@buzlarkralicesi
|
-26- ❝Lâl❞ Olanların ardından 1 hafta geçmiş olmasına rağmen tam anlamıyla kendimi toparlayamamıştım. Her geçen gün içinde bulunduğum savaş beni kendi bataklığına çekiyordu. Başkan ve Vural'ı devirmeye çalışırken Azize'den kazık yiyip yine yenilen ben olmuştum. Üst üste yanlış kararlar veriyordum. Öte yandan Valentino'nun bana olan ihanetini görmek her geçen gün beni daha da bitiriyordu. Zita'yı sık sık hastanede görmek, onun zafer naraları atan bakışlarıyla karşılaşmak artık katlanabileceğim bir şey değildi. Pes etmek bana göre bir şey değildi, biliyordum ama dayanmıyordum. Birden fazla cephede savaşmak beni son derece yıpratmıştı. Bu yüzden gitme konusundaki düşüncelerim daha da güçlenmişti. Amerika'da işimle ilgili bir programa başvurmuştum. Yanıt gelmesi için 1 hafta çok kısa bir süreydi elbette. Bu yüzden Ferit'le de görüşüp Amerika'daki program için tanıdıklarını araya sokmasını istedim. Olumlu dönseler de dönmeseler de ben kararımı vermiştim, artık burada duramazdım. Amerika'ya gidecektim. Ancak öncesinde halletmem gereken bazı şeyler vardı. Bu kararımı ilk Fuat eniştemle paylaştım. Tabii onunla konuşurken kesin gideceğim gözüyle bakmıyordum ve onu bürosunda bu yüzden ziyarete gitmemiştim ama gitme fikrimden de bahsettim. Onu görmek isteme sebebim başkaydı. Yılların acısını çıkaracak bir şey için gitmiştim oraya. Henüz ne için geldiğimi bilmeyen Fuat arkasına yaslanmış "Seni buraya hangi rüzgâr attı?" diye sorarken merak içinde görünüyordu. "Sen buraya sık sık gelmezdin." Şakayla karışık "Ne o, benden bu kadar çabuk mu sıkıldın?" sözümle takıldım. Dudağının kenarıyla güldü adam. "Senin gibi tatlı bir baş belasından sıkılmak ne mümkün?" Meraklı bakışları yüzümde gezindi. "Nedir seni buraya getiren?" Karşısında otururken sessizliğimi bozdum. "Başkan ve Vural'a dava açmak istiyorum." Bu benim için büyük bir şeydi. Radikal bir adım. Hatta belki de tehlikeli bir adım. Büyük bir savaşın başlangıcı. Henüz DNA testi dışında elle tutulur, gözle görülür pek bir kanıt yoktu elimde ama eğer Zuhal sözünü tutar da tesislerden bir kanıt getirirse ikisini de mahkûm edebilecek kadar kanıt olacaktı elimizde. Yine aynı şeyi yapıyordum, Azize gibi Zuhal de güvenilmez biriydi ama ben ona güvenmek istiyordum. Ancak bu kez başka çarem yoktu. Onlardan kurtulmak için ne yapmam gerekiyorsa tüm yolları deniyordum. İşe yarar veya yaramaz. Deniyordum çünkü başka çarem kalmamıştı. Deniyordum çünkü hep onların kazanmasından bıkmıştım. Oturduğu yerde sırtı dikleşen adam duyduklarına inanamamış gibiydi. "Sen ciddi misin?" Yalnızca olumlu anlamda başımı salladım. "Yoruldum artık. Sürekli onların kazanmasından, masum insanların hayatlarıyla oyuncak gibi oynamalarından yoruldum. İkisinin de layığını bulmasını istiyorum." Onların hapse tıktırabileceğimiz kadar suç işlediklerini en az benim kadar karşımdaki adam da bilirken "Yapamaz mıyım?" sorusunu yönelttim. "Yaparsın, Lâl. Elbette. Sadece bu kararına çok şaşırdım. Seni bu kararından dolayı takdir ediyorum. Ama..." Masada eline aldığı kalemi evirip çevirdi sıkıntıyla. "Ama?" "Bu çok çekişmeli bir dava olur. Yıpratıcı bir süreç olur senin için." Gözlerimin içine bakarken son derece objektif bir biçimde olanı biteni önüme serdi adam. "İnsanız hepimiz. Hatalar yaptık. Sen de yaptın. Ama bu davayla onları bitirmeye çalışırken senin de hakkındaki tüm olumsuz şeyleri ortaya çıkaracaklar. Seni itibarsızlastırmaktan çekinmeyecekler. Kamuoyuna seni kötü göstermek için ellerinden geleni yapacaklar. Buna hazır mısın?" Gözlerim düşünceli bir biçimde etrafı tararken "Hazır olmak zorundayım, Fuat." dedim. "Böyle yaşanmaz. Bu yaşamak değil. Hayat bu değil. Birilerinin boyunduruğu altında yaşamak benim için yaşamak sayılmaz artık. Yoruldum, bıktım susmaktan. Artık özgür olmak istiyorum. Tamamıyla özgür olmak..." Tüm bunları söylemeden önce paylaştığım gitme fikri üzerinde bu söylediklerimi düşünceli bir biçimde ölçüp tartarken çenesini kaşıyordu. "Aslında... Gitme fikrin bu dava açısından mantıklı olacaktır. Burada kalman senin için yıpratıcı olurdu. En azından hakkında çıkan haberlerden uzak, bir süre ülke dışında daha huzurlu olursun." Şüpheli bir ifadeyle "Peki, sen bu konuda kararlı mısın?" diye sordu Fuat. "Hiç olmadığım kadar. Sonucu ne olursa olsun bu davayı açmak istiyorum. Savaşmadan kaybetmek istemiyorum. Nasıl bir yol izlememiz gerektiğini de sana bırakıyorum." "O zaman beni dinlersen davayı açmadan önce yeterli kanıtları toplayalım. Çünkü davayı açtığımızda bazı şeyler için geri dönüş olmayacak. Dava açıldığı an Başkan ve Vural toplayabileceğimiz tüm kanıtları yok edebilir." Onaylayarak başımı salladım. "Sen nasıl istersen." Yeni aklıma gelmiş gibi ekledim. "DNA testi sonucunu bir arkadaşım güvenli bir şekilde saklıyor, onu sana ulaştıracak. Merak etme." "Tamam." Ayağa kalktı adam. Masanın kenarından bana doğru yürüdü ve kollarını açtı. "Gel buraya." Sarıldık. Ayrıldığımızda "Çok acı çektin. Umarım bundan sonra her şey senin için daha güzel olur." dedi Fuat. "Umarım hepimiz için öyle olur." İç geçirdim düşünceli bir ifadeyle. O an aklıma Kerem geldi. "Gitme fikri aklıma düştüğünden beri bunun bencilce olduğunu düşünüyorum. Biliyorum, sorumluluklarım varken gitmek çok bencilce ama burada kaldığım sürece ben ben olmaktan çıkıyorum. Savaşacak gücü kendimde bulamıyorum artık. En güvendiklerimin bile ihanetiyle öyle sarsıldım ki..." En güvendiklerim derken aklıma yalnızca Valentino'nun gelmesi de tuhaftı doğrusu. Yaptığı onca şeye rağmen en güvendiğim kişi olması. Ben akıllanmazdım. "Kerem'i burada nasıl bırakıp gideceğim?" İçim sıkıntıyla doldu. Bir yandan Uras'ın ölümüyle yalnız kalan Kerem'i düşünmediğim tek bir an bile yoktu. Güven veren bir ifadeyle başını salladı Fuat. "Merak etme, Kerem bana emanet. Onunla yakından ilgileneceğim." Onaylayan bir bakış attı. "Gitmek şu durumda verdiğin en doğru karar. Özellikle dava için en doğrusu olacak." Fuat'la konuşmak içimi biraz olsun rahatlatmıştı ama tam anlamıyla gitmek konusunda bana kendimi iyi hissettirdiğini söyleyemezdim. Şimdi sıra bu konuyu Kerem'le konuşmaktaydı. Gideceğimi söylediğimde çok üzüldü ama Allah'tan olgunlukla karşıladı. "Gitmek zorundaysan git." Umutla bakışları bana döndü. "Ama geri döneceksin değil mi?" Dolmuş gözlerime rağmen gülümsedim ve "Elbette döneceğim." derken sarıldım ona. Bir yandan da kendimi suçluyordum içten içe. Hayatta benden başka kimsesi kalmamış birini böyle yüzüstü bırakıyormuş gibi hissediyordum. Birini himayene almak sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamak demek değildi. Ona maddi olduğu kadar manevi destekte de bulunmak istiyordum ama şuan kendime yetecek kadar bile umudum yoktu. Hem de hâlâ Uras'ın öldüğünü ona açıklayamamışken. İçimde rahatsız bir kıpırtı beni kazıp duruyordu sanki. Onun da bilmeye hakkı olduğunu hatırlatıyordu sürekli. Kollarımdan ayrıldığında korkuyla çocuğun yüzüne döndüm. "Kerem." "Efendim?" "Sana bir şey söylemem gerek. Ve bu benim için hiç kolay değil." Sanki anlamış gibi bakışları buğulandı. "Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi zaten. Abim de ortalıkta yok." Yorgunlukla göz kapakları kırpıştı. "Söyle, dinliyorum." "Bunu sana söyleme konusunda kendimle çok çatıştım. Bu yıl senin için çok kritik, biliyorum. Böyle bir dönemde her şeyi seninle paylaşmam ne kadar doğru bilmiyorum ama senin de bilmeye hakkın var. Böyle bir şeyin nasıl söyleneceğini de bilmiyorum." Vücudum içten titremeye başlamıştı sanki. Ellerim ve parmaklarım birbirine kenetliyken rahat durmuyorlardı. Sesim titriyordu. Bunu "Bazı şeyleri senden saklayarak sana iyilik yaptığımı sanıyorum ama belki de kötülük yapıyorum. Bunu söylemezsem belki umutla gelmesini bekleyeceksin." derken anlamıştım çünkü sesim kulaklarımı tırmaladı. Kerem'se bazı şeyleri anlamış gibi sulanan gözleriyle ta gözlerimin içine baktı. "Abim, değil mi?" Acı acı yutkundum. Bir cevap veremeden yavaşça onaylayarak başımı salladım. "Bana kız, bağır, çağır ama... Ben... Söyleyemedim, Kerem. Yapamadım." Ağlamamak için kendimi zor tutarken tırnaklarımı avuç içime kanatırcasına batırıyordum. "Abini kaybettik." Beklediği bu sözü aniden duyan çocuk üzüntüyle gözlerini kapattı. Sanki kalbine bir kurşun yemiş gibiydi. Toparlanmak için insanüstü bir çaba sarf ederken "Başkan iti mi?" diye sordu biliyormuş gibi. Sesi titriyordu tıpkı alt dudağı gibi. Elbette detayları onunla paylaşacak hâlim yoktu. Ama benim yüzümden olduğunu bilmeliydi. "Benim yüzümden oldu, Kerem." Gözlerine suçlu bakışlarımı diktiğimde nefes almak benim için çok zordu. "Ben... Onu koruyamadım. Başkan'dan onu koruyama-" Sözlerimin devamını getiremeden sıkı sıkı sarıldı bana Kerem. "Hayır, sakın. Sakın kendini suçlayayım deme. Abim bize çok kızar." "Ama benim yüzümden. Eğer ondan yardım almayı kabul etmeseydim-" "Hayır." Sarılmamızı sonlandıran çocuk gözlerime dikti bakışlarını. "Bu olay nasıl olmuş olursa olsun tek bir suçlu var, o da Başkan." Yüzü şefkatle aydınlanan çocuğun hâlâ beni teselli etme çabası gözlerimi doldurdu. "Sen hep abime yeni bir hayat şansı verdin. Hayata bir yerden tutunması için ne gerekiyorsa yaptın. İnsanız hepimiz, hiç mi hatalarımız olmayacak? Senin de hataların olabilir. Ama sen her zaman iyilik için yaptın ne yaptıysan." Bu benim için geçerli bir sebep gibi gelmiyordu. "Ne derler bilirsin, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir." "Başka bir söz de cennete giden yol cehennemden geçer der." Kendisinden beklemediğim bir biçimde edebi konuşan Kerem, söylediklerinin son derece arkasında duruyordu. "Eğer o canavarlarla savaşman gerekiyorsa onların silahlarıyla savaşırsın, abla. Bu seni canavar yapmaz. Sen onlar gibi zevk için yakmadın kimsenin canını." Biraz şaşkındım. Kerem beklediğim gibi ortalığı yıkmadı. O abisinden aldığı meşhur öfkesiyle aniden Başkan'ı bitirmek için yeminler etmedi. Bu yüzden şaşırmıştım. Sanırım küçük kardeşim büyüyordu. Olgunlaşıyordu. Öte yandan arkamı döndüğümde kendine zarar verecek bir şey yapmasından hâlâ korkuyordum. Endişeyle kıpırdandım ve Kerem'in yanaklarını avuçladı ellerim. "Kerem, Başkan'a bulaşmayacaksın, bana söz ver tamam mı? Ben her şeyi halledeceğim, Uras'ın intikamını alacağım. Sakın abimin intikamını alacağım diye böyle bir işe kalkışma ben seni de kaybetmeye dayanamam anladın mı?" Bakışlarından serin bir öfkenin fırtına gibi geçip gittiğini gördüm. O yaşlarda her duygu uçlarda yaşanır. Beni korkutan da buydu. Bir hata yapıp bedelini ömür boyu ödemesi ya da kendine zarar verip Başkan tarafından yok edilmesi. En korktuğum şeylerdi bunlar. Elleri kollarımı sararken güven veren bir bakışla "Bir şey yapmayacağım, söz veriyorum." dedi. İkna ediciydi. İnanmak istedim. "Ablam beni böyle yetiştirdi çünkü." Gözlerindeki minnettarlık içimi ısıtırken iyi ki dedim. İyi ki böyle kardeşlerim var. Birini kaybetmiş olsam da. Bu duyduklarıma son derece memnun olsam da aniden kararını değiştirmesine dair korku duydum ve planımdan Kerem'e de bahsetmek istedim. Sonuçta abisinin kanının yerde kalmayacağını bilmesi en doğal hakkıydı. "Sen hiçbir şey yapmıyorsun. Çünkü ben her şeyi onların burnundan fitil fitil getirmek için düğmeye bastım." Merakla "Ne yapacaksın?" diye sorarken anlayamamıştı. "Yapınca görürsün." gibi sır dolu bir yanıt versem de içini rahatlatmak için ekledim. "Onlara yaptıkları her şeyi ödeteceğim, merak etme." Kerem'in yanından ayrıldığımda üzerimden bir yük kalkmıştı sanki. Ne kadar doğru olduğunu bilmesem de içimdekileri saklı tutmadan Kerem'e söylemek bana iyi gelmişti. Kardeşimin derdimi paylaşabileceğim kadar büyüdüğünü görmek bana gurur veriyordu. Ancak orada daha fazla kalmadım. Ayrılacağımı söylemem gerekenler listesi kalabalıkken daha fazla vakit harcamadan hastaneye gittim. Aydın Hoca'ya ayrılacağımı söylediğimde çok şaşırmıştı. Bu kadar ani bir karar beklemiyordu benden. Ne diller dökmüştü, beni kalmaya ikna etmeye çalışmıştı ama benim kararım kesindi. Çok düşünmüştüm, gidecektim. O akşam eşyalarımı toplarken odamın kapısı çaldı. İçeri Wendy girdi. Sessizce odama giren kız diğer ev ahalisi gibi gidiş haberime şaşırmıştı ama aralarından beni en çok anlayan yine o olmuştu. Sonuçta o da aynı aşkın külleriyle yanmıştı. Hiçbir şey söylemeden odada yürüyüp yatağımın kenarına oturdu ve beni izlemeye başladı. Kısa bir an ona baktıktan sonra sakince bavulumu toplamaya devam ettim. Beni seyreden kız dakikalarca süren sessizlikten sonra "Ne yani, pes mi ediyorsun sen şimdi?" diye sordu. Ona bakıp omuz silktikten sonra elimdeki bluzu katladım ve bavula yerleştirdim. "Savaştım ve kaybettim Wendy. Hem de tüm cephelerde. Elden ne gelir?" "Lâl, bunu yapmak zorunda değilsin. Sen de biliyorsun." "Yapamam, Wendy. Her gün onları karşımda görmeye dayanamam." "Offf, bu kadar saf olamazsın Lâl ya! Valentino yıldırma politikası uyguluyor sana. Açık ve net bir şekilde misillemede bulunuyor. Bunu anlamak bu kadar zor mu?" Başını hafif yana yatırdı. "Tamam, yaptığını savunmuyorum ama aşk için hangimiz zaman zaman saçmalamıyoruz ki? Hangimiz sınırları zorlamıyoruz?" "Hayır, Wendy. Bu öyle bir şey değil. Yani herhangi bir kadınla değil, Zita'yla yapıyor bunu. Üstelik bunun beni ne kadar yaralayacağını bile bile yapıyor." O sırada aralık kapıdan Ahmet'in bizi dinlediğini fark etsem de yüzlemedim. "Ben bunu kaldıramam, Wendy. Her şeyle savaşırım ama sevdiğim adamın bebeğimin katiliyle birlik olmasıyla savaşamam." "Lâl sen demedin mi Valentino hiçbir şey göründüğü gibi değil, sabırlı ol dedi diye. Demek ki işin içinde iş var." "Wendy, umurumda değil." Derin bir nefes aldım gözlerim kapalıyken. "Artık onun yaptıklarına bir anlam yükleyip sebep aramaktan yoruldum." Ahmet mırıl mırıl bir şeyler konuşurken kulağını iyice kapıya dayamıştı ve yanındaki her kimse ona söyleniyordu. "Az rahat dur sen de be! Zaten hiçbir şey anlamıyorum, Zita mita bir şey diyor. Ex enişteyi Zita'yla mı yakalamış anlamadım. Azıcık sus da iyice bir anlayayım!" Gözlerimi devirerek "Ahmet seni görebiliyorum." dedim kapının arkasındaki adama. Kaçmalarına fırsat vermeden kapıyı araladığımda Ahmet önümüze düşüverdi. Onun arkasındaki Giray da yalpaladı ama ayakta kalmayı başarabildi. Bakışlarımla onları ayıplarken yatağın kenarında oturan Wendy kıkır kıkır gülüyordu. "Utanmıyor musunuz kapı dinlemeye? Ne kadar ayıp! İnsanların mahremi, mahremi!" Kınayan sözlerime yenisini ekleme gereği duymadan yüzlerine baktım. Yerden kalkarken ellerini çırpan Ahmet yiğitliğe bok sürdürmemek adına bir de üste çıktı. "Ne yapalım kızım, Allah Allah! Bize bir şey anlattığın yok ki. Kapanıyorsunuz odalara ikiniz fıs fıs fıs konuşuyorsunuz! Dışlıyorsunuz bizi, ötekileştiriyorsunuz! Bir sabah bir kalkıyoruz, Gidiyorum diyorsun. Nereye, nereden çıktı, neden, nasıl, ne şekilde, kimin yüzünden-" "Ay Ahmet, tamam!" Sıtkım sıyrıldığı için konuşmasına daha fazla fırsat vermeden araya girdim. "Amerika'ya gidiyorum dedim ya, bunun neresini anlamadın?" Kaş göz yaparak "İtalyan enişte yüzünden mi?" diye sordu imayla. "Bak bir daha ona enişte dediğini duyarsam senin dilini koparırım!" "Ex karısını mı seçti, ondan mı öyle sinirlisin ona?" Benim bir cevap vermeme gerek kalmadan Wendy girdi araya. "Ahmetciğim onun Valentino'ya sinirlenmesi için spesifik bir sebebe ihtiyacı yok, erkek olması yeterli." O ana kadar sadece dinlemeyi tercih eden Giray itiraz eder gibi karşılık verdi. "Ne alakası var kızım? Lâl de bir türlü affedemedi şu adamı. Oturup konuşsalardı, bizim deli manyak az biraz adamı dinleseydi sorun çözülecekti belki." Wendy gözlerini devirerek "Erkek kafası işte." diye söylenirken kollarını kavuşturdu. Onunla eş zamanlı olarak ben daha fazla dayanamayıp "Giray sen bana akıl verecek son kişisin ama ya!" diyerek üfledim ve yüzümü ekşittim. Küçümseyici bakışlarıyla karşılık verdi adam. "Niyeymiş o?" "Senin karşı cinsle ilişkilerin telefonunun şarjından bile kısa sürüyor, kalkmış bana ilişki tavsiyesi veriyorsun." "Kızım kısa süreli ilişkileri tercih ediyorum diye uzun ilişki yapamayacağım anlamına gelmiyor bu. Ben bir erkek gözüyle durumu analiz ediyorum." Dürüstçe yeniden söze girdi. "Sen var ya sen, çok zor bir kadınsın. Zaten adam bu zamana kadar peşini bırakmadıysa başlı başına bu bile seni gerçekten sevdiğini gösterir. Hep bir terslemeler, bir tavırlar, hareketler." "Giray bilmediğin konularda yorum yapma." Benim sakinliğimin aksine Wendy agresif bir tavırla söze karıştı. "Oğlum her şeyden önce bu adam bizim kıza ölü taklidi yaptı ya, kız onun yüzünden 2 sene perişan oldu!" "Tamam da Lâl bilmiyor muydu bu adamın hayatını? Bunlar olabilecek şeylerdi, yalan mı?" Bu sefer bana döndü. "Adam sana mali müşavirim diye yalan söyledi de sonradan mafya mı çıktı? Yoo... Sen biliyordun bu adamın başındaki belaları. Böyle adamların başına da her şey gelebilir kusura bakma." Giray bu konuda haklı sayılabilirdi ama yine de bu Valent'in beni kandırmasını haklı çıkarmıyordu. Hem olay artık Valent'in beni 2 yıldır aptal yerine koyması kısmından çoktan çıkmıştı. Benim ona asıl kırgınlığım, araya Zita'yı sokmasıydı. Dürüstçe "Tek sorun bu değil, Giray." dedim. "Zita'yla olan yakınlığı-" "Adam belli ki senin dikkatini çekmeye çalışıyor be kızım, bunun nesini anlayamadın? Aşkta ve savaşta her şey mübahtır. Tamam, biraz lise işi bir yöntem ama bu taktik her zaman tutar. Siz kızlar fena kuruluyorsunuz bu durumlara." Geçmişte yaşadıklarımın beni travmatize etmesine izin vermeden tane tane izah ettim. "Bakın, Zita benim için kırmızı çizgi. Sadece Valentino'nun eski karısı olduğu için değil, bana yaşattığı acı için. Herhangi bir kadınla bunu yapsaydı anlardım, benimle olmak istemeyip başka bir kadınla olmasına bile canım acısa da saygı duyardım. Ama Zita olmaz, anlıyor musunuz? Onu kullanarak bana misilleme yapmasını kaldıramam." Bir sessizliğin ardından "Yani kesin gidiyorsun sen." diye sordu Ahmet. "Evet Ahmet, gidiyorum." Bir süre atmosfere duygusal bir hava hâkim olduktan sonra Ahmet yeniden söze girdi. "O zaman ben bu odayı oyun odası yapabilir miyim? Buraya bir tane oyun konsolu kurarım, şuraya da oyunları koyacağım büyük bir raf atarım, oh mis!" Hayretle gözlerine baktım. "Yokluğum ne çabuk kabullenildi öyle Ahmet Bey? Yazıklar olsun." "E ne yapalım, oda boş mu kalsın?" Başımı iki yana sallayarak gülmeye başladım. Eskisi gibi neşeli bir gülüş değildi bu. Bir parça hüzün barındırıyordu hep. Uras'ın ölümü, yenilgilerim, Valent'in bana ihaneti ve bunun gibi birçok şeyin bana acı verdiği o hüznün kırıntıları. ❝Valentino❞ Hastanedeki odamda, masanın başında duruyordum. 1 haftadır Lâl'in yüzüme baktığı yoktu. Bana son söyledikleri o kadar kötü hissettirmişti ki. Beni sevdiğini bile bile ondan uzak kalmak çok zordu ama onu çok kırdığımın da farkındaydım. Ömrümün sonuna kadar seni seveceğim ama sana da dönmeyeceğim demişti. Bu söz bile beni derinden yaralamaya yeterdi. Bana dönsün diye yaptığım o aptalca hamle belki de onu sonsuza dek kaybetmeme sebep olmuştu. Tanrım. Aşk gerçekten insanı garip bir biçimde aptallaştırıyordu. Normal şartlarda böyle ucuz oyunlara başvurmazdım. Ama zamanında Pietro'nun Isabella'yla birlikte benim için kurduğu oyun işe yaramıştı, Lâl yeniden bana dönmüştü. Kıskançlığı bizi yeniden yaklaştırmıştı birbirimize. Zita'yla daha ciddi bir konuda stratejik olarak yakın mesafede olmam gerekiyordu. Yani bu yalnızca Lâl'i kıskandırmak ya da aksiyona geçirmek için kurulmuş tek yönlü basit bir oyun değildi. Zita'yı yanımda tutmanın daha karmaşık bir sebebi vardı ancak bunu yaparken Lâl'in duygularını da harekete geçirmek istemiştim. Bu Isabella'yla ilgili kurulan plan gibi işe yaramamıştı, her şey tersine dönmüştü. Şimdi yaptığım bu hata yüzünden Lâl'in yanına bile yaklaşamıyordum. Kokusuna bile hasret kalmıştım. Kapı çaldı ve içeri yanıtımı beklemeden gergin, aceleci bir biçimde Pietro, ardından da Luigi girdi. "Valent, konuşmamız gerek." Elimdeki kalemi masaya bırakırken merakla kaşlarım çatıldı. "Neler oluyor Pietro, ne bu hâlin?" "Sen haklı çıktın." Açıklama gereksinimi duydu ve ekledi. "Başkan'ın Lâl'i ortadan kaldıracağı konusunda." Koltuğa yaslı sırtım aniden dikleşti. Tüm dikkatimi karşımdaki adama verirken kan beynime sıçramış gibi öfkeli ve endişeliydim. Herhangi bir şey söylemeden onu dinlemeye devam ettim. "Başkan'ı Vural'la gizlice konuşurlarken duydum. Benim duyduğumu fark etmediler bile. Başkan bu kız çok ayağımıza dolandı artık, ne yaparsak yapalım da susmayacak, icabına bakalım artık, fişini çekelim gibi şeyler söyledi. Kendi kulaklarımla duydum." Öfkeyle etrafıma bakınırken bana iki adım daha yaklaştı. "Bir şeyler yapmalıyız Valentino." "Biliyorum!" Hışımla masadan kalkarken artık Lâl'in ne söylediği, hakkımda ne hissettiği umurumda bile değildi. Kararına saygı falan duymayacaktım. Elbette onun hayatta ve sağlıklı olması diğer tüm şeylerden daha önemliydi. Önceliği onu korumaya vermeliydim. Sakinleşmeye çalışarak hemen direktif verdim. "Manrico ve Montrel'in ekibini bu iş için görevlendirin. Lâl'i her adımında takip edip koruyacaklar. Ama Lâl'in bundan haberi olmayacak." İtaatkâr bir biçimde başını sallayan Pietro "Anlaşıldı. Hemen ilgileniyorum." diyerek söylediklerimi yerine getirmek için hızla odadan çıktı. Odada Luigi'yle baş başa kaldığımda çok öfkelenmiştim. Bu tahmin ettiğim bir şeydi. Lâl o kadar çok şey biliyordu ve son zamanlarda Başkan'a öylesine kafa tutuyordu ki bu savaşın kızışacağı açıktı. Luigi beklentiyle "Bir şeyler yapmalıyız." dedi. "Yapacağım." Kararlı bir ifadeyle ekledim. "Önce Lâl'i koruma altına alıp sonra da onları bu kez paramparça edeceğim. Hayatta kalmayacakları şekilde yok edeceğim." "Gözlerindeki öfke beni bazen çok korkutuyor, Valentino. Son zamanlardaki sessizliğin de öyle." Luigi gibi birinden aniden böyle bir itiraf beklemiyordum. "Asıl korkması gerekenler onlar. Merhametimin sonuna geldiler. Bu zamana kadar sadece Lâl için durdum. Ama artık her şey çok farklı olacak. Onlar yaptığı her şeyi misliyle ödeyecekler." Çenesini kaşıyan Luigi "Peki, Lâl konusunu ne yapacaksın?" diye sordu. "Onu koruyacağını söylüyorsun, adamları görevlendirdin ama Lâl buna izin vermez." "İzin isteyeceğimi de kim söyledi?" Aklından geçenleri biliyordum. Lâl saf ya da aptal bir kız değildi. Elbette peşinde adamlar olduğunu er ya da geç anlayacaktı. Ama bu beni ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren tek şey, onun iyi bir şekilde korunmasıydı. Manrico'yu kast ederek "Yaşlı kurt işini bilir, bu yüzden onu görevlendirdim." dedim ve ekledim. "Mümkün olduğunca Lâl fark etmeden takip edip koruyacaklar. Lâl anladığındaysa yapılacak bir şey yok, o da yeri geldiğinde emirlerimin dışına çıkamayacağını anlayacak. Onu korumak için sınırlarını göstereceğim." Kaşlarını kaldıran adam "Hâlâ Lâl'den bahsediyoruz öyle değil mi?" derken inanmaz görünüyordu. "Lâl ve itaat etmek? Gülerim doğrusu." Birbirimize bakıp gülmekten uzak yüz ifadesiyle gülmeye benzer bakışlar attık. İkimiz de Lâl Alsancak'ın dizginlenemeyecek bir kadın olduğunu çok iyi biliyorduk. En iyi ben biliyordum. ❝Lâl❞ Kliniğe geldiğimde Aydın Hoca'ya uğramak istedim ama ilk danışanım Sezin Hanım'ın geldiğini öğrenince terapiden sonra uğrama kararı aldım. Sezin Hanım karşımda umutsuzca otururken kendi moralsizliğimi arka plana attım. Bu kapıdan girdiğimde kendimle alakalı tüm soruları geride bırakmam gerektiğini öğreneli çok olmuştu. "Görüşmeyeli nasılsınız, Sezin Hanım?" "Sizinle konuştuğum için daha iyiyim ama..." Çaresizce iç geçirdi karşımdaki güzel kadın. "Onu unutamıyorum, Lâl Hanım. İstesem de olmuyor. Düşünmemeye çalışıyorum, aklımı başka şeylere veriyorum ama olmuyor, yapamıyorum." Terk ettiği kocasına olan bağımlılığından kurtulamayan kadının umutsuzluğu gözlerinden okunuyordu. "Hâlâ arıyor mu sizi?" "Arıyor, açmıyorum. Kapıma geliyor." Sıkıntıyla iç geçirdi. "Biliyorum, bu çok sağlıksız bir durum. Her şeyin farkındayım. Ama onsuz yapamıyorum. Kokusunu özlüyorum. Beni o kadar üzmüş olmasına rağmen hayatımdan çıkaramıyorum. Her seferinde yine ona dönüyorum." Çok tanıdık. Yaşadığımız onca olaya rağmen Valentino'yla ilişkimizi tanımlıyordu bu. İkimiz de birbirimize affedilmez hatalar yapmıştık, cam çerçeve inmişti, kavga gürültü. Birbirimizi üzmüştük. Ama sonra yine birbirimize dönmüştük. Şimdiyse ona dönmemekte ne kadar kararlı olsam da karşımdaki kadının anlattığı gibi hissediyordum. Onun kokusunu özlüyordum. Yastığına bıraktığı kokusunu. Kollarını bana sarışını. Güzel sözlerini, anlamlı bakışlarını. Artık hiçbirinin manası kalmamıştı sanki. Eskimiş bir renk gibi solgundu o anılar. Her şey bitmişti. Geriye bölük pörçük anılar kalmıştı işte. Terapi bittikten sonra Aydın Hoca'yı görmek için hastaneye gelmiştim ama üst kattaki koridorda Zita'yla karşı karşıya gelmiştim. Onunla konuşmak istediğim son şeydi, bu yüzden yanından geçip gitmek istesem de müsaade etmedi kadın. "Lâl, görüşmeyeli nasılsın?" İlgisiz bir bakış attım yüzüne. Onunla savaşacak gücüm yoktu. Hele ki Valentino benim başımı yere eğdikten sonra. Konuşacak yüz bırakmamıştı bende. "Ne istiyorsun Zita, lafı dolandırmadan söyle." Kollarını kavuşturan kadın zafer naraları atar gibi bakıyordu bana. "Sana yıllar önce de söylemiştim, Valentino'yla aramızdaki şey öyle kolay kolay bitecek bir şey değil." Herhangi bir polemiğe girmeden "Sen kazandın, tebrik ederim." dedim yalnızca. Onunla tartışacak gücüm yoktu. Bunun bir yarış olmadığını anlatacak mecalim de yoktu. Yanından geçip gittim öylece. Sanırım o da bu kadar çabuk pes etmemi beklemiyordu ki arkamdan gelmedi. Aydın Hoca'nın yanına gittiğimde usulca kapıyı çalıp içeri girdim. "Müsait miydiniz hocam?" "Ah, Lâl gel lütfen. Gir içeri." Kapıyı kapatıp içeri girdim. Karşısına oturdum adamın. "Ben ayrılmadan önce imzalamam gereken evraklar için gelmiştim." "İşte, burada." Masaya koydu kâğıtları. İmzalamama fırsat vermeden elini kâğıtların üstüne koydu yaşlı adam. Gözümün içine baktı. "Lal, emin misin kızım?" "Eminim hocam. Bugün gidiyorum, uçak biletim hazır." Kaşlarını kaldıran adam "Bu kadar çabuk mu?" diye sorarken aceleme anlam verememiş gibiydi. Haklıydı. Her şey yangından mal kaçırır gibi gelişmişti. "Yara bandını çeker gibi olsun istedim. Böylesi daha kolay olacak." Başını hafifçe eğen adam babacan bir tavırla yüzüme baktı. "Bu kadar acele etmenin Valentino Riccardo'yla bir ilgisi olabilir mi?" Artık yalan söylemek, inkâr etmek bile beni yoruyordu. Bu yüzden azad edilmeyi bekler gibi "Hocam, bunları konuşmanın bir anlamı yok artık." demekle yetindim. Sıkıntıyla iç geçirdi Aydın Hoca. Gözlerinde görebiliyordum, o beni anlamıştı. "Bir şeye ihtiyacın var mı?" "Hayır, sağ olun. Kerem'i ara sıra yoklasanız yeter bana." "Merak etme sen Kerem'i." Pes etmiş bir biçimde başını salladı adam. İkimiz de ayaklandık. Elimi sıktı. "Yolun açık olsun, Lâl. Umarım her şey iyi olur senin için." "Umarım hocam, sağ olun." Aydın Hoca'nın odasından çıktığımda aralık kapıdan avını süzen bir timsah gibi Vural bakıyordu bana. Baş işaretiyle beni yanına çağırdığında ağzının ortasına bir tane çakma isteği gelse de ondan korktuğumu ya da çekindiğimi düşünmesini istemedim. İstemeye istemeye de olsa içeri girdim ama kapıyı benden önce durduğu gibi aralık bıraktım, tam kapatmadım. "Hayrola Lâl, bir selam vermek de mi yok?" "Senin neyine selam vereceğim puşt herif?" Söylediğim hiçbir şeye gönül koymayacak kadar yüzsüz olan adam güldü. "Ayıp oluyor ama." "Ne istiyorsan söyle. Sana ayıracak vaktim yok." "Nereye böyle, acelen ne?" "Seni ilgilendirmez, Vural. Söyleyecek bir şeyin yok belli ki. Goygoya çağırmışsın, gidiyorum ben." Arkamı dönüp gidecekken seslenmesiyle duraksadım. "Çok basit bir şekilde benden kurtulduğunu sandın değil mi?" Şeytani bir gülüşle devam etti. "O kadar kolay değil." Kapıya doğru bir adım daha atsam da konuşmaya devam ediyordu. Yeniden olduğum yerde durmak zorunda kaldım. "Valentino Riccardo denen adam sandığım kadar kolay lokma çıkmadı, kabul. Boş adam değilmiş. Ama ben de boş adam değilim, Lâl. Umarım anlamışsındır bunu." Geldiği gün kulağıma fısıldadıkları dün gibi aklımdaydı. Artık beni kazanmak ya da bana sahip olup evlenmek için savaşmıyordu, beni yok etmek için savaşıyordu. Bana sahip olduktan sonra beni yok etmek için. Bunu bilmek tüylerimi ürpertti. Kapıya bir adım uzaklıkta olduğumu gören Vural bakışlarını benden ayırmıyordu. "Ne bu acele?" Çapkınca göz süzdü ve bu çok çirkin ve mide bulandırıcı hissettirdi. "Kal istersen biraz, eğleniriz." "Sağ elinle eğlen." Umursamaz bir ifadeyle odadan çıktığımda içimdeki nefreti perçinleyen pisliği biraz daha görmezden gelmeye çalıştım. Nasılsa gidiyordum buradan. Dünyanın öbür ucuna da gitsem kurtulamayacağımı bilsem de. Aydın Hoca'nın odasında gerekli evrakları imzaladığıma göre hastanede işim kalmamıştı. Kliniğe döndüğümde Şebboy deskte değildi. Saate baktım. Öğlene geliyordu. Öğle yemeğine çıkmış olmalıydı. Odama girdiğimde Valentino Riccardo yine dokuz köyün ağası gibi baş köşede oturmuş beni bekliyordu. Nedense hiç şaşırmadım. Nedense. "Valentino ne diyorum biliyor musun, odamı sana tahsis edelim ne dersin?" Omuz silkti adam. "Benim için sakıncası yok." Yüzü pokerface olduğu için ne düşündüğünü ve hissettiğini anlayamıyordum. İfadesiz bakışları kitaplığın arkasındaki bavuluma döndü. "Ne o, bir yere mi gidiyorsun?" Bu zamana kadar gideceğimi öğrenmemiş olması mümkün değildi. Benimle oyun oynadığını anlamam çok sürmedi. "Bilmiyormuş gibi davranma Valentino, şimdiye bin kere söylemişlerdir sana Amerika'ya gideceğimi." Derin bir iç geçirdim ellerimi iki yana açarak. "Sen kazandın, gidiyorum işte buradan. Artık hastane tamamen senin." Oturduğu yerden kalkan adam kararlı bakışlarla başını iki yana salladı. "Hayır, gitmene izin vermem. Unut bunu." "Senden izin istemiyorum Valentino." Masamın karşısındaki koltuğa dalgın bir adım daha atarken "Gidiyorum işte." dedim. "İstediğin bu değil miydi? Ne güzel, kurtuluyorsun benden. Hastane tamamen senin." "Lâl ben ne zaman senin buradan gitmeni istedim?" "Burayı bana dar eden sendin, Valentino." "Çarpıtıyorsun, Lâl. Benim derdim Başkan'la. Sana savaş açan ben olmadım ki. Beni düşman gören, savaş açan sendin. Senden uzak olmak istesem neden bu hastaneyi satın alayım, neden yanında kalmak için tüm işlerimi burada kalacağım şekilde organize edeyim? Anlamıyor musun, bunların hepsi sana daha yakın olabilmek içindi." Sanki kendisiyle birlikte tüm İtalya'yı peşine takan, eski karısını burnumun dibine getiren, kendi hastanemi bile bana dar eden kendisi değilmiş gibi geniş geniş konuşuyordu. "Boş sözlerle harcayacak vaktim yok, Valentino. Lütfen ne söyleyeceksen söyle ve git. Çok yorgunum. Gerçekten." "Lâl, o gün konuştuklarımız... Geçen gün söylediklerin..." Ayakta duran adam ensesini ovaladı sıkıntıyla. "Tek kelimesini dahi unutamıyorum. Çoğunda haklısın belki ama ben seni kırmak istememiştim." "Ama kırdın." İyice yaklaştım ve yüz yüze geldiğim adamın gözlerine baktım. "Kırmakla da kalmadın, sen beni paramparça ettin Valentino." Konuşmasına fırsat vermeden devam ettim. "Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Bu yaptığın diğer hatalar gibi değil, Valentino. 2 yıl boyunca beni aptal yerine koymanı bile sineye çekebilirdim belki ama benim için ne anlama geldiğini bildiğin hâlde Zita'yı bana karşı kullanman-" "Hata yaptım, Lâl! Mantıksız davrandım. Her zaman kullandığım mantığımı o an kullanamadım. Beni önemsemediğini, değersiz gördüğünü ve başından attığını hissedince artık beni eskisi gibi sevmediğini düşündüm. Seni kaybetme korkusuyla saçmaladım, kabul ediyorum." "Senin adına sevindim, Valentino. En azından bazı şeyleri ölçüp tartmışsın kafanda." Bavulumu alıp masama doğru yaklaştırdım. "Bundan sonraki hayatında aynı hataları yapmazsın, sana hayatta başarılar." "Bizim bir anlaşmamız var. Seninle işbirliği yaptık, hisselerini bana devrettin unuttun mu?" "Artık benim için bir önemi yok." Bavulumu kapıya doğru sürüklerken hızlı adımlarla kapının önüne kendini siper eden adam beni engelledi. "İzin vermiyorum buna. Gidemezsin." Karşımda beni çok iyi tanımasına rağmen çocukça davranan adama yorgun bakışlar bıraktım. "Bunun hiçbir işe yaramayacağını çok iyi biliyorsun, Valentino. Beni böyle engelleyemeyeceğini bilecek kadar tanıyorsun." "Ülkeden çıkışını engellersem ne yapabilirsin, Lâl?" Şefkatli olduğu kadar kararlı bakışlarıyla yüzüme bakarken kendinden emindi. "Kararlarına saygı duyuyorum ama bu kararına değil. Sana engel olabilecek kadar güçlü olduğumu biliyorsun. İstemediğim takdirde bu ülkeyi bırak, şehirden bile çıkamazsın. Engel olurum, biliyorsun. Kendini de beni de yorma." Biliyordum. Normal şartlarda elinin kolunun nerelere uzanabildiğini, bağlantılarını, gücünü çok iyi biliyordum. Ülkeyi, şehri hatta burayı terk etmeme bile engel olabilirdi. Ama bunun bir anlamı yoktu, kendisi de biliyordu. Kalbimi kapattığım anda ona ulaşamayacağını karşımdaki adam da görebiliyordu. Bedenimi kontrol edebilirdi, nereye gidip nerede kalacağımı da öyle. Ama kalbimi kontrol altına alamazdı. Daha fazla tartışmak istemediğim için "Valentino anla artık, bitti." dedim yalnızca. "Ne bitti Lâl? Biten nedir söyler misin bana? Bitti deyince bitiyor mu her şey? Kaç kere bitirmeye çalıştık, olmadı. Bitmedi." "Bitmek zorunda." Bana bir adım daha yaklaşan ve burun buruna yakınımda duran adamın yüzüne bakmadım. "Artık buna dayanamıyorum. Günlerdir bunu gözüme sokmana rağmen geçmiş karşıma gidemezsin diyorsun. Bana Çin işkencesi yapmaya yeminli gibisin. Seni başka bir kadınla, hele ki Zita'yla görmeye dayanmak zorunda değilim." "Haklısın, Lâl. Bak, onunla sandığın gibi-" "Bu kıskançlık değil, Valentino. Basit bir kıskançlıktan çok daha fazlası." Onu kıskandığımı düşünmesini istemedim. Çünkü o kadar basit değildi. Öylesine bir kadın çekememezliği değildi. Yanından bile geçmezdi. Başımı iki yana salladım. "Canımı yakan bu şeyi daha fazla kendime yapamam." "Lâl, hatalı olduğumu kabul ediyorum. Söylediklerimi tekrar etmekten hoşlanmıyorum ama çok inatçısın." Sakin kalmaya çalışarak gözlerini kapadı. "Zita'yla sandığın gibi bir şey olmadı, Lâl. Olamaz da. Sana öfkelendiğim için öyle şeyler söyledim. Birlikte otele falan gitmedik." Reddederek başımı salladım. "Artık bir önemi yok, Valentino. Neden anlamıyorsun? O senin yanında oldukça-" "Nasıl göründüğünün farkındayım. Ama gerçekte olanlar düşündüklerinin yanından bile geçmez. Şuan sana anlatamam ama biraz sabırlı olursan-" "Ben bir şey öğrenmek istemiyorum, Valentino. Sabretmek de istemiyorum. Kendime yapılan bu saygısızlığa daha fazla sessiz kalamam, görmezden gelemem." Gözlerine baktım kırgınlığımı gizlemeksizin. "Yapamam. Bırak beni." Kapıdan çıkmak üzereyken onun sesiyle kısa bir an duraksadım. "İstediğin yere git, Lâl. Ama şunu çok iyi bil, o havaalanında seni buradan götürecek bir uçak bulamayacaksın. Buradan gitmene izin vermeyeceğim." Az önceki sert ve emredici sesinin aksine daha yumuşak bir sesle ekledi. "Nereye gidersen git, kalbinde taşıdığın beni de götüreceksin. Benim seni taşıdığım gibi." Söylediklerine kulak asmadan bavulumla çıkıp gittim. Buna izin veremezdim. Bu kadar kararlıyken, hayatımı yeniden hâle yola sokmaya çalışırken tekrar kafamı karıştırmasına izin veremezdim. Bir müddet kalbimde onu taşıyacağım doğruydu. Belki de sonsuza dek. Ancak buna alışabilirdim. Göz görmeyince gönül katlanır derler ya, o misal. Yolda Niko'yu aradım. Hydra'ya gidip onunla vedalaşmayı düşünsem de telefonla vedalaşmanın onun için daha az acı verici olacağına karar vermiştim. "Lâl. Aradığını görmek ne güzel." "Aslında ben... Sana bir şey söylemek için aradım, Miloradov." "Miloradov dediğine göre son derece ciddi bir konu var demektir." Tebessüm ettim görmeyeceğini bile bile. "Dinliyorum." "Ben gidiyorum, Nikolai." "Biliyorum." "Sen nereden-" "Benim her şeyden haberim olur Lâl." "Doğru ya." İç geçirdim. "Hydra'ya gelmedim çünkü telefonda veda etmenin daha doğru olacağını düşündüm." "Anlıyorum." Sessizliğini koruyan adamın ses tonundaki burukluğu hissedebiliyordum. "Görüşebilecek miyiz? Yani Amerika'ya gelirsem-" "Yapma bunu Nikolai. Lütfen. Bu sana daha da acı verir." "Senden uzak durmamı istiyorsun ama bunu nasıl yapacağımı söylemiyorsun." "Çünkü ben de nasıl yapılacağını bilmiyorum." Valentino'dan uzak durmayı becerebiliyormuşum gibi Nikolai'ye nasıl akıl verebilirdim ki? Aramızdaki bu duygusal havayı dağıtmak için konuyu değiştirdim. "Eniştem Fuat'a DNA testi sonuçlarını senin sakladığını söyledim. Zamanı gelince ona ulaştırırsın tamam mı? Haberleşiriz bu konuda." "Tamam, merak etme. Her şey kontrolüm altında." Tam telefonu kapatacakken "Lâl." diyerek durdurdu beni. "Efendim?" "Her ne olursa olsun arkanda olduğumu biliyorsun değil mi? Her zaman beni arayabilirsin." "Biliyorum, teşekkür ederim." "Ve kızacaksın biliyorum ama... Seni seviyorum." Ama ben seni sevmiyorum demedim çünkü o bunu biliyordu. Daha fazla kalbini kırmak istemiyordum. Bu yüzden "Çok trafik var, kapatıyorum. Kendine iyi bak, Miloradov." dedim yalnızca. Keşke Nikolai'yi sevebilseydim. Belki o zaman hayatım daha farklı olabilirdi. Havaalanına giderken trafik çok yoğundu. Gecikeceğim diye korktum ve korktuğum gibi de oldu. Havaalanının önüne geldiğimde uçağımın kalkmasına neredeyse on beş dakika kalmıştı. X-ray cihazlarından geçmem için bile yeterli bir süre değildi bu. Hey Allah'ım ya, görüyor musun şu işi? Utanmasam trafiği bile Valentino Riccardo'nun ayarladığını düşünecektim. Her şeyi yapan adam bunu neden yapmasın? Havaalanının önüne geldiğimde önümde üç araba yolumu kesti. Arabalardan Montrel, Manrico ve Pietro indiğinde nedense hiç şaşırmadım. Belki trafiğe el atmamıştı ama aşmam için türlü türlü engeller koymuştu önüme. Sakince arabadan indim. "Uçağı kaçırıyorum, beyler." Yanlarından geçmeye çalışırken "İzninizle..." desem de önümden çekilmediler. Montrel "Don Riccardo'nun kesin emri var, Lâl Hanım." derken ellerini önünde birleştirmiş karşımda duruyordu. "Havaalanına girişiniz yasaklandı." "Çekil şuradan be, alacağım şimdi ayağımın altına o olacak." Gözlerimi devirdim ve "Yasaklamışmış." diye söylendim. Montrel'i ittirip geçmeye çalışsam da daha büyük bir engelle karşılaştım. Karşımda tüm azametiyle duran Manrico önüme geçip "Maalesef gitmene izin veremeyiz, küçük hanım." dedi. Montrel'den daha otoriter görünüyordu. "Yüzüme bakar mısın? Sence Valentino Riccardo'nun emrini sallıyormuşum gibi bir ifade var mı?" Manrico, usulca bana doğru bir adım daha atarken yüzünde soğuk ama babacan bir ifade vardı. "Bak küçük hanım, Valent'in sana olan bağlılığını hiçbir zaman onaylamadım. Onayımı bekleyen de olmadı zaten." Keskin bakışları yüzümü süzüyordu. "Onu onaylamıyorum. Ama onu da çiğneyemem, anlıyor musun? Onun emrini kimse çiğneyemez." Sağ elini bu böyle der gibi sallarken ekledi. "Emri bu, gidemezsin." "Öyle de bir giderim ki." Pietro arkadaşça kolumdan tutarak durdurdu. "Sohbetinize doyum olmuyor Pietro ama uçağımı kaçırıyorum! Bırak kolumu!" "Lâl, lütfen." Başını yana yatıran adam "Bir faydası olmaz, biliyorsun. Valent'in emri söz konusu olduğunda kimse bir şey yapamaz." dedi çaresizce. Saatime baktığımda uçağı kaçırdığımı anlamıştım. Beni istemediğim bir duruma mahkûm eden adama bir kez daha öfkelendim. "Onun emrini de, Don'luğunu da, patronluğunu da şimdi!" Arabalarından birinin ön kaputuna öfkeyle vurmaya başladım. Sinirimi çıkardıktan sonra beni engelleyen adamlara baktım ve arabama doğru yürüdüm. Sanki yeni bir bilet alamazmışım gibi. Aniden arkama dönüp tehditkârca parmağımı salladım. "O patronunuz var ya, benim gitmeme engel olamayacak anladınız mı beni?" Aklımdan geçenlerin farkında gibi duran Pietro yanıma geldi. Diğerlerinden biraz uzaklaştığımızda ricacı olur gibi "Gitme, Lâl." dedi Pietro. "Bak, olanlardan haberim var. Valent'e ne kadar kızgın olduğunu da biliyorum. Ama senin de bilmediğin şeyler var." Uyaran bir yüz ifadesiyle ekledi. "Sabırlı ol." Dolup taşmış bir biçimde "Bilmediğim bu şeylerden bıktım usandım artık!" diye tısladım. "Ben artık Valent'in karmaşık hayatıyla savaşamayacak kadar yorgunum, Pietro. Benim savaşım bana yeter." Hışımla arabama binip uzaklaştım oradan. Kafama koymuştum bir kere, gidecektim. Ama şimdi ama sonra. Yarın için yeni bir bilet alacaktım. Yine aynı sorunların olabileceğini tahmin edebiliyordum ama gerekirse her gün bu rutini uygular, onu bıktırana kadar vazgeçmezdim. Valentino daha beni tanımıyordu anlaşılan, ne kadar inatçı olduğumu bilmiyordu. Akşam karanlığı çökmek üzereyken dağ yolundan gerisin geri dönüş yolunu takip ediyordum. Bir an viraja girmek üzere olduğum için yavaşlamaya çalıştım ama frenler tutmadı. Başta panik olmak istemedim ve yeniden denedim. Sonuna kadar bassam da olmuyordu, yavaşlayamıyordum. "Ne oluyor ya?" Tekrar denedim, tekrar ve tekrar. Yok, olmuyordu. Bir şeyler ters gidiyordu ama anlamıyordum. Sakinliğimi korumaya çalıştım ama paniklememek elde değildi. Böyle nereye kadar gidebileceğimi bilmiyordum. Çözüm yolu ararken farların kör edici ışıklarıyla aydınlattığı yola baktım ve karşıdan büyük bir tırın geldiğini gördüm. Kornaya basıyordu. Yavaşlayamadığım için onu da tehlikeye atmamak için hızla direksiyonu kırdım. Direksiyon hâkimiyetimi kaybettiğim sırada toparlamaya çalışsam da artık geçti. Sarsıntılar eşliğinde bir hiçliğe yuvarlanıyordum. Gördüğüm son şey, yol kenarındaki şarampole yuvarlanırken taklalar attığımdı. Büyük bir acıyla bilincimi kaybederken başımdan aşağı boşalan sıcak sıvıya dokunmaya çalıştım ama yapamadım. Göz kapaklarım ağır ağır aşağı süzülmüştü. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü _ceylin- , esrahelinkizlari , SedaDum , haymanasho , bangtannnnnnboysssss , filmseverkoala , Aleyna805105 , BurcuSeferoglu , drinkwinebehigh ve meftunbiryazarr okurlarıma armağan ediyorum. Yeni bölümü nasıl buldunuz? Bir emoji koymanız gerekseydi ne koyardınız? Buraya yazabilirsiniz. Yorumlarda Wendy ve Luigi ilişkisiyle ilgili sorular görüyorum, onlara söyleyebileceğim tek şey sabırlı olmaları. İlişki olacak veya olmayacak diyemem ama olumlu veya olumsuz bazı gelişmeler kapıda. 🌼 Sizce önümüzdeki bölümde bizi neler bekliyor? Buraya yazabilirsiniz. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️ ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |