Yeni Üyelik
41.
Bölüm

☾ Rio'da Bir Gece | 39

@buzlarkralicesi

-39-

❝Lâl❞

1 YIL ÖNCE

Uzun zamandır hiçbir yerde olmak beni burada olduğum kadar germemişti. Kapının önündeydim. Müdire annenin kapısının önünde. Onunla karşılaşmayalı yıllar olmuştu. Belki de beni tanımayacaktı, hatırlamayacaktı bile. Sonuçta o kadar çok çocuğun müdire annesiydi ki.

Ben neden buradaydım? Onu bile bilmiyordum. Yıllar sonra beni buraya, elimde çiçekle bu kapıya getiren neydi? Sadece gönül borcum olan, beni büyüten birini ziyaret mi? Yoksa geçmişimden bir parçayla yüzleşmek, onu bağrıma basıp kabullenerek yaşamak mı?

Arşivden ortak bir tanıdığımız olan Suna abla onun yaşlandığını söylemişti. Hafif hastalıkları da baş göstermişti. Bildiğim kadarıyla kimsesi yoktu. Onu merak etmiştim. Ancak o kapının önüne geldiğimde içeri girip girmeme konusunda kararsız kalmıştım. Tam geri dönmeyi düşünürken bahçe kapısında onu gördüm. Evden ağır aksak adımlarla bahçeye doğru yürürken elinde bir mama kabı vardı. Bahçede koşuşturan gri bir kediyle konuşarak suyunu yeniledi.

Kedinin yanına eğilen kadın kediye mamasını doldurduktan sonra kalkarken benimle göz göze geldi. O an donakaldım. Silahsızdım. Arkamı dönüp gitmek için vaktim kalmamıştı. Bakışlarında beni tanıyıp tanımadığına dair bir emare göremedim. Onun gibi bir süre sessiz ve hareketsiz kaldım.

Usulca bahçe kapısına yaklaşan kadın hâlâ kısık gözlerle bana bakıyordu. Bense artık kaçmamam gerektiğinin farkındaydım ve karşısında dimdik durdum. "Merhaba." Sessiz kalmayı sürdüren kadın bakışlarını bir an olsun benden ayırmıyordu. Sakin bir nefesin ardından yeniden söze girdim. "Müdire anne, beni tanıdın mı?" Gözlerinde tanıdık bir bakış aradım ama renk vermiyordu. Ne tanıdığına ne de tanımadığına dair bir ışık yoktu. Heyecanla "Lale ben." dedim.

Kapının dışına çıkıp aceleyle etrafa bakındı ve sonra hızla kolumdan tutup beni içeri çekti. Bu davranışına başta anlam veremesem de Başkan'dan korkmuş olmasına yordum. Bu yüzden herhangi bir şey sormadan beni sürüklediği yere gittim.

Önce evinden içeri girdik. Küçük denilebilecek salonuna geldiğimizde hâlâ öldürücü sessizliğini koruyordu. Salonda eski bir halı vardı. Bir de köşeye kurulmuş soba. Küçük, tek kişilik ve sağlam olmaktan uzak bir masa ve iki sandalye. Yine küçük, Nuh nebiden kalma eski tüplü bir televizyon. Eski koltuklardan birine oturmadan önce "Burada ne arıyorsun?" diye sordu sakince.

Elimdeki çiçekleri masasına bıraktım ve "Bunlar sana." dedikten sonra yerime oturdum. "Seni görmeye geldim. Suna abla hasta dedi-"

"İyiyim ben, bir şeyim yok. Genel, yaşlılık..." Aslında genel yaşlılıktan ziyade, yaşlılığın da etkisi olan birçok hastalığın yanı sıra geçici unutkanlıklarının da olduğunu söylemişlerdi bana. Belki de bu yüzden onu bu kadar merak etmiştim. Bizim başımızdaki müdire anne cin gibiydi. Göz açtırmazdı. Karşımdaki kadınsa mantıklı konuşmalarının yanı sıra boş bakışlara sahipti. Bakıyor ama görmüyor gibiydi.

Başımı onaylayarak salladıktan sonra karşısındaki koltuğa oturdum. Yüzüne baktığımda yaşlılığın acımasız izlerini gördüm. Ben de yaşlanınca böyle mi olacaktım? Gözlerimin kenarları, boynum kırış kırış, gözaltlarım kararmış, belki önümü bile zor görecektim, ağır aksak yürüyecektim. Bilmem, belki de hayatın büyüsü budur. Göz kenarlarımızdaki çizgiler yaşanmışlığımızın sihirli izleridir ve biz onlarla barıştığımız an hayattan zevk alacağız. Kim bilir? Bizi o hâlimizle seven biriyle hayatımızı birleştirdiğimizde...

Sonuncusu benim için mümkün değildi artık. Valentino öldüğü gün defter kapanmıştı. Bir daha açılmamak üzere. Beni bu dünyada koşulsuz şartsız, olduğum gibi sevebilecek ve her hâlimle çekebilecek tek kişi oydu. Onu da benden almıştı karanlık dünyası. Girdabında yutmuştu.

İç dünyamdan sıyrıldığımda odağım yine karşımdaki yaşlı kadındaydı. "Bir şeye ihtiyacın var mı müdire anne?"

Bana bakmaktan kaçınan kadın yere bakarken ellerini birleştirmiş durumdaydı. "Yok, çok şükür her şeyim var. Seni böyle gördüğüme sevindim, iyisin."

Laf olsun diye "İyiyim." derken başımı salladım geçiştirir gibi. Müdire anne. Beni Başkan'ın kızı yaptığında bana iyilik yaptığını sanıyordu. Onun odasında konuştuğumuz gün daha dün gibi aklımdaydı.

Ona müdire teyze ya da müdire anne derdik. O da sağ olsun bizden sevgisini eksik etmemeye çalışırdı. Kendisine ait olmayan çocuklara ne kadar sevgi gösterebilirse.

Karşısında küçük boyumla oturmuştum, ayaklarım yere değmiyordu bile. Kırmızı parlak rugan ayakkabılarımı sallıyordum. Müdire anne masanın üstünde ellerini birleştirdiğinde ayaklarımın hareketi durdu. Bu hareket, onun konuşmaya başlayacağını ve uslu durmamız gerektiğini işaret ediyordu. Can kulağıyla onu dinlemeye başladığımda benimle göz teması kuran o genç kadının şuan karşımdaki yaşlı kadınla neredeyse alakası yoktu.

"Lale, seni isteyen bir aile var. Sana sıcak bir yuva verecekler. Kendi odan olacak."

Tüm bunları söylerken karşımdaki kadın irileşmiş gözleriyle öyle heyecanlıydı ki büyülenmemek elde değildi. Burada, yetiştirme yurdunda büyümekte olan bir çocuk için bir aile, sıcak yuva, kendine ait bir oda inanılmaz bir şeydi. Büyük bir hayal. Gerçekleşmesi zor bir hayal.

Korkuyordum. Çünü beni evlat edinmek isteyen aileyi tanımıyordum. Seviniyordum. Beni isteyen, benim ailem olmak isteyen bir aile vardı. Buradan giden diğer çocuklar gibi.

"Bir ailen olacak, Lale." demişti bana. Bunu ardında asla art niyet barındırmayan tamamen iyi bir şeymiş gibi söylemişti. Acaba bana, çocuk Lale'ye bunları söylerken gerçekleri biliyor muydu? Beni nasıl bir ateşe attığını. "Çok iyi bir aile seni evlat edinmek istiyor. Güzel bir hayatın olacak, harika bir eğitimin. İstediğin her şeye sahip olabileceğin imkânların olacak." Sıcak bir gülümsemeyle eklemişti kadın. "Seni çok sevecekler. Seni kendi çocukları gibi sevecekler."

Son cümleleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Seni çok sevecekler. Kendi çocukları gibi.

Gurur duyuyor muydu acaba? Bana iyi görünüyorsun derken seni iyi yere yerleştirdim, bana duacı ol der gibi mi düşünmüştü acaba? Çünkü ona duacı olacak değildim. Dikkat ettiğim kadarıyla o da benimle yüz yüze gelmemeye çalışıyordu. Belli ki yüzleşmekten korkuyordu. Benimse bu yüzleşmeyi yapmadan buradan gitmeye niyetim yoktu.

Onun aksine göz temasını kesmeksizin yüzüne baktım. "Artık hoşbeş faslını geçtiğimize göre maskelerimizi çıkarıp konuşalım mı, ha müdire anne?" Sözlerimdeki ima ve son kelimelere vurgum kadına rahatsızlık vermiş olacak ki kıpırdandı.

"N-Ne, ne maskesi?"

"Beni evlat edinen ailenin nasıl bir aile olduğunu biliyor muydun?"

"Ne kast ettiğini anlamıyorum, Lale. Biraz daha açık konuşur musun?"

"Neden bahsettiğimi çok iyi anladın bence." Yüzümü ona yaklaştırarak sorumu yeniledim. "Onların ruh hastası olduğunu biliyor muydun?"

Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra sanki söylediklerimi anlamıyor ya da ilgilenmiyor gibi bir ifadeyle mırıldandı. "Annene çok benziyorsun."

Hiç beklemediğim yerden gelen bu darbe, beni yere serdiği gibi verdiği acının etkisiyle daha güçlü bir biçimde ayağa kaldırdı. Bu da gerçek annemi tanıdığını gösteriyordu. Aklı gidip gelse de hâlâ bildiği bir şeyler olduğunu göz önüne seriyordu.

Lafı dolandırmadan "Annem kim?" diye sordum. Öyle salt. Sade. Yalın. Aynı yalınlıkta bir cevap bekledim. Sanmıyordum öyle bir cevap vereceğini ama... Şansımı denedim. Belki de şansımı zorlamak istedim.

O ise ağzından kaçırdığı şeyi inkâr etmek yerine "Öğrenmen sana hiçbir fayda sağlamaz." dedi. Sıradan bir ses tonu vardı ve belki de bana batan rahatsızlık verici bir bilmişlik. "Sen zaten herkesin gözünde özenilesi bir hayat yaşıyorsun. İyi bir aile-"

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Sözünü kesen öfkeli tarafım yerini bilinçli ve dingin bir sorgu memuruna bırakmış gibiydi. Sakin bir nefesin ardından devam ettim. "Bunu bir kere soracağım. Ve sadece bir kere, bana söyleyeceksin. Bir daha da kimseyle konuşmayacaksın." Biraz daha yaklaşıp onunla burun buruna geldim. İkna edici ve korkutucu bir yüz ifadesiyle sordum. "Anlaştık mı müdire anne?"

Gözlerimdeki alevle bakışan kadın karşısında eski vur ensesine al lokmasını çocuğun olmadığını iyice anlıyordu. Bence de tam anlamıyla anlasaydı iyi ederdi.

Sessiz ve uzun bakışma. Hiçbir umut vermeyen garip bir soğukluk. Ve sonucunda ben tam ümidi kesmişken sessiz odada yankılanan bir isim.

"Umay Kutlu." Düzeltti. "Yani şimdilerde adı bu. Eski adını kendi bile hatırlamak istemiyor." Üstünde tüplü televizyon olan ahşap dolabın küçük çekmecesinden çok eski hatta neredeyse eskilikten ölecek kadar parçalanmaya yüz tutmuş bir fotoğraf çıkarıp bana uzattı.

Söylediği ismi ve verdiği fotoğrafı aldım ve tek kelime etmedim. Ona dair hiçbir şey sormadım. O da söylemeye niyetli değildi zaten. Gerisini kendi imkânlarımla bulacaktım. Bulabilirdim. Tam yerimden kalkmış gitmek üzereyken onun sesiyle duraksadım.

"Bu konu yüzünden biri kapıma gelirse tek kelime bilmiyorum. Söylediğin her şeyi inkâr ederim." Yakarır gibi hafif bir bakışla ekledi. "Sakın benim başımı belaya sokma kızım."

Arkama dönüp kısa bir bakış attıktan sonra "Merak etme, istesem de seni senin kadar belaya sokamam." dedim yalnızca. Başkan'a bulaştığına göre bu konuda benden daha yetenekliydi. Yani belaya bulaşma konusunda.

Evden çıktığımda baktığım fotoğrafta çok güzel, alımlı, yüzü usta bir ressam tarafından çizilmiş, bir heykeltraş tarafından özenle şekillendirilmiş bir kadın vardı. Benimkine benzeyen saçları. Dudakları benimkilerden ince. Yüzünde masum bir gülümseme. Sanki ardında günahsız bir bebeği terk edip gitmemiş gibi masum.

Günler sonra o evin önündeydim. Uçsuz bucaksız, büyük evin önünde. Kutlu malikânesinin önünde. Açık konuşmak gerekirse onu bu kadar kolay bulabileceğimi düşünmemiştim. Kutlu ailesinin bu kadar tanınan bir aile olduğunu da sanmamıştım. Beklediğimden kolay oldu. Şimdi ne olacaktı?

Ne yani, eve gidip kapıyı çalacak ve ben senin kızınım falan mı diyecektim? Bu çok saçmaydı. Ben bunu yapamazdım. Bir yanım yüzleşmek isterken diğer yanım seni istemeyen birinin karşısına çıkmak nasıl bir yüzsüzlük diyordu. Kapıdan geri döndüm. O gün o evin zilini çalmadan kendi evime döndüm.

Bütün gece dönüp durdum. Düşündüm. Bununla yaşayamazdım. Bu soru işaretleri beynimi kemirir dururdu. Bana bir açıklama borçluydu. Bir yüzleşme. Bu gurursuzluk ya da yüzsüzlük değildi ki. Bana bunları açıklamaya borçluydu bu kadın. Bir adamla birlikte dünyaya gelmeme sebep olmuştu ve her ikisi de beni bırakıp gitmişti. Bir açıklama yapmak zorundaydı. Hiçbir açıklamanın gözümde hükmü olmasa da. Mecburdu.

Ertesi gün yeniden kaçmaya çalıştığım yerdeydim. O kapının önünde. Bu kez daha kararlıydım. Güvenlik görevlisine Umay Kutlu'yla görüşmek istediğimi söyledim, beni içeri aldı. Kapıya kadar gelebilmiştim. Kapıyı açan yardımcılardan birine de derdimi anlattığımda beni bir süre beklettikten sonra içeri aldılar.

Büyük bir salondan geçip havadar balkona ilerledik. Orada bacak bacak üstüne atan, arkası dönük kahvesini yudumlayan bir kadın öylece oturuyordu. Yardımcı beni takdim ettiğinde usulca yerinden kalkan kadın bir yabancı gibi gözlerime bakarken bana doğru yürüdü.

Çok güzel bir kadındı. Benimkinden biraz daha kızıl saçları, beyaz ceket pantolon takımı ve boynunda inci kolyesi. İnce beli, ne renk olduğunu anlayamadığım parlak gözleri, özenle çizilmiş gibi duran ince ve düzgün burnu, aynı incelikteki dudakları. Tam anlamıyla bir şaheser gibiydi. Yüzünde küçük dokunuşlar olduğunu da görebiliyordum. Çıkık elmacık kemikleri ya da göz kenarlarında yaşının gerektirdiği izlerin olmayışı gibi.

Yardımcı yanımızdan ayrıldığında yanıma gelen kadın nazik bir tebessümle "Merhaba." deyiverdi. "Beni görmek istemişsiniz, tanışıyor muyuz?"

Onun karşısında benim için çok zor olsa da dimdik duruyordum. Hayranlıkla üzerinde gezdirdiğim gözlerimi almam birkaç saniye sürdü ama kendime çekidüzen vermeyi başardım. "Merhaba, Lâl Alsancak ben." Onunla aynı nazik gülüş. Tek farkla. İçine bir tutam da senin canına okuyacağım iması. "Müdire hanım gönderdi beni. Sizinle görülecek bir hesabımız var."

Müdire hanım sözünü duyunca dudaklarındaki gülüş donup kaldı. Kendimi daha detaylı tanıtmama gerek bile kalmadı. Bakışları sönük ve şaşkındı. "Sen..."

"Doğru anladın." Ona doğru yaklaşıp "Yıllar önce doğurup ölüme terk ettiğin o kız benim." dediğimde korkuyla sesi kısıldı.

"Sus lütfen. Sessiz ol." Beklediğimin aksine kısık sesinden anladığım kadarıyla birilerinin duymasından deli gibi korkuyordu. Belki de en büyük korkusu buydu. Bana daha da yaklaştı. Dikkatle yüzümü izledi. Bakışlarında anlayamadığım bir şey vardı. Şefkat demek geliyordu içimden ama yıllarca çocuğunu merak etmeyen bir kadının surat ifadesinde şefkat aramak da enayilik olurdu doğrusu. "Peki, neden geldin buraya?"

"Hesap sormak için olabilir mi acaba?" Yüzsüzlüğüne karşılık sinirden güldüm. "Yüzleşmek için mesela?"

"Bak, tamam. Haklısın. Ama lütfen... Lütfen sessiz ol, ne olur." Beni sakinleştirdikten sonra yardımcılardan birini yanına çağırdı. "Enver çıktı mı?"

"Az önce çıktılar efendim."

Rahat bir oh çeken kadın yardımcıyı gönderdikten sonra bana döndü. Artık daha sakindi. Karşılıklı oturduk. Sanki uzun zamandır görüşmeyen iki dostmuşuz da ben ziyarete gelmişim gibi davranması canımı sıkıyordu. Az önce bana saklamak zorunda olduğu bir günah gibi davranması bile daha samimiydi doğrusu.

"Bir şey içer misin?"

"Umay Hanım siz beni anlamadınız galiba, ben buraya beş çayına gelmedim. Sizin sosyeteden konken arkadaşınız da değilim."

"Ne için geldin o zaman?"

"Bana bir açıklama borçlusunuz!"

"Ne duymak istiyorsun ki?" Mahcup yüz ifadesiyle gözlerini bana diken kadın acı çektiğini gizlemiyordu. "Sana yapabileceğim hangi açıklama kırgınlığını ve nefretini yok edecek? Bu senin ne işine yarayacak?"

"Bırakın da ona ben karar vereyim."

Aramızdaki kısa sessizliğin ardından başı yerde olan kadın bir süre düşündü ve yeniden yüzünü bana döndü. "Ne öğrenmek istiyorsun?"

"Müdire annenin söyledikleri doğru yani. Sen benim annemsin. Beni doğurup terk ettin. Doğru mu bunlar?"

Biraz düşünür gibi durduktan sonra kısa bir an gözlerini kapatarak mahcubiyetle başını salladı. "Evet, gerçekleri söylemiş." İnkârdan uzaktı. "Ben senin annenim." dedi. Ben belki inkâr eder, işi yokuşa sürüp DNA testi ister demiştim ama çabuk kabullenmişti. Ya da hayır, ben seni terk etmedim, seni elimden aldılar falan demesini bekledim. Aptal gibi bunları hayal ettim. Belki de biliyordu yıllardır. Gelip görmüştü beni. Ya da ne bileyim... Ne saçmaladığımı ben de bilmiyordum ki.

"Ha inkâr da etmiyorsun yani."

"Neden edeyim ki?" Çaresiz bir omuz silkiş ve kısa bir suskunluk daha. "Bu bir testle kanıtlanabilecekken inkâr niye?" Yüzünde garip bir ifade vardı. Yüzsüzlük değil. Yaptıklarından üzüntü ya da hicap duyuyor gibiydi ama asıl amacı beni kazanmak değildi. Tamamıyla olanlara karşı bir kabulleniş ve teslimiyet barındırıyordu hâli tavrı. O da farkındaydı beni geri kazanamayacağının, bunun için çok geç olduğunun. "Bak, yaptığım şeyle gurur duymuyorum. Geri dönüşü ya da telafisi olmadığının da farkındayım. Ama çok gençtim anlıyor musun? Ben de böyle olsun istemedim."

Arkama yaslanırken "Peki, madem böyle olmasını istemedin, neden böyle oldu anlatsana bana biraz." diye sordum rahatça. "Gerçekten. Buraya seni dinlemeye geldim. Bak, karşındayım işte. Yıllar sonra." Yüzümde kendimden emin bir ifadeyle gözlerimi ona dikmiştim.

Umay Kutlu ya da önceden adı her neyse, bu tarz bir tepki beklemediği kesindi. Şaşkın gibi görünüyordu. "Böyle olsun istemedim. Gecelerce rüyalarıma girdi. Ama mecburdum. Gerçekten." Kin dolu bir nefes aldı. "O adam."

"Babam mı?"

Sadece başıyla onaylamakla yetindi. "Baban, annesiyle bir olup senden kurtulmam için beni tehdit ettiler. Elime para tutuşturup gönderdiler. Senden kurtulmamı istediler ama ben... Ben yapamadım. Ben seni öldüremedim, yapamadım bunu. Herkes zamanı geçtiği için doğurmak zorunda kaldığımı düşündü ama ben bilerek bekledim. Zamanı geçmesi için bekledim çünkü ölmeni istemedim. Ben cani değilim."

"Madalya mı takalım sana, ne yapalım şimdi?"

"Hayır, bak gerçekten ben denedim. Yemin ediyorum denedim! Tek başıma sana bakabilmeyi çok denedim ama hamile bir kadına kimse iş vermezdi, vermedi de." Açıklamasında samimi görünüyordu. Her ne kadar umurumda olmasa da. Sessizce dinliyordum işte. "Babamın evine kucağımda bir bebekle de dönemezdim. Allah yarattı demez, seni de beni de öldürürdü. Babam öyle sert biriydi, Allah rahmet eylesin. Ben de el mecbur, seni güvenli bir yere bıraktım."

"Attın."

"Nasıl düşünmek istersen. Başka çarem yoktu." Gözlerinde bana acı der gibi bir bakış olsa da vücut dili ve yüz ifadesi hâlâ mağrur bir kraliçe gibiydi. "Kadın bir akrabamdı, güvenilirdi. O an yapabileceğim daha iyi bir şey yoktu. Küçüktüm, çaresizdim, tutunacak bir dalım yoktu."

Samimiyetsiz ve yabancı bir sessizlikte ikimiz de soluklanıp dinlendiğimiz sırada aramızdaki bu sessizliği bozan yine karşımdaki kadın oldu.

"Lâl, sen inansan da inanmasan da ben o gün bırakıp gittiğim küçük bebeğin cezasını her gün çektim. Her gün kâbuslarıma girdi, her Allah'ın günü suçladım kendimi. Artık bir anlamı olmadığının farkındayım ama ben yaptığımın bedelini her gün ödedim. Ve yine sen inansan da inanmasan da ben bugünün geleceğini biliyordum. Er ya da geç yüzleşeceğimizi. Bu anı bekledim ben korkuyla."

Söylediklerine verebileceğim bir cevap yoktu. Ona söyleyebileceğim şeyler hakaretle sınırlıydı. Kendimi öylesine hazırlamıştım ama karşımdaki kadın beklentimden farklı bi tavırla konuşunca söyleyeceklerim yavan geldi bana. Susmak en iyisi gibi geldi.

"Bu saatten sonra ne desem seni ikna edemeyeceğimi biliyorum. Senden çalınan yılları geri getirmeyecek. Sırf seni doğurdum diye benimle bağ kuramayacaksın. Bilmen gereken tek şey, her şeyin sorumlusu o adam ve annesi. Ben gerçekten böyle olmasını istemedim."

"Senin hiç suçun yok yani."

Omuz silkerken "Belki vardır. Asla yok diyemem." dedi dürüstçe. "Ama o kadın gençtim, cahildim diyemezdi çünkü her şeyi bile bile tehdit etti beni. Senden kurtulmamı istediler. Gerçek bu."

"Tüm savunman bu mu?"

"Sen kalbinde bir mahkeme kurup bizi yargılamışsın zaten. Başka nasıl bir savunmada bulunabilirim ki?" Kesik kesik nefes alan kadın "Her neyse." dedi ve bir süre sadece dışarıyı seyrederek sustu. Ben o an orada bulunmamın anlamını çözememiştim. Ait olmadığım bir yerde gereğinden fazla kalmış gibi hissediyordum. Yeniden söze giren kadının söyledikleri de bunu doğrular nitelikteydi. "Bak, artık istesek de seninle anne kız ilişkisi kuramayız. Sen sana yapılanları unutamazsın, ben seni bırakıp gittiğimi. Ama ben o adamdan sonra kendime yeni bir hayat kurdum. Yaralarımı sarmaya çalıştım ve bir aile kurdum." Umutla aydınlanan yüzü samimiydi ama kalbimi kırdı. "Bir ailem var artık. Ne olur bunu mahvetme. Sana yalvarıyorum."

Karşımdaki kadının tek korkusu, ortaya çıkıp onun kızı olduğumu kanıtlamam ve ailesini, yuvasını dağıtmam. Huzurunu bozmamdı. Beni affet demiyordu, gel yeniden başlayalım demiyordu. Sadece ne olur bunu mahvetme diye yalvarıyordu. Burnumun direği sızladı. Ne diyebilirdim ki? Olur, mahvetmem.

Aslında bu yüzleşmeden sonra hiç istemesem de "O adam... Hayatta mı?" diye sordum kadına. Bu ilk ve son görüşmemizdi. Muhtemelen bu görüşmeden sonra bir de gidip o adamla yüzleşecek değildim çünkü ağzımın payını almıştım. Ama yine de merak ediyordum. Benim bu hâlde olmamın diğer müsebbibi neredeydi, ne yapıyordu? Mutlu muydu? Onun da mahvetmek istemediği mutlu bir ailesi var mıydı? Dümdüz bir sesle "Babam kim?" diye sordum.

Kısa bir bakışmanın ardından konuşmaya pek hevesli olmayan kadın ağzını açacakken içeri on dört, on beş yaşlarında kıvırcık saçlı, masum yüzlü bir çocuk sırtında çantasıyla geliverdi. "Anne."

O an kadının yüzünde beklenmedik bir umut ve sevinç baş gösterdi. "Arem!" Yanına kadar gelen çocuğa "Oğlum." diyerek sarıldı.

Ben kaskatı, ifadesiz bir yüzle dururken kendimi ne gibi hissettiğimi bile bilmiyordum. Asla tutunamayacağı bir toprağa ekilmiş ve kurumaya yüz tutmuş bir bitki gibi belki. Asla o tabiata ait değildim. Karşımda benden esirgenen sevgiler yaşanıyordu. Geçip gidiyordu önümden tüm çocukluk heveslerim. Ben sadece önümden hızla geçen bir tren gibi seyrediyordum. Tutamıyordum zamanı. Geri çeviremiyordum. Hakkım olanı alamıyordum. Ve sanırım artık istemiyordum da. Geç gelen adaletin kime ne faydası vardı ki? Bu aileyi dağıtıp ne yapacaktım sanki? Ben mutlu mu olacaktım?

Usulca yerimden kalktım, sessizliğime rağmen çocuğun gözleri bana dönmüştü. "Ben kalksam iyi olacak."

Umay Hanım kalksa da bir şey söylemesine fırsat vermeden çıkışa doğru yürümüştüm. Arkamdan duyduğum tek şey, çocuğun Umay'a sorduğu soruydu.

"O kimdi?"

Kısa bir sesssizliğin ardından "Bir aile dostumdu canım. Önemli değil." dedi sadece kadın. Bir aile dostu.

İnsanların hayatında zorla kendime yer açamazdım. İstenmediğim bir çerçevede resim olamazdım. Yerim yoktu. Olamazdı. Biliyordum. O zaman neden kalbim acıyordu? Elimde avucumda hiçbir şey kalmadığı için mi? Bir Valentino vardı, artık o da yoktu.

GÜNÜMÜZ

1 yıl sonra, üstünü kapattığım hatta kilitlediğim o tozlu kapı yine açılmıştı. Kimin yüzünden? Şuan evinin önünde durduğum Doğan Kozanoğlu yüzünden. Işık'la vakit geçirdiğim günün ertesinde kimseye açıklama yapmamak için erken saatlerde evden çıkmıştım. Ama gidecek yerim yoktu. Sokaklarda deli divane dolaşmıştım arabamla.

Sonra nasıl olduysa yol beni bu evin önüne getirmişti. Doğan'la kızının az sonra birlikte çıktığı bu eve. Doğan Kozanoğlu, kızı Beyza'yı kolunun altına almış, ona tatlı tatlı kızarken birbirilerine gülüşüyorlardı. Şakayla karışık kızının burnunu sıkıverdi. Samimiydiler. Hani şu babalarının aşkı olan kızlardandı Beyza, çok net. Arabaya binip uzaklaştıklarında ben de gittim.

Bu kez istikamet, 1 yıldır kapısına uğramak şöyle dursun, kazara karşılaşırız diye semtinden bile geçmediğim o yerdi. Umay Kutlu'nun evinin önündeydim. Burada da beni çok şaşırtmayan bir görüntü hâkimdi. 1 yıl önce yüzleştiğimiz o balkonda klasik bir kahvaltı.

Umay Kutlu'nun oğluyla sevgi dolu gülüşmeli sarılmalı anları. Kadın uzanıp oğlunun kıvırcık saçlarını karıştırıyordu. Belli ki çocuk bundan hoşlanmasa da idare ediyordu. Tatlı tatlı kızsa da annesini engellemiyordu. Nefesimi tuttum ve başımı direksiyona yasladım ve hıçkırarak ağlamaya başladım. O an içim boşalmıştı.

Hiçbir yere ait olmamak nedir bilir misiniz? Bir yerde okumuştum. Tüm dünya sizi sevse de anne babanız sevmiyorsa anlamsız. İşte tam olarak öyle bir ömür. Boşa geçmiş bir ömür.

Bazı şeylere görmeden katlanmak daha kolaydı. Ve bazı insanları tanımamak daha güzeldi. Mesela ben o adamla bu kadını tanımasaydım kafamda masum senaryolar kurabilirdim. Belki mecburlardı, belki çok fakir, gariban insanlardı, belki her yerde beni aradılar bulamadılar deyip kendimi avuturdum. Yalan da olsa yapardım bunu. Acıtan gerçekler mi daha iyiydi yoksa avutan yalanlar mı? Bilemedim. Bildiğim tek şey iki yere de ait olmadığımdı. Arafta olduğumdu.

Ait olduğum tek yere doğru yola çıktım. Kızmak, küsmek manasızdı. Zaman kaybıydı. Ve ona ihtiyacım vardı. Beni anlayabilecek tek kişi oyken hem de.

Evin önüne park ettiğimde aynadan yüzüme bakıp gözyaşlarımı sildim. Beni her hâlimle tanıyan adama rol yapamayacağımı iyi biliyordum esasında ama... İşte... Beni daha kötü görsün istemedim.

Arabadan inip bahçede yürüdüm. Koruma ordusunu aşıp kapının önüne geldiğimde derin bir nefes aldım ve zili çaldım. Kapıyı açan Nina'ya sessiz bir selam verdikten sonra usulca içeri girdim. Merdivenlere yöneldim. Nina'ya dönüp onun nerede olduğunu sormak yerine kalbimin sesini takip ettim.

Tırmandığım merdivenlerin sonunda durdum. Odamızın önünde. Yapmak istediğim şey ona sıkı sıkı sarılmaktı. Tam elimi kapı koluna uzatmak isterken kapı açıldı. Valentino tarafından.

Kapıda karşı karşıyaydık. Onun karşısındayken kalbim küt küt atıyordu. Bir süre sessizce birbirimize baktık. Sanki sadece gözlerimiz konuşuyordu. O benden bir adım bekliyordu, bense söze nasıl başlayacağımı düşünüyordum.

Geçen birkaç saniyenin ardından "Yaptığın şey yüzünden sana hâlâ çok kızgınım. Kırgınım. Ve seni kolay kolay affedecek değilim." diyerek söze girdim. Bakışlarım öfkeden arınmış, ricacı olur gibi hatta sevgi dilenircesine ona bakıyordu. "Ama şuan sana ihtiyacım var. Bana sarılabilir misin?" Bunu öyle masum ve çaresiz söylemiştim ki karşımdaki adamın gözlerindeki saf ve üzgün şefkati görmüş, en derinlerimde hissetmiştim.

Bir an bile tereddüt edip beklemeden bana sıkı sıkı sarıldı adam. Tüm vücudumu ve benliğimi alıp huzurun içine sürüklercesine. Sahiplenircesine. Tüm dertlerimi içimden söküp alır gibi. Meğer ben buraya aitmişim dedirterek. Tekrar tekrar bir tamamlanma hissiyle. İçimi çeke çeke ağlamaya başladım. Çocuk gibi. Yargılanmak umurumda olmadan sadece onun kollarında ağlamak. Ne büyük huzurdu. Benim gibi hayatı boyunca yaralarını tek başına sarmaya alışkın biri için ne büyük lüks.

En azından birine karşı tamamen zırhlarını soyunup dürüst olmak, içini dökmek. Onunla bir olmak. Bir bebek gibi ağlamıştım kollarında. Ve bu beni öyle rahatlatmıştı ki. Tüm vücudum güçsüzleşene kadar ağlamıştım. Bir uyku hâline esir düşer gibiyken onun kollarındaydım ve Valentino beni sarıp sarmaladığı gibi kucaklayıp yatağımıza götürdü.

Sevgiyle ve şefkatle yavaşça yatağa yatırdığında ellerimin tersiyle gözyaşlarımı sildim ve yatakta doğruldum. Yeniden kollarımla onu sardım ve başımı omzuna yasladım. "Beni bırakma, Valentino." Çocuksu bir hıçkırık. "Eğer bırakırsan..." Yeni bir hıçkırık daha. "Yaşayamam."

Dudakları çenemi ve yanağımı şefkatle öperken kulağıma fısıldadı. "Sen neden bahsediyorsun? Seni bırakmam demek, ölüm demek. Ölümden de öte, kendimden vazgeçmek demek. Seni bırakmak bu hayatta yapamayacağım tek şey. Bunu benden istesen de yapamam, mia bella. O kadar güçlü değilim."

Ona yaslandığımda üzüntümden ve gözyaşlarımdan ne kadar etkilendiğini yumuşayan yüz hatlarından görebiliyordum. Hâlime benden daha fazla üzülüyordu. "Ne oldu sana böyle? Birdenbire... Sadece Doğan'la karşılaşmak mı-"

"Onları gördüm, Valentino." O haklıydı. Ben tek bir yüzleşmeyle bu hâle gelmemiştim. Bardak her geçen gün dolarken bugün burada taşıvermişti işte. İçimi ona dökmek için hırıltılı bir nefes aldım. Önce o 1 yıl önceki yüzleşmeyi ve olanları anlattım. Sonra bu sabah kendime ettiğim eziyeti. "Umay, Doğan... İkisi de kendine yeni bir hayat kurmuş. Yeni bir aile. Orada ben yokum. Gözlerinden sakındıkları çocukları var, duvarlarına astıkları mutlu aile tabloları. Bir görsen, nasıl mutlular... Bana yaptıkları kötülüğe rağmen mutlular. Hani ilâhi adalet, nerede? Onların mutsuz olması gerekmiyor muydu? Pişman olmaları gerekmiyor muydu Valentino? Nasıl bu kadar mutlular? Benim hayatımı mahvettikten sonra, beni yok saydıktan sonra..." Hıçkırıklarım sözlerimi böldü. Devam edemedim bir süre. Yutkundum. "Madem bu kadar mutlu olabiliyorlardı, benim suçum neydi? Ben onlara ne yaptım?"

"Şşşt..." Eli saçlarımda gezinen adam başımı omzuna yasladı. "Senin bir suçun yok." diye fısıldadığında güçlüydü ama benim üzüntümden duyduğu o saf üzüntü de vardı sesinde. "Bizim kimseye ihtiyacımız yok." Yüzümü ellerinin arasına aldı ve gözlerime baktı. Kaşları aşağıya inmiş, yumuşacık bir yüzle bana bakıyordu. "Ben varım, Lâl. Senin kimseye ihtiyacın yok. Senin ailen benim. Annen, baban, eşin, her şeyin benim. Biz birbirimizin ailesiyiz, unuttun mu?"

Başımın omzundaki varlığıyla huzur duydum. Sanki tüm ağırlığımı onun taşımasına izin veriyormuşum gibi hafiftim. Sıkı sıkı sarıldım ona. "Biz bir ekibiz."

"Biz iyi bir ekibiz."

"Aileyiz."

"En güzelinden."

Tebessüm ettim huzurla. Onlara ihtiyacımız yoktu. Kimseye ihtiyacımız yoktu. Birbirimiz için ne ifade ettiğimizi biliyorduk. Ben bu mutlulukla teselli olup zor da olsa yaralarımı sarmaya çalışırken zili çaldığını duyduk.

Yavaşça başımı Valent'in omzundan kaldırıp yüzüne baktım. Meraklıydım. "Birini mi bekliyordun?" Başını iki yana salladı hayır dercesine. O da meraklı görünüyordu.

İkimiz de sözleşmişiz gibi aynı anda yataktan kalkıp odadan çıktık. Önde ben, arkada Valent'le merdivenlerden aşağı indiğimizde kapıdan içeri haki yeşili bavulunu çekiştire çekiştire Wendy girdi. "Size kaçtım ben." dedi öyle öfkeli ama sıradan bir ifadeyle.

Merakla "Wendy?" dedim soru dolu bir ifadeyle. "Hoş geldin de... Ne oldu?"

Bavulu öfkeyle merdiven basamaklarından takur tukur çıkardıktan sonra Nina'nın eline tutuşturan Wendy yüzünü bana dönmeden "Luigi'yle kavga ettik, onu terk ettim." deyiverdi. "Sonra bize gittim, orada da Ahmet canımı sıktı. Onu dövmemek için evden kaçtım."

Ahmet'le olan kavgasını zerre merak etmiyordum çünkü tahmin edebiliyordum. Ahmet yine ileri geri konuşup canını sıkmış olacaktı. Wendy de hamile, hormonları tavan, yapıştırmıştır bir tane. Beni asıl merak ettiren ve kafamda kırmızı alarmı harekete geçiren henüz yeni barışmış olduğu Luigi ile olan tartışmalarıydı.

Kaşlarımı çatarak "Luigi'yle neden tartıştınız ki?" diye sordum.

"Tartışmadık canım, ayrıldık. İkisi ayrı şey."

Bu hâller, edalar bana kimi hatırlatıyordu acaba? Bu ani celallenmeler, kafa tutmalar, kestirip atmalar, astığım astık kestiğim kestik tavırlar falan. Kendinden tanıyor olabilir misin acaba Lâl? Arada tek fark vardı sanırım. O hamileydi ve hormonları yüzünden sinirleri gerilmiş durumdaydı. Bense yedi yirmi dört böyleydim, hamile kalmama bile gerek yoktu. Allah Valent'in yar ve yardımcısı olsun.

Kollarından tutup yumuşakça salona doğru yönlendirdim onu. Valentino ise elleri ceplerinde dikkat kesilmiş, sakince dinliyordu. "Tamam, sen gel otur bakalım bir şöyle. Anlat bize neler olduğunu." Onu sakinleştirmeye çalışsam da nafile, burnundan soluyordu.

Hışımla koltuğa otururken "Nikâh iptal, bitti bu iş." dedi sinirle.

"Tamam da ne oldu?"

"Luigi beyefendi oğlu olsun istiyormuş, daha ne olsun?" Bunu alaycı bir gülüşle söylerken bakışlarında kaç defa Luigi'yi bıçakladığına ben şahit oldum. "Herhâlde kız olursa cami avlusuna bırakacağız!"

"Nasıl yani, siz bebeğin cinsiyeti yüzünden mi kavga ettiniz?" Hayır, yargılamıyordum. Sadece anlamaya çalışıyordum.

"Evet canım! Ne kadar mantıksız, ne kadar komik değil mi?" Sakinleşmeye çalışarak nefes aldı ve Valentino'ya döndü. "Ya enişte kusura bakma, siz de yeni evlisiniz. Ama benim burada kalmamın bir mahsuru yok değil mi?"

Valentino ise sözünü tamamlamasına fırsat kalmadan "Elbette yok, burası senin evin." dedikten sonra ensesini kaşıdı ve merakla gözlerini kısarak o kutsal soruyu sordu. Herkesin aklındaki o kutsal soru. "O sorun değil de, sen acaba net olarak Luigi'nin böyle dediğine emin misin? Yani yanlış anlamış olabilir misin?"

"Evet, Wendyciğim. Hani herkesin gönlünde bir aslan yatar ya. Valentino'yla ben kız isteriz mesela. Luigi de hani ben erkek çocuklarını severim gibi bir şey söylemek istemiş olabilir mi?"

"Katiyen kabul etmiyorum! Ben ne duyduğumu ve anladığımı iyi biliyorum! Bir daha da o gudubetin yüzünü görmek istemiyorum!"

"Aaa..." derken onu omzundan pışpışlıyordum teselli edercesine. "Öyle deme bak senin bebeğinin babası."

"Şeytan görsün yüzünü! Koydu bu bebeği karnıma gitti zaten. Cibiliyetsiz!"

"Teknik olarak sen geldin ama-"

"Teknik olarak sana bir tane çarpacağım ama! Lâl, sen de Luigi'ye demediğini bırakmadın bırakmadın da şimdi kardeşine haksızlık yapıldığında mı Luigi'nin tarafını tutar oldun?"

"Tamam canım, bir şey demedim. Hem sen en iyisini bilirsin zaten."

Onu pohpohlayarak biraz sakinleştirdikten sonra dinlenmesi için odasına gönderdiğimde salonda Valent'le baş başa kalmıştık. Vah vah dercesine ellerimi birbirine vururken adama döndüm. "Ay kocam görüyor musun, bunların iş daha düzelmeden bozuldu."

Dudaklarını büktü önemsiz bir şey gibi. "Çok geri dönülmez bir konu olduğunu düşünmüyorum. İletişim kopukluğundan kaynaklı bir yanlış anlama. Sakin sakin oturup konuştuklarında çözeceklerdir." Duraksadı. "Sen az önce bana ne dedin?"

"Bunların iş düzelmeden bozuldu dedim."

"Hayır, bana ne dedin?"

Yeni farkına varırken "Ha, kocam dedim." yanıtını verdim. Garipsediğini düşündüğüm için omuz silktim. "Kocam değil misin?"

Bu sözüme yükselen adam çapkın bakışlar atarken "Bunu odamızda da söyler misin?" diye sordu.

"Ya Valentino, yapma şuan. Evde misafir var."

Güldü adam. İnanmaz bir gülüş olduğu o kadar belliydi ki. "Evlenmeden olmaz bitti çünkü evlendik. Şimdi de evde misafir var bahanesini mi kullanıyorsun?"

"Şuan kudurmanın sırası değil, Valentino. Şunların arasını yapmamız lazım."

Güven veren bir ifadeyle başını salladı. "Ben Luigi'yle konuşur işin doğrusunu öğrenirim, merak etme sen." Yanıma gelen adam kolunu omzuma atarak beni kendine iyice yaklaştı. "Şimdi odamıza gidelim de sen bana o kelimeyi tekrar söyle."

"Hangi kelimeyi?"

"Evlenmiş olduğumuzu tescilleyen o kelimeyi."

"Ha, kocam."

"Kocan, Lâl Riccardo."

Merdivenlerden çıkarken söylediği söze uyum sağlayan şeytani gülüşle kaşları havalandı ve gözleri beni soyar gibi bakmaktan bir an olsun çekinmedi. Çünkü artık ben onun karısıydım. Aramızdaki olabilecek tüm engeller kalkmıştı. Hemen hemen tüm engeller.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Kutsal Cuma'ya adım atmış bulunuyoruz. 🩷 Bu bölümü mnvrik , aykadem , tuanayndz , Elif59350 , Sdnzbz , egegks , Nazlidmr400 okurlarıma armağan ediyorum! 💎 Yeni bölümümüzü nasıl buldunuz? Biraz duygu yüklü bir bölüm oldu ama umarım keyif almışsınızdır. Lâl'in annesiyle tanıştınız, ne hissediyorsunuz? Karakter hakkındaki duygu ve düşünceleriniz neler? Buraya yazabilirsiniz. Lâl Doğan'ı zamanla affedebilir mi dersiniz? Buraya yazabilirsiniz. Sizce yeni bölümde bizleri neler bekliyor? Buraya yazabilirsiniz. Son olarak hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini buraya yazın diyorum ve veda ediyorum. Bu arada 90 Bin okunmaya ulaşmışız, ilginize sonsuz teşekkürler! 🎊 Salı günü ekstra bölümde görüşmek üzere. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
Twitter: @buzdanjuliet
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub
@lalentinowithlove

Loading...
0%