Yeni Üyelik
42.
Bölüm

☾ Rio'da Bir Gece | 40

@buzlarkralicesi

-40-

❝Lâl❞

Vücudumda tamamen dinlenmiş bir gevşeme hissiyle uyandığımda kocam yanımda uyuyordu. Kocam. Valentino bu kelimeyi düşündüğümden daha fazla sevmişti. Niyeyse. Bana sık kullanıldığında biraz görgüsüzce geliyordu eskiden. Sanki seni seviyorum cümlesinin sıkça kullanıldığında anlamını yitirmesi gibi. Bilmem, belki de yanlış düşünüyordum ama böyleydi işte. Ben bazı kelimelerin ve cümlelerin gücüne inanan bir insandım.

Yataktan kalkarken onu uyandırmamaya gayret ettim çünkü bu kez sanırım gerçekten uyuyordu. Onun ne zaman gerçekten uyuduğunu asla bilemezdiniz.

Valentino Riccardo'nun yatakta dağınık saçlarla yumuşamış yüz hatlarıyla uyuyuşunu iç çekerek izledikten sonra bir kez daha karar verdim. Bu benim huzur portremdi.

Bir duşa girip üzerimi değiştirdim. Normalde eskiden önce telefonuma bakar, internete falan girerdim ama son haftalarda bunu yapmıyordum artık.

Günlerdir her yerde Başkan ve Vural'la olan davamız konuşuluyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimileri benim tarafımdayken ve beni mağdur bulurken kimileri yalan söylediğimi düşünüyordu. Vural yüzünden eskiden madde bağımlısı olduğum bilgisi de basına servis edilince bana inanmayanların sayısı çoğalmıştı. Vural Sezer. Gerçekten medyayı bana karşı çok iyi kullanıyordu.

Silahlanmıştı ve üstüme yürüyordu. Tüm gücüyle. Bense süngümü düşürmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. Sürekliliğimi koruyacaktım. Hakkımda konuşulanlara kulaklarımı tıkayacaktım ve olabildiğince internetten, medyadan uzak duracaktım. Beni kötü etkilemelerine izin vermeyecektim. Buna gündüz kuşağında beni son günlerde ağzına sakız etmiş dengesiz programlar da dâhildi.

Geceliğimin askılarını tek hamlede indirip soyunurken dolabın kenarındaki aynada ellerini başının altında birleştirmiş kısık gözlerle beni izleyen adamla göz göze geldim. Yumuşak bir tebessümle "Günaydın." armağan ettim ona.

"Günaydın." Hafifçe yerinden doğrulan adam dirseğini yatağa dayayarak alelen beni izlemeye devam etti.

"Ne bakıyorsun Valentino?" Dolaptan siyah gömleğimi ve kot pantolonumu alırken bakışlarım aynadaki yansımasındaydı. Önce iç çamaşırlarımı giydim.

"Bakamaz mıyım? Karım değil misin?"

Güldüm. "Sanki karın değilken hiç bakmıyordun."

"O zaman?"

"Laf ebesi." Az önce çıkarmış olduğum geceliği suratına fırlattım. Savaş çağrısı anlamında. Ama sanırım karşımdaki adam bunu biraz farklı algılamıştı. Farklı bir savaş gibi.

Geceliğimi basket topu gibi hemen alıverirken burnuna götürüp gözlerini kapadı. Üzerine sinen kokumu içine çektikten sonra ayartıcı bir yüz ifadesiyle bana döndü. Tek kaşı havalanmış, dudakları çapkınca kıvrılmış hâldeyken karşı konulamaz görünüyordu. "Bu bir savaş çağrısı mı?"

İkimiz de savaştan bahsediyorduk. Ama sanırım ikimizin savaş anlayışı birbirinden biraz farklıydı. Birazdan biraz daha fazla.

"Valentino."

"Ben varım."

Gülerek "Daha yeni duş aldım ve kliniğe yetişmem gerekiyor, danışanım var. Benim başımı belaya sokma." dediğimde yataktan kalkan adam bana doğru yürümeye başlamıştı bile.

Bir sırtlan gibi sinsi sinsi yanıma kadar gelip duvara yaslanırken üstü çıplak gövdesini göz önüne sermekten çekinmiyordu. Neyi kaybetmek istediğimi gösterir gibi. "Kliniğe mi gitmen gerekiyor?" Evet anlamında başımı salladım. "Olur, bana uyar. Orada da yapabiliriz."

"Saçmalama, Valentino."

Gözlerim faltaşı gibi açılmış hâlde ona bakarken benim şaşırmamı garipsemiş gibi görünüyordu. "Niye şaşırdın bu kadar? Anlayamadım. Yeniliklere açık olduğumu bilmiyor muydun?" Evet, sanki her yerde yapmamışız gibi. Ve sanki ilk kez böyle bir şey yapıyormuş gibi şaşırmam gerçekten komikti.

"Bilmez miyim?" Dudaklarımı büktüm sahte bir hayretle kaşlarım havalanırken.

Bakışları tamamen dudaklarıma fokus olan adam "Dudaklarını o şekle getirme." diye mırıldandı. "Yoksa kendimi dizginleyemem."

O benimle laf dalaşına girerken çoktan giyinmiştim bile. Sırtımdan bana yaslanan muhteşem adama aynadan bakarken kendimi bir kez daha şanslı saydım. Özellikle son günlerde yaşadığım tüm şeylere rağmen Valent'in varlığı benim için piyango gibiydi. Büyük şanstı. Her şartta ve koşulda arkamda olduğunu bilmek.

Benim olduğunu bilmek. Bana sarılmış kollarını sardı ellerim. "Sen hayatımda olduğun için çok şanslıyım. İyi ki varsın."

Başımı öptükten sonra aynadaki yansımama muzır bir bakış attı ve "Birkaç hafta önce öyle demiyordun ama." dedi. "Haftalar öncesine bile dönmemize gerek yok, evlenmeden iki gün önce siktir git Valentino diye bağırıyordun arkamdan."

Kollarından ayrılırken sahte bir tehdit ifadesiyle baktım ona. "Yeniden o günlere dönmeyi özledin galiba, Valentino Efendi?"

"Yo, yo, hayır. Kesinlikle hayır." Kollarıyla beni yeniden sararken çenesini başıma yasladı. "Ben hâlimden son derece memnunum."

Aldığım yanıttan memnun bir biçimde uslu uslu durdum kollarında. "Bugünkü planın ne?"

"Hastaneye uğrayacağım. Sonra bazı önemli toplantılarım var."

"Valentino Riccardo'nun önemli toplantıları. Neden şaşırmadım acaba?"

Gülüştük. İkimizin de rotası hastane olduğu için o duşa girerken aşağıya indim ve önce Wendy'ye baktım. Uyuyordu. Normaldi, hamilelikte sık sık uyumaktan daha doğal bir şey yoktu. Usulca kapı aralığından baktıktan sonra uyandırmadan çıktım. Mutfağa girdiğimde yine hummalı bir hazırlık vardı, Nina kendi yapmayı teklif etse de izin vermedim. Valent'le ikimize birer kahve yaptım ve odamıza döndüm.

Odaya döndüğümde Valent hâlâ banyodaydı. Kahve tepsisini makyaj masama bırakırken kendi kahvemi elime aldım ve yudumlamaya başladım. Birkaç dakika sonra Valent belinde havluyla banyodan çıktığında kahvemi içerken benim olan adamın yine bana ait olan müthiş vücudunu seyrettim. Onun utanması yoksa benim de yoktu. Açıkçası o da bundan hiç rahatsız görünmüyordu.

Yatakta oturmuş onun hazırlanmasını bekledim. "Bize kahve yaptım. Belki günün yoğundur, içmeye vaktin olmaz diye."

Kaşlarını kaldırarak kahvesine baktığında dudakları memnuniyetle kıvrıldı. "Evli olmak ne güzel şeymiş... Özellikle de Lâl Alsancak'la evli olmak."

Güldüm. "Aman Valentino, sanki bekârken her şeyini kendin yapıyordun. Yine hizmetkârların vardı."

Pantolonundan sonra gömleğini giyme işlemini bitirdikten sonra bana yaklaştı ve ellerimi avuçlayıp öptü. "Bu eller tarafından yapılan kahveyi içmek başka."

Bir peri masalı gibi giden evliliğimize artık nazar duaları mı okumalıydım yoksa kocamı evlere mi kapatmalıydım bilemiyordum ama öylesine mutluydum ki bunun bozulmasını asla istemiyordum.

Öte yandan Wendy'nin durumuna da üzülüyordum. Kocamın bana yağdırdığı iltifatlara gülerken yüzüm soldu. "Şu Wendy'yle Luigi'nin ilişkisine de bir el atalım ama. Bak bunlar kendi başlarına barışacak gibi durmuyorlar."

"Luigi arayıp duruyormuş ama Wendy açmıyormuş. Kaç defa eve de geldi, görmek istemedi Wendy, biliyorsun. Luigi de sinirinin geçmesini bekliyor."

"Öyle boş boş beklerse geçmiş olsun, ben sana söyleyeyim."

"Nasıl yani?"

"Ne nasıl yani? Dün gelmiş öyle eli boş götü yaş, insan bir çiçek alır da gelir!" Tam şımarma fırsatı bulmuşken Valent'in boynuna sardım ellerimi. "Kuzenine biraz romantizm öğret, kocam. Allah tüm romantizm yeteneklerini sana vermiş gibi, dağıtma görevi de sana düşüyor."

Hayretle güldü adam. "Ben romantik falan değilim."

"Hayır, Valentino, sen iflah olmaz bir romantiksin." İşaret parmağımı sallayıp onu suçlar gibi söylemiştim bunu ama ne kadar memnuniyet duyduğumu ikimiz de biliyorduk. "Ve merak etme, mafya âlemine bundan bahsetmeyeceğim. Sadece bunu hemen şuan burada itiraf et. Sen kocaman bir romantiksin."

Sağ işaret parmağım burnunun ucunda gezinirken başını öne eğmiş gülen adam bugün karizmasıyla beni çıldırtmaya yeminli gibiydi. "Bak, Lâl, ben romantik değildim. Hiçbir zaman da olmadım. Senden önceki hiç kimseye de bunları yapmadım." Şimdi aynı suçlayıcı ifadeyle işaret parmağını bana sallayan oydu. "Bunu bana yaptıran sensin. Buna aşk diyorlar. Sana olan aşkım." Çaresiz olduğunu gizlemeyen bir edayla omuz silkerken ekledi. "Bir de bitmek bilmeyen inatçılığın tabii."

Omuz silktim "Benim için sakıncası yok, nedeni ne olursa olsun romantiksin işte. Romantiiik!" derken. Gülüştük.

Kahvelerimizi içtikten sonra birlikte kliniğe doğru yola çıktık. Arabada keyifli sohbetler ettik. Yaz tatilinde nerelere gidebileceğimizi konuştuk. Wendy ve Luigi'yi bir süre daha kendi hâllerine bıraktıktan sonra yine barışmazlarsa onlarla ilgili kurabileceğimiz planlardan bahsettim. İstanbul trafiğine rağmen keyifli geçti yol. Onunla sohbet etmeyi özlemişim. Burnumu biraz indirip inadımdan vazgeçtiğimde Wendy'den sonra bu dünyadaki tek gerçek arkadaşımla evlendiğimi fark etmiştim.

Valent'le istediğiniz konuyu istediğiniz gibi konuşabiliyordunuz. Sizi yargılamazdı. Yüzünde olgun ve bilge bir ifadeyle tarafsızca dinler, fikri sorulduğunda açık ve net bir şekilde beyan ederdi. Akıl, fikir verirdi. Hepsi de mantıklı olurdu. Çözümler sunardı. Dahası, elini attığı her işi çözerdi. Hayatınızı kolaylaştırırdı.

Onunla olduğumdan beri anladığım en önemli şey, birine âşık olmak ve onunla sevgili olmak kadar aynı kişiyle arkadaş olabilmek de çok önemliydi. Valentino benim sadece kocam değil, arkadaşımdı da. Buna o kadar memnundum ki.

Hastaneye geldiğimizde öpüşerek ayrıldık. O hastaneye geçerken ben de kliniğe doğru ilerledim. Bugün çok yoğun olmayacaktı ama yakın saatlerde bir iki danışanım vardı. Bu yüzden odama geçip hazırlandım.

Artık güçlü ve mutlu olduğumu etrafımdakiler de görebiliyordu. Parıltılı yüz ifademle herkese neşe saçtığımı. Bunu içeri girdiğimde Şebboy'un bana iltifatlar yağdırdığından anlamıştım.

"Lâl Hanım, siz kendinize ne yaptınız?"

Merakla kendime baktıktan sonra Şebboy'a döndüm. "Ne yaptım? Bir şey yapmadım ben." Aslında çok da sıradan giyinmiştim bugün. Siyah gömlek, kot pantolon falan. Saçlarımı spor görünümüme uyacak şekilde tepeden tolayıp örmüştüm. Sıradışı bir şey yoktu yani.

Hayretle bakan kadın "İşlem falan yaptırmadınız yani?" diye sordu emin olmak istercesine. "Göz altlarına şöyle ışıltı falan da mı yok?"

Güldüm şaşkınlıkla "Yok, Şebboy. Vallahi yok. Olsa neden söylemeyeyim?"

"Çok güzel görünüyorsunuz bugün. Yüzünüz ışıl ışıl, yanaklarınız pembiş pembiş." Hınzır bir gülüşle ekledi. "Evlilik size yaramış."

Başımı öne eğerek tebessüm ettim. "Ne diyeyim bilemedim ki Şebboy, teşekkür ederim iltifatların için."

Odama geçtiğimde biraz su içtim ve teyit etmek için randevu defterimde bugünkü programımıza baktım. O sırada ilk danışanım da geldi zaten. Onunla seansımız bittikten sonra öğlene kadar büyük bir boşluğum vardı.

Gelenlerin azalmasına üzülmedim, darılmadım. Belki medyadan gördüklerine inanıp elini eteğini çeken insanlar vardı. Kendi açılarından haklılardı. Kimse bir zamanlar madde bağımlısı olarak anılan birine terapiye gelmek istemezdi. Tüm bunları düşünmemeyi tercih ettim. Her şeyin düzeleceğine dair kendimi telkin ettim.

Öğle tatiline yakın Şebboy geldi, Fahir Bey'in ziyarete geldiğini haber verdi. Bekletmeden içeri almasını söyledim. Adam tüm heybetiyle odadan içeri girdiğinde oldukça iyi görünüyordu. Buraya geldiği günlerden pek bir farklıydı. Canlıydı, neşeliydi. Sanki biraz benim gibi.

Ben tam anlamıyla mükemmel değildim. Başımda bin türlü bela vardı hâlâ. Tamamıyla temizlenip toparlanmış sayılmazdı hayatım. Ama yanımda Valentino varken bunlar çok da önemli değildi benim için. Görmüyordum o kötü şeyleri. İşte böyle çiçeklendirmişti ruhumu evlendiğim adam.

Karşımdaki adamın neşeyle "Selamlar hocam!" demesi beni mutlu edip gururlandırmıştı. "Nasılsınız?"

"İyiyim Fahir Bey, hoş geldiniz." Neşeyle gülerek karşımdaki koltuğa buyur ettim adamı. "Buyurun, ne içersiniz?"

Ceketini ilikledikten sonra özenle karşıma oturdu ve "Bir kahvenizi alırım valla." dedi. Şebboy'dan kahvelerimizi istedikten sonra yeniden baş başa kaldığımızda bir konuşmaya hazırlanır gibi davranışları gözümden kaçmamıştı. Yine de sormadım, hazır olduğunda söze girmesini bekledim.

"Hocam, size gerçekten ne kadar teşekkür etsem azdır. Sizin sayenizde eskiye nazaran çok iyiyim. Benim hanım, çocuklar, evdeki herkes bu değişikliğin farkında ve çok memnunlar durumdan. Hepsi size duacı."

Alçakgönüllü bir biçimde başımı eğip söylenmesi gerekeni söyledim. "Bunu siz istemeseydiniz başaramazdınız. Yapan sizsiniz, ben sadece nasıl yapıldığını gösterdim."

"Böyle de mütevazıyım diyorsunuz."

"Gerçekler."

Kısa bir duraksamadan sonra tam söze gireceken kahvelerimiz geldi. Şebboy'a teşekkür ettikten sonra yalnız kaldığımızda adam kıvranmaya devam etti.

"Ben bugün buraya size teşekkür etmeye geldim hocam. Ama aynı zamanda biraz konuşup kafanızı şişirmeye de geldim."

"Estrağfurullah, buyurun lütfen. Ben anlamıştım zaten bir şey konuşacağınızı."

Seni gidi seni der gibi bir hareket yaptıktan sonra "Sizden kaçar mı hocam? Kaçmaz tabii." deyiverdi Fahir Bey. "Öncelikle evlenmişsiniz, tebrik ederim. Çok mutlu oldum sizin adınıza. Çok yakışıyorsunuz valla. Bir yastıkta kocayın inşallah."

Başımı usulca sallayarak tebriklerini kabul ettim. "Teşekkür ederim." Öte yandan ne diyeceğini de merak ediyordum. Sabırsız görünmemeye çalıştım.

"Ben bu tür konuları konuşmayı tehlikeli bulurum, sizi kırmaktan da çok korkarım ama söylemesem de içimde kalır." Derin bir nefes aldıktan sonra ciddileşti. "Televizyonda, orada burada hakkınızda olumsuz konuşmalar var, herkes sizin üstünüze geliyor, bundan kötü etkileniyorsunuzdur ama ben size inanıyorum." Düzeltti. "Biz size inanıyoruz. Benim gibi size inananların olduğunu da biliyorum." Gözleri boşluğa dalarken sağ elindeki işlemeli yüzükle oynamaya başladı. "Yıllarca işkence çekmenin ne demek olduğunu en iyi ben bilirim. Neden o zaman değil de şimdi konuşuyor diyenler hiçbir şey bilmiyor demektir benim için. Bizim gibileri ancak bizim gibi hayatlar yaşayan insanlar anlar. Gerisi fasa fiso."

Durmuş sadece onu dinlerken benden bağımsız gözümden bir damla yaş süzüldü ama yüzüm hâlâ hissiz bir biçimde adamı dinliyordu. El çabukluğuyla yaşı sildim.

"Neyse, demem o ki hocam, ben ve ailem her zaman sizin yanınızdayız. Bir yardıma ihtiyacınız olursa ben buradayım. Sizin için yapmayacağım şey yok. Siz bana çaresizken çıkışı gösterdiniz, borcu ödenmeyecek bir iyilik yaptınız. Biliyorum, yardımıma ihtiyacınız olmaz ama olursa ben hep buradayım, sakın unutmayın."

Dudaklarım düz bir çizgi hâlini alırken "Sağ olun." dedim ve aklıma o an Fahir Bey'in Doğan Kozanoğlu'yla arkadaş olduğu geldi. Acaba biliyor muydu onun kızı olduğumu? Bildiğine dair herhangi bir ipucu yoktu konuşmalarında. Boş verdim.

Aniden bir zengin kalkışı yaptı adam. "Eh hadi, iki orta bir sade, hadi bana müsaade." Kahvesinden sadece bir iki yudum almıştı oysa. Engel olmadım, anlayışla başımı salladım.

Hakkımda bu kadar kötü şeyler konuşulurken buraya gelmesi, bana destek olduğunu söylemesi bile benim için öyle anlamlıydı ki. Yardım isteyeceğimden değil, ihtiyacım olacağından da değil. Birilerinin sizinle gönül bağı kurması, yanınızda olduğunu hissettirmesi rahatlatıcıdır. Ben de bu yüzden mutluluk duymuştum. İyi dostlar biriktirdiğimi hissetmiştim.

Öğle tatiline hâlâ çok varken tam anlamyla sinek avlıyorduk diyebilirdim. Malûm sebeplerden dolayı. Valentino'nun da Montrel'den öğrendiğim kadarıyla hastane dışında bir toplantısı vardı. Şu özel mafya toplantılarından olsa gerek.

Odamda sıkıntıdan patlayarak otururken telefonum çaldı. Arayan Nikolai idi. Kısa bir an duraksadıktan sonra aramasını yanıtladım. "Alo."

"Lâl, nasılsın?"

"İyiyim, sen?"

"İyiyim. Ne zamandır görüşemedik. Müsaitsen Hydra'ya gelsene. Biraz konuşalım. Dava hakkında."

Saatime baktım. Aslında biraz vaktim vardı. Hem onunla fikir alışverişinde bulunabileceğimi düşündüm. Belki bana bir yol gösterirdi ya da davayla ilgili hâlâ onunla yapabileceğimiz bir şeyler vardır diye. "Olabilir. Zaten burası sinek avlıyor. Gelirim birazdan."

"Sevindim, tamam, bekliyorum."

Şebboy'a öğleden sonra döneceğimin haberini verdikten sonra arabaya atlayıp Hydra'ya gittim. Bu ziyaretten sevgili eşimin elbette haberi olacağını biliyordum ancak ona zaten daha önce de söylediğim gibi Nikolai benim arkadaşımdı, en azından benim için öyleydi ve durduk yere onunla iletişimimi kesecek değildim. Bunu sorun ederse yeniden konuşurduk ama bir sorun çıkaracağını sanmıyordum çünkü kararlarıma her zaman saygı duyardı.

Hydra'ya geldiğimde gündüz vakti olduğu için mekân boş denilebilecek kadar sakindi. Görevli localardan birine yönlendirdi beni. Özel kilitli ve parlak garip duvarlardan oluşan bölmeleri ve kapıları olan locaya girdim. Nikolai koltuğa bacaklarını genişçe yaymış otururken meyve kokteyline benzer bir içkiyi yudumluyordu. Beni görünce hemen toparlanıp ayağa kalktı.

"Lâl, hoş geldin."

"Hoş buldum."

Arkadaşça tokalaştık ve karşısına oturdum.

"Nasılsın? Nasıl oldun?" Ben herhangi bir yanıt veremeden yeniden söze girdi. "Haberlerini görüyorum."

"Evet, ortalık biraz karıştı ama sorun yok. Ben istedim, oldu. Halledilmeyecek bir şey değil yani."

Güçlü duruşuma biraz şaşkın ve hayran bakan adam, ilk başta tanıştığı o minnoş sayılabilecek Lâl'in yerinde yeller estiğinin farkındaydı artık. Hani şu hamileyken ota boka ağlayan güçsüz hâllerimden bahsediyordum. Onun yok olduğunu net bir biçimde görebiliyordu ve yüz ifadesiyle de bunu destekledi. "Sen dava açarak büyük bir cesaret örneği gösterdin ama bu işi tek başına halledemezsin."

Onun sözüne karşılık "Halledemiyorum zaten." dedim dürüstçe. Hoşuna gitmeyeceğini bildiğim için gösterişten uzak bir biçimde ekledim. "Ama Valent var."

Başını öne eğerek "Evet." dedi adam sakince. Öksürerek konuyu toparlamaya çalıştı. Sessizlik. "Benim yapabileceğim bir şey varsa söylemekten çekinme."

Onaylayarak başımı salladım. Valent'le sahte başlayıp gerçeğe dönüşen evliliğimizle birlikte dengeler değişmişti.

2 yıldan fazla bir süredir benimle belirsizliğe giden hayalleri varken Niko'nun bu evlilikle umudu kestiğini, geri adım atıp yerini bildiğini görebiliyordum. Ben herhangi bir uyarıda bulunmadan mesajı almış, geri adım atmıştı. Bana olan duygularıyla ilgili en ufak bir imada bile bulunmuyordu. Belki de artık duyguları yoktu. Öyle olmasını umardım çünkü Nikolai'nin de mutlu olmasını isterdim. Sadece duyguların bu kadar geçici olmadığını bilen ben, bunu pek gerçekçi bulmuyordum. Eğer içine atıyorsa umarım bir gün saf sevgiyle karşılaşıp gerçek aşkı bulurdu da bu garip durumdan kurtulurdu. Karşılıksız aşkın ne denli korkunç bir şey olduğunu anlayabiliyordum.

Konuyu dağıtmak ister gibi davadan bahsetmeye karar verdim. "Vural pisliği bir zamanlar beni madde bağımlılığına sürüklemesini kullanarak iddialarımı çürütmeye çalıştı." Sıkıntıyla nefes verirken söylendim. "Muhtemelen mahkeme ona inanacak."

Tüm bunları düşünürken ister istemez yaşanan her şey yeniden aklıma doluşuvermişti. Bir duygu boşalması yaşadım ve ağladım. Yapmamam gereken bir şeydi çünkü az önce çizdiğim o güçlü kadın imajını zedelediğimi düşünüyordum. Hani artık bebek gibi ağlamak yoktu, Lâl?

Öfkeyle "Bana yaptığı o şeyi bile..." derken boğazım düğüm düğüm oldu. Evet, onu bile kullanmıştı. "Kendi rızam olduğunu söyledi."

Nikolai de en az Valentino kadar iyi biliyordu ki gerçek öyle değildi. Bu yüzden öfkeyle bir küfür savurdu dudaklarından "Orospu çocuğu." Mesafeli bir biçimde gözyaşlarımı silmeye çalıştı. "Tamam, ağlama. Buluruz bir yolunu."

"Bu kadar detayı Valent'e anlatamadım çünkü kendine engel olamaz." Davanın detaylarını sadece Fuat'la aramızda konuşuyorduk. Valentino sadece eski madde bağımlılığımı kullanarak iddialarımı çürütmeye çalıştığını biliyordu. Tecavüz konusunda söylediklerini ve bu konudaki detayları kendime saklamıştım. Çünkü onların yargı önünde hesap vermeden geberip gitmelerini istemiyordum. Ağlamayı kesip hınçla ekledim. "Ben onların ölmeden önce cezalarını çekmelerini istiyorum, Niko. Üzerime attıkları bu çamur lekesinden alnımın akıyla kurtulmayı. Bu benim için daha önemli. Gerçek yüzlerini herkes görsün, insan içine çıkamasınlar, dışlansınlar istiyorum."

Biraz düşündükten sonra avuç içiyle çenesini kaşıyan adam "Bu konuda yapabileceğim bir şey var." dedi düşünceli bir biçimde. "Senin de iznin olursa."

"Nedir?"

O iğrenç şeyden bahsettiği yüz hatlarından belli olan adam "Silinen video kaydını geri getirtmeye çalışabilirim." dedi.

Başımı iki yana salladım. "Mahkeme kabul eder mi bilmiyorum. Fuat'a danışmam lazım." Ses kaydı gibi şeylerin mahkemede delil olarak kullanılamayacağını, özel hayat gizliliğini ihlâl gibi sorunlar yaratabileceğini duymuştum. Fuat daha iyi bilirdi tabii ama... Bize daha somut bilgiler lazımdı.

"Olsun, deneriz."

Hevesini kırmamak için "Tamam." dedim öylesine. "Sağ ol, Niko. Her zaman yanımda olduğun için."

Bakışlarında samimiyet ve birçok duyguyu görebildiğim adam "Her zaman ve her koşulda yanında olduğumu biliyorsun. Ne olursa olsun." derken bir süre yüzüme takılı kaldı. Sonra toparlanıp aksi bir yöne bakmaya çalıştı. "Sen istediğin sürece."

Aşağı yukarı salladım başımı usul usul. "Ben kalkayım artık."

O da benimle birlikte ayaklandı. "Bir şeyler içseydin?"

"Yok, kliniğe döneyim ben artık. Nadia'ya benden selam söyle. Arayı açtık, telafi ederiz."

Ben locadan çıkmak üzereyken yumuşakça kolumdan tuttu adam. "Lâl." Ona döndüğümde kolumu bıraktı usulca. "Hani Riccardo'yla evlendiğinde buraya gelmiştin ya. Bana bu gerçek bir evlilik değil demiştin." Temkinli bir biçimde sorusunu sormaya hazırlandı. "Hâlâ aynı düşüncede misin?"

Aptal kafam. Ben niye öyle bir şey demiştim ki ona? Sadece arkadaş olarak dertleşmek amaçlı söylediğim o sözleri bile umut ederek aklında evirip çevirmiş. O an kendimi kötü biri gibi hissettim. Benim dangıl dungul dengesiz konuşmalarım adamın hayatına devam etmesine engel olmuş, hakkımda umutlar tazelemesine sebep olmuştu.

Ben ne diyeceğimi bilemez hâldeyken yeniden söze girdi adam. "Bak Lâl, mutluysanız mutluluklar dilerim. Ama eğer bu evlilik senin için hâlâ düşmanlara karşı birleşmek için imzalanmış bir formaliteyse ben beklerim. Gerçekse ve bir gün mutsuz olup o yoldan geri dönmek istersen de beklerim." Omzuma dokundu yumuşakça. "Ben seni her zaman beklerim. Boşanırım dersen-"

Omzundaki elinden kurtulmak için geri çekildim. "Nikolai, lütfen." Onu kırmamak için sesim inlercesine çıkmıştı. "Bak, ben Valentino'yu seviyorum, biliyorsun değil mi? Bu evlilik sahteyken de böyleydi. Senden duygularımı hiçbir zaman saklamadım, hep nettim değil mi?"

Çaresiz olduğu belli bir biçimde başıyla onayladı ve "Evet." dedi sıkıntılı hâlde.

"Ben bundan sonra ne olur bilmiyorum. Hayat bize ne gösterir gerçekten bilmiyorum ama Valentino'yla olmasa bile seni kenarda tutacak bir kadın değilim. Beni tanıyorsun. Onunla olmasam bile yine gelip seninle olmam." Arkadaşça omzuna dokundum. "Hayatına devam et, lütfen." Gözlerinin içine baktım ve dürüstlükle ekledim. "Sen öyle iyi birisin ki bunu hak ediyorsun."

Bir süre umutsuzluğunu gizlemeye çalışan bakışlarını gözlerime diktikten sonra sadece başını sallamakla yetindi. "Seni geçireyim."

Onu mutsuz etmiştim, biliyordum. Ama her gün umut edip mutsuz olmaktansa bir kez mutsuz olmak evlaydı. Bu yüzden kararlılığımı bozmadım.

Nikolai'nin yanından ayrıldığımda kliniğe döndüm. Arabadan indiğimde kliniğin kapısında onu gördüm. Doğan Kozanoğlu. Hangi yüzle buraya gelebiliyordu acaba? Sen de saf mısın be kızım, Lâl? Bir kere kovdun diye gideceğini, ondan kurtulacağını mı sandın?

Beni gördüğünde sırtı dikleşen adam benimle konuşabilmeyi umuyordu herhâlde. Bense umursamadım ve onu görmezden gelerek içeri girdim. Peşimden gelmemesine memnun oldum.

Bir danışanım gelmiş beni bekliyordu. Onunla seansımızı gerçekleştirdikten sonra zaman hızlı geçmişti. Biraz da yorulmuştum. Fazla danışan olduğundan değil de çok oraya buraya gittiğimden dolayı olsa gerekti.

Danışanım gittiğinde odamda yalnız kalmıştım ve bir kahve içip içmeme konusunda kararsız kalırken kapım çaldı. "Girin."

İçeri giren Valentino'ydu. "Merhaba." Yüzünde özlem vardı. Bana doğru yürüdüğünde ayağa kalkmış ona doğru yürüyordum. Benden erken davranıp sarıldı. Eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu. "Nasılsın?"

"İyiyim, nasıl geçiyor günün?"

"Yoğun." İlgisini gizlemeyen bakışları üzerimdeydi. "Ama bu karımı görmeme engel değil."

"Umarım evliliğimizin yirminci yılında da aynı özeni gösterirsiniz, Sayın Valentino Riccardo." Aramızda kısa ve anlamsız bir sessizliği izledi bakışmalarımız. Bana bir şeyler söylemek istediğini fark ettiğimden direkt sordum. "Bir şey mi oldu?"

"O gelmiş." Çekinir gibiydi bunu söylerken. Çenesini kaşıdı sıkıntıyla. Tepki göstermemden çekindi herhâlde. Daha söylediği ilk anda kimden bahsettiğin anlamıştım. "Kapıda bekliyor."

Sıkıntıyla iç geçirdim ve "Hâlâ mı?" dedikten sonra iki adım atıp camdan dışarıya baktım. Araladığım panjurları tekrar kapattım parmaklarımla.

Valent'e döndüm. Soruma karşılık "Evet." yanıtını verirken bakışları vereceğim tepkiyi merakla bekliyor gibiydi.

Evlendiğim adamı öyle korkutmuştum ki herhâlde şimdi kapının önüne çıkıp adama Judo yapacağım falan sanmıştı. Olamaz mı, olabilir. Ama ben bunu yapmaktansa omuz silktim umursamazca. "Bana ne, ne yaparsa yapsın." Kollarımı kavuşturup o yöne bakmaktan imtina ettim. "Onu görmek istemiyorum."

Valentino son olanlardan dolayı olsa gerek herhangi bir yorumda bulunmadı, üstelemedi. Tam aramızda bir sessizlik olurken kapı çaldı ve içeri o girdi. İti an çomağı hazırla. Şebboy'u atlayıp habersizce gelmişti odama. Bu konuda Şebboy'u uyarsam iyi olacaktı.

Bakışlarım Valent'in üzerinden o adama kaydı öfkeyle. "Senin ne işin var burada? Çık dışarı."

O ise sakin bir biçimde "Sadece konuşmak istiyorum." dedi yalnızca. Süt dökmüş kedi gibiydi.

Kollarımı kavuşturmuş bir biçimde ona arkamı döndüm. "Ben istemiyorum."

"Lâl, sen benim kızımsın." Yüzündeki duygusal hiçbir ifadeyle ilgilenmiyordum. Yıllarının pişmanlığıyla ilgilenmiyordum. Onunla ilgilenmiyordum. Oturup ağlasa da benim için bir şey ifade etmiyordu. "Seni tanımak istiyorum. Sana kendimi affettirmek-"

"Bunun için biraz geç kalmadın mı, Doğan Kozanoğlu?" Alaycı bir tavırla ekledim. "Bir 29 yıl kadar?"

"Bak, ben-"

Onun söylediklerini umursamadan "Pişmanlıklarınla ilgilenmiyorum." diyerek sözünü kestim. "Seni tanımıyorum, tanımak da istemiyorum." Bir kez kalbim kırılmıştı. O kadını oğluyla mutlu mesut görürken, karşımdaki adamı kızıyla neşeli izlerken. Kalbime saplanan hançerlerin haddi hesabı yoktu. Bunu bir daha yaşamak istemiyordum. Bu yüzden onları tamamen hayatımdan çıkarmaya kararlıydım. "Tanıdığım insanlar bana yetiyor." dedim sakinlikle. Ses tonum öyle sakin çıkmıştı ki ben bile şaşırmıştım doğrusu. Öte yandan bu aymazlığı, yıllar sonra karşıma çıkma cesareti düşündükçe sinirlerimi zıplatıyordu. Hesap sorar gibi yeniden söze girdim. "Hem benim hakkımda ne biliyorsun da kendini affettirmeye, baba kız ilişkisi kurmaya çalışıyorsun?"

Sessizlikle yüzüme baktığını gördüğümde hiçbir hazırlığı olmadığını, benimle ne konuşacağını bile bilmediğini görebiliyordum. Acaba konuşmasına izin verseydim ne anlatacaktı bana? Çok merak ediyordum doğrusu. "Mesela buraya gelirken aklında ne vardı? Benimle ne konuşmayı düşünüyordun? Beni nasıl ikna etmeyi planlıyordun? Kendini müdafaa etmek dışında."

"Ben..."

Tam tahmin ettiğim gibi. Hiçbir planı ya da amacı olmadan gelmişti. Onun da derdi Umay'dan farklı değildi bence. Sadece günah çıkarmaya gelmişti. Ben onlar için günah keçisiydim sadece. Tüm günahlarını üzerime yükleyip gideceklerdi. Buna izin vereceğimi sanıyorlardı. Onun yüzüne vuracağım çok şey vardı. "Mesela benim en sevdiğim yemek ne?" Yine tahminimden farklı değildi. Sessizlik. "En sevdiğim tatlı ne benim?"

Bunlara bir cevabı olmadığını çok iyi biliyordum. O da biliyordu. "Bunları öğrenmem ve seni tanımam için bana şans verebilirsin."

Bu sanki sonradan öğrenilebilecek bir dersmiş gibi davranması sinir bozucuydu. Benden esirgediği her şeyi kızı Beyza'yla yaşadığını düşünmek de midemi bulandırmıştı.

Uzun zaman önce anlamıştım ki ne Umay'la ne de Doğan'la bu saatten sonra bir aile yaşantım olamazdı benim. Onların zaten hâli hazırda kurdukları bir aileleri vardı. Bana ihtiyaç yoktu. Benim için de artık onlara ihtiyaç yoktu. Bu kadar üzüntüyü Valent'le göğüsledikten sonra. Benim ailem Valentino'ydu. Karşımdaki adam onun çeyreği kadar tanıyamazdı beni. Şimdiyse hayatıma teklifsizce giriyor, sırf istediği için yaşamıma dâhil olmaya çalışıyordu.

Doğan Kozanoğlu esaslı bir dersi hak ediyordu. Madem bunun bilincine kendiliğinden varmıyordu, öyleyse ona ben göstermeliydim gerçeği. Ani bir ifadeyle uzun bir süredir uyurken nefes alış verişlerimi bile bilen adama döndüm. "Valentino, benim en sevdiğim yemek ne?"

Kısa bir duraksamadan sonra ne yapmaya çalıştığımı anlayan ve bunun bir faydası olmayacağını bilen adam "Lâl-" diye söze girse de onun sorduğum soru dışında konuşmasına izin vermedim.

Net bir dille "Sadece soruma cevap ver, Valentino." derken sesim oldukça gergindi. Tane tane ekledim. "Benim, en sevdiğim, yemek, ne?"

Diliyle dudağını ıslattıktan sonra dediğimi yaptı, sakince sorumu yanıtladı. "En sevdiğin yemek mantı. Mutlu olduğunda iki tabak bile yersin. Ama mantının ravioli ile kıyaslanmasına çok kızarsın. Mutsuzken övünlerini salata ya da yeşilçayla geçiştirirsin. Ama daha çok kış çayı. O garip çayda ne buluyorsun anlamıyorum ama epey seviyorsun."

Esprili ve sevimli anlatımıyla dudaklarım kıvrılsa da ciddiyetimi bozmadım. "En sevdiğim tatlı ne peki?"

Hiç düşünmeden "Vişneli turta." dedi. Sonra şov yapmaya başladı. "Ama ayrıldığımızda, aramız bozuk olduğunda mevsim ne olursa olsun televizyon karşısına geçip vanilyalı dondurma kaşıklarmışsın." Benim bile bilmediğim şeylerden bahsediyordu. Bunun farkında olan adam açıkladı. "Wendy söyledi."

Beni bir saniye olsun şaşırtmayan adamın cevaplarından etkilenmiş bir biçimde baba müsveddesine döndüm yeniden. "Valent işte... Hakkımda benim bile bilmediğim, farkında olmadığım konuları bilir. Beni benden iyi tanır. Mesela aramız bozuk olduğunda dondurmaya dadandığımın ben bile farkında değilim."

Karşımdaki adam, dersini almış mıydı bilmiyordum ama utandığı kesindi. Utansın diye yapmıştım zaten. Bazı şeylerin geri dönüşü olmadığını anlasın diye.

"Bunların hiçbirini ben söylemedim. Eline kâğıt tutuşturup bunları ezberleyeceksin demedim. O anladı. O beni anladı, biliyor musun? İçime baktı, ruhumu gördü. Kalbimi gördü, okşadı, sevdi. Bana annemden, babamdan görmediğim sevgiyi verdi. Âlâsını hem de." Kısa bir nefes aldıktan sonra karşımda beni tanımaya çalışan adamın hakkımda bilmediği ne kadar çok şey olduğunu daha fazla hissettim. "Biliyor musun, benim bir keresinde canım öyle vişneli turta çekmişti ki yemezsem öleceğim sandım. Restoranda da vişneli turta yok. Valent özel olarak benim için vişneli turta yaptırıp getirmişti."

Mahcubiyetle başını öne eğen adam bir şey söylemedi. Söyleyemezdi de zaten. Söylenecek bir şey yoktu onun için. Kendini savunmak kolaydı. Şimdi kolaysa bunları duyduktan sonra karşılık versin.

Düşündüm dalgın bir ifadeyle. En çok yanımda olmayışlarının beni yaraladığı zamanlardan birini hatırlamaya çalıştım. Çok uzağa gitmem gerekmedi. "Ben bir dönem çok hastalandım biliyor musun? Hastalığımın ne olduğu bile belli değildi. Dolayısıyla tedavisi de yoktu, bulunamıyordu. Meğer zehirleniyormuşum."

Şaşkınlıkla bana bakan adamın ilgisini bile umursamadan devam ettim. Her şey geçip gittikten sonra içi acısa kaç yazardı ki?

"O zaman yanımda hep Valent vardı. Beni bir an olsun bırakmadı. Hatta o dönem çok iyi hatırlıyorum, bütün işleri sermişti. Şirkete bile uğradığı yoktu. Ben bile kendimden ümidi kesmişken o beni yaşatmaya çalıştı. Dünyayı altüst edip doktor doktor gezdi ya. Ben yeter, bırak desem de bırakmadı, vazgeçmedi. Ben bile benden vazgeçmişken o vazgeçmedi. Hastayken başımda bekledi, yeri geldi kusmuğumu temizledi, bebek gibi baktı bana. Yeri geldi moralimi yerine getirmek için işi gücü bırakıp tatil organize etti. En kötü günümde o yanımdaydı."

Tüm bunları anlatırken aşkla sevdiğim adama bakmak, onun yaptıklarını sayarken gururla beni seyredişine kapılmak. Benim hayattaki şanssızlıklarımın arasında parlayan en büyük şanstı bu.

Valent'in bunları bir karşılık beklemeden yaptığını biliyordum. Bunları karşımdaki adama silah gibi doğrultmamdan hoşlanmadığını da. Sonuçta o bizim aramızın bozulmasını istemezdi. Olmayan aramızın. Rahatsızlık duyardı bundan. Ama ben zevk alıyordum. Ben her gün ölürken bir gün olsun onların mahvolmasını istiyordum karşımda.

"Hasta oldum, yataklara düştüm. Başkası olsaydı bırakır giderdi, katlanamazdı." Kinayeyle ekledim. "Millet öz evladına bile katlanamazken, sokağa atarken garip bir durum değil sonuçta." Utançla başını öne eğen adamın üstüne gitmekten çekinmedim sözlerimle. En azından utanacak bir tarafı kalmıştı. Bu da bir şeydi. "Ama o katlandı. Valentino benim annem, babam, ailem." Gözlerinin içine baktım. "Bir kadını hamile bırakmakla baba olunmaz. Baba olmak öyle kolay birşey değil. Fedakârlık gerekir, özveri gerekir. Valentino bir sevgilinin aşkıyla sevmesinin yanı sıra mecbur olmadığı hâlde bir anne sevgisiyle sevdi beni. Bir baba sevgisiyle sarmaladı."

"Lâl, ben..."

Konuşamayacak kadar utanç içinde olan adamın ne düşündüğünü umursamadan dürüstlükle duygularımı dile getirdim. "29 yıl önce size çok ihtiyacım vardı. Doğduğumda, yetiştirme yurduna verildiğimde, oradan psikopat bir aileye evlatlık verildiğimde." Yutkundum. Ne kadar acı bir tat bıraksa da genzimde, söyledim. "Tecavüze uğradığımda. Beni savunacak kimsem yokken, mağdurken, birine kurban edilirken size çok ihtiyacım vardı. Bir anneye, babaya ihtiyacım vardı."

Duyduklarıyla gözleri irileşen adamın şaşkınlığıyla da ilgilenmiyordum. Dolan gözleriyle de. Hiçbiri umurumda değildi. Onun duymaya bile katlanamadığı şeyleri ben bizzat yaşamıştım çünkü.

Duyguları umurumda değildi çünkü kendi içimdeki duygularla savaşıyordum. O an sadece içimi dökmekle meşguldüm. Yılların acısını kusmakla. "Ama şimdi size ihtiyacım yok, kalmadı. Yolun yarısını kendi başıma yürüdüm. Düştüm, kalktım, savaştım. Geri kalan yarısında da Valentino yetişti sağ olsun, yükümü sırtımdan aldı, her şeyiyle beni sarıp sarmaladı. Tüm kalbiyle sevdi. O benim ailem ve size gerek yok artık. Size ihtiyacım kalmadı." Aşağılarcasına baştan aşağı süzdüğüm adama "Şimdi gidebilirsin." dedim ve ekledim tükürürcesine. "Kızının yanına." Uyarır gibi baktım gözlerinin içine. "Bir daha da yoluma çıkma. Bundan sonra ne ölüme, ne dirime."

Gözümün önünde utançtan yok olmak isteyecek hâle gelişini gördüğüm adam, henüz verdiğim cezayla bana yaşattıklarının bedelini, bir kısmını bile ödeyememişken utancına katlanamayıp çıktı odadan. Ona haddini bildirmenin gururuyla orada kalan ben, başı önünde giden adamın üzüntüsünün zerresiyle ilgilenmiyordum. Beni öyle yaralamışlardı, öylesine delik deşik etmişlerdi ki tarifi yoktu. Şimdi biraz da o yaşasın, o göğüslesin acıyı, utancı, çaresizliği. Benim göğüslediklerim bana yetmişti.

Valentino'ya döndüğümde bu durumdan memnun olmadığını hatta üzgün olduğunu gözlerinde görebiliyordum. O her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Annemle, babamla güzel bir ilişkim olmasını. Ama olmayınca olmuyordu. Bu da onlardan biriydi. Olanlardan ne kadar üzgün görünse de sesini çıkarmadı. Sadece yavaşça bana doğru yürüyüp sarıldı kırgın bedenime. Delik deşik olmuş bedenime. Hançerlenmedik yeri kalmamış ölü bedenime. Ona temas edince yeniden dirileceğini bilerek.

Başımı göğsüne yasladığım adama "Teşekkür ederim." diye mırıldandım. "Hep yanımda olduğun için. Ben seni itsem de beni bırakmadığın için."

Eli sırtımda gezen adam "Senden başka bir yer bilmiyorum." dedi yalnızca. Bunu söylerkenki çaresizliği benim duygularıma çok tanıdıktı. Hisleri hislerime denkti. Yaraları benimkileri tamamlayan bir yerdeydi. Belki de bizi böylesine güçlü bir bağla birleştiren de buydu.

Birlikte klinikten çıktığımızda arabaların önünde durduk. Valentino bekleyince "Eve gitmiyor muyuz?" diye sordum.

"Benim kulübe uğramam gerekiyor. Bir toplantım var." Uzanıp alnımdan öptü. "Sen eve git, dinlen. İşim bitince hemen geleceğim."

"Tamam." Gitmeden önce ona yeniden sarıldım ve ayrılmak istemesem de geride bırakıp arabaya bindim. Camdan onu arabaya binerken izledim. Biz çıkışa doğru ilerlerken onlar da ters istikametten çıktılar hastane otoparkından.

Bugün pek danışan olmamasına rağmen koşturmacalı bir gün olduğu için yorgundum. Bu yüzden oyalanmadan hemen eve geçtim. Kapıdan içeri girdiğimde beni bir sürprizin karşıladığından habersizdim.

Aslında ilk mesajı bana kapıyı açan Nina'nın garip yüz ifadesi vermişti. Merakla ona baktığımda bir şey söylemek yerine "Hoş geldiniz, efendim." dedi yalnızca. İçeriden garip kokular geliyordu.

"Hoş buldum." Ceketimi çıkarırken "Wendy nerede?" diye sordum.

Umutsuz bir bakışla "Mutfakta." dedi. Zaten evden içeri girdiğim anda yemek kokuları sarmıştı ortalığı. İlerleyip mutfağa girdiğimde uzun tezgâhlar boyunca donutlar, kekler, kurabiyeler, ne ararsan vardı. Fırın asla boş değildi, orada da artık yemek mi kek mi olduğunu anlamadığım bir şeyler pişiyordu. Tüm bunların başında da Wendy duruyordu. Mutfak önlüğünü takmış, arka fonda da Yıldız Tilbe şarkıları çalıyordu.

Sen de sev ama sevilme
Aşk acısı çek ben gibi
Çok özle ama kavuşma
Kavuşamadığım gibi

Wendy şarkıya eşlik ederken kendini kaybetmiş bir biçimde keke benzer yeni bir karışımı çırpıyordu. Eyvah dedim. Bu kız bildiğin ayrılık sonrası depresyonuna girmişti. Yanımda ne yapalım der gibi soruyla bakan Nina'ya kendine hâline bırak anlamında bir bakış atıp kızcağızı bu enkazın içinden kurtardım. O gittikten sonra etrafa bakındım. Wendy biraz daha bir şeyler pişirirse mutfakta adım atacak yer kalmayacaktı.

Sakince arkadaşımın yanına yaklaşıp omzuna dokundum. "Wendy, merhaba hayatım. Ne yapıyorsun burada?" Bunu olabildiğince sıradan bir biçimde sormaya özen gösterdim.

"Böğürtlenli kek deneyeceğim, Instagram'da gördüm tarifini az önce. Bakalım nasıl olacak?"

"Şey, güzel de önce bu yaptıklarını bitirseydik daha iyi olmaz mıydı?"

Omuz silkti Wendy. "Aman canım ne olacak, bizimkilere de götürürüm hem. Ahmet'le Giray iki saniyede hüpletir."

Yani mutfakta vakit geçirmesinde hiçbir sakınca yoktu ama kendini hamur işine verip kederli Yıldız Tilbe şarkıları dinleyerek onun duyamayacağı bir yerden Luigi'ye göndermeler yapması bir bana mı garip geliyordu?

Üstüne gitmedim. "Kolay gelsin canım. Ama çok ayakta kalıp kendini yorma, hamilesin." dedikten sonra keklerden, böreklerden çıkış kapanmadan usulca mutfağı terk ettim. Wendy bir tepsiyi daha fırından çıkarırsa mutfaktan çıkış mümkün olmayacaktı.

Salona geldiğimde hemen telefona sarıldım ve Valentino'yu aradım. İkinci çalışta açtı. "Beni bu kadar çabuk özleyeceğini düşünmemiştim."

Bense girizgâhı atlayıp durumun ciddiyetini gözler önüne serdim. "Valentino, sakın eve gelme!"

"Ne? Nasıl yani?" Daha ben bir şey söylemeden "Yine ne yaptım?" diye sordu. Normalde böyle bir cevaba gülerdim ama şuan o havada değildim.

"Eve bir geldim, Wendy mutfakta. Kekler, börekler, poğaçalar, kurabiyeler, ne bulduysa yapmış."

"Ne var ki bunda?"

"Valentino, bir tepsi iki tepsi değil bu. Mutfak pastaneye dönmüş. Eve gelirsen ya adım atacak yer bulamayacaksın ya da çikolataların arasında boğulacaksın. Sen kaç kurtar kendini."

Telefonun diğer ucundaki adam "Saçmalama." dedi gülerek.

"Gelince görürsün." Çaresizce oflarken Valent'in kaknem kuzeninin güzelim arkadaşımı getirdiği hâle sinirlendim. Sonra bunun Wendy'nin abartması olduğunu hatırlayıp biraz sakinleştim. Belki de ilk kez Luigi'nin bir suçu yoktu. "Bana bak Valentino, hemen Luigi'yle Wendy'yi barıştırmamız lazım yoksa bizim ev Hansel ve Gretel'deki cadının çikolatalı evine dönecek."

Ben bunları söylerken hemen yanımda konuştuklarımızdan habersiz Wendy belirdi yapay bir neşeyle. Telefonu elimle kapatıp tedirginlikle ona döndüm.

Wendy elindeki telefondan yeni bir tarif gösterdi. "Aaa Lâl, bak! Haşlanmış nohuttan yaş pasta tarifi buldum. Deneyeyim mi? Bence deneyeyim. Hem merak ettim, lezzet ödülü falan almış diyor."

Arkadaşımın saçını şefkatle okşarken "Dene bir tanem, dene benim canım. Ev senin evin. Arkadaşın sana kurban olsun." diyerek onu mutfağa geri gönderdim. O neşeyle mutfağına geri dönerken başımı iki yana sallayıp söylendim. "Vah benim canım arkadaşım, vah." Telefona geri döndüğümde Valent'in de olanları duyduğunu tahmin ettim. "Duydun değil mi? Gül gibi kardeşim ne hâllerde."

"Tamam, bebeğim. Sen canını sıkma. Ben ikisinin de olacağı bir akşam yemeği düzenlerim. Biz onların arasını düzeltiriz. Anlaştık mı?"

"Anlaştık." Her şeye çözüm bulan müthiş kocamın da önerisiyle içim biraz rahatladı. "Ne zaman gelirsin?"

"Muhtemelen iki saatten uzun sürer işim."

"Tamam." Telefonu kapattığımda iki saatten fazla sürede evde ne yapacağımı düşündüm durdum. Wendy zaten iptal durumdaydı. Benimse düşünceler beynimi kemiriyordu. Davayla ilgili bir şeyler yapamamak çıldırtıyordu beni.

Aklımda bir fikir vardı. Tek başıma böyle bir işe girişmek benim için çok tehlikeliydi, biliyordum ama belki de Başkan'ı bitirecek şey benim avuçlarımın arasındaydı. Denemeden nereden bilecektim ki?

Kendimi tehlikeye attığımı, Valentino'nun duyduğunda çok sinirleneceğini, bunların hepsini biliyordum ama beklemenin beni daha çok öldüreceğini de biliyordum. Bu yüzden mantığımı değil, içimdeki Tatar Ramazan'ı dinledim.

Yukarı çıktım ve yatak odamızdaki giyinme dolabıma uzandım. Şifresini girip kasadan silahımı aldım. Aşağı indim, kimseye bir şey söylemeden ceketimi giyip çantamı aldım. Çıkmak üzereyken elbette gözü kulağı bende olan Nina'nın radarına yakalandım.

"Efendim, nereye?" Hesap sorar gibi görünmemek için ekledi. "Don Riccardo sorarsa nerede olduğunuzu söyleyeyim?"

"Hastanede işlerim olduğunu söylersin. Döneceğim."

Yalan da değildi. Hastanede olacaktım. Arabaya binip yola çıktığımda zaten her daim kuyruğum gibi peşimde olan Montrel'in arabası beni takip etti. Hastanenin önüne geldiğimizde içeride de peşimde dolanmasına gerek olmadığını söyledim ve onu kapıda bıraktım.

Zuhal beni uyarmıştı. Bunu tek başıma yapmamam gerektiği konusunda uyarmıştı ama böyle elim kolum bağlı duramazdım. Eğer hastanede gizli bir kat olduğunu söyleyip ihbar etseydim belki de polisler baskın yapamadan her şeyi toparlayıp yok edebilirlerdi, biz de elimizdeki en önemli kozu böyle yok yere kaybederdik.

Valent'e anlatmak isterdim ama başımı belaya sokmamak için beni ilgilendiren bu konudan yine beni uzak tutardı. Dünya üzerindeki her konuya mantıksal yaklaşan Valentino Riccardo, söz konusu beni ilgilendiren bir konu olduğunda tamamen duygusal yaklaşıyordu.

Gizli yerden içeri girdiğimde arkamı kolladım. Ortam sessizdi. Merdivenlerden aşağı indiğimde asansörün önüne geldim. Şifreyi nasıl çözeceğime dair bir fikrim yoktu ama işe önceki şifreyi ve onun türevlerini denemekle başlayacaktım. Rastgele şifre değişiyorsa o rakamların kombinasyonlarını deneyebileceklerini düşündüm.

Asansör geldi, kabine girdim. İlk şifreyi girdim. Olmadı. Tahmin ediyordum. Zuhal demişti zaten şifrenin sürekli değiştiğini. Ama iyi yanı, şifreyi yanlış girdiğinde gürültülü bir alarm devreye girmiyordu. Bu kez ilk şifrenin tam tersini denedim. Yine olmadı. Ortadaki sayılarla baştaki sayıların yerlerini değiştiren iki kombinasyon denedim. İlki olmadı. İkinci kombinasyonu denerken umudum azalmıştı ama bir sürpriz oldu ve şifre kabul edildi.

Asansörle aşağı indiğimde kapı açıldı. Ortam buz kesecek kadar sessizdi. Koridorda sessizce yürümeye başladığımda Zuhal'in bizi götürdüğü yolu izledim. Diğer yerlerde kamerayla izlendiklerini söylüyordu. Kamera kayıtlarını nerede saklıyorlardı acaba? Resmi belgeleri falan. Ben bunları düşünerek koridorda ilerlerken yol ayrımına girdim. Zuhal'in beni sakladığı yere, sola döndüğüm an başımda soğuk bir cismin varlığını hissettim. Başımı kaldırdığım an takım elbiseli bir adamın başıma dayadığı silahın soğuk namlusuyla yüz yüze geldim.

Çok güzel. Hastanenin kimsenin bilmediği gizli katında delil ararken Başkan'ın adamı tarafından yakalanmıştım ve başıma silah dayanmıştı. Bu kimsenin bilmediği sessiz ve ıssız yerde öldürülsem kimsenin haberi olmazdı. Olsaydı da iş işten çoktan geçmiş olurdu herhâlde.

Lâl Alsancak olmak 101. Eğer uzun süre başın belaya girmediyse kendi çabanla saçma bir sebepten dolayı yok yere başını belaya sok.

Her şeyin farkındaydım. Burada geberip gitme ihtimalinin çok yüksek olduğunun ve beni kurtaracak kimsenin olmadığının. Hepsinin farkındaydım ama garip bir şekilde yaptığım şeyden pişman değildim. Çünkü biliyordum ki eğer denemeseydim hep içimde kalacaktı. Bu düşünce geceleri ve gündüzleri, her zaman yiyip bitirecekti beni. Bu konuda pişman olduğum belki de tek şey, acele karar vermek ve bu durumu sağlam bir plan zeminine oturtmamış olmaktı sanırım.

Başına silah dayanmış biri olarak fazla sakindim. Adamın gözlerine baktım. "Eee, böyle duracak mıyız sabaha kadar? Sıkacaksan sık, bırakacaksan bırak işim gücüm var."

"Dalga mı geçiyorsun sen benle? Beynin dağılacak birazdan."

"Eee, yani?"

"Kafan mı güzel kızım?"

"Yalnız öyle kızımlı mızımlı konuşma, kolunu kırar götüne sokarım senin."

Silahı iyice yaklaştıran adam öfkeyle dudaklarını büzdü. Bense ona fark ettirmeden elimi çantama, silahımın olduğu yere sokmaya çalışıyordum. Sinirli bakan adamın "Son duanı et-" demesine kalmadan başından hızla bir kurşun girip çıktı. Kurşunun yere düşerkenki ses ve adamın yere yığılışı beni korkudan iki adım geriye sürüklerken derin bir nefes aldım. Boyum kısa olduğu için yanımdan geçip giden kurşunla bakışmıştım resmen. Donup kaldım. Şimdi karşımda daha psikopat ve acımasız biri olabilirdi.

Arkama dönmeye korktum. Kiminle karşılaşacağımı bilmiyordum. Başkan mı, Vural mı? Ya da başka biri? Sakinlikle nefes almaya çalıştım. Ben arkama dönme cesareti bulamadan onun bana doğru yaklaştığını hissetmeye başladım. Zuhal olabilir mi diye düşünürken bana yaklaşan adamın erkek parfümü burnuma dolunca bu ihtimali de eledi mantığım.

Göğsü sırtıma yapışmak üzere olan adam bana oldukça yakındı. Bense artık arkama dönüp bununla yüzleşmem gerektiğinin farkındaydım. Çantamdan hızla silahı çıkardım ve kendimi güvence altına almak için arkama döner dönmez adama doğrulttum silahı. Ama hiçbir şey beklediğim gibi olmadı.

Karşılıklı birbirimize silah doğrulturken karşımdaki adamın usulca silahını indirdiğini görüp ben de indirdim silahımı. Şaşkınlıkla baktım yüzüne. "Sen..."

Hastanenin gizli katını bilen, az önceki adamı öldürüp hayatımı kurtaran Doktor Turgay'dan başkası değildi. Onu karşımda görünce aklım karmakarışık bir hâl aldı. Onun bu işlerle ne gibi bir ilgisi olabilirdi ki? Turgay da Zuhal gibi bu pis işlerin içinde miydi? Bir kötü adamın elinden kurtulup başka bir kötü adamın eline mi düşmüştüm?

Daha karşılaştığımız ilk anda gizemini koruyan ve içimde sıcak duygular uyandıran bu adam öylece yüzüme bakıyordu. "Sen de mi bu işlerin içindesin?" diye sordum gayri ihtiyari.

Uzun uzun yüzüme baktı. Gözlerime. Sanki bir şeyleri anlamamı bekler gibi. "Hâlâ anlamadın değil mi?" Neden bahsettiğini bilmiyordum. Anlamıyordum. Bana daha da yaklaştı. "Daha yakından bak."

Benden ne istediğini, beni neden kurtardığını, bu pis işlerin içinde neden olduğunu ve neyi anlamamı beklediğini bilmiyordum. Bu adam benimle dalga mı geçiyordu? Ben hiçbir şey bilmiyordum. "Neden bahsettiğinizi anlamıyorum, Turgay Bey." Ne saçmalıyordum ben? Daha az önce omuz omuza vermiştik, o beni bir adamdan kurtarmıştı, ben onun Başkan'la çalıştığını öğrenmiştim. Hastanenin gizli katı gibi ortak bir sırrımız vardı, birbirimize silah çekmiştik ve ben hâlâ ona bey diyordum. Bey. Komikti. O an Lâl Alsancak modumu açmış bir biçimde karşısına dikildim. Tıpkı bir sorgu memuru gibi gözlerimi kıstım. "Hayırdır kardeşim, sen ne ayaksın?"

Başını öne eğip komik bulduğu bu şeye gülen adam düzgün yüzünün saniyeler içinde yağmurlu ve duygusal bir hâl almasıyla merhametli bir bakış attı bana. "Ben senin için buradayım, Lâl. Seni korumak için. Ben senin koruyucu meleğinim."

Neyi kast ettiğini anlamaya çalışırken dikkatle gözlerine baktım. Koruyucu meleğinim de ne demek? Sapık mıdır nedir.

Gözlerindeki o bakış öylesine tanıdıktı ki. Çok tanıdık bir sevgi, tanıdık bir şefkat. Bende uyandırdığı duygular sanki kırk yıldır tanıdığım birini anımsatıyordu. O an adını koyamadığım bir biçimde tanıyor hissettim onu.

"Hâlâ beni tanımadın mı?" Sanki tanıyamayacağıma adı gibi emin gibi ısrar etti. "Dikkatli bak."

"Seni nereden tanıyacağım ki?" İçimdeki o tanıdık hisle kendime engel olamadım ve merakla sordum. "Beni neden kurtardın?"

"Dedim ya, ben senin koruyucu meleğinim."

Kaşlarımı çattım. O tanıdık şefkatli gözlerle bakışırken merak, beynimdeki tamamlanmayı bekleyen o yarım hissi kaşıyordu. Sabırsızdım. "Kimsin sen?"

Gözlerime baktı. Pusluydu gözleri. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibiydi. "Engin." Tüm parçaların beynimde birleşmesini beklemeden benimle aynı sabırsızlığı paylaşarak ekledi. Kollarımdan yumuşakça tutarken beni kendine iyice yaklaştırdı. "Senin için hayatını hiçe sayan, bir daha olsa bir daha hiçe sayacak olan, hayatını senin yoluna sermeye hazır Engin abin."

Ayaklarım yere çivilenmiş gibi. Geri geri gitmeye çalışsam da benden bağımsız donup kalmıştı. Duyduklarımın ne ifade ettiğini süzgeçten geçiremeyecek kadar aptal hissederken kendimi, dudaklarımdan yalnızca "Ne?" diyen bir inleme sesi çıktı.

"Şimdi tanıdın mı beni?"

Karşımdaki adam Engin abimden çok farklı biriydi. Boyu posu, gözleri çok tanıdıktı. O ana kadar o gözlerin kimle bağdaşıp bana tanıdık geldiğini anlamamıştım ama şimdi parçalar birleşiyordu. Bu onun gözleriydi. Ama ben hâlâ olanlara inanamıyordum. Engin abim ölmüştü. Vural öldürmüştü onu. Kendisi de itiraf etmişti bunu. Şimdi böyle bir şey nasıl olabilirdi ki?

Başımı iki yana sallayarak "Hayır." diye mırıldandım. Bu gerçek olamazdı. Ben bir rüyanın içindeydim. Kesin evin koltuğunda uyuyakalmıştım ve rüyamda buraya geldiğimi görmüştüm. Kendimi bir çıkmazda gibi hissediyordum. Engin abimi çok özlemiştim. Bu yüzden onu rüyama konuk etmiştim. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.

Dudaklarımdan süzülen cümle yalnızca "Bu... Bu olamaz." olmuştu.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü QUEENStar561 , konusmamahakki , Devilgirl99psycho , 636363hma okurlarıma armağan ediyorum! 💜 Yeni bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? En şaşırdığınız sahne hangisiydi? Buraya yazabilirsiniz. En beğendiğiniz sahneyi buraya, en güldüğünüz sahneyi de buraya yazabilirsiniz. Hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini de buraya yazarsanız sevinirim. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
Twitter: @buzdanjuliet
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub
@lalentinowithlove

Loading...
0%