@buzlarkralicesi
|
-27- ❝Valentino❞ Manrico'dan Lâl'in ülke dışına çıkamadığını, hâlâ İstanbul'da olduğunu öğrenince sakinleşmiş bir biçimde yatağıma uzandım. Üzerimde siyah bir kazak ve eşofmanla başımı yastığa rahatça koyabilmiştim. Bu yaptığım şeyin adaletsizce olduğunun farkındaydım. Hatta Lâl'in tarafından bakıldığında çok bencilce ve öfke duymasına müsait bir durum olduğunun da. Ancak yapabileceğim bir şey yoktu. Onu yanımda tutmak için zor kullanmam gerekiyorsa kullanırdım. Çünkü onu seviyordum. O da beni seviyordu, bunu kendi ağzından da duymuştum. Birbirimizi severken öylece çıkıp gitmesine izin veremezdim. Bu yüzden yaptığım bu şeyden pişman değildim. Zamanla ve elbette benim de çabalarımla Lâl'in öfkesini alacaktım. Sakinleştiğindeyse yeniden oturup konuşabilecektik. O ana kadar ise yanı başımdan ayrılmasına izin vermeyecektim. İstanbul'da kalmış olduğunu öğrenmek bile bana yeterli gelmişti. Onunla aynı şehirde, aynı gökyüzünün altında başımı yastığa koyabiliyordum. Sadece daha fazla anlayışa ihtiyacı vardı. Onu daha fazla öfkelendirmemeye özen göstermeliydim. Biraz kendiyle kalıp kafasını toplamaya ihtiyacı vardı. Onu rahat bırakacaktım. Nasılsa sonunda yine karşılaşacaktık. Bensiz bir o, onsuz bir ben düşünülemezdi. Gözlerim kapalı yatakta uzanıp dinlenirken telefonum çaldı. Komodine uzandığımda arayan Pietro'ydu. Bekletmeden açtım. "Evet." "Valentino." Pietro'nun konuşmasında her zamankinden daha farklı bir ses tonu hâkimdi. Bastırılmış bir panik seziyordum ve bu beni ister istemez germişti. "Sana bir söyleyeceğim ama sakin olman gerek." "Sakindim. Ama şimdi sinirlenmeye başlıyorum Pietro." Sabırla iç geçirdim. "Sorun ne?" "Emrettiğin gibi takipteydik." Sanki telefonun diğer ucundaki adam görüyormuş gibi aşağı yukarı salladım başımı. "Ama... Valentino..." Bir terslik olduğunu anladığım için doğrulduğum yataktan hışımla doğruldum. "Ona bir şey mi oldu?" "Her şey bir anda oldu, Valentino. Gerçekten. Biz peşinden gidip yetişene kadar her şey olup bitmişti bile." Dişlerimin arasından "Olup biten nedir?" diye tısladım öfkeyle karışık endişeyle. Duyacaklarıma kendimi hazırlamaya çalışsam da olmuyordu. Ben tam bu sessizliğe karşı öfkeyle homurdanmak üzereyken beni daha çok kızdırmayı göze alamayacak olan kuzenim direkt söze girdi. "Lâl kötü bir kaza yaptı. Şuan ambulansla hastaneye götürülüyor." Telefonun diğer ucundan duyduğum son cümleler yankılanmıştı kulaklarımda. "Ne?" Lâl kaza yaptı. Kötü bir kaza. Beynimde hep o aynı cümleler. Lâl kaza yaptı. Kötü bir kaza yaptı. Ayağa kalkıp ne zaman giyindiğimi, ne zaman arabaya binip hastaneye gittiğimi hatırlamıyordum bile. O an kendimde değildim sanki. Hatırladığım tek şey, yatak odasından aşağıya indiğimde salonda Luigi'nin beni beklediğiydi. Her şeyden haberi vardı ve benimle gelmeyi bekliyordu. Arabada Luigi Doğan'ı aradı ve durumu haber verdi. Bana dönüp "Babası olarak bilmeye hakkı var." dedi. Benimse o an hiç kimse, hiçbir şey umurumda değildi. Umurumda olan tek şey, Lâl'in iyi olmasıydı. Onu görmek dışında hiçbir şey düşünemiyordum. Onu görürsem kendime gelecektim. Hastaneye geldiğimizde ambulans henüz yeni gelmişti. Sedyeyle aşağı indirilen oydu. Arabadan inip hızla ona doğru koştuğumda gördüklerim beni paramparça etti. Orada yatan kadın, benim âşık olduğum kadındı. Kıyafeti kanlar içinde, yüzü eziklerle dolu, başında ağır görünen bir yara. Ölü gibiydi. Cansız yüzüne dokunmak üzere elim uzanırken dudaklarım titredi. "Lâl..." diyebildim boğuk bir fısıltıyla. Sesimdeki hayret, duygularımı gün yüzüne çıkarıyordu. Gözümün önünde sedyeyle içeri götürüldü. Koşar adımlarla takip ettim onları. Doktorlar, sağlık görevlileri etrafında aceleyle koşuştururken acil müdahale odasına sokuldu. Kapının önünde durmak zorunda kaldık. Aydın Bey beni durdurdu. "Lütfen, sabırlı bir şekilde bekleyin. Biz elimizden geleni yapacağız, sizi bilgilendireceğiz." O kapının dışında kaldığımda kendime geldim. Lâl iyi değildi. Hiç iyi görünmüyordu. Bunu birine sormadan da anlayabilirdiniz. Onu kaybetmek üzereydim. Tanrım. Buna izin veremezdim. Ama ne yapabileceğimi bilmiyordum. Vücudumdan, ruhumdan bir parça kopuyordu sanki. Etrafıma baktığımda insanları fark etmem zaman aldı. On dakika içinde koridor Lâl'in arkadaşlarıyla dolmuştu. Yanındaki o geveze arkadaşı Ahmet, önlerinde de ağlamaktan gözleri kızarmış Wendy. "Nasıl oldu bu? Nasıl oldu?" Luigi usulca Wendy'ye yaklaşıp nazikçe omuzlarını kavrayarak onu durdurdu. "Sakin ol, Wendy. Doktorlar-" "Kapa çeneni!" Hızla yürüyüp göğsüme bana hiçbir etki etmeyen yumruklarını salladı. "Senin yüzünden! Senin yüzünden! Onu koruyamadın! Son anında bile onu üzdün, mahvettin!" Onu kollarına alıp benden uzaklaştıran Luigi "Wendy, saçmalama." dedi yumuşak bir sesle. "Tamam, zor bir durum. Hepimiz üzgünüz. Arkadaşının durumundan dolayı öfkeni anlıyoruz. Ama bunu yapma. Şuan sırası değil. Lütfen." Haklıydı. Wendy haklıydı. Ben onu çok üzmüştüm. Lâl'i hak etmediği kadar üzmüştüm. Onun tek suçu beni sevmekti, bana âşık olmaktı. Bense onu tehlikeli yaşamımdan dolayı üzüp tehlikeye atmaktan başka bir şey yapmamıştım. Bebeğimizi bile benim yüzümden kaybetmiştik. Belki de bir eşkıya gibi yolunu kesmeseydim geri dönmez ve bu kazayı da yapmazdı. Wendy söylediklerinin her kelimesinde haklıydı. Ben sevdiğim kadını ölüme sürüklemiştim. Ona bir şey olursa kendimi asla affetmezdim. Tabii ona bir şey olduğunda benden geriye bir şey kalırsa. Burada benim kadar suçlu birileri varsa onlar da umursamazlığından ödün vermiyorlardı. Başkan ve Vural. Hiçbir şey olmamış gibi duruyordu. Doğan ise henüz yeni gelmişti. Onun da arkasından başka yabancı bir adam geliyordu. Kim olduğu umurumda değildi ama bildiğim tek şey bu kazanın sadece bir kaza olmadığıydı. Başkan'ın ifadesiz bakışları ve sonunu biliyormuş gibi bekleyişi. Sanki bir olayı nihayetine erdirmeyi bekler gibi. Lâl'in ölüm haberini alınca rahatlayacakmış gibi bir bekleyiş. Dişlerimin arasından "Sen yaptın. Siz. Siz yaptınız." dedim düşmanca baktığım adama. Kimin ne düşündüğünü umursamadan, az önce gözlerimle öldürüp gömdüğüm adamın üstüne saldırdım. Pietro ve Luigi ayırmaya çalışsa da Başkan'ın suratına bir yumruk patlatmama engel olamamışlardı. Daha fazlasını yapacaktım. Sadece sırasını bekliyordum. Şimdi öncelik Lâl'in kendine gelmesiydi. Ve kazayla ilgili detayları anlatacaktı. Bu pislikleri öyle ağır cezalandıracaktım ki kimse engel olamayacaktı. "Lâl'i sen öldürmeye çalıştın, orospu çocuğu! Senin tuzağındı bu!" "Sen ne dediğini bilmiyorsun, Riccardo." dedi yüzsüzce. "Neden böyle bir şey yapayım ki?" Etrafta gerçeği bilmeyenlere karşı her zamanki tiradını oynadı. "O benim kızım." Tehditkâr bir ifadeyle parmağımı salladım. "Lâl'e bir şey olursa, sizi gebertirim! Siz yaptınız, biliyorum. Ama bunu ödeyeceksiniz, duydunuz mu?" Başkan'ın gözlerine baktım. "Bu gözleri sakın unutma, Şerif Günday. Ölmeden önce gördüğün son gözler bu gözler olacak." Tekrar üzerine saldırdığımda zor ayırdılar. Bu fırsattan istifade koridorun kenarından yürüyüp gitti Başkan ve Vural. Nereye, hangi deliğe kaçarlarsa kaçsınlar benden kurtulamazlardı. Bu kez değil. Sakince "Valentino, seni anlıyorum ama şuan sakin olmalısın." dedi Pietro. "Lâl için." Kuşku dolu bakışları hâlâ koridorda olan Doğan bana döndü. Kaşları çatılmıştı. "Neden öyle söyledin Valentino?" Başkan'ı kast ediyordu. Bir an bile düşünmeden "Çünkü onlar yaptı, eminim." dedim. "Onlar kimdi?" Başkan'ın Lâl benim kızım sözüne takılmış gibiydi. Daha fazlasını öğrenmek istiyordu. Adamın yüzüne dahi bakmadan "Lâl'in yeryüzündeki cehennemi." dedim dişlerimin arasından. Ona da kızgındım. Sebepsiz gelebilirdi ama Lâl'in bu durumda olmasının en büyük sorumlularından biri bensem diğeri de Doğan'dan başkası değildi. Eğer bir baba olarak kızına sahip çıkabilseydi, onu koruyabilseydi Lâl böyle bir ailenin parçası olmak zorunda kalmazdı. Hayata savaşarak başlamak zorunda kalmazdı. Aslında o an herkese ve her şeye öfkeliydim. Kendimde değildim. Arkamdaki duvara yaslanıp başımı arkaya attım. Beklemek dünyanın en yıpratıcı, en acımasız ve kötü şeyiydi. Söylediklerimden hiçbir şey anlamayan Doğan kafası karışık bir biçimde etrafına bakınıyordu. Bizim yıllardır verdiğimiz savaştan habersiz bir biçimde. Bakışları arkasından gelen yabancı adama kaymıştı. O da en az Doğan kadar endişeli duruyordu. Merakla "Senin burada ne işin var Fahir?" diye sordu Doğan. "Ben televizyonda gördüm." Hâlâ beklediği yanıtı alamamış gibi merakla bakan Doğan'a bakarak ekledi. "Lâl Hanım benim doktorumdu, beni iyi etti. Benim ona bir vefa borcum var. Benim hanımla otururken bir anda televizyonda son dakika haberi verdiler. Çok endişelendik, çok üzüldük. Görünce belki bana da bir ihtiyaç olur diye soluğu burada aldım." Değişik bir ismi olan bu yabancı adama anladığını ifade eder gibi başını salladı Doğan. Lâl'in danışanı olduğunu söyleyen adamla bir yerden tanıştıklarını anlamak zor değildi. Zaten düzenlediğimiz baloda da belli belirsiz görmüştüm onu. Aklımı bu gereksiz bilgilerle meşgul etmeye çalışsam da olmuyordu. Bir şekilde yine bizi bir cam kapıyla ayırdıkları o yere bakıyordum. Lâl'in çıkmasını ya da bir haber gelmesini. Hangisi olursa. Hepsine razıydım. Burada onunla ilgili en ufak bir haber almak için çaresizce bekliyordum. Elim kolum bağlı kalamazdım. Bu bana göre değildi. Onun yanına gitmek istedim. Daha fazla dayanamadım. "Ben gidiyorum." diyerek ileri doğru adım attığımda Luigi durdurdu beni. "Valent, nereye gittiğini sanıyorsun? Senin ona bu durumda bir yararın dokunmaz. Bırakalım da doktorlar işlerini yapsın." "Burada böyle bekleyemem, Luigi! Anlıyor musun? Bekleyemem!" Biraz sakinleşmeye çalıştığımızda kapı açıldı ve Aydın Bey geldi. Hızlı adımlarla onun karşısına geçtim. "Lâl nasıl? Uyandı mı? Kendine geldi mi?" Başını iki yana salladı yaşlı adam. "Maalesef. Bilinci kapalı. Kendine gelebilecek bir durumda değil. İlk müdahaleyi yaptık, birazdan ameliyata alacağız." "Durumu nasıl?" Sıkıntılı bir bakışla "Maalesef, Bay Riccardo. Durumu kritik." diyebildi. "Ne demek kritik?" Gözlerimin içine bakıp "Kendinizi her şeye hazırlasanız iyi olur." dediğinde dişlerimi kırılacakmış gibi sıkıyordum. Kendimi neye hazırlamam gerektiğini bile bilmiyordum. Kendinizi her şeye hazırlayın. Ne demekti bu? Nasıl bir cümleydi? Bir insan yaşamına kalbinden bile daha fazla anlam katan birini, sevdiği, âşık olduğu birini kaybetmeye kendini nasıl hazırlayabilirdi ki? Bu nasıl olabilirdi? Lâl'den öncesi diye bir şey yoktu benim için. Şuan burada onu kaybedersem hayatıma nasıl devam edebileceğime dair bir fikrim yoktu. Onsuz bir hayatım olamazdı, yoktu. Lâl hayatımın tamamını doldurmuştu. Doğan en az benim kadar üzgün görünürken yanımda sırtı duvara yaslanmış bir biçimde bekledi. Sadece benim duyabileceğim bir sesle mırıldandı. "Ona daha babası olduğumu bile söyleyemedim. Sarılamadım bile. Bu kadar çabuk muydu?" Acıyla "Bir kelebeğin ömrü kadar." diye fısıldadı. Başını yukarı kaldıran adam "Bu kadar çabuk mu alacaktın onu benden?" dedi kendi kendine. Ben onunla babasından daha çok vakit geçirmiş biriydim ama benim için bile onunla geçirdiğim her gün bir saniye gibi geçmişti. Onunla kurduğum hayaller vardı. Ona kendimi affettirdiğimde kuracağımız kocaman bir aile, yuva. Ona ihtiyacım vardı. Onun sesine, nefesine. Bana bağırıp çağırmasına. İnatçılıklarıyla beni deliye çevirmesine. Kavgalarımıza ihtiyacım vardı. Tenine, öpüşüne. Beni kendiyle cezalandırsa bile ona ihtiyacım vardı. Bizim için böyle bir son olamazdı. Hayır, bu böyle bitemezdi. Çok geçmeden koridorun başından hızlı adımlarla koşan Miloradov belirmişti. Yanımıza geldiğinde "Lâl nerede? Durumu nasıl?" diye sordu nefes nefese. Yüzümü yan dönüp ona bakmadım. Bu kadar acının içinde bir de onunla uğraşamazdım. Yanıt vermediğimi gören Miloradov sıkıntılı bir nefes verirken sabırsızdı. "Bak, birbirimizden nefret ettiğimiz sır değil. Ama en azından bugün savaş baltalarımızı gömelim. Lâl bu durumdayken gerçekten savaşacak mıyız?" Pietro benim vermediğim yanıtı verdi kısaca. "Lâl iyi değil." Olduğu yerde yıkılmış gözlerini yere diken adam ne söyleyeceğini bilemedi. Bir şey söylemeden öylece kaldı. Doğan ona bakıp "Doktor durumun kritik olduğunu söyledi, ameliyata alınacakmış." dedi ve ekledi. "Her şeye hazırlıklı olmamızı söyledi." Sanki bir kere duyduğum yetmiyormuş acı veren bu sözleri bir daha duymak zorunda kalmaya dayanamıyordum. Dişlerimi sıktım, sıktım. Daha fazla sıktım. Kısa süre sonra camdan kapı iki yana açıldı ve başında iki hemşireyle Lâl çıkarıldı. O an zaman durmuştu. Etrafımda ne olup bittiği, kimin ne konuştuğu ve yaptığı umurumda bile değildi. Bakışlarım Lâl'e kilitlenmişti ve adımlarım onu takip ediyordu. Başucuna hızla yürüyüp saçlarını okşadım. Ona acıyla karışık bir şefkatle baktım. "İyi olacaksın, mia bella. Duydun mu beni?" Alnına yumuşak bir öpücük kondurup yaralı ve hâlâ çok güzel yüzünü okşadım. "Sakın bırakma kendini. Her zaman yaptığın şeyi yap. En iyi bildiğin şeyi. Savaş." Gitmesine izin verdiğimde kalbimden bir parçayı da alıp götürmüşlerdi sanki. Nefesimi alıp götürmüşlerdi. Bakışlarım asansör kapısından içeri giren ve gözden kaybolan Lâl'de duraksadığında nefesimi tuttum. Sanki o gelene kadar nefes alamayacakmışım gibi. İlk müdahale odasında başlayan bekleyişimiz şimdi de ameliyathane önünde devam etti. Saatler geçmek bilmiyordu. Çok zordu. Beklemek, beklemek. Sonra yine beklemek. Bir asır gibi süren zamanda Lâl ile bütün anılarımız gözlerimin önünden geçip gitti. Yine böyle bir kazayla birleşen kaderimiz, Halikarnas'ta bir barda karşıma çıkıp beni öpmesi, onun kaçması, benim kovalamam. Sonucunda tüm dünyayı ateşe veren bir tutkunun başlangıcı. Şimdi onun savaşına bağlıydı ikimizin de o tadına doyum olmaz mutluluk. Eğer bizim için savaşırsa ikimiz adına da söz veriyorum ki ona hayal bile edemeyeceği bir mutluluk yaşatacaktım. Hayatımızın geri kalanında güzel bir aile ve hayalleri bile aşan bir mutluluk. Ancak önce bu savaşı kazanıp uyanması gerekiyordu. Peki, yine her zaman olduğu gibi evimde cıvıl cıvıl neşeyle dolaşabilecek miydi? İyileşip yeniden canıma okuyabilecek miydi? Artık tek düşündüğüm buydu. Lâl odaya alındığında Aydın Bey ameliyatın başarılı geçtiğini söyledi. "Bir sorun çıkmadı, ameliyat başarılı geçti." Sabırsızlıkla "Yani?" diye sordum. "Bundan sonrası ona bağlı. Lâl vazgeçmez de savaşırsa bir şansı var. Ama daha önce de dediğim gibi, durumu ciddiyetini koruyor." "Ne kadar sürecek bu?" "Şuan cihazlara bağlı nefes alabiliyor. Hayati fonksiyonları yok. Bir gelişme göstermezse ya da kötüleşirse onu uyutmamız gerekebilir." Söylenenlerden hiçbir şey anlamıyordum ve hepsi sanki şahsıma yapılan bir hakaret, küfür gibi geliyordu. Birbiri ardına kötü kelimeler, cümleler. Anladığım tek şey, Lâl'i kaybetmeye biraz daha yakın olduğumdu. Nefesim kesiliyordu. İhtiyacım olan tek şey onu görmekti. Ona dokunmak ve onunla konuşmak. "Onu görebilir miyim?" "Bunun için doğru bir zaman değil, Bay Riccardo." Direttim. "Onu görmek istiyorum." Yüzüm ihtiyaçla kasıldı. "Onu görmeliyim. Beni hissetmesi gerek." Beni durduramayacağını anlayan adam çaresiz "Sadece beş dakika." diyebildi. Hızlı adımlarla hazırlanıp içeri girdiğimde odada yatan kadın Lâl değildi sanki. O neşeli, hayat dolu, kavgacı kadından eser yoktu. Bir ölüydü orada yatan. Yataktaki hareketsiz kadın tüplere bağlıydı. Yüzü bile zar zor görünebilecek kadar tüpler ve borularla doluydu etrafı. Yanına yaklaşmaya korktum. Onu incitmeye korktum. O an yalnızca benim ve onun olduğu o odada gözyaşlarımı daha fazla tutamadım ve ağlamaya başladım. Omuzlarım sarsılarak ağlıyordum belki de ilk kez. Nefessiz kalana kadar ağladım ve hıçkırıklarımın arasından "Bana bunu yapma." dedim. "Sakın." Ona ne diyeceğimi bilemiyordum. "Sakın beni sensiz bırakma. Bunu yapma." Kime yalvarmam gerekiyorsa ona yalvarıyordum. Tek isteğim, Lâl'in geri dönmesiydi. Onun bana geri dönmesiydi. Hayata dönmesiydi. Lütfen, tanrım. Lütfen. Odadan çıkma zamanım geldiğinde onu geride bırakıp çıkmak öyle zor gelmişti ki. Dayanamadım. Son kez bakıp çıktığımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Bir iki saat sonra Lâl'in odası değiştirildi. Ameliyattan sonraki odadan yoğun bakıma alındı. Bir an bile yalnız bırakmıyordum onu. Nereye giderse aynı anda ben de peşinden gidiyordum. Onu ayak altından çekmek isteyenler bunu yeniden deneyebilirlerdi. İşlerini garantiye almak isteyebilirlerdi. Yerleştirildiği odanın önüne geldim. Usulca cama yaklaştığımda Wendy camın arkasından Lâl'i seyrediyordu. Elimi camın üstüne koydum. Camın üstünden yüzüne dokundum. Ben tüm dikkatimi ve ilgimi Lâl'e vermişken aniden "Özür dilerim." dedi Wendy. "Özür dilerim, ileri gittim. Acımdan ne konuştuğumu bilemedim, Valentino. Sanki senin onu çok sevdiğini bilmiyormuş gibi konuştum. Seni kırdıysam-" Bense "Haklıydın." dedim yüzüne bakmadan. Başımı öne eğdim suçlulukla. "Hepsi henim suçum. Eğer İstanbul'dan çıkmasına izin verseydim bu kaza olmayacaktı." Acıyla nefes aldım. "Onu çok üzdüm. Bana yaşattığı acıyı ona yaşatmak istedim, beni kıskanıp sevdiğini itiraf etsin istedim ama bel altı vurdum." "İleri gittin. Evet. Zita'yı oyunun içine katarak gerçekten ileri gittin. Ama böyle olacağını bilemezdin. Kaza senin yüzünden olmadı. Lâl sana öfkeliyken bile seni çok sevdi, Valentino. Senin öldüğünü sandığında bile hep sana sadıktı. Ona hayatına devam etmesini söylediğimizde bile hayatına kimseyi almadı. Seni hep sevdi." Yutkundu. "Eğer ona bir şey olursa..." Hıçkırıklara boğuldu. Teselli etmek ister gibi sarıldım. İkimizin de tek ortak noktası Lâl'di. İkimiz için de çok değerli biri orada öylece yatıyordu. Kollarımda ağlayan kız "Ne olur ona bir şey olmasın." diye yalvardı. "Olmayacak." Söylediğim şeye kendim de inanarak metanetimi korudum. Babamın çocuk yetiştirme tarzından çok gurur duyduğum söylenemezdi. Ama bana çok önemli bir şey öğretmişti. Dünya başına yıkılsa bile güçlü ve metanetli kalmayı. Sakinliğimi koruma konusunda hâlâ sorunlar yaşadığım doğruydu ama güçlü kalma konusunu sanırım babamdan en iyi şekilde öğrenmiştim. Lâl uyanacaktı. Uyanmalıydı. Başka yolu yoktu. Aksi hâlde ne olurdu, ne yapardım, nasıl yaşardım bilmiyordum. Onun dışında bir hayat var mıydı onu da bilmiyordum. O kadar uzun zaman olmuştu ki Lâl hayatıma gireli. Onun benden haberi yokken bile Lâl benim hayatımın bir parçası olmuştu. Cansız resimleriyle ve gerçek dışı rüyalarıyla da olsa. Birkaç dakika sonra yanımıza Doğan geldi. "Bir gelişme var mı?" Yüzü yorgun ve üzgün görünüyordu. Wendy umutsuzca başını iki yana salladı. "Hayır. Durumu kötüleşirse uyutabilirlermiş." Başını öne eğen adam, suçlu ve çaresiz hissediyor gibi görünüyordu. Benimse bunu umursayacak hâlim yoktu. Ne olacağını bilmediğimiz , korkuyla beklediğimiz zamanın ardından günler geçti. Neredeyse hafta. Bir gelişme yoktu. Ama olacaktı, biliyordum. Benim sabrım vardı. Günlerdir uyumadım, yanından ayrılmadım. Odasına girme izni için bekledim. Nihayet iki gün önce oda ziyareti için izin verildi. Onu bir an bile yalnız bırakmak istemiyordum. Beni yanında hissetsin istiyordum. Kendisini yalnız hissetmesin, uyandığında ilk beni görsün istiyordum. Diğerleri hâlâ uyanacağına inanmasa da ben inanıyordum. Uyanacaktı. Lâl ile odada baş başaydık. Cansız bir biçimde yatıyordu. Melek gibiydi. Gözümü kırpmadan onu izliyordum. Uzanıp elini tuttum. Yumuşacıktı. Onu üzdüğüm her gün için kendime lanet ettim. Ve şuan onu kaybetmekle burun burunaydım. Yine onu üzdüğüm her gün için bu cezayı çektiğimi biliyordum. Uzanıp elini öptüm. Sağ elim yanağında gezindi. Hassas ve yumuşak bir biçimde yaralarına dokundum. Benim bakmaya kıyamadığım aşkıma bunu yapan herkesi en ağır şekilde cezalandıracaktım. Öldürme konusunda hiç acele etmeyecektim. Onlara önce bu dünyada cehennemi yaşatacak, sonra gerçek cehennemlerine gönderecektim. Az önce yaptığım gibi tekrar dokunamadım yaralarına. Dayanamadım. O kazayı yaparken nasıl canının acımış olabileceğini düşünürken bile gözlerim sulanmıştı. Kim bilir nasıl korkmuştu, nasıl canı yanmıştı. Öyle kanlar içinde. Sağ elim burun direğimde gezinirken kendime sabır diliyordum. Tam o an monitörden bir ses geldi. Acil durum olduğunu anlayabileceğim türden tuhaf ve aceleci sesler. Art arda. Bir şey oluyordu. Bir saliselik şok ve korkudan sonra ayağa kalkıp dışarıya seslendim. "Hemen birisi buraya gelsin! Buraya gelin!" Aydın Bey geldi. Aceleyle yanımdan geçip Lâl'in yanına gitti. Monitöre dikkatle baktıktan sonra monitöre baktı. Hemşirelerden birini çağırdı. Aceleci ve telaşlıydı ama buna rağmen soğukkanlı kalmayı başarabiliyordu. "Ne oluyor?" diye sordum telaşla. Sağ elim başımın arkasında sabırsızca gezinirken nefesimi tutmuştum. "Kalbi durdu." "Ne?" O an bende zaman durmuştu. Sanki dünya başıma yavaş çekimle yıkılıyor gibiydi ve ben altında kalıyordum. Kalbi durdu. Lâl'in kalbi durdu. Hayır. Hayır, lütfen. Şimdi değil. Şuan olmaz. Hemşireye "Defibrilatörü hazırla." dedi ve önce elleriyle kalp masajı yapmaya başladı. Monitördeki ses devam ediyordu. Bir değişiklik yoktu. Seri hareketlerle elektroşok uygulamaya başladı. Bunu kaç defa tekrarladığını ya da ne kadar sürdüğünü bilmiyordum. Zaman mefhumunu kaybetmiştim. Düşündüğüm tek şey Lâl'in benim için, bizim için atan kalbinin durmuş olduğuydu. Adam durmadı. Tekrar elektroşok. Tekrar, tekrar ve tekrar. Lâl'in cılız bedeni sarsılıp duruyordu ama monitördeki ses kesilmemişti. Bir değişiklik yoktu. Hiçbir değişiklik yoktu. En sonunda durdu Aydın Bey. Sabırsızlıkla bir şeylerin düzelmesini, bir değişiklik olmasını bekleyen ben donup kaldım öylece. "Neden durdunuz?" Yaşlı adam başını iki yana salladı. Üzgündü. "Maalesef, kaybettik." Bu başaramadığı anlamına geliyordu. Lâl'in başaramadığı, bizim başaramadığımız. Onun dönmeyeceği. Lâl'in beni tamamen bırakıp gittiği anlamına geliyordu. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü hayatadirenenbiri , Devilgirl99psycho , egegks , cimbommm1999 , Gsyeaaaa , burcugunnn , azmelekozguraz , BranurTrk3 , mavilielif okurlarıma armağan ediyorum. 💖 Bu bölüm hiçbir şey sormayacağım. Duygu ve düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! 😘 ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |