'ı devirebilecek en büyük darbeydi. Başarabilirsem tabii. Endişelerim ve kafamdaki soru işaretlerimi gizlemeden Niko'nun yüzüne döndüm. "Ama nasıl başlamam gerektiğini bilmiyorum. Aklım çok karışık, plan bile kuramaz hâldeyim."

Olanlara anlam veremeyen Nikolai benim için endişeli görünüyordu. "Lâl, Azize'ye güvenemezsin. Onun sana olan nefretini gözlerinde gördüm. Seni kıskanıyor. Belki de hâlâ seni yok etmek istiyor." Uyarıcı ses tonuyla tekrarladı. "Ona güvenemezsin."

"Güvenmek zorundayım, Nikolai. Başka çarem yok." Sonucu ne olursa olsun risk almak zorundaydım. Belki de hayatımın kumarın oynuyordum ama bu riski almak için daha doğru bir zamanlama olamazdı. Kalbimin ortasında o büyük ve güçlü intikam ateşi yanıp sönerken acıyla inledim. "Başkan, Uras'ı öldürdü." Hıçkırıklarımla boğuldum bir süre. Kendime gelemedim. Zar zor "Gözlerimin önünde." diye ekleyebildim yalnızca.

Beklemediği bir anda aldığı bu bilgiyle "Ne?" diye soran adam şoke olmuş durumdaydı.

"Ve bu yalnızca benim gözümü korkutmak için basit bir uyarıydı. Beni uyarmak için öz oğlunu gözlerimin önünde öldürdü." Sağ elim çaresizce alnıma gitti. "Kerem'e ne diyeceğim? Bunu ona nasıl anlatacağım? Çocuk yıkılacak!" Benim düşünmeden maceraya atlamam ve Uras'ı da peşimde sürüklemem yüzünden olmuştu her şey. Onu kaybetmiştim. "Benim yüzümden oldu." dedim hıçkırıklarımın arasında.

Nikolai eğildi ve beni kollarının arasına alıp teselli etmeye çalıştı. "Şşşt... Lâl, hayır. Saçmalama." O sırtımı pışpışlarken ben biliyordum. Bu benim suçumdu. Tüm dünya toplanıp senin suçun değil dese de bunun benim suçum olduğunu çok iyi biliyordum. Etrafımdaki herkese zarar veriyordum. Herkese ölüm getiriyordum. Lânetliydim. Bunun başka bir açıklaması yoktu. "Bunun tek sorumlusu Başkan, Lâl. Sen değilsin. Sakın kendini suçlama."

"Bunu ona ödetmeliyim, Nikolai. Uras'ın intikamını almalıyım anlıyor musun?"

"Tamam, sakin ol. Ben ne gerekiyorsa yapacağım, merak etme. Sana yardımcı olacağım."

Ayrıldığımızda sağ elimle gözyaşlarımı silerken "Nasıl?" diye sordum merakla. Ona anlatırken böyle bir şeyi beklemiyordum. Ben sadece sırtımdaki bu ağır yükü biriyle paylaşmak istemiştim. Biri bilsin istemiştim. Belki de akıl danışmaktı niyetim, bilmiyordum ama bana yardım etmesini ummamıştım. Cılız da olsa bir yardım ışığı belirmişti benim için.

Odada bir ileri bir geri volta atarken çenesindeki kirli sakalını ovalayan adam düşünceliydi. Hemen bir plan kurmuşa benziyordu. Gözleri parlamıştı öfkenin ateşiyle. "Normal şartlarda DNA testini kimseye sezdirmeden, gizli bir şekilde yaptırman gerekir ama bu durumda bile risk tam anlamıyla ortadan kalkmaz. Çünkü her adımını izliyor olabilirler. Sen meydan okuyarak Başkan'ı harekete geçirmişsin bile. Karakola gitmen, odasında onu tehdit etmen... Tüm okları üstüne çekmişsin. Başkan ve Vural artık daha temkinli davranacaktır."

Canımın acısıyla düşünmeden yaptığım her hamle zarar veriyordu bana. Akılsızın tekiydim ben. Aptaldım, aptal! Bunu daha yeni yeni anlıyordum. "Ne yapacağız o hâlde?"

"Başkan'ın DNA örneğini bana ver. Bu konuyla ilgileneceğim. Kimse benim bu işin içinde olduğumu tahmin edemeyeceği gibi şüphe de etmez. Ben işin içinde olduğum sürece bir şey yapamazlar. Bağlantılarımı kullanırım. Her şeyi kontrolüm altına alırım." Kendinden emin bakışları bana döndü. "Bana güvenebilirsin."

Ona güveniyordum. Tuhaf bir biçimde bana zarar vermeyeceğini hissedecek kadar güveniyordum ama kafam davul olmuştu sanki. Hiçbir şeyi anlayamıyor gibiydim. "Tamam, şimdi o zaman ben ne yapmalıyım?"

"Bana kalırsa Azize'ye güvenmemelisin ama çaresiz olduğunu söylüyorsun. Bu planı uygulama konusunda kararlıysan hemen bugün bombayı düşürüp basın açıklamasını yap. Tabii ondan önce Azize'nin yerini öğrenip onu Hydra'ya getirmeliyim. Kaçma ihtimaline karşı gözümüzün önünden ayrılmasın."

"İyi de ben onun nerede olduğunu bilmiyorum ki. Elimde sadece bir telefon numarası var."

İmalı bir ses tonuyla "Ben onu bulurum." derken çok emindi. "Girebileceği her deliği biliyorum."

Gözlerimi devirerek "Doğru ya, eski işbirlikçin." yanıtını verdim. "Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?" İster istemez geçmiş gözümün önünde canlanmıştı.

"Bunu mu konuşacağız şimdi?" Benim ateşkese gönüllü olduğumu görünce uzatmadı. "Basın açıklamasını yap, ben seni korurum." İsteksizliği gözlerinden okunan adam "Ve ne yazık ki Azize'yi de korurum." diye de ekledi. "İşimize yarayacağı için."

"Tamam."

Her konuda anlaştığımıza göre planın üzerinden son kez geçmemiz gerektiğini düşünen adam tekrarladı. "Konuştuğumuz gibi DNA testi benim takibim altında olacak. Ve eğer her şey yolunda giderse bu akşam haberlerinde herkes Başkan ve pisliklerini konuşacak. Onu bitirebilirsin."

"Her şey yolunda giderse." diye yineledim sözünü. Sanki hiç olmayacak bir şeymiş gibi geliyordu. O kadar çok yenilmiştim ki Başkan'a karşı. Sayısız kez yenilmiştim. Artık onun kaybedeceğini düşünmek çok zordu. Dokuz başlı ejderha gibi geliyordu bana. Asıl aklıma takılan ise Niko'nun bir hayalet gibi tüm bunları nasıl kontrolü altına alabileceğiydi. "Peki, sen bu kadar şeyi nasıl yapacaksın? Yani DNA testini değiştiremeyeceklerini bana nasıl garanti edebiliyorsun?"

Elleri ceplerinde olan adam bu konuda kendinden zerre kuşku duymuyordu. "O da benim sırrım olsun." Aniden sırtı dikleşti ve uyarır gibi bakışları bana döndü. "Yalnız tek bir şartım var."

"Nedir?" 2 yıl önce bana son yaptığı teklifi hatırladığımda hemen araya girdim. "Aman sakın Valent'i bırak bana gel, yok benimle bir gece geçir gibi zottirik bir teklifle gelme, kabul etmem Nikolai." Yeni aklıma gelmiş gibi düzelttim. "Zaten Valentino'yla olduğumuz falan da yok yani onu bırakıp da sana geleyim falan."

Dudağının kenarıyla güldü. "Hayır, Lâl. Bu öyle bir şey değil. Yani en azından senin böyle elde edilebilecek bir kadın olmadığını öğrendim diyelim." Yüzü ciddiyetle kasıldı. "Şartım çok basit, bu işin içinde olduğumu kimse bilmeyecek. Özellikle de Başkan ve Vural. Aksi hâlde zaten tüm planımız sekteye uğrar."

Planın bozulması kısmını anlıyordum ve mantıklı da bulmuştum ama Niko'nun yüzünden tek sebebin bu olmadığını anlamak zor değildi. "Neden? Korkuyor musun?" diye sordum ani bir cesaretle.

Korkuyla alakalı soruma alaycı bir yüz ifadesiyle karşılık verdi. "Hayır, Lâl. Bu korkudan daha farklı bir durum. Onlarla aynı örgütteyiz. İkimiz de bir noktada Nox'a hizmet ediyoruz ve Nox'un bir parçasıyız. Onlar Nox'a karşı herhangi bir girişim içinde olduğumu öğrenirse işler karışır. Nox'daki üst düzey konumum tehlikeye düşer. Sana da layıkıyla yardım edemem. Çünkü sana yardım etmek için kullandığım bağlantıların büyük bir kısmı da Nox'daki konumumun bana sağladığı güce ait."

Bu örgüt zamazingolarından bir bok anlamadığım için sorgulamadım. Zaten kafam yeterince karışıkken bir de benimle alakalı olmayan bu karışık işlerle dolduramazdım zihnimi. "İyi, tamam. Bana uyar." Benim için değişen bir şey olmayacaktı sonuçta. "Benim için sorun yok. Bilmemeleri gerekiyorsa bilmezler." Çantama uzanıp diş fırçasının olduğu naylon paketi Niko'ya uzattım. "Bu Başkan'ın. Ne yapman gerekiyorsa yap."

DNA testi için örneği bu kadar kısa sürede bulmuş olmama şaşıran Nikolai onaylayarak başını salladı. Odadan çıkmadan önce "Dikkatli ol, Lâl." dedi ciddiyetle. Yüzünde endişesini ve gerilimini hissetmek zor değildi. "Her adımında seni takip edip koruyacağım ama sen yine de dikkatli ol. Azize söz verdiği gibi gelmezse plan tamamen tepetaklak olur."

"Biliyorum." Yutkunurken yavaşça aşağı yukarı salladım başımı. "Ama gelecek."

Benim gibi inançlı görünmese de öyle olmasını uman adam onaylayarak başını salladı ve odadan çıktı.

Azize ve ben. İkimiz de istemediğimiz bir hayata hapsolmuştuk. İkimizin de tek ortak yönü kendi hayatımıza kavuşup özgür olmaktı. Birbirimizden ölesiye nefret etsek de bu yolda beraber olmalıydık. Kimliğimizi, özgürlüğümüzü kazanabilmek için. İşte bu yüzden benden nefret etse de Azize'nin geleceğine, planımıza uyacağına inanıyordum. İnanmak istiyordum.

Odada yalnız kaldığımda sedyeden kalkıp toparlandım. Biraz daha iyiydim. Kısa bir an düşündükten sonra basından bir tanıdığı aradım. Önemli bir açıklama yapacağımı, basın açıklaması için kliniğin alt katındaki toplanma salonunda bulunmalarını rica ettim. Bombanın kokusunu alan adam sözümü ikiletmedi, basın açıklaması için gereken ortamı hazırlayacağını söyledi. Ardından gönül rahatlığıyla son aramamı yaptım.

Azize.

İlk çalışta açtı. "Alo."

"Lâl." Sesi heyecanlı çıkmıştı.

Konuşmasına fırsat vermeden söze girmek istedim. "Zamanı geldi."

"Gerçekten mi?" Umutlu ses tonu saniyeler içinde endişeye büründü. "Emin misin?"

"Evet, gelmen gerek."

"Tamam, geliyorum."

"Azize."

"Efendim."

"Eline yüzüne bulaştırma. Beni satma."

"Tamam."

Telefonu kapattığımda ona ne kadar güvenebileceğimi sorgulasam da bunun için geç olduğunun farkındaydım. Artık iş aldığım bu riskin sonucuna bakıyordu ne yazık ki. Bir kumar oynuyordum. Ya batacaktık ya da çıkacaktık.

Kliniğe geldiğimde Şebboy direkt "Bay Valentino Riccardo, odanızda sizi bekliyor." dedi. Buna izin verdiği için ters bir bakış atsam da Valent'in kimseyi dinlemeyeceğini iyi bildiğimden üstelemedim.

Aralık kapıda Valent'in odamda beklediğini gördüm. Beni görmeden tüymeyi düşünsem de arkasında gözü olduğunu düşündüğüm adam "Beni atlatmaya çalışman bir şeyi değiştirmeyecek." diye seslendi. Mecbur, kapıdan içeri girdim. Elinde bir kâğıt vardı.

Bitkin bir biçimde çantamı bırakıp ceketimi çıkardığımda "Ne vardı?" diye sordum. Yüzüne dahi bakmadım. Zaten birbirimizin yüzüne bakacak hâlimiz de kalmamıştı artık.

Elindeki kâğıdı göstererek masama koydu. "Hisselerini devrettiğine dair imzaladığın sözleşme." Ayağa kalkıp bana bir adım attı. "Olanlardan sonra hisselerini bana devretmek istemezsen anlarım."

Her şeye rağmen Valentino'nun onurlu bir adam olduğunu, beni mağdur bırakmayacağını biliyordum. O kadar tanıyordum neyse ki. Ancak benim derdim para pul, hisse değildi ki. Masadaki sözleşmeye göz ucuyla baktım ve yorgun bir ifadeyle boş verdim. "Ne yaparsan yap, Riccardo. İş başka, özel hayat başka." Ceketimi astım. Biraz da onunla yüz yüze gelmemek için arkam dönük oyalanıyordum. "Biz bir anlaşma yaptık. Laf ağızdan bir kere çıkar. Geri dönüşü yok."

"Lâl."

"Efendim."

Bana doğru yürüyen adam kolumdan tutup yumuşakça kendine çevirdi. "Yüzüme bak artık."

Bitkin bakışlarım yüzüne döndüğünde umutsuzlukla istediğini yaptım. "Baktım, ne olmuş?"

"Neler oluyor Lâl?"

"Bir şey olduğu yok."

"Buna inanmamı mı bekliyorsun?" Sorusunu detaylandırdı. "O gün ortadan kayboldun, aradım açmadın. Tamam, bana öfkeni anlıyorum ama seni çok merak ettim. Başına bir şey-"

"Uzatma, Valentino. Başıma bir şey gelip gelmediğini merak edecek son kişi bile değilsin artık. Beni merak etmekte oldukça geciktin." Kinayeli bir biçimde "2 yıl kadar." O an kollarına atlayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak, Uras'ın kaybını onunla paylaşmak isterdim. Ama yapamazdım. Gözümün önünde Zita'yla giderek beni bir kere daha öldürmüşken hem de.

"Lâl, seni kızdırdım ve üzdüm. Farkındayım, ileri gittim. Ama sen de beni her seferinde yok sayıyorsun. Senin karşında görünmez olmaktan yoruldum."

Duymazdan gelerek "Valentino, ne istiyorsun?" diye sordum.

Bu konuşmalarla bir yere varamayacağını anlayınca sordu Valentino. "Miloradov'la neler çeviriyorsunuz?"

Bıkkınlıkla ofladım. "Valentino, neye inandığın benim zerre umurumda değil tamam mı? İşim başımdan aşkın, seninle uğraşamam."

Sabrı taşmış bir biçimde yumruğunu masaya vurup "Yeter artık!" diye kükredi adam. "Bu siktiğimin hastanesinde ne döndüğünü anlatıyorsun bana!"

Belki başkası olsaydı fazlasıyla korkutucu olan bu performansıyla altına doldurabilirdi ama beni sadece germişti. Az önce yumruğunu geçirdiği masaya elimi yaslayarak göz göze geldim bakışlarında alevler oynaşan adamla. "Sesimizin tınısına dikkat edelim." Meydan okuyan bir ifadeyle suratına bakmaya devam ettim. "Karşında kölelerinden biri yok senin." İlgisiz bir ifadeyle masamın kenarına yaslandım. "Neler olduğunu sen de herkes gibi akşam haberlerinde görürsün." Her şey yolunda giderse tabii.

Merakla "Ne demek bu?" diye sorup cevap alamadığında kaşları çatıldı. "Bana bunu neden yapıyorsun, Lâl?"

"Sana bir şey yaptığım yok Valentino! Kurulup kurulup kapıma dayanan sensin, asıl senin derdin ne onu sorgulamak lazım."

"Lâl, Miloradov'a güvenemezsin. Hayatını tehlikeye atacak bir şey yapıyorsan eğer-"

"Benim hayatım seni ilgilendirmiyor artık." İmalı bir ifadeyle ekledim. "Sen, seni ilgilendiren kişilerin sorunlarına çare bul. Mesela eski karının yangınını söndür. Ben kendime yeterim." Konuşmasına fırsat vermeden kolumdaki saate baktım. "Danışanım var, müsaade edersen..."

İnanmayan bakışlarla yüzüme baktığında hiç de vazgeçmiş görünmüyordu. "Yeniden geleceğim." İşaret parmağıyla uyardı. "Ve bu kez kolay kurtulamayacaksın."

"Hadi Valentino, hadi." Kapıyı göstererek çıkmasını bekledim. O gittikten sonra saate baktığımda basın açıklamasına az kaldığını fark ettim. Buna rağmen Azize'den ne ses vardı ne seda.

Kapı çalındı. Seslenerek içeri buyur ettiğimde kapıyı aralayan Ivan'dan başkası değildi. Onu burada görmeyi beklemiyordum. Hayrola dememe gerek kalmadan "Niko seni korumam için beni görevlendirdi." dedi Ivan.

"Tamam."

Toplanma alanındaki basın açıklamasına çıkmak için hazırlanmadan önce Azize'yi aradım ama ulaşamadım. Niko haklı mıydı acaba diye düşünmekten kendimi alamadım. "Neredesin, kahrolası?" diye mırıldandım dişlerimin arasından. İyiden iyiye gerilmiştim. Daha fazla da bekleyemeyeceğimi bildiğim için hazırlanıp Ivan'la çıktım.

Aşağıdaki toplanma alanında çağırdığım basın sorumluları açıklama için hazır bekliyordu. Karşılarında konuşmam için hazırlanmış kürsüye doğru yürüdüğümde ayaklarım titriyordu ama emin adımlarımı bozmadım. Ne olursa olsun bunu yapmam gerekiyordu. Yıllardır saklanan bu korkunç sırrı daha fazla saklayacak gücüm yoktu.

Ivan sanki korumam gibi başımda dururken kürsüye çıktım. Mikrofona uzandım. "Bugün burada önemli bir açıklama yapmak için davet ettim sizleri." Cebimdeki telefonum titreşti. Mesaj Başkan'dandı.

Gönderen: Başkan

"Yanlış bir şey yaparsan sonucuna katlanırsın. Bu kez acımam."

Gaddar, acımasız mesajlarıyla ilgilenmiyordum. Beni daha fazla susturamazdı. Telefonu kapatıp cebime geri koyacakken Niko aradı. Bunu cevaplamam gerekiyordu. Merakla aramasını yanıtladım mikrofondan uzaklaşarak.

Bir yanıt vermemi beklemeden "Lâl, toplanma alanına gitme." dedi Niko.

"Artık çok geç." Neden böyle söylediğini anlamaya çalışıyordum. "Ne oldu?"

"Sakın hiçbir açıklama yapma."

"Neler oluyor?"

Bir aksilik olduğunu az çok anlamıştım ama "Azize gelmeyecek. Seni sattı." dediğinde umutlarım yine yerle bir oldu.

Telefonu kapattığımda bana beklentiyle bakan basın sorumlularıyla göz göze geldim. Şimdi ne olacaktı? Sakin ol, Lâl. Bu hiçbir şeyi bitirmez. Sadece erteler.

Azize'yi de kendimi de bu esaretten kurtarmaya çalışırken çıktığım bu yolda yalnız kalmıştım. Sakinliğimi koruyarak açıklamada bulundum. "Bugün sizi buraya topladığım için özür dilerim. Maalesef beklediğiniz açıklamayı yapamayacağım. Sizlerden çok özür diliyorum." diyerek kürsüden indim ve basın sorumlularının aralarında fısıldaşmalarıyla Ivan'ın açtığı yoldan sorular soran kalabalığı yarıp çıktım.

Kalabalıkta tansiyonum düşmüştü. Odama giden koridorda Ivan'la baş başa kaldık. Sakin bir biçimde "Bu sandığın kadar kolay olmayacak, Lâl. Niko senin zarar görmemen için en doğru yolu bulmaya çalışacaktır." dedi ve uyaran bakışlarla ekledi. "Ama sen de ondan bağımsız bir hamlede bulunma."

Dalgınlıkla başımı salladım. "Teşekkür ederim, Ivan. Söylediklerini dikkate alacağım."

Ivan gittikten sonra kendimi tuvalete attım. Ellerimi tezgâha yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda aynanın karşısında öyle acınası görünüyordum. Kendi çelimsiz, kararsız, aptalca duruşuma bakmadan Başkan'a meydan okuyordum. Geri zekâlısın, Lâl.

Kafesindeki çarkın içinde dönüp duran bir hamster gibiydim. Attığım her adım akılsızcaydı ve önü kesilip engelleniyordu. Her aptalca adımım beni daha da çaresiz bırakacak duruma sokuyordu. Valentino'ya anlatsam çözeceğine emindim ama ondan ölsem de yardım istemezdim. Kapana kısılmış gibi kıvranmaktan ve kendi çaremi kendim bulmaktan başka yolum yoktu.

Yüzümü gözümü toparlayıp koridora girecekken danışma kısmında bir şenlik vardı sanki. Takım elbiseli adamlar elinde kutularla içeri gidiyordu. Dikkatli bakınca anladım, Fahir Bey'in adamlarıydı bunlar. Şebboy'un masası kurdeleli kutularla dolmuştu.

Merakla "Bunlar da ne böyle?" diye sordum Şebboy'a. Şaşkın ve mutlu bakışlarla kaşlarını kaldırdı kadın.

Neşeli bir girişle adamlarının arasından sıyrılıp geldi Fahir Bey. "Selamünaleyküm hocam!" Coşkusu benim aksime ortamı aydınlatıyordu. "Bunlar benim size hediyemdir. Yaptıklarınızın yanında hiçbir şey ama..."

"Ne gerek vardı böyle şeylere Fahir Bey, ben bir şey yapmadım. Görevimdi sadece."

"Olur mu doktor hanım, siz benim hastalığımı iyi ettiniz. Bunlar size az bile."

İçimde zerre neşe olmamasına rağmen zoraki tebessüm etmeye çalıştım. "Çok teşekkür ederim ama bir daha böyle şeyler yapmayın olur mu? Ben çok alışık değilim böyle şeylere."

"Alışın hocam, alışın. Bunlar küçük teşekkür hediyeleri." Kaşlarını çatarak dikkatle bana baktı. "Hocam siz iyi misiniz? Yüzünüzün rengi atmış sanki."

"İyiyim, biraz yorgunum sadece."

Meydan okuyan bir ifadeyle "Hayır bir durum varsa bilelim, el koyarız duruma. Bizim de hocamız yalnız değil yani." derken cesurca böbürlenmekten çekinmiyordu.

"Sağ olun."

Onaylayarak başını salladı adam. "Zor tabii sizin işiniz de. Allah kolaylık versin." Adamlarına kutuları Şebboy'un masasına yığdırdıktan sonra "E biz gidelim artık. Daha fazla meşgul etmeyelim sizi. Kendinize iyi bakın hocam." derken yenilenmiş görünüyordu adam. Bana geldiği ilk hâlinden eser yoktu sanki.

"Hoşça kalın, Fahir Bey. Eşinize selamlar..."

O adamlarıyla çıkarken aynı kapıdan Ahmet ve Giray içeri giriyordu. İkisinin de meraklı bakışları Şebboy'un masasındaki kutulardaydı.

Ahmet elindeki karton bardağı gösterip "Sana kahve getirmiştik de..." derken bakışları hâlâ ciğerci kedisi gibi kutulardaydı. "Bu kutular ne?"

"Danışanım getirmiş."

Giray kutulardan birini teklifsizce aralayıp baktığında "Oğlum lokum, pişmaniye, çikolata falan var bunlarda!"

Ahmet hevesle kafasını kutuya çevirdi. "Oha! Belçika çikolatası lan bu."

Umursamaz bir edayla "Alabilirsiniz." dememe kalmadan üzerine çökmüşlerdi bile. Onlar çikolataları hapır hupur götürürlerken ben odama döndüm.

İçeri girdiğimde koltuğumun karşısında oturmuş bana bakıyordu. Bunu alışkanlık hâline getirmesi öfkemi ateşlemişti. "Ne işin var burada? Ne hakla habire izinsiz odama girebiliyorsun?" diye haşladım onu. Ha Valentino Efendi oralı değildi, orası ayrı. "Çık odadan."

Gergin ve endişeli görünüyordu. "Düşmanlığın sırası değil, Lâl. Sana çok önemli bir şey söylemem gerek."

Kendi hâlimde kalıp kafamı dinlemek istediğim için "İlgilenmiyorum." dedim. Gerçekten yorgundum artık.

"Ama ben ilgileniyorum. Seni ilgilendiren şey beni de ilgilendirir."

İfadesizce yüzüne baktım. Suratında öfke, endişe ve yüksek gerilim hâkimdi. Burnundan soluyor gibiydi konuşmaya başlarken. "Başkan seni ortadan kaldırmayı planlıyor."

Bu bana sürpriz olmamıştı. Yaşananlardan sonra tahmin edilmesi zor bir şey değildi. "Ne güzel." dedim umursamazca iç geçirerek. "Böylece ölürüm ve biraz huzura kavuşurum."

"Alay etmenin sırası değil."

"Alay ettiğimi de kim söyledi?"

"Lâl bu ciddi bir konu!" Önce ensesini kaşıyan elleri şimdi sertçe çenesini zımparalıyor gibiydi. Sakinleşmeye çalışarak yeniden söze girdi. "Bak, dikkatli ol." Çaresizce "Bırak da seni koruyayım." derken buna izin vermeyeceğimin farkındaydı. Sanki izin vermesem vazgeçecekmiş gibi.

En azından bir konuda yanılmıyordu Valentino. Ondan gelecek hiçbir şeyi istemeyecektim. "Ben kendimi korurum, senin korumana ihtiyacım yok."

"Lâl-"

Kavgadan uzak, yorgun bir ses tonuyla bir elim masaya yaslı "Eski karına geri dön, Valentino." dedim. "Beni de rahat bırak."

"Anlamıyor musun Lâl, bu inatçılık yapabileceğin bir konu değil."

"Neyin sırası olduğunu sana soracak değilim. Sen seçimini yaptın." Kapıyı göstererek ekledim. "Şimdi rahat bırak beni."

Bir adımda bana yaklaştığında onunla göz göze geldim. "Ben seçimimi yıllar önce yaptım, Lâl." Cesur bakışları gözlerimi delip geçiyordu sanki. "O kazadan sonra seni rüyalarımda gördüğüm andan beri seçimim belliydi ve hiç değişmedi." Zita'yla çıkıp gitmesini kast ediyor olacaktı ki "Bu bir seçim değildi." dedi. "Bana olan sevgini açığa çıkarman için acemice yapılmış bir hamleydi." Gözlerime merhamet dilenir gibi bakıyordu. "İlk kez, Lâl. İlk kez senden bu ilişki için bir şey yapmanı istedim. Hep kaçan sen oldun, kovalayansa ben. Yoruldum, Lâl. Beni sürekli itmenden yoruldum. Tamam, lânet olsun ben bir hata yaptım, doğru! Ama bedeli sonsuza dek seni kaybetmek olmamalıydı." Başını iki yana salladı. "Bu kadar ağır olmamalıydı."

"Valentino, yeter artık."

"Bu ilişkiden, duygularından, duygularımdan şüphe eden hep sen oldun. Hep bitecek gözüyle baktın. Hep seni kaybetme korkusu yaşattın bana. İlk kez bu ilişki için bir şey yapmanı istedim. Duygularına sahip çıkmanı. Beni hâlâ sevdiğini hücrelerimde hissetmek istedim. Bugüne kadar hep ben peşinden koştum, bu ilişki için hep ben çabaladım, pişman da değilim. Yine olsa yine yaparım. Aşkımın peşinden koşarım. Bu beni küçültmez. Ama benim önemsediğim kadar sen beni önemsemiyorsun, Lâl. En azından kendine itiraf et bunu."

Acı acı gülerek saldırıya hazırlandım. "Hamileyken beni Azize'den ayıramayan sen mi söylüyorsun bana bunları? Seni gerçekten sevmiyor muyum? Eğer öyle olsaydı seni o gün affeder miydim sence? 2 yıldır öldüğünü sanıp her gün yanar mıydım?" Başımı iki yana salladım yüzüne bakarken. "Bencilsin, Valentino. Benim senin için yandığımı göremeyecek kadar körsün."

Yüzü merhametle aydınlandı. "Beni sevdiğini söylemen için bu hâle mi gelmemiz gerekiyordu?" Elleri saçlarımı okşamaya yeltenirken izin vermedim buna, geri çekildim. "Seni hep sevdim Lâl. 2 yıl sen acı çektiysen ben de acı çektim. Senden ayrı. Bir an bile sensiz mutlu olmadım. Sadece hayatta kalmaya çalıştım. Sana dönebilmek için..." Dürüstlükle devam etti sözlerine. "Ama sen duygularına sahip çıkma fırsatın olmasına rağmen beni Zita'nın yanına gönderdin. Buna göz yumdun. Umurumda değil, dedin. Önemsemedin."

"Bu yüzden mi gidip eski karınla yattın?" Alayla tebessüm ettim. "Çok mantıklı gerçekten."

"Hâlâ için içini yerken duygularına sahip çıkamıyorsun. Zita'yla bir şey yaşayıp yaşamadığımı bile soramıyorsun. Gururun engel oluyor buna."

"Soramıyorum değil Valentino, sormuyorum." Her şeyi biliyormuş gibi kendinden emin konuşması beni zıvanadan çıkarıyordu. "Sormuyorum çünkü bilmek istemiyorum."

Hâlâ inatla kalbimi ona açmamamdan öfke duyan adam "Sen bir korkaksın!" diyerek atağa geçti. Şaşkınlıkla yüzüne baktığımda yineledi. "Evet, korkaksın. Cesaretin yok. Kendine cool, özgür ruhlu diyorsun ve ailenin kapattığı kafesten kaçtığını sanıyorsun. O kafese yeniden kapatılmaktan deli gibi korkuyorsun ama bilmediğin bir şey var." Alaycı bir öfkeyle devam etti. "Bebeğim, sen zaten kafestesin, haberin yok. Ve daha kötüsü ne biliyor musun? Nereye gidersen git o kafes seninle. Nereye kaçarsan kaç onu da yanında götürüyorsun. Ve tüm bunları kendi kendine yapıyorsun. Sen kendine böyle sevgisiz davrandığın sürece bir düşmana ihtiyacın yok."

Söylediklerini dinlerken haklı olduğu yanları görebiliyordum. Kendime nasıl sevgisiz davrandığımı.

"Bana âşık olduğun için Stockholm sendromuna yakalandığını söylüyordun ya, asıl bu aileye bağımlı olmuşsun sen. Saplanıp kalmışsın Günday ailesine. Başkan ve ailesine sürekli geri dönüyorsun çünkü Stockholm sendromuna yakalanmışsın haberin yok."

İfadesizce "Bitti mi?" diye sordum. Tüm sakinliğimi takınarak söyleyeceklerini bitirmesini bekliyordum. "Koltuğa yatayım, çocukluğuma da in rahatla istersen Valentino."

Karşısında sağır biri varmış gibi umutsuzca yüzüme baktı. "Seni seviyorum, Lâl. Bunun senin için bir önemi yok mu?"

"Vardı." İçimden bir parça koparcasına ekledim. "Eskiden." Bu kadar sakin kalmak bana yetmişti. Boğazımda koca bir yumruyla gözlerim dolmak üzereydi. "Eğer yalnızca bana ihanet etseydin belki seni affedebilirdim, Valentino. Ama sen bize ihanet ettin. Bana, bebeğimize. Bebeğimizin katilini yanında tuttun. Onunla vurdun beni."

Hayretle karşılık verdi. "Lâl, hayır. Yapmak istediğim bu değildi."

"Ama yaptığın şey buydu." Yutkundum gözyaşlarımın arasında. "Hayat ne tuhaf değil mi? Bir zamanlar beni hayatta tutmak için çırpınan adam şimdi beni kendi elleriyle öldürüyor."

Kadife gibi yumuşak ve merhametli sesiyle "Yanlış." diyerek savunmaya geçti. Elleri kollarımı okşarcasına tuttu. "Ben hâlâ sana bir şey olursa yaşayamayacak olan o adamım."

Bana dokunmaması için geri adım attım. "Hiç sanmıyorum."

"Lâl, dinle beni." Dili çaresizce alt dudağını yaladı. "Bak, şuan sana açıklayamadığım şeyler var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil, biraz sabırlı olursan-"

"Asıl sen beni dinle." diyerek sözünü kestim. "Kalbimde tedavisi olmayan bir yara açtın. Bebeğimize, bize ihanet ettin."

"Özür dilerim." Bir şey söylememe fırsat vermeden atağa geçti. "Ama senden tek bir şey istiyorum. Hemen şuan burada artık beni sevmediğini söyle. Eğer bunu yaparsan bir daha seni rahatsız etmeyeceğim." Kararlı bir ifadeyle omuzlarımdan tutup gözlerime baktı. Kadife mırıltısıyla konuştu. "Gözlerime bak ve söyle. Hadi, seni sevmiyorum de. Beni sevdiğini inkâr edebilir misin?"

Her zaman korktuğum o yerdeydim. Sevginin, aşkın da yetmeyeceği o acımasız yerde. Valentino'yu köpekler gibi seviyordum ama bunun yetmeyeceğini içten içe biliyordum. Bu farkındalık beni tek bir yumrukla yere seriyordu sanki. Sonra ayağa kalkıyordum, tekrar yere seriyordu. Ve tekrar, tekrar.

Nefes almaya çalıştım ve "Seni seviyorum, Valentino. Bu doğru. Ama seni severken kendimi hiç sevmiyorum. Kendime saygımı kaybediyorum." dedim dürüstlükle. Çaresizlikle yineledim. "Seni seviyorum, Valentino. Muhtemelen ömrümün sonuna kadar da seni seveceğim." Onun umutla parlayan gözlerine bakıp kararlılıkla ekledim. "Ama sana da dönmeyeceğim."

Hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıktım. Koridorda yürürken odayı büyük bir gürültüyle darmadağın ettiğini duyabiliyordum ama kulaklarımı tıkayıp gitmeye çalıştım. Sadece oradan değil, Valentino'nun kalbinden de gitmeye.

İşte o an kararımı vermiştim. Buralardan gidecektim. Belki de kalbimi burada, onun ellerinde bırakarak.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü ElifTur4 , busra06665 , Sheyda24 , gecegolgesi7 , @civcivsarisiiiiii , gulreny , MaviAy893 okurlarıma armağan ediyorum. 💝 Sizce gelecek bölümde neler olacak? Tahmin ve teorilerinizi buraya yazabilirsiniz. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
Twitter: @buzdanjuliet
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub
@lalentinowithlove

Loading...
0%