@buzlarkralicesi
|
-3- 2 YIL SONRA ❝Lâl❞ Yatakta dönüp dururken uyumaya çalışıyordum ama dışarıda ayı gibi böğüren her kimse buna asla müsaade etmiyordu. "Evin! Evin aç kapıyı konuşalım!" Sanırım bu ayıyı ciddi anlamda tanıyordum. Muhtemelen Evin'i sayısız kere üzüp kalbini kırmış, daha iki gün önce ayrıldığı eski sevgilisi Mehmet'di bu. Bir süre sesleri duymazdan gelmeye çalışsam da başaramadım. Çünkü sesi gittikçe katlanılmaz bir hâl alıyordu. Yastıkla kafamı sarsam da geçmedi. Allah'ım, nasıl bir Çin işkencesiydi bu. Sonunda dayanamayıp zıpkın gibi kalktım yataktan. Odamdan çıkarken "Evin! Evin al şu evcil hayvanını şuradan! Uyumaya çalışıyorum burada ya!" diye söyleniyordum. Merdivenlerden aşağı inerken ortalıkta kimse görünmüyordu. Kimse uyanmamıştı belli ki. Mutfağa indiğimde hiçbir şey olmamış gibi ekmeğine tereyağı süren Türkü oldukça umursamaz görünüyordu. Evin'se mutfak masasına oturmuş, başını iki elinin arasına almış öylece duruyordu. "Evin duymuyor musun beni?" Kısa bir an başını kaldırıp bana baktı. "Duyuyorum." "Eee, niye kovmuyorsun şunu?" "Muhatap olmak istemiyorum. Tüm pozitif enerjimi almasını engelliyorum. Onun negatif enerjilerini blokaj yoluyla atıyorum." Yoga, enerji, sinerji, astroloji ve sonu ji ile biten ne kadar antin kuntin şey varsa hepsiyle kafayı bozmuş Evin'in anladığım kadarıyla eski sevgilisini kovmaya niyeti yoktu. Benimse canım burnumdaydı. "Kovmuyor musun şimdi sen bu ayıyı?" Başını iki yana salladığında yeterli cevabı almış bir biçimde yeniden merdivenleri tırmandım. İş başa düşmüştü. Banyoya gittim ve bir kova sıcak suyu doldurup odama gittim. Önce güzellikle konuşup dehlemekti niyetim. Laftan anlamayacağını bildiğim hâlde. Başımı camdan dışarı çıkardım. Güzellikle gitmeye niyeti olmadığını çok iyi bildiğim hâlde yaptım bunu. "Mehmet ne bağırıp duruyorsun?" "Aşkımın peşinden koşuyorum!" "Aşkının peşinden koşuyorduysan iki defa aldatmasaydın bu kızı! Hadi defol git şuradan!" "Evin gelmeden hiçbir yere gitmiyorum!" "Evin gelmiyor!" "Gelene kadar bekliyorum burada!" "Bak polis çağıracağım!" "Çağır! Evin için değil bir kere, bin kere hapse girmeye razıyım! Onun için ölürüm ben be, ölürüm! Evin!" İğrenç gereksiz şovlarına maruz kalırken yüzümü buruşturdum yalnızca. Bu adamda hiç hazzetmediğim birinin enerjisini alıyordum. Sanırım bana Batur'u hatırlatıyordu. Kaybettikten sonra kıymetini anlayanlar tayfasıydı bunlar. Kıymetini anlayanlar dediğime bakmayın, ikinci şans verseniz onu da piç ederlerdi. Ve daha sonra verebileceğiniz üç bin yedi yüz altmış küsur şansı da aynı şekilde. Bu yüzden Mehmet'in bu şovları beni öyle irite ediyordu ki. Kardeşim, madem seviyordun önceden kıymetini bilseydin değil mi ama! "Evin falan yok sana, beni çıldırtmak mı istiyorsun? Kaybol git şuradan!" "Sen karışma Lâl, Evin buraya gelecek!" Daha sonra mutfak camına dönüp duygusal bir biçimde bakarak "Evin! Benim evim sensin!" dedi melül melül. Midemin kalktığı bu diyaloğa maruz kaldığım için kanamak üzere olan kulaklarımdan özür diledim ve Mehmet'e döndüm. "Gitmiyor musun sen şimdi?" "Hayır, gitmiyorum! Ne yapacaksın?" İçimden homurdanarak başımı içeri soktum ve kaynar su dolu kovayı kafasından aşağı boca ettim. "Bunu yapacağım! Geri zekâlı! Bir kere de hayır lafından anlayın be! Hadi, defol şimdi!" Adamın acı dolu bağırışlarını umursamadan içeri girdiğimde gördüğüm son şey Mehmet'in topukları götüne vura vura koşarak mahalleden ayrılmasıydı. Aralık kapıdan "Helâl sana be, Amazon kadını!" diyerek beni tebrik ettiğini duyduğum kişi ise Ahmet'den başkası değildi. Burası oldukça kalabalık, pek de neşeli evimdi. Evimiz. Ahmet de bu kalabalık ailenin fertlerinden biriydi. 2 yılda çok şey değişmişti. Saymakla bitmez. Valent'in ölümünden sonra müziği bıraktım. Artık aşkımı haykırabileceğim kimse de kalmamıştı, bana şarkı yazdırabilecek bir ilham perim de yoktu. Olsun da istemiyordum. Valentino'dan sonra aşka kapılarımı kapatmakla kalmamış, hırsız falan girmesin diye kilitlemiştim bile. Kızlar ne zaman bana birini bulmaya kalkışsa reddediyordum. Artık hayatta olmasa da benim kalbim hâlâ Valentino Riccardo için atıyordu. 2 yıl içinde müziği bıraktığım için dedemin vasiyetine saygı duydum ve mirasta onun bana bıraktığı evde kalmaya karar verdim. Ancak ilk zamanlar bu koca evde tek başıma çıldıracağımı biliyordum. Yine dedemin vasiyetiyle hastane bünyesine bağlı klinikte psikolog olarak çalışmaya başladım. Sıkıcı ve rutin görünse de güven vericiydi en azından. Ev arkadaşlarımla da orada samimi olduk aslında. Evin, Türkü, Ahmet, Giray da hastanede çalışıyorlardı. Ve elbette ebedi kankam Wendy. O da burada kalıyordu çok şükür. Kalabalık görünüyordu, farkındaydım ama asıl bu koca evde yalnız kalırsam delirirdim herhâlde. Belki de içimdeki derin yalnızlığı susturmak için bu kadar kalabalık olmasını istiyordum etrafımın. Kalbimdeki boşluğu doldurmaya yarıyordu çevremdeki kalabalık. Birbirinden renkliydi ev arkadaşlarım. Evin çeşit çeşit diyetler, ritüeller, enerji zımbırtıları, yogalarla falan uğraşan değişik bir kızdı ama özünde çok naif, tatlı biriydi. Ve fazlasıyla duygusaldı. Umutsuz âşık olduğunu da unutmamak lazımdı. Belki de bu yanıydı bana benzeyen ve ona yakın hissetmemi sağlayan. Türkü yanlış hatırlamıyorsam Gaziantepli bir ailenin kızıydı. Yoksa Şanlıurfa mıydı acaba? Bilmiyorum, ikisini hep karıştırıyordum. İşte oralarda bir yerlerde doğmuştu ve biraz içine kapanık bir karakterdi. Gerektiğinde lafını esirgemeyen, delikanlı bir arkadaşımızdı. Sanırım küçükken çok dalga geçtikleri için de adından pek memnun sayılmazdı. Oysa annesi ne severek koymuş ismini. Sanırım türküleri pek seviyormuş. Giray'ı nasıl anlatsam bilemedim. Her arkadaş grubunda uçana kaçana yazan, kendini dünyanın en yakışıklı ve karşı konulamaz erkeği sanan Don Juan kılıklı bir dallama olur ya. Giray bizim grubun Don Juan'ıydı. İlk tanıştığımızda hepimize bir yoklama çekmişti ama gerekli yanıtı da almıştı. Hele Türkü'den ve benden yediği silleyle artık Dünya ahiret bacısı olmuştuk. Ancak hâlâ Instagram'da etiketlediğimiz güzel kız arkadaşlarımızı kendisine ayarlamamız konusunda darlama huyundan vazgeçebilmiş değildi. Onu da birkaç boks maçı sonucunda aşacaktık sanırım. Ekürim Wendy'nin ise asıl mesleği hemşirelik olduğu için ona bizim hastanede iş ayarlamam hiç de zor olmamıştı. Hastanenin büyük bir ortağı sayılmasam da küçük hissedarlarındandım ve bu kadarcık da olsa sözüm geçiyordu. Wendy'le aynı yerde çalışmak gerçekten zevkliydi. Her ne kadar hastanede pek karşılaşamasak da öğle yemeğinde, kahve molalarında dedikodu yapmak bile yetiyordu bize. Karşılaşamıyorduk çünkü benim işim daha çok klinikteki kişisel alanımdaydı. Evin, Türkü, Giray, Ahmet ve Wendy hastane bünyesinde olduğundan daha iç içe çalışıyorlar diyebilirim. Ahmet'e gelince, sanırım her arkadaş grubunun onun gibi şapşal ve ortamı şenlendiren, boş boğaz, komik bir elemana ihtiyacı vardı. Wendy'nin erkek versiyonu, biraz daha patavatsızıydı. Nasıl tıbbı kazandığına dair hâlâ ciddi şüphelerim vardı. Diplomasını görmeseydim inanmazdım ama görmüştüm, evet. En az benim psikoloji okumuş bir psikopat olmam kadar incelenmesi gereken bir durumdu sanırım. Yarım bir tebessümle "Müsaitim, girebilirsin." dedim dakikalardır kapıda bekleyen Ahmet'e. Usulca içeri girdi. "Ne kafa şişirdi sabah sabah Mehmet barzosu ya!" Bunu söylerken gözleri komodinin üzerindeki fotoğrafa kaymıştı bile. "Öyle. Ama haddini bildirdim. Bir dahakine gelmeden önce bir beş yüz kere falan düşünür." "Evin Hanım yeniden şans vermezse tabii." Bakışları hâlâ komodinin üzerinde Valent'le sarılmış bir biçimde birbirimize aşkla baktığımız fotoğraftaydı. "Çok mutlu görünüyorsunuz." Sanki anlamamışım gibi işaret parmağıyla gösterdi. "Birbirinize çok âşık bakıyorsunuz." Her sabah uyandığımda baktığım fotoğrafa ilk kez bakıyormuşum gibi dönüp göz göze geldim. Onun sert yüz hatlarının bana bakarken yumuşadığı, gülümsediği karelerden yalnızca biri. "Onu çok seviyordun, değil mi?" Onaylayarak başımı salladım yavaşça. Bir saniye bile tereddüt edilecek türden bir soru değildi. Çekinerek fotoğraf çerçevesini eline alıp inceleyen Ahmet merakla "Nasıl biriydi?" diye sordu. "Muhteşem biriydi. Belki de beni bu dünyada bu kadar seven tek kişiydi. Onun yanındayken kendimi inanılmaz güvende hissediyordum. Beni sevdiğini öyle içten hissediyordum ki..." Şimdi o duygu hayatımda eksikken ne kadar üşüdüğümü hatırladım. Aramızdaki sessizlik nefes alış verişlerimi bile duyabileceğim kadar belirginleşmişti. Kesik kesik, ağlamaya hazır bir duygusallıkta kulağıma çalınan nefes alış verişlerimi. Ancak elbette bu duygusal ortamı bozan Ahmet'in sıradaki o şiirsel sözü olmuştu. "Yalnız rahmetli enişte de erik gibi kütür kütürmüş." "Ya Ahmet yapma şunu!" "Ne bileyim kızım, gözlerin dolmaya başlayınca duygusal ortamı nasıl yumuşatacağımı bilemedim." Güldüm. "Ya defol git şuradan." Tam Ahmet'i kovalamak için hamle yapacakken telefonum çaldı. Arayan Fuat eniştemdi. Telefonu açar açmaz hâl hatır sormama bile fırsat kalmadan arkadaki yüksek sesleri bastırmaya çalışan eniştem sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. "Burada ortam biraz gerildi. Başkan ve Kerem kavga ediyor. Gelsen iyi olacak." "Gene ne oldu?" "Bilmiyorum. Kliniğe geçmediysen gel istersen." "Tamam, geliyorum." Telefonu kapattım gergin bir ifadeyle. 2 yılda çok şey değişti demiştim ya, bu sadece benim hayatımdaki büyük değişiklikleri kapsamıyordu. Bu süreçte Uras yine rahat durmamış, adam yaralamaktan içeri girmişti. Kerem sosyal hizmetler tarafından yurda verilmesin diye Başkan'dan Kerem'i nüfusuna alması konusunda nazik bir ricada bulunmuştum. Son derece nazik bir rica. Bu Uras'ı öfkelendirse de başka çıkar yolu yoktu, Kerem için en iyisi olmuştu. Kerem'e uygun aile ortamı sağlayamadığım için bunu ben yapamıyordum ama bizden kopmasını ve kimsesiz kalmasını da istemiyordum. Zaten reşit olmasına çok az zaman kalmıştı. O an herkes için en doğru kararı vermek zorundaydım. Bu yüzden Başkan'ın onu nüfusuna almasını sağladım. Dedem de böyle olmasını isterdi. Şimdi düşünüyordum da... Sanırım Kerem'in Başkan'la aynı evde kalması pek iyi bir fikir değildi. Elbette kolay olmamıştı. Başkan'la bunun savaşını vermiştik ve elimde onu korkutabilecek kozlar hâlâ olduğu için bu kadar basit bir sebepten benimle ters düşmek istemedi. Asıl zor olan, Kerem'i onunla aynı evde kalmaya ikna etmek olmuştu. Neyse ki Başkan son derece sorumluluk sahibi bir baba olduğu için eve uğradığı falan yoktu pek. Kerem'i bu şekilde ikna etmeyi başarmıştım. Ama görünen o ki pek de isabetli bir karar olmamıştı. Hazırlanıp evden çıkmam yirmi dakikamı bile almadı. Kiremit rengi ceket pantolon takımımı giydim, çantamı da alıp evden çıktım. Arabaya bindiğimde derin bir nefes aldım. Direksiyonda duran sol elimin yüzük parmağına uzanan kuş tüyü dövmesine dokundum. Valent'in ölümünden sonra yaptırdığım anlamlı bir dövmeydi. Onun elindeki Anka kuşu dövmesindan kopan bir kuş tüyü gibi hayal etmiştim bu dövmeyi yaptırırken. Bir parçası hep bende kalsın istemiştim. Bir parçası benimleydi. Elim bu kez boynumdaki Lâl taşı kolyesine asılı yüzüğümde gezindi. Artık parmağımda değildi, çünkü kalbimdeydi. Keşke hayattayken bu kadar değerini bilseydim. Kavgalarımızı bile özlüyordum. Şimdi istesem de o günlere geri dönemezdim. Onunla kavga edemezdim. Zaten onu görme şansım olsa kavga etmezdim ki. Boynuna sıkı sıkı sarılırdım ve hiç bırakmazdım. Sevgilim benim. Arabayı çalıştırdım ve Başkan'ın hapishanesine doğru yola koyuldum. Bakalım derdi neymiş? Bok kafalı beyinsiz herif. Yine çocuğun damarına basmıştır, ne olacak başka? Annesi hakkında ileri geri konuştuysa Kerem de çabuk kışkıran bir çocuktu. Öfkelenip onunla kavgaya tutuşmuş olabilirdi. Ama ben onun neden böyle davrandığını çok iyi biliyordum. Başkan Efendi'nin kafası attığında böyle yapardı. Başına gelenlerin acısını hep çevresinden çıkarırdı. Son zamanlarda hastanedeki işlerin yolunda gitmediği bir sır değildi. Başkan yana yakıla onu bu durumdan kurtaracak bir yatırımcı, sponsor, ortak ya da adına her ne derse öyle birini arıyordu. Vural meselesinden dolayı artık eski dostu Adnan Sezer de yardım eli uzatmıyordu ona. Kalmıştı dımdızlak. Böyle giderse hastaneyi başka birine devretmesi, satması gerekebilirdi. Kurulun da kararıyla tabii. Evin önüne geldiğimde arabadan indim ve hızla bahçede ilerleyip seslerin geldiği yöne doğru gittim. Bahçedeki açık kapıdan girip merdivenleri tırmanırken Fuat'la bakıştık. "Tartışmayı engellemeye çalıştım ama Başkan beni dışarı çıkardı." dedi, onaylayarak başımı salladım ve yukarı çıktım. Gündayların evinde onunla başa çıkabilecek pek dişine göre biri yoktu. Bu sebeptendir ki özellikle Kerem'le alakalı bir sorun olduğunda Fuat enişte her zaman arayıp beni çağırırdı. İşin içinden çıkılmaz noktaya sürüklenmeden önce. O canavarın dilinden en iyi ben anlıyordum. Kerem'in odasına yaklaştığımda aralık kapıdan bağırışma seslerini duyuyordum ama tartışma konusunu anlayamıyordum. Anlamsız boğuk boğuk sesler geliyordu. Selamsız sabahsız içeri daldım. "Ne oluyor burada?" Başkan iğrenç bir böceği inceler gibi hoşnutsuz bakışlarını üzerime dikip beni baştan aşağı süzdü. "Senin ne işin var burada?" "Yarı yaşındaki çocukla alıp veremediğin ne?" "Babasıyla nasıl konuşması gerektiğini bilmiyor." Bir adım attı bana doğru. Bakışları beni süzerken kinayeliydi. "Ablası gibi." "Senin ben babalığını sikeyim!" Kerem'in öfkeli küfürlerini "Şşşt!" diyerek susturdum. Başkan ise boş durmayıp el kaldırmıştı, vurmak üzereyken onu durduran neydi bilmiyorum ama eli havada asılı kaldı. "Sen şöyle geç kenara." Kerem'i kenara çektikten sonra Başkan'ın karşısına geçtim. "Kerem'in bazı tavırlarından rahatsız olabilirsin. Ama bu ona el kaldırman gerektiği anlamına gelmiyor. Bir sorun olduğunda bana söyleyebilirsin ya da alıp karşına konuşabilirsin." "Öyle mi psikolog hanım?" Alaycı ses tonuyla beni küçümsüyordu. "Kimi kime şikâyet edeceğim? Sen nesin? Aynı bokun laciverdi! Onun bunun altına yatan-" "Ablam hakkında düzgün konuş şerefsiz herif!" Aralarında bariyer gibi dururken ellerim her ikisini de uzaklaştırdı. Kerem'e döndüm. "İkinci bir emre kadar ağzını açmıyorsun." Sonra Başkan'a döndüm sakinlikle. Artık eskisi kadar tahrik edemiyordu beni sözleriyle. Öfkeme hâkim olmayı biraz olsun öğrenmiştim. "Senin kuyruk acını da biliyorum. Ama işlerinin kötü gitmesi hiçbirimizin suçu değil. Bir akrep gibi kendi kendini zehirliyorsun işte. Anca yok yere kavga çıkarıp sinirini bu çocuktan çıkarıyorsun." Kinayeli bir yüz ifadesiyle Kerem'i süzdükten sonra bana döndü. "Söz konusu ben olunca ne de güzel savunuyorsunuz birbirinizi?" "Sayende tek başımıza ayakta kalmayı öğrendik. Bizi sen eğittin. En acımasız şartlarda." Keskin bakışlarımı bir ok gibi fırlatmaktan çekinmedim. Başkan ise Kerem yüzünden bana istediği gibi hakaret edemediği için canı sıkılmışa benziyordu. "Ne o, yeni fedain bu mu?" Tıksırırcasına aşağılayıcı bir ses çıkarıp güldü. "Ne oldu, artık seni koruyacak bir Valentino Riccardo da yok arkanda. Kime güveniyorsun, şu arkandaki sümüklüye mi?" Valentino hakkındaki cümlesini öyle keyifle söylemişti ki iğrendim. "Ben kendimden başka kimseye güvenmem tamam mı? Kardeşimden de uzak dur! Bir daha ona el kaldırdığını görmeyeceğim." Kerem'i korumam onu daha da delirtmişti. "Şuna da bak, bana karşı ittifak oluşturuyorlar. Sırtıma yapışmış iki asalak." Öfkeden kızarmış gözleriyle işaret parmağını gövdeme bastırırken "Hepinizden bıktım, anlıyor musun?" diye hırladı etrafa saldırmaya hazır kuduz köpekler gibi. "O zaman sen de oraya buraya tohumlarını saçmasaydın!" Sonunda sabrımı taşırmıştı ama onun seviyesine inmeyecektim. Daha sakin bir ses tonuyla "Bana bak, bu çocuk senin yüzünden dünyaya geldiyse üzerine düşeni yapacaksın." dedim. "Senden bu saatten sonra babalık falan bekleyen yok. Çocuğun başının altında bir çatı olsun yeter. En azından Uras çıkana kadar. Zaten o çıktığında istesen de burada kalmasına müsaade etmez. Az bir zaman kaldı. Bu kadar dayandın, biraz daha katlanırsın diye düşünüyorum." Sessizlikle yüzüme öldürücü bakışlarını fırlattı. "Bana nasıl davranmam gerektiğini söylemek sana düşmedi küçük hanım. Hem de benim evimde!" "Maalesef bana düştü. Kardeşimi üzmene daha fazla izin vermem anladın mı? Bana yaptıklarını ona da yapmana müsaade etmem." Dalga geçer gibi "Kardeşmiş." diye söylendi. Onun bu imalarından Kerem'in bir şey anladığı yoktu ama Başkan'a fena kurulduğu açıktı. Öfkelendirmeye müsait sözler sarf ediyordu. Kerem de çabuk tahrik olan bir çocuktu zaten. "Kabadayı mısın kızım sen? Ne bu havalar? Kendini ne sanıyorsun? Düşüp kalktığın o adamdan mı öğrendin böyle racon kesmeyi?" Bir adım daha yaklaşıp göz teması kurdum. "Velev ki öyle, ne olacak?" "Yalanla dolanla kendini acındırarak babamdan aldığın kuş kadar hisselere mi güveniyorsun?" Kesin bir ifadeyle başını iki yana salladı. "Hiç güvenme. Onları da alacağım senin elinden, kuşkun olmasın. Zaten hiç hak etmedin." Tehditvari sözleri umurumda bile değildi. "Eğer dedem o hisselerin sende durmasını isteseydi sana bırakırdı. Ama bana bıraktı. Demek ki bir bildiği var. Ben de emanetine sahip çıkacağım." "Benim olan şeylere asalak gibi sahip çıkmana izin vereceğimi mi sanıyorsun? Sen git de hakkını altına yattığın adamın evinde ara! Benim malıma mülküme çöreklenmeyi de aklından geçireyim deme." İfadesiz yüzüme dikti bakışlarını acınası bir ifadeyle. "Tabii ya, oradan beş kuruş bile koparamamıştın değil mi? Düzüldüğünle kaldın." Onu aşağılar gibi tepeden baktım. "İstediğin kadar beni provoke edebilirsin. Dedemin bana bıraktığı tek kuruşu alamayacaksın." Onun gibi bir narsistin buna ne kadar öfkeleneceğini biliyordum. "Adamcağız senin ne mal olduğunu bildi de bırakmadı hisseleri sana. Haksız da sayılmazmış. Bak, batırdın malı mülkü. Şimdi ne yapacaksın bakalım beş kuruşsuz? Altın yumurtlayan tavuğun Sezerler de yok artık. Nasıl olacak?" Dudakları bir çizgi hâlini alıp öfkeyle büzülürken adam bu kez bana hiddetle kaldırdı elini. Suratıma inmesinden zerre korkmadığım tokat yolda sekteye uğramıştı. En ufak bir söze bile tetiklenen Kerem, Başkan'ın bana kaldırdığı eli havada yakalayıp durdurdu. "Ablama dokunayım deme sakın." Yüzü öfkeyle buruşmuş olan adam Kerem'in yüzüne baktı. Birbirimizi ne pahasına olursa olsun korumamız öyle öfkelendirmişti ki onu, eli ayağı titriyordu sinirden. "Ablammış!" diye dudak büktü. "Sor bakalım ablan mıymış gerçekten?" Ne söylendiğini anlamayan Kerem duraksadı. "Bu kız ne senin ne benim hiçbir şeyimiz değil. Kan bağın bile olmayan kız nereden senin ablan oluyormuş?" Bu gerçeği ilk defa öğrenen çocuk afalladı. Ama Pandora'nın kutusu açılmıştı bir kere, Başkan'ın duracağı yoktu. "Acıdım, eve aldım. Yediği kaba pisledi nankör. Sahip çıkmasaydım sokaklara düşer onun bunun artığı olurdu. Okuttum adam ettim, başıma dert oldu. Ama genlerinde ne taşıdığı belli işte, ne yaptıysam başkasının kaltağı olmasına engel olamadım! Elin piçini besleyip büyütürsen olacağı bu! Kötü tohum işte! Kötü tohum!" İşaret parmağını tehditkârca salladı yüzüme. "Hiç merak etme, hak etmediğin o hisseleri de elinden alacağım. Torunu diye kandırıp babamdan çaldığın o hisseler sana kalmayacak!" Söylenerek odadan çıktığında Kerem'le baş başa kalmıştık. Çocuk çekingen bir biçimde yüzüme bakıyordu. Bense tüm yaralarıma rağmen ifadesiz duruşumu bozmuyordum. Sakinlikle "Gerçeği öğrendin işte." dedim yalnızca. Aramızda uzun bir sessizlik ve bakışma sonrası hiç düşünmeden sıkı sıkı sarıldı bana. "Sen benim ablamsın. Hangi kan bağı değiştirecekmiş bunu?" Kollarımı ona sararak karşılık verirken istemsizce gözlerim dolmuştu. Titreyen çenemi gizlemek için omzuna yasladım başımı. "Öz babam bile sahip çıkmazken sen sahip çıktın bana. Şimdi aramızda kan bağı yoksa ne olmuş yani? Biz kan bağıyla mı bağlandık sanki birbirimize?" Çekingen bir biçimde kollarımdan ayrılırken merakla mırıldandı. "Ama anlayamadığım, neden çocuğu varken seni evlat edindi bu ruh hastası?" "Sen bunları düşünme. Yapman gereken tek şey, bu pisliğe bulaşmaman." "O da anneme hakaret etmesin!" "Ablaya sesini mi yükselttin az önce?" Dudaklarını birbirine bastıran çocuk başını iki yana salladı. "Öyle bir şey olmadı." "Aferin." Anlamlı bakışlarını yüzüme diken çocuk yeniden sarıldı bana. "Ben seni hiç üzmeyeceğim. Benim için ne kadar fedakârlık yaptığının farkındayım, abla. Bana verdiğin hiçbir emeğin boşa gittiğini hissettirmeyeceğim. Söz veriyorum." O kadar duygulanmıştım ki daha fazla ağlamamak için dişlerimi sıktım. Ayrıldığımızda gözyaşlarımı silerken saate baktım. "Okula geç kalıyorsun, hadi hazırlan. Bir daha da bu adamla itişme. Zaten Uras'ın dönmesine az kaldı, sık dişini." "Tamam patron." Odadan çıkarken son bir bakış attım. Haylaz bakışıyla onayladı söylediklerimi. Gülümsedim ve çıktım odadan. Merdivenlerden temkinli bir biçimde inerken gözlerim Başkan'ı arıyordu. Onu görmemek için hızla bahçeye indiğimde Fuat'la karşılaştım. "Hah, ben de seni bekliyordum." "Ne oldu enişte?" Bakışları bulutlandı, buruk hüznünü hissedebiliyordum. "Işık dün gece çok huysuzlandı. Seni sayıklayıp durdu. Bu gece onu görmeye gelecek misin?" Başkan'la yukarıdaki kavgamızı hatırlayınca umutsuzluğa kapıldım. "Bu gece zor." "Bu evde çok yalnız." Gözlerimin içine baktı. "Seni özlüyor. Dün gece çok ağladı, hep seni istedi." Yeniden duygulanmamaya çalışarak başımı salladım. "Biraz idare et. Gelmeye çalışacağım." Fuat ikna olmuş yüz ifadesiyle onayladığında saatime baktım. "Geç kalıyorum, görüşürüz." "Görüşürüz." Arabaya binip yola çıktığımda her şeyin ne kadar karmaşık ve zor olduğunu düşündüm. Kerem'in durumunu. Işık'ı. Işığımı. Çok yalnızdı. Gece sarılıp uyuyabileceği bir annesi bile yoktu. Hiçbir bebek bu kadarını hak etmiyordu. İçim acıyordu onun bu durumuna. Kliniğe bir sokak ötede çok yakın bir yerde ışıklara takıldım ve durdum. Bir mağazanın önünde yeşil yanmasını beklerken tembelce etrafa bakıyordum. Birden mağaza camında onu gördüm. O. Valentino. Donup kaldım. Hareket edemedim. Camdaki yansıması çok gerçekti. Ne yapacağımı bilemedim. Bir süre camdaki yansımayla bakıştım. Yüzündeki ifadeyle. İnanamadım. Hızla emniyet kemerimi çözüp arabadan indim ve camın yansıdığı kaldırıma koştum. Yoktu. Dizlerim tutmuyordu sanki. Gördüğüme emindim. Gerçek olduğuna emindim. Ama yoktu. Hayaldi. Gürültülü kornalarla kendime geldiğimde yeşil yandığını fark ettim. Zor da olsa arabaya yürüdüm ancak hâlâ onu görme umuduyla etrafıma bakınıyordum. Sanırım delirmiştim. Arabaya bindim ve çalıştırdım. Kliniğe giderken bakışlarım tetikte gibi sürekli etrafta dört döndü. Aklım hâlâ o görüntüde asılı kalmıştı. Valentino. Yaşıyor olma ihtimali yeniden zihnimde filizlenirken aptallık ediyorsun dedim kendi kendime. Gözlerinle gördün. Ölmüştü. Bir göz yanılsaması yaşadığımı var sayıp unutmaya çalıştım. Yoksa bu şekilde hayatımı sürdürebilmem mümkün olmazdı. Kliniğim hastanenin dışındaki başka bir binadaydı ve yürüme mesafesindeydi. İmzalanması gereken birkaç evrak olduğu için önce hastaneye uğramaya karar verdim. İçeri girip selam veren herkese baş işaretiyle ve yüzümdeki karmaşık tebessümle karşılık verdim. Asansörden içeri girdim. Ben bende değildim sanki. Bedenim ve ruhum ayrı hareket ediyor gibiydi. Hâlâ aklım gördüğüm o görüntüdeydi. Valentino. Bir sonraki katta takım elbiseli birkaç adam girdi içeri. Aralarında konuşuyorlardı. Adamların ortasında uzun pardesülü, kırklı yaşlarının sonunda ya da ellili yaşlarının başında olarak tahmin ettiğim adam yanındaki orta boylu, kumral, sakallı adamla konuşuyordu. "Lâl Alsancak'mış adı. Tabelalara falan bakın, ben göremedim odasını." Kafam çok doluydu ama adımı duyunca tetiklendim. Asansöre girdiklerinden beri yüzüme baktıkları mı vardı ki aradıkları kişinin ben olduğumu anlasınlar? Bilinçli bir şekilde sessizliğimi korudum. Neymiş benimle dertleri, anlayalım bakalım. Tekin birilerine benzemiyorlardı. Adam iç geçirdi. "Genç bir doktormuş. Bir de kadın. Bu yaştan sonra yarı yaşımdaki kıza derdimi nasıl anlatacağım bilmem." Anlaşıldı, yeni danışanlarımdan biriydi. Mafyavari tipler gibi oldukları ve koloni hâlinde gezdikleri için pek güven vermemişlerdi ilk etapta. "Abi yalnız doktor demiyorlar onlara, psikolog." "Yav ne fark eden ha doktor ha psikolog! Yeter ki derdime çare bulsun, ne derlerse desinler adına." Sesinde daha çok dert yanan bir ifade vardı. "El kadar bebe nereden benim derdime çare bulacak?" Yanındaki kumral adam "Abi o zaman hiç vakit kaybetmeyelim, işinin ehli bir doktora gidelim." derken telefondan bir şeylere bakıyordu. "Belli ki bu eksik etek senin derdine çare bulacak yetkili biri değil." Kadın düşmanı hanzo, kendini belli etmişti. "Hiç umudum yok ama Reşat çok övdü, onun karısını iyileştirmiş. Şansımızı deneyeceğiz işte." Asansör kapısı açıldığında indiler. Sonraki katta da ben indim. İner inmez hemşirelerden biri yolumu kesti. "Lâl Hanım, Şerif Bey odasında sizi bekliyor." Hayret, sabahki kavgada hızını alamadı galiba. Bir de burada yalnız yakalayıp canımı sıkacaktı. Kolumdaki saate baktım. "Danışanım var, sonra." "Ama bekliyor kendisi, çok önemli bir konuda-" Gayet kararlı bir ifadeyle göz kontağı kurdum ve sakin, tane tane tekrarladım. "Danışanım var, sonra." İlerideki soldan dönüp imzalamam gereken evrakları imzaladıktan sonra tuvalete girdim. Yüzüme soğuk su çarptım. Hâlâ kalbim çok hızlı atıyordu. Görüntü o kadar gerçekti ki. Sanki kanlı canlı karşımdaydı. Gözlerimle öldüğünü görmesem inanırdım. Hayır, Lâl. Deliremezsin. Şimdi delirmenin hiç sırası değil. Hem sen neler atlattın da delirmedin, buna mı delireceksin cidden? Biraz kendime geldiğime inandığımda asansörle aşağı indim. Koridordaki Zehra hemşireyi dedikodusundan alıkoyup "Nazlı hemşire nerede?" diye sordum. Wendy'ye çok ihtiyacım vardı o an. Aklımı kafamın içinde tutmam için onun varlığına ihtiyaç duyuyordum yoksa delirmek üzereydim. "Behçet hocanın yanında diye biliyorum ama..." Alelacele "Tamam." deyip hastaneden çıktım. Çıkana kadar gözüm Wendy'yi aradı. Sabah evde de görmemiştim. Belli ki bugün nöbeti falan vardı. Eğer onu görebilseydim mağaza camında gördüğüm şeyi anlatacaktım. Her neyse, akşamı bekleyebilirdim. Yeterince gecikmiştim zaten. Oldukça hareketli bir sabah geçirmiştim. Allak bullak olmuş hâlime bir son vermeye çalışarak klinikten içeri girerken deskte sözlü bir arbede oluyordu. Asistanım Şebboy takım elbiseli adamlara dert anlatmaya çalışıyor gibiydi. "Bakın, Lâl Hanım henüz gelmedi. Gelse neden sizin bekleteyim ki? Ayrıca sizin randevu saatinize daha var. Sizden önce Sezin Hanım girecek." "Hadi uzun etme bacım. Bizim bekleyecek vaktimiz yok. Önce bizi al, abim beklemesin." Şebboy adamların tehditkâr duruşundan mütevellit hafif sinmiş ve korkmuş görünüyordu. Sözlerini kısık sesle söylerken takındığı ifade de bunu doğrular nitelikteydi. "Beyefendi o zaman randevu alıp gelmenin ne anlamı var ki?" Bunlar o takım elbiseli adamlardı. Asansördekiler. Tahmin ettiğim gibi beni bekliyorlardı. Sakinliğimi koruyarak deske doğru ilerleyip aralarına karıştım. "Merhabalar, size nasıl yardımcı olabilirim?" Şebboy "Beyefendinin randevusu Sezin Hanım'dan sonra ama illa önce girmek istiyor. Acelesi varmış." derken adamları bana şikâyet eder gibiydi. Bunu yaparken gergin adamlara yoklar gibi tedirginlikle bakmayı da ihmal etmedi. Bakışlarım adamlara döndü. "Gecikme için üzgünüm beyler. Ama burada herkesin işi gücü, acelesi var. Bir siz beklemiyorsunuz yani." Asansördeki konuşmalarından danışanım olduğunu düşündüğüm adam hakkımda asansörde konuşurken orada olduğumu fark edince biraz mahcup oldu. Ancak bunun yanı sıra bir sebepten dikkati dağılmış, tedirgin bir şekilde etrafına bakıyordu. Camdan dışarıda sanki birileri varmış gibi göz gezdirirken hiçbir şey söylemedi. Sanki bizimle iletişimi kesmiş gibiydi. Onun yerine hep sözcüsü olan o kadın düşmanı adam konuşuyordu. Gördüğüm ilk andan beri negatif enerji aldığım kumral adam atağa geçti. "Ne biçim yer burası anlamadım ki! Doktoru saatinde gelmez, bilgi verilmez." Artist artist konuşan adama "Beyefendi burası dingonun ahırı değil." diyerek aynı restle karşılık verdim. "Biz de burada oyun oynamıyoruz." Biraz tansiyonumun düştüğünü hissediyordum. Başım dönüyordu. Sanırım hâlâ mağaza camında gördüğüm yansımada takılı kalmıştım. Derin bir nefes alıp "Ayrıca da ben doktor değilim." diyerek söze girerken normal karakterimin tam aksi bir sakinlikle karşılık veriyordum. Sakin bir yüz ifadesiyle bahsi geçen adama döndüm. "Sizin randevunuz kaçtaydı?" Şebboy "Randevularına daha kırk beş dakika var." diyerek araya girdi. "İyi de bizim hastamız acil!" "Beyefendi, buradaki herkesin durumu acil." Kumral adamla Şebboy arasındaki tartışmaya "Sezin Hanım geldi mi?" sözümle son vermeye çalıştım. "Hayır, henüz gelmedi." "Tamam, tartışma gereksiz uzamasın o zaman." Hâlâ tetikte görünen adama dönüp "Siz buyurun odama lütfen." derken diğer yandan uyarıda bulundum. "Önceki danışanım gelmediği için sizi alıyorum. Lütfen bundan sonra sıranızı bekleyin." Çıkıntılık yapan kumral adam teşekkür edip susacağına ısrarla şansını zorlamaya devam etti. "Aman eksik olma, lütfettin!" Elleri ceplerinde başını sinir bozucu bir biçimde iki yana sallarken bana saygısızlık yapmaktan da geri durmuyordu. "Ne biçim bir yer burası anlamadım ki!" Sakin ama had bildirici bir ses tonuyla "Memnun değilseniz kapı orada, beyefendi." diyerek karşılık verdiğimde sağ eli kirli sakallarında dolaşan adamın yüz ifadesi değişmişti. Eli de sakalında duraksadı. Böyle bir yanıt beklemediği belliydi. "Ne biçim konuşuyorsun bacım sen benle? İnsan hastasını öyle kovar mı?" "Hasta had hudut bilmiyorsa kovar." Allah bilir doktorlara şiddet uygulayanlarla aynı kafadadır bunlar. Çok belli. "Haddi hududu senden mi öğreneceğiz eksik etek?" Patronları eliyle durdurmaya çalışsa da kendinde değil gibiydi. Başını tuttu. Bense hakaretvari konuşmasının yanı sıra üstüme yürüyen adama doğru yürüdüm. Elini kaldırdığı anda sertçe tutup sırtında birleştirdiğimde inledi. Elimden kurtulduğu anda acıdan değil öfkeden gözleri kıpkırmızıydı. Alev alev yanıyordu öfkeyle. Yeniden bir hamle yaptığında yumruğu sağ gözüne geçirdim. Şiddet hoş bir şey değildi. Ancak anladığım kadarıyla bu insanlar laftan anlamıyordu. Ben de gerekeni yaptım. Kendisi ve patronu da olmak üzere herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. Böyle bir performansı beklemedikleri açıktı. Asansördeki konuşmalarından beni kolay lokma sandığını anladığım patronlarına karşı bile rüştümü ispatlamış gibi görünüyordum. Sakin tavrımı bozmadan ceketimin yakalarını düzeltirken "Yan taraftaki hastanemizde pansuman yaptırabilirsiniz, geçmiş olsun." dedim ve o adamla daha fazla göz teması kurmadım. Şaşırma duygusu yarıda kalan, bayılacak gibi duran patronlarını son anda tuttum. "İyi misiniz?" Başını sallayarak onay veren adam biraz kendinde gibiydi. Bu kez az önce benimle tehditkâr sözlerle tartışmaya tutuşan adamına öldürücü bakışlar attı ve eliyle geri çekilmesini işaret etti. Başka bir adamının uzattığı su şişesine abandı. Suyunu kana kana içtikten sonra kendine gelmişe benziyordu. Az önce benimle münakaşaya giren adamına yaklaştı ve kulağına kısık bir sesle "Sen dışarıda bekle, seninle sonra görüşeceğiz." diye mırıldandı. Adam ikiletmeden arkasına baka baka gitti. Beti benzi atmış adam biraz daha iyi görünse de "Daha iyiyseniz içeri geçelim." dedim sanki adamıyla az önce kısa bir boks maçı yapmamışız gibi sıradan bir ses tonuyla. Aşağı yukarı başını salladı "Sağ olun." derken. Koridorda ilerlerken "Az önce olanların kusuruna bakmayın ne olur." dedi ve yüzünde gerçekten ezilip büzülen, mahcup bir ifade görüyordum. "Önemli değil, buyurun." Adam peşimden gelirken diğer adamların da onu takip ettiğini fark ettim. Onlara dönüp "Yalnızca danışanım." dedim. "Anlayışınız için teşekkür ederim." Normalde ağzını yüzünü dağıtacağım insanlara sakinlikle yanıt verebildiğime bazen ben de inanamıyordum. Ancak hâlâ sabrım zorlandığı zaman o cadı Lâl çıkabiliyordu içimden. Az önceki boks maçı gibi. Diğer adamlar patronlarından onay alana kadar beklediler. Hâlâ benim lafımı ciddiye almıyorlardı anlaşılan. Eksik eteğim ya ben. Onların bu tavrı canımı sıkmıştı. Sanki patronlarını içeride kuşbaşı doğrayacaktım. "Yeterince açık konuşamadım mı? Hâlâ neden kıçımızın dibindesiniz?" İşte korktuğum başıma geliyordu, içimdeki cadı Lâl'i uyandırıyorlardı. Benim sözlerimle şaşıran adamlar patronlarına baktılar. Benim kibar duruşuma tezat oluşturan hareketlerim en az adamları kadar patronlarını da şaşırtmışa benziyordu. Adam onay bekleyen fedailerine başını aşağı yukarı salladığında peşimizi bıraktılar. Uzun koridorda ilerledikten sonra kapıyı açıp odama girdim ve adamın da içeri girmesini bekledim. Çantamı koltuğun köşesine bıraktım. "Hoş geldiniz, ben Lâl." Telefonumu da sessize alıp masama bırakırken o an Nikolai aradı. Yanıtsız bırakıp telefonumu masanın üzerinde ters çevirdim. "Hoş buldum." Biraz gergin görünüyordu. Asansörde de bahsettiği gibi derdini anlatmak için beni yetkin biri olarak görmediği belliydi. "Ben de Fahir, memnun oldum." Koltukta rahat olmadığını hissedebiliyordum. Nereye koyacağını bilemediği elleri önündeydi. Elim masadaki telefona uzandı. "Ne içersiniz?" Tedirgin hisseden adama biraz rahatlaması için fırsat verdim. "Yok sağ ol bacım, ben bir şey almayayım." Biraz çekiniyordu karşımda otururken. Bana nasıl hitap edeceğini de henüz seçebilmiş değildi. Bazen sen diyordu, bazen siz. Kafası karışık görünüyordu. Az önceki arıza hallerime şaşırdığını gizlemiyordu. "Açıkçası az önce sizden biraz çekindim." Sonra aceleyle ekledi. "Ama takdir ettim, harbi kadınmışsınız." Pek anlamasam da onların dilinde bir iltifattı sanırım bu. Valent'in öğrettiği numaraların böyle bir ortamda işime yarayacağını pek düşünmezdim doğrusu. Başımı sallayarak alışılmışın dışındaki iltifatını kabul ettikten sonra asıl konuya geçtim. "Evet, sizi dinliyorum Fahir Bey." Etrafına bakınırken "Ben de burada ne işim var bilmiyorum ki." diye söylendi. Sanki bir bankada sıra bekliyormuş gibi işinin bitmesi için sabırsızlık duyuyordu. Elleri birbirine kenetlenmiş, parmakları birbiriyle sabırsızca oynuyordu. Sonra bunu sesli söylediğini fark edince biraz çekindi. "Kusura bakma." Anlayışlı bir tebessümle geçiştirdim. Az önceki tatsızlığı unutmaya çalışıyordum. "Önemli değil, sizi dinlemeye hazırım Fahir Bey." Ajandamı açtım. Masadaki şeffaf çerçeveli gözlüğümü taktım. "Şikayetiniz nedir?" Anlatıp anlatmama konusunda kararsızlık yaşadığı gözlerinden belli olan adam önce çaresizce etrafına bakındı. Sonra usulca öne doğru eğilip sesini kısarak konuşmaya başladı. "Son günlerde bana bir şeyler oluyor doktor hanım." Doktor olmadığımı yinelemek istemedim. Bıraktım, nasıl etmek istiyorsa öyle hitap etsin. Benim yanımdayken kendini rahat hissetsin istedim. "Ne gibi?" "Hayatım mahvoldu bu hastalık yüzünden. Olur olmaz yerlerde takip ediliyormuşum gibi bir his var içimde. Geceleri yataktan kâbuslarla fırlıyorum. Soğuk soğuk terler, titremeler, üşümeler... Bana ne oldu anlamıyorum." Sesini biraz daha kıstı ve utanıyormuş gibi bir ifadeyle "Korkuyorum." diye fısıldadı. "Acaba deliriyor muyum?" Acele etmeden sakince onu dinledikten sonra rahatlatıcı bir edayla "Endişelenmeyin, delirmek o kadar kolay bir şey değil." dedim yalnızca. "Ne zaman başladı bunlar?" "Son birkaç haftadır var." "Neden bu kadar beklediniz?" "Ne bileyim, geçer dedim ama geçmedi. Daha da kötüye gitti. Karım artık ille de bir doktora görün deyince de arkadaşımın tavsiyesi üzerine size geldim." Merakla "Madem delirmiyorum, bu neden oluyor?" diye sordu. "Aslında birçok sebebi olabilir. Her zaman bilemeyiz ya da farkında olmayız. İnsanlar köşeye sıkıştığında, çözemediği sorunları olduğunda ve bunu uzun süre bastırdığında bu tür şeyler olabilir. Zor dönemlerden geçiyor olabilirsiniz." "Bizim hangi dönemimiz kolay ki bu zor olsun doktor hanım?" Henüz adamı tanımıyordum ama anlattıkları bana paranoya ve panik bozukluğunu çağrıştırıyordu. Bunun için daha kapsamlı bir terapi gerekliydi. "Stresli bir işiniz mi var?" Sorgulayan bakışlarla az çok tahmin ettiğim iş hayatını didikledim. Alayla dudakları kıvrılan adamın kaşları havalandı. "Bizim hayatımız stres doktor hanım. Siz asıl benim derdime çareniz var mı onu söyleyin." Daha ilk seanstan her şeyi paylaşmasını beklemiyordum elbette. Zamanımız vardı. Öncelikle güven her şeydi. Zamanla birbirimize güvenmeyi öğrenecektik. "Endişe etmeyin, doğru yerdesiniz." "Öyle mi diyorsunuz?" Nefes aldı sakinleşmeye çalışırken. "Banyoda bile tetikteyim. Sanki biri beni takip ediyor, izliyor gibi. Hayır, eninde sonunda kulaktan kulağa yayılacak, koskoca Fahir Kıran delirdi diyecekler. Âlemde adım çıkacak ondan korkuyorum." Yalvarır gibi bir ifadeyle "Kurban olayım bana bir ilaç ver, iyileşeyim." Masanın üzerinde ellerimi birleştirdim. "Öncelikle ben doktor değilim, ilaç yazmıyorum." İlk kez duyduğu bu bilgiyle afalladı adam. "Ne demek ilaç yazmıyorum? E nasıl olacak o zaman? Doktor değilseniz burada işiniz ne? İlaç yazmıyorsanız beni nasıl iyileştireceksiniz?" "Sakin olun." Paniklediğini görebiliyordum. Bu yüzden soğukkanlılığımı bozmadım. "Uzman görüşümü merak ediyorsanız, şu aşamada ilaca ihtiyacınız olduğunu düşünmüyorum. Biz mümkün olduğunca ilaç kullanmadan bu konuyu çözmeye yöneleceğiz. İşe yaramazsa sizi alanında uzman bir psikiyatrist arkadaşıma yönlendirebilirim." "Şimdi benim kafam karıştı doktor hanım. Ben doktor değilim, ilaç yazmam diyorsunuz. Sizi ilaçsız iyileştireceğim diyorsunuz. Nasıl iş bu? Nasıl yapacaksınız bunu?" "Konuşarak." "Konuşarak?" Komik bir fıkraya güler gibi inanmaz bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. "Yav konuşarak her konu çözülseydi ormanlar kralı aslan değil papağan olurdu." Gülmeye başladı. Benim hafif bir tebessümle kendisini dinlediğimi görünce de gaf yaptığını düşünüp ciddileşti. "Valla bu durum benim kafama yatmadı doktor." "Bakın, insanlar konuşamadığı için de bu duruma olabilir. Bazen içinde bastırdığı duygular yüzünden bu tür şeyler hissedebilir. Eğer kendi içinizde, zihninizde yaşadığınız bazı şeylere bilinçaltınızda son vermediyseniz bu düşünceler bozuk plak gibi aklınızda dönüp durabilir. Biri tarafından izlendiğiniz duygusu, soğuk terler, kâbuslar bunlara işaret olabilir." İkna edici bir yüz ifadesiyle ekledim. "Ve tüm bunlar sizin bilinçaltınızda çözebileceğiniz şeyler olabilir." "Bu kadar basit yani. Konuşacağız ve çözülecek öyle mi?" "Denemeye değmez mi?" Hâlâ pek ikna olmadığını anladığım adama "Bundan sonra her hafta sizi görmek isterim." diyerek açıklama yaptım. "Valla siz olur diyorsanız tamam doktor. Ben tavsiye üzerine geldim. Epey de methinizi duydum. İlaçsız da bu işler olur diyorsanız öyle olsun." Adamın ilaçlarla iyileşmeyle kafayı bozmuş olmasını bir süre görmezden gelebilirdim sanırım. Buna benzer bir danışanım olmuştu. Onunki Plasebo Etkisi'ydi ve içtiği ilaçla iyileştiğini hissetmeye programlamıştı kendisini. Ancak Fahir Bey'le sürecimiz biraz daha farklı olabilirdi. Her danışan kendi öyküsüne göre incelenirdi. Meraklı bakışları önce duvardaki diplomamda ve belgelerde gezindikten sonra yetkili biri olduğuma ikna olmuşa benziyordu. Bakışları masama döndü. Çerçevedeki fotoğrafa baktı. Bizim fotoğrafımıza. Sicilya'daki evin bahçesinde sarmaş dolaş bir fotoğrafımız. "Çocuk var mı?" "Yok." Adamın fotoğrafı işaret ederek sorduğu soruya "Evli değilim." yanıtını verdim. Herhâlde fotoğrafı görünce beni evli sandı. Sohbet canlısı konuşmasının önünü kesmedim, belli ki bu onu rahatlatıyordu. "Ha ben fotoğrafı görünce." Boynumdaki kolyeye baktı. "Bir de yüzük. Yani evli sandım sizi." Kendisi dışında biri hakkında konuşunca daha rahat görünüyordu. Onaylayarak başımı salladım. "Daha iyi hissediyor musunuz?" "Valla işin gerçeği, biriyle bunları konuşmak beni çok rahatsız ediyordu. Sizinle de ilk karşılaşmamızda biraz korktum. Sinirli birine benziyordunuz. Ama şimdi daha iyiyim, konuşmak iyi geldi galiba. Biraz rahatladım." "Buna sevindim. O zaman haftaya görüşüyoruz?" Onun hâlâ tedirgin bir biçimde onaylayan baş işaretiyle işlerin yoluna girdiğini düşündüm. Sonuçta güven zamanla kazanılan bir şeydi. "Şebboy Hanım'dan randevunuzu alırsınız." "Tamam doktor." Düzeltmek ister gibi "Hocam." diye ekledi. Adam çıktığında kendimle biraz baş başa kaldım. Camdan dışarıya bakarken içinden çıkılmaz bir girdaptaymışım gibi hissediyordum. Biri ölmüşse ölmüştür. Buna ikna etmek için daha ne yapabilirlerdi ki? Onu kendi gözlerimle görmüştüm. DNA testi sonuçlarını da öyle. Şimdi neden inanmıyordum onun öldüğüne? Neden içimdeki bir ses beni delirtmek ister gibi tam tersini fısıldıyordu kulağıma? Masadaki fotoğrafı elime aldığımda kalbim hüzünle doldu. "Seni çok özlüyorum." İç geçirdim. "Neden bana bunu yaptın? Beni neden sensiz bıraktın?" Çerçeveyi masaya geri bırakırken derin bir nefes aldım. Telefonuma uzandığımda Niko'nun aramasını görmezden geldim. Tam o sırada Ahmet aradı. İkinci çalışta açtım. "Efendim Ahmet?" "Öğle yemeğine geliyor musun?" "Gelirim herhâlde. Bir danışanım var daha." "Akşam bizimkilerle yeni açılan bir mekâna gideceğiz, manyak bir şey. Adı Rio. Gelecek misin?" "Ne Rio'su Allah aşkına Ahmet, benim eğlenecek hâlim mi var? Bugün çıkmam muhtemelen bir yere. Evde takılırım. Akşam da erken uyurum." "İçin geçmiş kızım senin. Bu gençlik nereye gidiyor anlamadım ki..." "Valla gençlik nereye gidiyor bilmiyorum ama ben sizinle gelmiyorum." Umursamaz bir tebessümle "Hadi kapat, kapat." diyerek telefonu kapattım. Bu gece erken uyuyup biraz dinlenecektim. Ve aklımdaki bu paranoyak düşüncelere de bir son verecektim. Susmayan telefonum yeniden çaldığında sanki birbirlerini takip ediyorlardı. Biri kapatınca öbürü arıyordu. Bu kez arayan Fuat eniştemdi. Yanıtladım. "Alo." "Burada seninle konuşmak isteyen biri var." Kim olduğunu sormama bile fırsat kalmadan telefonun diğer ucundan Işık'ın sesi geldi. "Anne!" O kelimeyi duyduğumda istemsizce duygulandım. "Bebeğim... Nasılsın?" "İyiyim." Bebeksi konuşması kulağıma en güzel şarkının notaları gibi geliyordu. "Ne yapıyorsun?" "İşteyim bir tanem. Sen ne yapıyorsun?" "Boyama yapıyorum. Babam aldı." Kısa bir an sonra "Geliyor musun?" diye sordu. "Yarın geleceğim, tamam mı?" "Özledim. Gel." "Tamam, geleceğim. Seni seviyorum." Telefonu kapattığımda istemsizce gözlerim dolmuştu. Onu kendime öylesine benzetiyordum ki. En az benim kadar yalnız. Ve en az benim kadar sevgiye aç. Burnumu çekerek kendime gelmeye çalıştım. Saate baktığımda danışanımın gelmiş olabileceğini düşünüp toparlandım. Hazır hissettiğimde Şebboy'u arayıp Sezin Hanım'ı almasını söyledim. ... *

••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |