@buzlarkralicesi
|
-46- ❝Lâl❞ Cenazenin nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Bu çok garip bir duyguydu. Yıllarca kızsan da öfkelensen de sana annelik yapan kadını toprağa vermek. Yanında büyük savaşlar verdiğin, hayatına hapsolduğun kızın ölüsünün yatması. Burada pek olmasa da öteki dünyada anne kız kavuşmuş gibiydi. Ne trajik. Yine de üzgündüm. Her ikisi adına da. Ama sanırım Seval anneye daha çok üzgündüm çünkü iyi ya da kötü bir şekilde annemdi. Öz annemin göstermediği emeği göstermişti bana. Onu bu kadar ani kaybetmeyi hiç beklemiyordum. Yıkılmıştım. Gözyaşlarıma engel olamadım. Cenazede Valent'in yanı sıra Fuat ve Engin abim bana çok destek oldular. Fuat, Engin abimin yaşadığı şokunu atlatmışa benziyordu. Mahkeme sürecinde onun ifade vermesiyle birlikte her şey açığa çıkmıştı. Belki de davanın en kilit noktası buydu. Şerif Günday ve Vural Sezer el ele verip tüm delilleri yok etmeye yemin etmiş gibiydi ama bunu hesaba katamamışlardı. Engin abimin hayatta olması bana da sürpriz olmuştu. Kabristandan çıktığımızda arabaya doğru yürürken Engin abi yumuşakça koluma dokunup beni durdurdu. "Lâl." Islak, sevgi dolu bakışlarım ona döndü. Onun şefkatli gözleriyle beni sevişini bile öyle özlemişim ki. "Olanlar yüzünden yollarımız ayrıldı, seni yalnız bıraktım. Bunun için üzgünüm." "Abi, abiciğim..." Bana sarıldığında karşılık verdim. "Keyfinden mi bıraktın sanki? Bizi ayırdılar." Bu öyle bir özlemdi ki, ona sarıldığımda tamamlanmış bir aile özlemi doluyordu içime. Sanki Uras'ın yokluğu kalbimde bir oyukken yokluğundaki boşluğu sarıyordu. Tıpkı o hayattayken Engin abimin yokluğunu dolduruşu gibi. Engin abim içimdeki o yeni oyuğun yerini kendi benliğiyle, sevgisiyle dolduruyordu. Yaralarımı sarıyordu. Saçlarımı okşadı. "Bir tanem... Olanlar için üzgünüm." Sarılmamız bittiğinde gözlerime baktı. Orada gördüğüm tek şey kararlılıktı. "Ama bundan sonra abin olarak hep yanındayım. Kerem için de geçerli bu." Son sözüyle minnettarca başımı yan yatırdım. Ne mükemmel bir adamdı o. Her zaman Şerif Günday'ın oğlu olamayacak kadar altın kalpliydi. "Artık kimse sana zarar veremeyecek." "Abi..." Duygulanmıştım. Yeniden sarıldığımızda bu bir teşekkür sarılmasıydı. Bir daha ayrılmayacağımızı simgeleyen güçlü bir sarılma. Artık bizi ayıramayacaklardı. Ayıracak kimse de kalmamıştı hayatta. Buna minnettardım. O korku evinden çıkmıştık ve ev kendi kendini imha etmişti. Yanıp kül olmuştu. Yok olmuştu. Arabanın önüne geldiğimizde Fuat bizden ayrılmak üzereydi. "Benim gitmem gerek. Zuhal'i ziyarete gideceğim." Engin abiyle aramızda daha önce Zuhal'le ilgili bir konu geçmemişti. Zuhal onun öz kardeşiydi sonuçta. Görmek isteyebilirdi. Olanlardan sonra mı? Bir ihtimal. "Sen de gitmeyecek misin abi?" diye sordum abimi yoklarcasına. İlk kez bu kadar katı görmüştüm yüzünü. "Benim Zuhal gibi bir kardeşim yok." Ortamda buz gibi bir sessizlik baş gösterirken Fuat'ın suskunluğu Engin'e hak veriyor gibiydi. Fuat'la birlikte yanımızdan ayrılmaya hazırlanan adam kendi arabasının yanında durdu. "Ben de gitsem iyi olur. Hastanede işlerim var. Sonra da Niko'yla buluşacağız." Niko'nun adını duyduğunda canının sıkıldığını yüzünden anlamama rağmen Valentino eskisi kadar gerilmiyordu. Artık onu bir tehdit olarak görmüyor gibiydi. Doğum günü partisine kız arkadaşı Ilya'yı getirdiğinden mi yoksa bebek haberinden midir nedir, eskisi gibi ateş püskürmüyordu. Takmıyordu durumu kafaya. Valent dostça elini uzattı abime. "Tanıştığıma memnun oldum." dedi. Samimiydi. "Artık seni sık sık aramızda görmek isteriz." Engin abim de el sıkıştı dostane bir biçimde. "Ben de memnun oldum, Valentino. Lâl için değerli olan herkes benim için de değerlidir. Ben de kardeşimin eşi olarak seni tanımak, sık sık görüşmek isterim." İkisinin çok iyi anlaşmasını istiyordum ama bunun için erken olduğunun farkındaydım. Birbirilerini daha yeni yeni tanıyorlardı. Valent "Çok memnun olurum." dedikten sonra Fuat ve Engin'in ayrı arabalarda gidişini seyrederken Perhide'min paytak paytak yürüyüşlerle bize yetişmesini bekliyorduk. Yangında basit yanıklar ve ezikler dışında bir şey olmamıştı çok şükür. Herkesi kaybetmişken onu da kaybetseydim ne çok üzülürdüm. "Beni neden beklediniz yavrum, gitseydiniz siz." Perhide'me azarlayıcı bir bakış attıktan sonra sahte otoritemi kullanarak "Bak şimdi." dedim. Kınayarak söylediğim bu sözden sonra yalandan kızdım. "Çabuk bin bakalım şu arabaya, konuşacaklarımız var seninle." "Ne konuşacaksınız kızım? Ne oluyor?" "Kaçırıyoruz seni, hadi bin!" Bunu coşkudan çok uzak söylediğim için pek etkili olmamıştı ama yine de yarım yamalak da olsa gülmüştü yaşlı kadın. Perhide'm her zaman benim soytarılıklarıma gülerdi. Arabaya bindik ve yolda giderken kadının soluklanmasını bekledim. İsteğimi dile getirmeden önce dinlenmesini beklediğim kadın ise benden erken davrandı. Çenesi durmadı. "Ben neden sizinle geldim be kızım, anlamadım ki. Beni otogara bırakın da akşam karanlığına kalmadan biletimi alıp memlekete doğru yola çıkayım." Yüzünde amaçsız, boş bir ifade varken omuz silkti. "Beni buraya bağlayan hiçbir şey kalmadı artık." "Aaa, ne kadar ayıp ettiğinin farkında mısın Perhide'm? Nasıl kızıyorum ama!" "E yavrum sen evini yuvanı kurmuşsun, yerini yurdunu bilmişsin artık. Benim ne işim olur buralarda?" Dudak büktüm. "Ama sen bana söz vermiştin. Laf arasında benimle gelir misin dediğimde gelirim demiştin." Onun düşündüğü zamanı bile değerlendirerek ısrar ettim. "Aaa valla bırakmam! Bundan sonra benimlesin. Memleketini özlediysen benden sana izin, git gör. Ama geri gel sonra." Hınzır bir bakışla ekledim. "Seninle çok işimiz var sonra." "Ne işiymiş o?" Omuz silktim. "Memleketten dönersen görürsün." Biraz düşündükten sonra neden bahsettiğime aklı ermeyen kadın ikna olmak üzere görünüyordu. "Eh, gerçekten gelmemi istiyorsan..." Kaçamak bakışlarla Valent'e baktı. "Beyin bir şey demesin?" Biz o sırada Valent'le birbirimize bakıp gülmeye başlamıştık bile. Ciddileştim ve tüm otoritemi ortaya koydum. "Beyimin söyleyeceği tek şey hanımım ne derse o olur. Ev işleri benden sorulur." Valent'i gösterdim. "Bak yüzü burada, sor." Valentino kaşlarını kaldırarak yanıt verdi yaşlı kadına. "Haklı. Evle ilgili her karar ona ait. Ben karışmam." Neşeyle gülüştük. Sanki bir cenazeden dönmüyormuşuz gibi. Hayat ne kadar tuhaftı. Meğer hayatımız boyunca cenazemize seyirci topluyoruz sözü ne kadar da doğruymuş. Son görevimizi yapmıştık ve dönmüştük. Hayat devam ediyordu. Çok hızlı bir şekilde. Perhide'mi eve götürdük önce. Nina'ya tanıttık. Artık burada olacağından ve işlere yardımcı olacağından bahsettik. Nina pek sıcakkanlı biri olmasa da bu yaşlı kadını ilk görüşte anlaşmış gibiydiler. Aralarında bir sorun olacağını sanmıyordum. Ona odasını gösterdim, pek bir memnun oldu kadın. Çantasını geçici olarak koydu, akşam memlekete gideceğim diye tutturduğu için boşaltmadı. Salona indiğinde her şeyden son derece memnun görünüyordu. Biz Valent'le yan yana otururken yanımıza geldi. Ellerini birbirine kenetlemiş karşımda duruyordu Perhide'm. "Her şey için teşekkür ederim kızım. Odam çok güzel, ferah. Beğendim." İç geçirerek "Ama ille de bir süre memlekete kaçacağım diyorsun." dedim ve kabullendim. "Tamam, git. Ama bizi ihmal etme. İyice dinlen, sana süresiz tatil. Herkesle hasret giderdikten sonra buraya dön." Hâlâ mesafeli bir biçimde karşımda, ayakta duran kadına kızdım. "Ne duruyorsun orada? Geç şöyle otur. Bir şeyler iç, soluklan. Arkandan atlı mı kovalıyor?" Bizim eski evde kurallar katıydı. Yardımcılar böyle ev sahipleriyle oturup bir şeyler içemezdi. Seval anne bile onu ne kadar severse sevsin hep bir mesafe vardı arada. Öte yandan bu kuralı hep ben bozardım yine hınzırca. Perhide'mle benim odamda oturur kahve içerken dedikodu yapardık. Ergenliğim böyle geçti. Eğlenceli zamanlardı. Şimdi kendi evim vardı. Kendi yuvam. Kendi kurallarım. Tamam, bu kadının Valent'in yanında rahat hissetmeyeceğini bildiğim için yemeğini istediği yerde yemesine izin verirdim ama eskiden olduğu gibi samimi bir ilişkimiz olsun istiyordum. Eski evdeki o soğuk mesafeyi istemiyordum hayatımda. Perhide'm oturduğunda ona da Valent'in elinde olduğu gibi bir kahve söyledik. Tabii Valent daha çok filtre kahve içtiği için yaşlı kadına kendi usulünce Türk kahvesi istemiştik. İkisinin de içtiği kahveye ciğerci kedisi gibi bakarken Nina'dan "Ben portakal suyu alabilirim." dedim mahzunca. Valent kahveyi ne kadar sevdiğimi bildiği için hâlimden anlamıştı. Ne yapalım, dokuz ay boyunca kahveye biraz sınır getirecektik. Kural böyleydi. O kahvesini içerken ben küçük sırrımızı içimde tutamıyordum. Memlekete gidip geldiğinde söyleyecektim ama ya dönmezse diye düşündüm. Arar da ah yavrum ben burada kalsam olmaz mı diye yalvarırsa ona nasıl hayır derdim? Kıyamazdım ki. Oysa vereceğim bu haberle birlikte dönmesi için bir sebebi olacağına adım gibi emindim. Portakal suyumu lıkır lıkır içtikten sonra kadına döndüm. "Perhide'm, sen bana bir söz vermiştin hatırlıyor musun onu?" "Ne sözüymüş o?" "Aaa, ne çabuk unutuverdin? Hani bana baktığın gibi benim çocuklarıma da sen bakacaktın. Aşk olsun." Sanki etrafımda bu iş için yüzlerce insan yokmuş gibi kendimi biraz acındırdım. "Eğer memlekete gider de beni kandırıp dönmezsen ben ne yapacağım bu hâlde sensiz?" "Ne varmış hâlinde kızım, dipcik gibisin-" derken duraksadı kadın. Durumu çözmüş, çözdüğü gibi de şok olmuş bir hâl vardı yüzünde. "Ne?" Emin olmak ister gibi koltukta kaykılıp suratıma baktı. "Kız sen yoksa-" "Performanstan düşmüşsün Perhide Sultan! Öncesinde ilk bakışta anlamıştın." Tam gözleri büyürken imdadına yetiştim ve sırrı çözdüm. Valent'in elini tutarken müjdeyi verdim. "Hamileyim! Bebeğimiz olacak." Bu haberi alır almaz sevinç ve heyecanla üzerime atılan kadın "Oy kuzum benim!" diyerek sarıldı bana. "Demek yavrunuz olacak!" Üzerimize atılan ölü toprağı gitmişti, artık tam anlamıyla bir bayram gününde gibiydik. "Ben yine fark ederdim de bu telaşeden... Ah, ah! Yavrum benim! Nasıl sevindim bir bilsen!" Parıldayan gözlerinden görebiliyordum ne kadar sevindiğini. "Tıpkı senin gibi güzeller güzeli bir kızın olur inşallah!" Mutlulukla başımı öne eğdim. "Sağlıklı olsun da." Geçmişte yaşadığım tüm kötü anıları hemen şimdi gömüyordum. Kötü düşüncelere bile yer yoktu hayatımda. Hem de her şey bu kadar yolunda giderken. Tamam, zaman zaman ölenler, kalanlar, üzücü haberler olacaktı ama onu da birlikte göğüsleyecektik. Artık olması gereken, her şeyin iyi tarafından bakmaktı. Heyecanla ayaklanan kadın "Aman şükürler olsun Rabbime! Yavrumun yavrusunu da görmeyi nasip etti bana! Şükür, bin şükür!" derken benden bile heyecanlı görünüyordu. "Her şeyiyle ben ilgileneceğim bebeğin. Hiç merak etme yavrum benim. Sen sadece arkana yaslanıp neyi nasıl istediğini söyleyeceksin, o kadar!" Güldüm. Şimdiden herkes tarafından bu kadar şımartılmak... Ne bileyim, garip bir şekilde iyi gelmişti bana. Perhide'mi memlekete uğurladıktan sonra kalmıştık yine evde baş başa. Koltuğa kurulduğumuzda Valent'le yan yanaydık. Sohbette araya girmeyen adam merakına yenik düşüp "Onun gerçekten birinin hamile olduğunu yüzüne bakarak anlama gibi bir özelliği mi var?" sorusunu yöneltti. Sesi biraz hayretle çıkmış gibiydi. "Evet, gerçekten öyle." Adam hâlâ inanmıyor gibi kaşlarını kaldırmıştı. "Vallahi bak!" diye yeminler ettim. "İlk seferinde yüzüme şıp diye baktı, sen hamilesin dedi. Daha o zaman benim bile hamile olduğumdan haberim yoktu, düşün. Ablamın ilk çocuğuna hamile olduğunu da doktordan önce o müjdelemiş. Büyücü müdür nedir? Nasıl yapıyor bilmem, ilginç." Dudakları büküldü adamın. "Gerçekten ilginçmiş." O sırada sırtımı göğsüne yaslamış onunla aşk tazelerken adam elimi yakalayıp parmaklarımızı kenetlemişti. Saçlarımı öperken "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu. "Canın bir şey istiyor mu?" Gözlerimi devirdim gülerken. "Valent, bunun için çok erken. Bebek bile şuan varolduğundan haberdar değil." Omuz silkti adam. "Olsun. Var sonuçta. Orada duruyor." Doğrulamak ister gibi eli karnıma kapandı ve okşamaya başladı. Bu cevabı bana komik geldiğinden midir nedir güldüm. "Canım fena hâlde kahve çekiyor ama bu olmaması gereken bir şey." Beni pek tatmin etmese de dudak bükerek "Gerçi günde bir fincan içme hakkım varmış ama..." dedim. Günde dört bardak kahve içen biri olarak bu haber beni pek de keyiflendirmiyordu. "O hâlde bundan sonra ben de kahve içmiyorum." Güldüm. "Saçmalama Valentino." desem de hoşuma gitmişti doğrusu. "Hayır, gayet mantıklı bir karar bu. Babası olarak fedakârlık yapmaya buradan başlayabilirim. Artık kahve yok. Kahvaltıda hep portakal suyu, süt..." Hemen savunmaya geçer gibi ekledi. "Ben süt sevmem. Portakal suyuyla eşlik ederim." Huzurla başımı göğsüne yasladığımda "Sen tam bir baba olarak dünyaya gelmişsin, Valentino Riccardo. Yıllarca baba olmayı bekliyormuşsun." diye mırıldanırken hafiften uykum gelmeye başlamıştı. Bugün gerçekten yoğun bir gün olmuştu. "Ne sanıyordun? Yıllardır bunun için ikna etmeye çalışıyordum seni." Bir iki kez bana seslendiğini duysam da öyle tatlı bir uyku esir almıştı ki beni, herhangi bir yanıt vermeden öylece göğsüne kıvrıldım adamın. Uykuya dalarken hatırladığım son şey Valent'in kucağında merdivenleri çıktığımdı. ❝Beyza❞ Odamda Şebnem'le oturmuş bir şeyler içerken canım çok sıkkındı. Günlerdir iyi giden tek bir şey bile yoktu hayatımda. Valentino'nun benimle son konuşması o kadar gururumu kırmıştı ki. Normal şartlarda bir erkeğin bana öyle şeyler söylemesine fırsat bile vermeden hayatımdan çıkarırdım ama söz konusu o olunca bunu yapamamıştım. Ona olan duygularıma gem vuramıyordum. Onun benimle kırıcı konuşması yetmezmiş gibi Lâl'in hamilelik haberi, karşımda mutluluk tablosu sergilemeleri... Her şey o kadar sinirimi bozuyordu ki. Öte yandan son tartışmamızdan beri babam gerekli olmadığı takdirde benimle konuşmuyordu. Göz göze bile gelmiyordu benimle. Yok sayılıyordum. Ve yok sayılmak benim için ölümden beterdi. Aynı evde yaşadığım, düne kadar hayatındaki en değerli şey olduğum babam bile benimle muhatap olmazken hayatımda güzel şeyler olduğunu söyleyemezdim. Bu durumdan son derece rahatsızdım. Ne o adama olan duygularımdan vazgeçebiliyordum ne de babamın davranışlarını kabullenebiliyordum. Bu yalnız ve zor günlerimde tek destekçim Şebnem'di. Umursamaz bir biçimde "Takma kafana," dedi kadın. "Abim bu, bugün sinirlenir yarın unutur." "Çok ağır konuştu Şebnem, daha dün tanıdığı kızla beni aynı kefeye koydu. Neymiş, Lâl'in yuvasını yıkmama izin vermezmiş. Ya ben senin kaç yıllık kızınım, benim mutluluğumun hiç mi önemi yok?" Şebnem sessiz kaldığında anlamıştım, bu öyle şikâyet ederek atlatabileceğim bir şey değildi. Nasıl atlatacağımı henüz ben de bilmiyordum ama böyle gitmezdi. Babamla karşılıklı konuşmam gerekiyordu. Bir yandan da babamın Valentino'ya olan ilgimi nereden öğrenmiş olabileceğini düşünüp duruyordum. "Hayır, benim anlamadığım, babam Valentino ile ilgili duygularımı nereden, kimden öğrenmiş olabilir?" Valentino söylemiş olamazdı. Lâl'in de söyleyeceğini sanmıyordum. Çünkü babamla iletişimleri yoktu ve kendini küçük düşereceğini düşünmüyordum açıkçası. Çok burnu havada bir kızdı. Geriye kim kalıyordu ki? Kafamdaki bu sorunun muhatabı kişileri tartarken çemberi daraltan Şebnem'in "Kim biliyordu ki bunu senden başka?" sorusu olmuştu. Çok uzun düşünmeme gerek kalmadan "Alev..." dedim sinirden sözleri çiğner gibi. Onun söylediğini anlamam zor olmadı. Zaten son derece dedikoducu bir kadındı, geldiğinden beri babama olan ilgisinin de farkındaydım. Babama yaklaşmak için benimle yakın ilişki kurmaya çalışan kadın pekâlâ babama yaranmak için beni de satabilirdi. "Kesin o söylemiştir." "Emin misin?" "Başka kimse bilmiyordu. Zaten Alev de bu konuyla son derece ilgiliydi. Valentino'yla ilgili sürekli araştırma yapmalar, bilmem neler... Ona neyse..." "E sen de arana bir mesafe koy şekerim. Gelip gidemesin öyle keyfince buraya." Haklıydı. Şebnem zaten her zaman haklıydı da bu kez ciddi anlamda Alev'i hayatımdan uzaklaştırmanın zamanı gelmişti. Buraya girip çıkmasını istemiyordum. Yarın öbür gün arkadaşlığımızı kullanarak babamla yakınlaşırsa bir de onun üvey anne tribini çekemezdim. Zaten başımda bir üvey kız kardeş belası vardı, daha fazlasına gerek yoktu. Hizmetlilerden birini çağırdım. Kapıyı çalıp içeri giren kıza düz bir sesle "Şimdi beni iyi dinle," dedim. "Bundan sonra Alev gelirse onu bu kapıdan almıyorsun." Biraz şaşırmış yüz ifadesiyle bana bakan kıza "Anlaşıldı mı?" diye sordum teyit edercesine. "Anlaşıldı, efendim." Hizmetli odadan çıktığında kahvemi yudumladım. "Hadsiz, tepeme çıktı. Görsün bakalım bundan sonra bu kapıdan girebiliyor mu..." "İyi yaptın hayatım. Zaten senin tek gerçek arkadaşın ben olabilirim. Aileden başka kimse insana arkadaş olmaz, bunu asla unutma." Bu soğuk havayı dağıtmak için "Eee, bütün gün bu odada tıkılıp kalacak mıyız? Hadi, bahçeye çıkalım. Hava çok güzel." diye bir teklifte bulundu Şebnem. Ben de onu kırmadım. Odadan çıkıp merdivenlerden aşağı inerken girişte babamla karşılaştık. Elinde bir sürü alışveriş paketleri, oyuncak ayılar, büyük renkli kutular vardı. Yüzünde de farklı bir heyecan. "Hayırdır baba?" Benimle konuşmadığı için yüzüme bakmıyordu. "Alışveriş yaptım biraz." Bu kez daha sağlıklı bir yanıt almak için Şebnem denedi şansını. "Abi, bunlar ne böyle? Bütün oyuncakçı dükkânını satın almışsın. Hayırdır, oyuncakçı mı açıyoruz?" Neşeyle gülerek "Yok, bunlar bebek için." yanıtını verdi. Şebnem'le ikimiz de birbirimize baktığımızda aynı anda "Ne bebeği?" diye sorduk uğultu hâlinde. "Canım, ne bebeği olacak, Lâl'in bebeği!" Kutulardan bazılarını önünde bekleyen hizmetlilere verdikten sonra çantaları kurcalarken anlatmaya devam etti. "İlk kez torunum olacak, dede oluyorum. İtiraf etmek gerekirse biraz heyecanlandım." Gülen yüzü biraz donuklaşırken devam etti. "Gerçi, daha kızıma baba bile olamamışken dede olmama müsaade edilir mi bilmiyorum ama..." Lâl yetmiyormuş gibi bir de doğuracağı bebeğe gösterilen ilgiye şaşkındım. Daha dün hayatımıza giren bir kız eve düşen yıldırım gibi nasıl hayatımızın tam ortasında kendine yer bulabilirdi ki? Babamın yeni kızına, henüz doğmamış torununa gösterdiği bu heyecan beni çılgına çevirmek üzereydi. Onlara gösterilen sevginin aksine benim yüzüme bakmaması da öyle kırıcıydı ki. "Ya baba, kız sana baba bile demiyor, sen kalkmış doğmamış çocuğuna oyuncakçı dükkânı açıyorsun." "Sana fikrini sorduğumu hatırlamıyorum, Beyza." İlk kez suratıma bakarken az önceki şefkatinden eser yoktu. "Ben seninle muhatap oluyor muyum da sen bana fikir beyan ediyorsun?" "Ne olacak bundan sonra baba, bu şekilde mi yaşayacağız aynı evin içinde?" "Sen kendine çekidüzen verene kadar böyle yaşayacağız. Beğenmiyorsan aynayı kendine tut, yanlışlarını düzelt." "Ben ne yanlış yapmışım baba? Sevmekten başka!" Babam aniden "Beyza!" diye kükredi hiç beklemediğim bir yükselişle. "Seviyorum dediğin adam evli, kardeşinle evli, karısına âşık, bebekleri olacak! Hangi bir yanlışından bahsedeyim?" Sesli bir şekilde nefes verdi. "Ayrıca seviyorum dediğin adamın umurunda bile değilsin, sen bunun neyini anlayamıyorsun? Valentino Lâl'i seviyor, onlar mutlu, sende hiç gurur, onur yok mu? Dünyada başka adam mı kalmadı?" "Sevdiğimiz kişiyi seçemediğimiz için kusura bakma, baba! Ayrıca ondan bundan peydahladığın çocuk yüzünden kardeşimin kocası olan adamı sevdiğim için beni ayıplayacak son kişi bile değilsin!" Son sözümle yüzüme patlayan tokat beni şoke etmişti. Bunca zamandır bir fiske bile vurmayan babam, daha dünkü kız için bana tokat atmıştı. Şebnem'in ağzından "Abi!" diye bir çığlık koptu. "Ne yapıyorsun?" Yüzüme bakan adam az önceki tokattan bir parça pişman ama hâlâ öfkeli bir biçimde bana bakıyordu. "Ben, gençken bir hata yaptım. Tek bir hata. Ama senin şuan yaptığın şey bir hatadan çok daha fazlası. Sen göz göre göre mutlu bir yuvayı yıkmaya çalışıyorsun. Senin bu yaptığın resmen taciz. Bile bile evli bir adamın peşinden sürükleniyorsun üstelik adam kardeşinle evli. Ve bana bunu savunurken gençlik hatamı silah olarak kullanıyorsun." Beni ayıplar gibi bakarken yüzü ekşidi. "Yüzüne bile bakamıyorum, midem bulanıyor." Yanımdan geçip giderken merdivenlerden yukarı çıkan adamın babam olduğuna inanamadım. Bunca yıl sonra bana tokat attığına nasıl inanabilirdim ki? O benim babamdı. Bugüne kadar her hatamda yanımda durmuştu. Şimdiyse beni bir kenara atıyordu. Artık ben onun için yoktum sanki. Bunun ağırlığıyla yere çökmemek için kendimi zor tuttum. ❝Lâl❞ Sabah uyandığımda öyle rahat bir keyif vardı ki üzerimde, dünün tüm gerginliğini dünde bırakmış gibiydim ve bu durumdan son derece memnundum. Biraz daha tembellik edip yatakta döndüm. O sırada kapı açıldı ve içeri kapıyı dirseğiyle kapatan adam, elinde kahvaltı tepsisiyle bana doğru geldi. Onu böyle görünce gözlerimi ovalayarak yatakta doğruldum ve güldüm. "Valentino?" Sıradan bir yüz ifadesiyle "Kahvaltı getirdim." yanıtını veren adamın yüzünden tepsiye doğru indi bakışlarım. Neler neler hazırlamış, kaç çeşit zeytin, kaç çeşit peynir, portakal suyu... Bir kuş sütü eksikti neredeyse. Yatağın kenarına oturup tepsiyi kucağıma koyan adamın getirdiklerinden gözlerimi alamamışken "Neler yaptırmışsın böyle?" dedim hayretle. "Bebeğime ve annesine çok iyi bakmalıyım." Normalde de böyle olduğunu bilmesem ha bebek için yapıyorsun yani bunları der, hırgür çıkarırdım da Valent her zamanki Valent'di işte. Düşünceli kocam benim. Bir yandan iştahla dilimi dudaklarımda gezdirirken diğer yandan günah çıkarmaya çalışıyordum. "Valent, ben tüm bunları yersem mide fesadı geçiririm." "Abartma. Sen hamilesin, iyi beslenmen gerekiyor." Bardağı tepsiden alıp dudaklarıma uzattı. "Önce taze sıkılmış portakal suyunu iç bakalım." Portakal suyunu tek dikişte yarıya indirdikten sonra üst dudağımı yaladım ve "Senin işin gücün yok mu?" diye sordum. "Doğuma kadar böyle evde mi takılacaksın?" Benim şakayla söylediğim sözü omuz silkerek kabullendi adam. "Neden olmasın?" Bense "Saçmalama." diyerek güldüm. "İşe gitmelisin." Bu kez daha ciddi olduğunu anladığım bir gülümsemeyle açıkladı. "Sen uyurken işlerimi halledip geldim." Saat kaçtı ki Valent ben uyurken işleri halledip gelebilmişti? Komodinin üzerindeki dijital saate baktığımda şok oldum. Öğlen olmuştu. "Yuh! Nasıl bu kadar uyudum ben ya?" Adama döndüm. "Neden kaldırmadın beni?" "Neden uyandırayım, dinleniyordun. Hem hamilesin, çok uyuman normal." Ben kahvaltımı yaparken bilinçli ve tecrübeli baba adayının vaazlarıyla şaşırmıştım. Yemem gerekenler, içmemem gerekenler, günlük yapmam gerekenler... İyice havaya girmişti Valentino Riccardo. Ve bu da beni güldürüyordu. İlk defa bu kadar tıkırında gidiyordu işler. Daha öncesinde hamileliğimi doğru düzgün yaşayamamıştım ki. Bu yüzden ben de şaşkındım hâliyle. Valent zaten bulutlar üzerindeydi, ona iş güç desek bile umurunda değildi. Bebek de bebek. Başka bir şey dediği yoktu. Memnundum bu durumdan. Böyle normal evli çiftler gibiydik. Hayatımızda kavga gürültü yoktu. Herkesten, dolayısıyla kaostan uzak yaşıyorduk ve bu huzur benim ruhumu doyuruyordu. Kahvaltım bittiğinde tepsiyi önümden alan adam gözümün içine bakarak "Doydun mu?" diye sordu ilgiyle. "Peynirden de biraz yeseydin. Bebek için mükemmel bir kalsiyum kaynağı." "Neler de biliyorsun?" Verdiği küçük bir bilgiyle ona profesör doktor muamelesi yapmama gülmüştü. Bense onun bu hâlinden son derece memnundum ama daha şimdiden böyle yaparsa dokuz ayı nasıl geçirirdik onu bilemiyordum doğrusu. Çünkü hamileliğim ilerlediğinde bunların dozunun artacağını da biliyordum. "Yok, gerçekten çok yedim. Artık midem bulanır daha fazla yersem." "Tamam, o hâlde hazırlan, seni bir yere götüreceğim." Yataktan kalkarken "Nereye?" diye sordum merakla. "Sürpriz." Artık sürpriz dediğinde detayları paylaşmayacağını bilecek kadar tanıyordum Valentino Riccardo'yu. Bu yüzden üstelemedim. "Peki, ben bir duşa gireyim o zaman. Sonra da çıkarız." Elleri ceplerinde bana huzurla bakan adam da "Anlaştık." dedi. Banyoya girmeden önce tekrar şansımı denedim. "Bari nasıl giyinmem gerektiğini söyle." "Rahat şeyler giyebilirsin." Onaylayarak başımı salladım banyoya girerken. Bu sayede lüks restoran gibi kasıntı yerlere gitmeyeceğimizi anlamıştım. Sıcak bir duşun ardından pamuk gibi oldum ve odaya döndüğümde Valentino yatağın karşısındaki koltukta oturmuş tablette işleriyle alakalı bir şeylerle ilgileniyordu. Bornozumu soyduktan sonra iç çamaşırlarımı giydim ve kıyafet dolabımdan günlük bir şeyler aradım. Bu sırada aynadaki yansımadan adamın beni merakla incelediğini görebiliyordum. Alt rafa uzanıp siyah taytımı çıkarırken aynadan ona baktım. "Neye bakıyorsun öyle?" Sırtını koltuğa yaslayan adam "Karnın ne zaman büyümeye başlar acaba, onu düşünüyordum." diye mırıldandı çenesini düşünceli bir biçimde kaşırken. Sağ elimi sallayarak "Daha çoook var." dedim. Düşünceli bir biçimde gözlerimi kıstım ve açıkladım. "Muhtemelen dördüncü ya da beşinci ayda falan yavaş yavaş çıkar karnım." Meraklı olmakta haklıydı aslında. Daha öncesinde erken evreleri birlikte geçirememiştik. Ben onun kapısına dayandığımda o aşamaları çoktan geçmiştik. Şimdiyse karşımdaki adam meraklı bir çocuk gibi her şeyi merak ediyordu, tüm detaylara ilgi duyuyordu. "Peki, bebeğimizi ne zaman görebiliriz?" "Onun için de 1-2 hafta beklememiz gerekiyor. Ultrason için en erken dördüncü ya da beşinci haftada görünürmüş kese. Selvi öyle dedi. Bazen altı haftayı bulduğu da söyleniyor." Sıkıntıyla dudaklarını büktü düz bir biçimde. "Daha çok varmış. Nasıl beklerim bilemiyorum." O bunları söylerken çoktan giyinmiş olan ben ona doğru yürüdüm. Önünde eğilip yanaklarını avuçladım. "Merak etme, iki üç hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçer." Yumuşak yüz hatlarına bakarken mutluluğumu gizleyemedim. Eğilip önce dudaklarından öptüm, sonra yanaklarına iki masum öpücük kondurdum. "Sen dünyanın en iyi babası olacaksın, Valentino Riccardo, demedi deme." "Şimdiden o kadar sabırsızım ki. İçimde garip bir heyecan, telaş var." O sırada yanaklarında duran ellerimi yakalayıp beni kendine çekti ve dizine oturttu. "Kocaman bir aile olmak için sabırsızlanıyorum." "Bütün gece bebek ağlamaları, gürültüden uyuyamamalar... Bunlara rağmen sabırsızlandığına emin misin?" Omuz silkti. "Umurumda bile değil." "Bebek önemli dosyalarının üzerine kusarsa umurunda olur ama." "Kussun. Hiçbir şey ondan önemli olmaz." Başını boynuma gömdüğünde mırıldandı. "Ben her şeye hazırım. Tüm hayatım o ve sen olun istiyorum. Onu bir an önce kucağıma almak istiyorum. O hissi yaşamak istiyorum." "O da olacak, merak etme." İkimizin de korkuları vardı, farkındaydım. Öncesinde yaşananlar hep kötü birer anı olarak karşımıza çıkıyordu. Yüzündeki endişe, üzerime böyle gereğinden fazla titremesi hep bundandı. Ya yeniden kaybedersek, ya bir şey olursa diye neredeyse işi gücü bırakıp bu odaya kamp kuracaktı. Beni bir an olsun gözünün önünden ayırmak istemeyişini anlayabiliyordum. Yaşanan onca şeyden sonra ben de tedirgindim açıkçası. Ama daha serinkanlı davranmaya çalışıyordum. Eskiden yaptığım gibi kötüyü çağırmıyordum. Olacak olan iyi şeylere odaklanmıştım. Aynı şekilde kollarında olduğum adamı da buna yönlendiriyordum. Kucağından kalktığımda "Eee hadi, beni nereye götüreceksin?" dedim ve askıdan ceketimi aldım. "Gidelim. Ben çok merak ettim nereye gideceğimizi." "Bugünkü planımız biraz normalin dışında." Benim soru dolu bakışıma karşılık sır gibi ancak bir parça daha açıklayıcı konuştu. "Çocuğumuz olmadan önce biraz çocuk olmaya gidiyoruz." Hâlâ tam olarak bir şey anlayamasam da elimden tutup beni bir bilinmezliğe götüren adama bırakmıştım tamamen kendimi. ❝Doğan❞ Hayatta hata ya da doğru dediğimiz şey yerine ve zamanına göre göreceli olabilir. Ben bunu elli yaşımdan sonra öğrenmiştim. Yanlış birine âşık olduğumu düşünürken bana yakışan biriyle evlenmenin doğru olduğunu sanmıştım, evlenmiştim. Ancak şimdi görüyordum ki hayat doğru olanı yapmak için yeterince kısaydı. Önemli olan şey kalbinden geçeni yapıp mutlu olmaktı. Etrafımda bu konuda imrendiğim çok fazla arkadaşım vardı. Sevdiği kadınla evlenip mutlu olmuş adamlar. Şimdi tam karşımda onlardan biri oturuyordu. Bahçemde otururken çocuklarından bahseden Fahir'in nasıl da yüzü gülüyordu. O sevdiği kadınla evlenmiş, geniş bir aile kurmuştu. Mutluydu. Bense bana uygun görüleni yapmıştım. Büyüklerden ne gördüysek o demiştim. Sanki büyüklerimiz her zaman her şeyin iyisini bilebilirmiş gibi. Bana pahalıya mâl olan bu dersi böylesine geç almış olmam yıkıcıydı. Fahir'e son günlerde hayatımda olan bitenleri anlattığımda şok olmuştu. Ona elbette Beyza'yla başımın ne kadar dertte olduğunu anlatmadım, utanırdım böyle bir şeyi ima etmekten bile. Ar ederdim. Beyza'nın ise bunu düşündüğü yoktu. Kendini de beni de rezil etmekten korkmuyordu. "Vay be Doğan! Vay vay!" Kendine has şivesiyle şaşkınlığını tekrar eden ifadeleri haykırırken en az benim de ilk öğrendiğim kadar şaşkındı. "Dünya küçük, İstanbul daha da küçük desene." Çenesini kaşırken hâlâ şaka yaptığımı düşünür gibi hayretle kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. "Demek benim canım hocam senin kızın çıktı. Vay anasını!" Kahvemi yudumladıktan sonra "Ben de çok şaşkınım." diye karşılık verdim. "Daha düne kadar bir çocuğum daha olduğunu bilmiyordum bile." "Hâlâ inanamıyorum." Şoku atlatamadığı sesinden belli olan adam "Peki nasıl oldu bu? Lâl Hanım ne dedi bu duruma? Ne tepki verdi?" diye sordu çenesini kaşırken. "Kızmıştır." "Kızmak mı?" Kaşlarım havalanırken benim bir şey söylememe bile gerek kalmadan başını salladı adam. "Benim tanıdığım o kız taş üstünde taş bırakmamıştır. Ateş parçası o. Ortalığı yıkmıştır." "Aksine, benimle muhatap bile olmadı. Sadece kocasına kızdı, niye buldun getirdin bu adamı dedi. Beni önemsemedi bile." Bunları söylerken o anı tekrar tekrar yaşıyordum düşünceli bir biçimde. "Aslında orada benimle konuşmadan bana büyük bir ders verdi biliyor musun? Seni hesap sormaya bile değer görmüyorum, benim hayatımda tek önemsediğim adam kocam der gibi dersini verdi gitti. Açıklamama bile izin vermedi." "Çok üzüldüm kardeşim. Ama kız da haklı. Bu yaşa gelmiş, anne baba yok... Ne zordur kim bilir onun için." "Haklı. Ben bunu hak ettim. Hatta daha beterlerini hak ettim." Başımı öne eğip kabullendim kaderimi. "Öyle zor şeyler yaşamış ki... Benim bile dinlerken kalbim dayanmadı, o beni nasıl affetsin bu durumda?" Omzuma dokundu Fahir. "Üzülme canım, ömür boyu sürecek değil kızgınlığı. Geçer elbet. Sen vazgeçme, hep aşındır kapısını. İlişki kurmaya çalış." Aşağı yukarı salladı başını adam. "Sen bakma onun öyle sert durduğuna. Erkek gibi kız derler ya eskiler, hayat mecburiyetten onu sertleştirmiş. Ama içi yumuşacık, pamuk gibidir. Ben onun her iki tarafıyla da tanıştım. Altın gibi bir kalbi var onun. Güven bana." Son cümlesini söylerken güven veren bir gülümsemeyle başını sallıyordu. Umarım Fahir. Umarım her zaman olduğu gibi yine sen haklı çıkarsın. ❝Lâl❞ Araba durduğunda tamamen çimlerden oluşan yeşillik bir alana gelmiştik. Burası yıllar önce Valent'in bana silah kullanmayı öğrettiği yeri hatırlatıyordu bana. Sadece o tepeden biraz daha düz ve alçak, daha çok piknik yeri gibiydi burası. Arabadan indiğimizde merakla adama döndüm. "Burası neresi? Niye geldik buraya?" "Ölmeden önce yapılacaklar listen yanında mı?" Onu hiç çantamdan çıkarmazdım. Valent de bunu bilirdi. Onun beklenmedik sorusuyla çantamı yokladım. "Evet, her zaman olduğu gibi." Gözleriyle çantamın içinden görünen defteri işaret etti. "Madde 35." Defteri açmamı bekliyordu. Elleri ceplerinde olan adamın neyi amaçladığını bilmiyordum ama bana sürpriz yaparken isteklerimi önemsemesi, benimle ilgili her detayı aklına kazıması öyle romantikti ki anlatamam. Söylediğini yapıp defteri açtım. Sayfaları çevirirken ilgili maddeyi bulmaya çalışıyordum. Ben bile unutmuştum o maddede ne yazdığını. Bana da sürpriz olacaktı açıkçası. Madde 35 - Uçurtma uçur. Ben maddeyi sesli bir şekilde okurken Valent bagajdan uçurtmaları çıkarmıştı bile. "Bunları ben yapmadım. Ama en kısa sürede öğreneceğim." Dudakları bilmem dercesine bükülürken kaşları havalandı. "Kim bilir, belki de bebeğimiz doğup büyüdüğünde ona uçurtma uçurmayı öğretmem gerekir. Şimdiden hazırlanmam gereken çok şey var." Bu söyledikleriyle duygulanırken küçüklüğümü hatırladım. Küçükken görürdüm, yaşıtım çocuklar ne zaman başları sıkışsa, bu içinden çıkamadıkları bir matematik problemi de olurdu zaman zaman başka bir şey de, her zaman babalarına koşarlardı. O yaştaki çocuklar için babalar her şeyi bilirdi. Saçma da olsa her türlü soruyu sorabilecekleri tek kişiydi baba. Valent'in bu heyecanını, her şeyi öğrenme çabasını görünce çocuğumuzun ne kadar şanslı olacağını bir kez daha anladım. Birini sevmek kadar çocuklarınıza doğru babayı seçmek de önemliydi. Belki bir gün aşk biterdi, çiftler ayrılırdı ama evlatlar anne babalarından boşanamazlardı. Kötü bir anne babaya mahkûm olmaktan daha korkunç şey olamazdı herhâlde. Bense karşımda baba olmaya tam anlamıyla hazır, bunu herkesten çok hak eden, çocuğu için her türlü fedakârlığı yapabilecek bir adama hayranlıkla bakıyordum. Heyecanı içimi ısıtıyordu. Ellerim önce ellerini, sonra yanaklarını bulduğumda gözlerine baktım. "Valentino Riccardo, sen muhteşem bir detaysın." ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Nasılsınızzzzzzz? ❤️ Ben çok iyiyim, sebebini de hemen açıklıyorum. Serimizin ilk kitabı Halikarnas'ta Bir Gece, sizlerin de sevgisi ve ilgisi sayesinde 3 MİLYON oldu! 😍🎊 Darısı 4 MİLYON'a ve diğer hikâyelerin başına. Çok teşekkür ediyorum canlarım, hepinize minnettarım, gerçekten. İlginiz, sevginiz, desteğiniz ve yorumlarınız paha biçilemez. Bunu bilin. 🩷 Hatırlıyorum da, 1 Milyon olduğunda bile çok şaşırmıştım. Bu hiç beklemiyordum geyiğini de hiç sevmem ama gerçekten umudum yoktu o kadar okunacağından, bir beklenti içine girmeden yazmıştım ve çok şaşırmıştım. Şimdiyse 3 MİLYON! İnanılmazsınız! 💥 Şimdi gelelim yeni bölümümüze... Öncelikle bölümümüzü kkulbeolll , sakaayikkk ve BaharGndz519 okurlarıma armağan ediyorum. 🎁 Yeni bölümümüzü nasıl buldunuz? Bu inceden gelen sessiz sakinlik size ne hissettiriyor? 🤭 Vee... Hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini buraya yazmaya ne dersiniz? Hazır kitabın bitmesi her bölümde biraz daha yaklaşırken bunlar son istek Lâlentino sahnelerimiz gibi. 💐 Onlardan ayrılmak bana da çok zor gelecek. 🥹 Sizin hayalinizde bu kitaba dair nasıl bir son var? Lütfen çok klişe olan evli mutlu çocuklu demeyin hemen. Bunu hepimiz istiyoruz zaten. 😂 Biraz spesifik yorumlar görmek istiyorum, daha kişisel ve düşünülmüş yorumlar ve istekler. ❤️🌿 Buraya yazabilirsiniz. Sizce yeni bölümde bizleri neler bekliyor olabilir? Tahmin ve teorilerinizi buraya yazabilirsiniz. Dilerseniz kitabımızın Nikolai Miloradov karakterinin yeni başlayan kitabını da profilimden okuyabilirsiniz. Şimdilik bu kadar. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️ ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |