Yeni Üyelik
49.
Bölüm

☾ Rio'da Bir Gece | 47

@buzlarkralicesi

-47-

❝Lâl❞

Sonraki sabah. Çıplak omzumu okşayan sıcak eli. Daha gözlerimi açmadan içimi mutlulukla dolduran adam. Yatağımda, yastığımın yanında bir gül. Çiçeği burnunda baba adayı Valentino Riccardo'yla sıradan bir sabah. Gözlerimi kapadım. Hayat buydu.

Yüzümde mutlu bir tebessümle yeniden gözlerimi araladım. Yanı başımda oturmuş adam beni seyrederken omzumu okşayan eli saçlarıma gitti. "Günaydın."

Elim uzanıp gülü aldığında tembelce kokusunu içime çektim. "Valentino, bu ne?" diye mırıldandım sanki bilmiyormuşum gibi. Gül işte, neyini soruyorsun değil mi? Adam sana orada yok maydanoz dese ne yapacaksın? İlla romantizmin içine turp sıkacaksın, Lâl.

Elbette Valentino Riccardo her ne kadar romantik değilim palavraları sıksa da mafya hayatı hariç bir salon erkeği olduğu için öyle bir yanıt vermedi. Yumuşak tebessümü dudaklarına yayılırken sağ eli önce yanağımı okşadı. "Bir sabah sürprizi, dünyanın en güzel annesi için."

Gözlerimi kaçırdım çekingen bir edayla. O ise yanağımdan boş kalan diğer elini karnıma götürdü. "Bu sabah nasılsın?"

"İyiyim, her şey yolunda. Bulantım da yok şimdilik. Gayet güzel yani."

Hamilelik böyle bir şey miymiş ya? Ben hep dert, hep kahır, hep bulantı, hep hastalık sanıyordum. Öncesinde başka bir şey yaşamadığım için. Elbette daha önümüzde koca bir dokuz ay vardı. Sefasını sürdüğümüz kadar cefasını da çekecektik ama iyi bir başlangıç yapmıştık.

"Bebeğimizi görebilmek için sabırsızlanıyorum."

Koluna dokundum ve okşadım. "Merak etme, yakında görürüz." İç geçirdim. "Acaba kime benzeyecek?"

Gözlerime bakan adam çenemi okşarken "Umarım sana benzer." derken başına nasıl bir bela aldığının henüz farkında değil gibiydi.

Kaşlarımı çattım gülerken. "Delirdin mi sen? Biriyle bile başa çıkmak zorken iki Lâl ile nasıl baş edebileceğini sanıyorsun?"

Omuz silkerek "Bulurum bir yolunu." dedi rahatça. "Siz hep yanımda olun, yeter."

Sanırım kendime nazar değdirmiş olacaktım ki damağıma yapışmış kesif bir tat ve hafif bir mide bulantısıyla yerimden doğruldum. Onun "Ne oldu? İyi misin?" sorusuna yanıt vermek için ağzımı açarsam kusmaktan korktum. Her yer batardı. Hızlı adımlarla banyoya giderken hayırlı olsun dedim. Mide bulantıları başladı. Banyodaki kusma seslerim adama aradığı cevapları vermiş olmalıydı.

Dün yemiş olabileceğim her şeyi çıkardıktan sonra yüzümü yıkayıp biraz rahatladım. Yüzümü havluyla silerken aynaya baktım. Biraz daha iyiydim. Kapıda bekleyen adamı daha çok bekletmemek için banyodan çıkıp o daha soramadan "İyiyim." dedim. "Bunlar normal. Sakın panik yapıp darlama beni bak Valentino tamam mı? Bu önümüzdeki dokuz ay olaysız geçsin istiyorum. Lütfen."

Teslim olmuş gibi ellerini kaldıran adam "Tamam. Bir şey söylemedim." dese de içi içini yiyor gibiydi. Ben bu uyarıyı yapmasaydım bir şeyler yumurtlayacağı kesindi. Ben bilmez miydim malımı... Beni kolumdan tutup yatağa oturttu. "Biraz oturup dinlen şöyle, kendine gel."

Onu dinleyip kusma sonrası halsizliğimin geçmesini bekledim. Böyle pamuklara sarılmak güzeldi, şımartılıyordum ama her adımınızın takip edilmesi hiç de rahat hissettiren bir şey değildi.

İkimiz de duştan çıktıktan sonra ben kliniğe gitmek için hazırlanıyordum. Beyaz bir tişört, üstüne de okyanus mavisi pantolon ceket takımımı giydim.

Kahvaltıya kadar çenesini tutan adam tam kahvaltı bitiminde daha fazla dayanamamıştı. "Biraz daha dinlenseydin keşke. Hemen gitmeseydin kliniğe." Çok parlak bir fikir sunuyormuş gibi ekledi. "Bugün yatsaydın mesela."

"Valentino, ben hasta değilim ki. Hamileyim."

Karşımdaki adam için ikisi arasında bir fark yoktu. Bu yüzden omuz silkerek "Olsun." dedi.

Bense elbette onu dinleyecek değildim. Herhangi bir tehlike yoktu, her şey tıkırındaydı. Hayatımızın olağan akışıyla ilerlemesi için hiçbir sakınca yoktu. Bu yüzden ikimiz de ayrı arabalara binmek için kapıdan dışarı çıktığımız sırada adamın yanağını okşadım. "Bak, dünyadaki ilk ve tek hamile olan kişi ben değilim. İnsanlar hem hamile hem çalışıyor."

"Beni insanlar değil, sen ilgilendiriyorsun."

Bana olan ilgisi hoşuma gitse de güldükten sonra ciddileştim. "Bak bu çok doğal bir süreç. Bu duruma ne kadar çabuk alışırsan o kadar iyi olur. Yoksa dokuz ayda böyle kafayı yersin sen."

Arabalarımızın önüne geldiğimizde el mecbur "Pekâlâ." dese de saniyele içinde işaret parmağını bana çevirdi. "Ancak saat başı rapor veriyorsun. Beni arıyorsun ya da mesaj atıyorsun. İyiyim, bulantım geçti, yoruldum, kötüyüm gibi kısa cevaplar da olsa yazıyorsun. Anlaştık mı?"

Bezgin bir gülümsemeyle "Tamam." dedim, ne diyeyim? Zaten ne dersem diyeyim bu adamı ikna edemeyecektim ki. Zaten bugün hastanede değil de kulüpte toplantıları olduğu için içi içini yiyordu adamın, biliyordum. Hastanedeyken en azından gözünün önünde oluyordum. Şimdi bütün gün darlardı.

Tanıyordum Valent'i, aslında bu kadar pimpirikli biri değildi ama işte geçmişte yaşadığımız kötü tecrübelerden dolayı adamda travma olmuştu herhâlde. Ya bize bir şey olursa, o bir şey yapamazsa, engel olamazsa gibi kuruntularla koruma sayısını da arttırmaktan bahsediyordu zaten. Onu sakinleştirmekde bana düşüyordu.

Kliniğe vardığımda merak etmesin diye ulaştığımı bildiren kısa bir mesaj attım. İçeri girerken takım elbiseli bazı adamlar vardı girişte. Gerildim. Yine bir Fahir Bey vakası mı diye düşünürken beni daha kötüsünün beklediğini bilmiyordum.

Adamların arasından sıyrılan adam yavaş adımlarla bana doğru yürüdü. "Merhaba, Lâl." Hakkındaki davalar devam ederken henüz tutuklanmayan adam, yüzünde sakin ama kindar bir ifadeyle bana bakıyordu. Adnan Sezer. "Vural öldü." Bakışlarında bunun sorumlusunu bildiğini görebiliyordum. "Oğlumu kaybettim." Hem oğlunu hem de geçmişte kardeşi İsmet Sezer'i Valent öldürtmüştü. Yani onun bakış açısında ikisinin de öldürülme sebebi bendim. Tabii oğlunun ve kardeşinin bana yaptıkları görünmüyordu gözünde. Kaşlarını kaldırarak "Baş sağlığı dilemeyecek misin?" diye sorduğunda yüzsüzlüğüne benbile şaşırmıştım.

Normal şartlarda ona karşı tamamen korkusuz olurdum. Karnımda küçük bir can taşımasaydım. Ama artık sorumluluklarım vardı, anne oluyordum. Karşımdaki adam henüz bunu bilmese de -ki bilseydi bana karşı kullanırdı- benim bunu bilerek sakin davranmam gerekiyordu. Sessiz kalmayı tercih ettim. İçimden baş sağlığı dilemek gelmiyordu.

"Ama neden baş sağlığı dileyeceksin ki? Vural'ın ölmesine sevindin bile değil mi?"

Dürüstçe "Üzüldüğümü söyleyemem." dedim. Çok uğraşmama rağmen dilimi ancak bu kadar tutabilmiştim. "Oğluna ne olduysa kendi yaptıkları yüzünden oldu. Bir akrep gibi kendi kendini zehirledi. Ve Adnan Sezer, bir tecavüzcünün arkasından üzülmemi sakın bekleme." Yanından geçip gittim dürüstçe. Arkamdan seslendiğini duysam da dönüp bakmadım.

"Bundan sonra arkanı kollasan iyi edersin, Lâl." Alaycı ve sesli tek hecelik gülüşüyle ekledi. "Hah, ama onu zaten kocan yapıyordu değil mi?"

Onu duymazdan gelerek odama geçtim. Bu sabah bu kadar gerginlik yeterdi de artardı bile. Tek dileğim, bir an önce bu adam hakkındaki davaların da sonuçlanmasıydı. Onunla ilgili davalar hakkında pek bilgim yoktu ancak Vural'ın yaptıkları ortalığa dökülünce bu adama da yolsuzluk, bazı genç kızlara taciz gibi davalar art arda açılmıştı. Umarım bir an önce sonuçlanır da hapsi boylardı. Oğlu ve ortağı gibi ondan da kurtulurduk en kısa sürede.

❝Beyza❞

Sabah Şebnem gelip beni yatağımdan kaldırmasaydı bütün günü odamda, yatağımda geçirirdim. Kafam dağılsın diye birlikte derneğe girmeyi teklif etse de yanaşmadım. Kendini beğenen ve dedikodu arayan birbirinden işsiz kadınla hiç uğraşacak durumda değildim. Zaten derdim başımdan aşkındı.

Şebnem'le bahçede otururken tek düşündüğüm, babamın Lâl yüzünden bana o şekilde davranmasıydı. O anı atlatamıyordum. Kaldıramıyordum. Böyle bir şey nasıl olabilmişti? Babam bana tokat atmıştı.

Şebnem "Tamam artık düşünme şu olayı." dese de düşünmemek elde değildi. Daha önce çoğu kez babamla fikir ayrılıklarına düşmüştük ama hiçbir zaman bana böyle davranmamıştı.

"Hâlâ şoktayım." Omzuma dokunan kadının teselli verişini umursamadan "İki gündür tanıdığı kız yüzünden ya! İnanamıyorum." diye söylendim. "Ben onun kaç yıllık kızıyım."

"Şekerim sen de göstere göstere yapma bu kadar." Dürüst bir bakışla beni eleştirmekten geri çekilmedi. "O adamla karşı karşıya geldiğinde gözlerinden bir kalp çıkmadığı kalıyor. Anlaşılmayacak gibi değil ki. Bazı şeyler böyle saman altından su yürütür gibi olmalı anlıyor musun?"

Biz bunları konuşurken hizmetçi bize doğru geliyordu. Önümde duran kız "Alev Hanım geldiler efendim. Görüşmek istemediğinizi söyledim ama anlamadılar." dediğinde daha konuyu atlatamadan o kadının utanmadan kapıma dayanmasına sinirlenmiştim.

"Gönder gitsin. Bir de onunla mı uğraşacağım." Saçımı arkaya atarken sinirlenmemeye çalıştım ama aradan çok zaman geçmemişken Alev utanmadan buraya kadar gelme cesaretini bulabilmişti kendinde. "Senin ne işin var burada?"

"Asıl senin bu hareketlerinin anlamı ne Beyza? Daha birkaç gün öncesine kadar yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken-"

"Öyle bir şey yok." dedim sakince araya girerek. Gözlerimi kıstım aşağılarcasına. "Sen kendini bu kadar önemli mi sanıyorsun gerçekten? İki selam verdim, konuştum diye kendini şanslı sayacağına..."

"Sen kendini ne sanıyorsun ya? Babanın soyadı olmasa sen bir hiçsin Beyza farkında mısın? Ne o eleştirdiğin kız gibi kendi ayaklarının üzerinde bir yere gelebilmiş birisin ne de hayatta bir başarın var." Söylediklerini sakin bir yüz ifadesiyle dinlerken şok geçiriyordum ama renk vermedim. "Sonra da kalkmış o adam neden beni değil de Lâl'i seçti diye kendini yerlere atıyorsun. Kuyruğu dik tutup istemem yan cebime koy diyorsun ama adam gel dese her şeyi bırakıp koşa koşa gidersin."

"Kendine gel, Alev. Senin karşında Beyza Kozanoğlu var."

"Ben de onu diyorum işte." Aşağılar gibi ekledi. "Kozanoğlu. Soyadın yoksa sen yoksun bile aslında."

Yüzüne bile bakmadan "Çok bile muhatap oldum seninle." dediğimde konunun fazla uzadığının farkındaydım. "Kapının yerini biliyorsun."

"Bunun geri dönüşü olmaz Beyza."

"Of hadi Alev, uzatma. Seni görmek istemiyorum artık."

Hizmetçi gitmesi için hamle yapıp koluna dokunmaya çalıştığında sertçe engel oldu Alev. Son kez bana bakıp "Pişman olacaksın." dedikten sonra geldiği gibi gitti.

Umursamazca "Hadsiz." diye söylendim sadece. Ancak Şebnem onun söylediklerinden ötürü meraka kapılmış gibiydi.

"Bu seni neyle tehdit ediyor?"

"Hiçbir şey. Şuursuz işte."

Doğrulamak ister gibi "Bildiği bir şey yok yani." dediğinde omuz silktim önemsemezce.

"O kim ki ben onunla bir sırrımı paylaşacağım? Ezik şey."

Şebnem öyle olsun der gibi başını salladığında ben kahvemi yudumluyordum. Zaten Alev denen bu aptal kadın yüzünden babamla aram bozulmuşken bir de onun hakkında daha fazla konuşmayı gerekli görmedim.

❝Lâl

Günün son danışanını da uğurladıktan sonra odamda oturuyordum. Bir kupa filtre kahve için ruhumu şeytana bile satabilirdim ama irademi korudum. Kahveden uzak durmam gerektiğini, aramıza mesafe koymam gerektiğini kendime hatırlatırken kapı çalar çalmaz içeri Ahmet girdi. Böyle bir şeyi de ancak Ahmet gibi biri yapabilirdi zaten. Hayır, insan önce bir kapıyı çaldıktan sonra karşı tarafın cevabını bekler değil mi? Yok.

İçeri girdiğinde elinde bir kitap vardı. Kitabın arasına yırtık kâğıt gibi bir şey koymuştu. "Ya Lâl, hastan yoksa biraz şurada takılabilir miyim?" diye sordu karşımda danışanlarım için olan geniş, üçlü koltuğu göstererek.

"Tabii Ahmet, uzan, çocukluğuna bir inelim, bakalım bu senin fütursuzluğun geçmişte olan hangi travmandan kaynaklanıyor? Annen seni üç kere havaya atıp iki kere tuttuğu için mi böyle oldun? Bakalım hepsine."

"Ha ha, çok komik. Psikologluğun da şakaların gibiyse hastalarının vay hâline." Yalvarır gibi ekledi. "Ya azıcık şurada takılsam ne olur? Biraz şu kitabı okuyacağım işte. En heyecanlı yerinde kaldım."

"Hasta değil, danışan, cahil! Bizim sağlığımız da senin gibi doktorların eline kaldıysa vay hâlimize!"

"Kızım bugün benim çalışma günüm değil ki. Laf sokuyorsun ama bir şeyden haberin yok." Elini salladı hey gidi hey der gibi. "Ev hiç müsait değil, Türkü'nün memleketten akrabaları gelmiş, çekirge sürüsü gibi çok kalabalık. Buraya geleyim dedim, burada da bütün angarya dosya işlerini Giray bana kitlemeye çalışıyor." Yapıcı bir tavırla ricacı oldu. "Burada biraz takılayım işte ne olacak? Bak en heyecanlı yerinde kaldım. Kız tam uçurumdan atladı."

İsteksiz isteksiz baktım kitaba. "Ne kitabıymış o? Adı ne?" Soru sormaya korkuyordum çünkü biraz ilgilenirseniz Ahmet tepenize çıkardı. Elinizi verdiğinizde kolunuzu kaptıracağınız cinsten bir arkadaştı kendisi.

Ahmet "Halikarnas'ta Bir Gece." deyince ben şok. Bu bana nereden tanıdık geliyordu acaba?

"Ne?"

"Bizim evdeki kitaplıkta buldum. Bayağı sardı."

Ben duyduğum şeyin şokunu atlatmaya çalışırken sessiz kalmamı fırsat bilen Ahmet durur mu, daha sormadan anlatmaya başladı.

"Bak şimdi, kitapta manyak bir kız var böyle deli gibi bir şey. Bir yerden kaçıyor bu, otostop çekerek Bodrum'a geliyor." Ben şok üstüne şok yaşarken Ahmet hiç umursamadan elindeki kitabı anlatmaya devam etti. "Sonra orada bir mafyayla tanışıyor falan. Meğersem adam bunu rüyalarında görüyormuş, her yerde de bu kızı arıyormuş. Adam da zırdeli anladığım kadarıyla."

"Ne?" Ahmet anlattıkça beni bir ateş basmıştı. Ceketimi çıkarıp koltuğumun arkasına astım.

Ahmet "Ya işte öyle." dedi en sıradan hâliyle. "Sonra kız adama kaçan kovalanır taktiğini uyguluyor. Gosting falan. Adamda da ne sabır varsa peygamber sabrı. Ben olsaydım böyle aşkın ıstırabına falan der bırakırdım." Omuz silkti ve "Seviyor zaar." dedi izlediği diziye kendini kaptıran teyzeler gibi. Aynı onlar gibi yüzünü ekşitti sonra. "Kız da görsen nasıl manyak, yolda görsem selam vermem ben deliden korkarım çünkü. İşte en son kız uçurumdan atlıyordu tam. O sırada telefon çaldı, Giray iş kitleyince kaldı öyle." Benden izin almadan üçlü koltuğa kurulmuştu bile bunları anlatırken. "Ben okudukça anlatırım sana ne oluyor ne bitiyor. Bu arada bir kahve söylesene bana be, ölmüşlerinin ruhuna, ha?"

Bense hiç orada değildim şuan. Ayağa kalkıp "Ne diyorsun sen Ahmet?" diye haykırdım. Aceleyle masadaki telefonu elime aldım. "Yazarı kim bu kitabın?"

Söylemek yerine kitabın kapağını gösteriverdi. "Bilmiyorum. Kendi adını kullanmamış ki, kasabalıbiri diye nick kullanmış. Ne biçim nick, bana danışsa daha iyi bir tavsiye verirdim. Ne bileyim, Tony Montana falan." Ben onunla göz teması bile kurmazken anlatıp durmaya devam etti. "Sonra işte kız mal gibi bir şeylerden kaçıyor ama neyden kaçıyor anlamadım."

Telefon tuşlarına eziyet ederken yüzüne bile bakmadan "Düğünden kaçıyor geri zekâlı!" diye söylendim dişlerimin arasından.

Abartılı bir şaşırma ifadesiyle "Haa..." dedi başını kaşıyan adam. Yavaş yavaş aşağı yukarı salladığı başıyla dalgın bakışları arasında kendi kendine konuşuyordu. "Şimdi her şey anlam kazanmaya başladı."

Şimdi çıldıracaktım. Ne söylediği umurumda bile olmayan adam başımda bık bık konuşurken ben internette kitabın araştırmasını yapıyordum. Kitap yeni çıkmasına rağmen satış rekorları kırıyormuş. Bu da demek oluyordu ki, tüm Türkiye'ye rezil olmuştuk. Herkes yazarın kim olduğunu merak ettiğine dair başlıklar falan açmış ama yazarın adı madı da yoktu.

Nefes almadan konuşan Ahmet sonunda benimle diyalog kurmayı önemsemiş olacak ki yüzümdeki ifadeye bir anlam vermeye çalışırken "Ne o, sen okudun mu bu kitabı?" sorusunu yöneltti. Ne okuması Ahmetciğim, ben kitabı yaşadım, yaşadım. Cevap bile beklemeden devam etti. "Bir şey soracağım, kitabı okuduysan söylesene kız uçurumdan atlayınca ölüyor mu?"

Öfkeyle ceketimi ve çantamı alırken "Hey Allah'ım sen bana sabır ver ya Rabbi'l Âlemin!" diye söylenerek odadan çıktım ama hâlâ Ahmet'in konuşmalarını duyuyordum.

"Doğru, kız başrol sonuçta. O ölse kitap biter."

Bense nereye gideceğimi bile bilmeden hastaneye doğru giderken Valent'i aradım. Adam telefonu açar açmaz "Çok kötü bir şey oldu!" dedim panikle sanki onun benim hakkımdaki hassasiyetini bilmiyormuşum gibi.

Onun endişeli sesi hattın diğer ucunda yankılanırken kendime kızdım. "Bebeğe bir şey mi oldu?" Benim her seferinde bu adamın kalbine indirmeye ne hakkım vardı acaba?

"Yok, öyle bir şey değil." Yeni bir soru yöneltmesine fırsat kalmadan "Bizi kitap yapmış biri." dedim.

"Ne?" Duraksadı. "Nasıl yani?"

"Bildiğin kitap böyle kapaklı mapaklı." Zaten kitap başka nasıl olacak geri zekâlı Lâl. Neyse, kendime sövme işlemim bittikten sonra her şeyi anlattım ona olduğu gibi.

Valent'se gereğinden fazla bir sakinlikle dinledikten sonra "Bu ciddi bir suçlama." dedi. "Eğer bu kadar bariz benzerlikler varsa mahkemeye taşınabilir."

"Senden sonra Fuat'ı arayacağım zaten de, yazan kişinin kimliği, adı sanı belli değil."

"Tamam, sen öncelikle sakin ol. Bu o kadar abartılacak bir şey değil."

"Ne demek değil? Ülkede bu kadar benzer şeyler en fazla kaç kişinin başına gelmiş olabilir?"

"Tamam, bak sakin ol. Hamilesin."

Bu adam da yağmur yağsa çıkma şimdi hamilesin diyecekti. Ofladım. "Ya ne alakası var şuan?" Sinirden telefonu kapattım.

Fuat'ı arayıp durumu anlattım ve kitabın baskısı durdurulsun diye yapması gereken her neyse yapmasını istedim. Dava falan ne gerekiyorsa işte.

Hastaneye geldiğimde bizimkiler dinlenme odasındaydı. Bir Türkü eksikti, onun dışında herkes tamamdı. İçeri girer girmez "Biri hayatımı kitap yapmış." dedim şok edici bir başlık girer gibi. Benim kendimi önemseme seviyem şaka mı derdim normalde ama bu kadar benzerliğin herhangi bir kitapta mümkün olup olmayacağını sorguladım. Aynı yer, aynı kişiler... Sadece biri kitaptı diğeri ise gerçek.

"Kim yapmış olabilir böyle bir şeyi? Nasıl bu kadar detaya hâkim olabilir?"

Olanları anlattığımda bizimkiler de şok olmuştu. Başta da çat orada çat burada çat kapı arkasında, süpürge gibi her yerde olan Ahmet. "Oha! O senin hayatın mıydı?" Sağ eliyle başını ovalarken ofladı. "Ben de diyorum bu manyak bana bir yerden tanıdık geliyor."

Tam ona bir laf yetiştirecekken Evin bunun nasıl olabileceğiyle ilgili yürüttüğü fikri öne sürdü. "Hani dava sürecinde gazetelere, televizyonlara çıktınız ya. Gerçek suç öyküsü gibisinden artık TLC'ye bile çıkarsınız bence, millet sever böyle cinayetli skandalları. Hani yazan kişi de o detaylardan yola çıkarak-"

"Kitap daha önceki tarihte çıkmış, Evin. Ayrıca bu kadar detayı hiçbir gazete yazmaz." Durup durup sinirle kuruldum yine. "Yok, ben dava edeceğim her kimse! Kişilik haklarıma saldırılıyor burada. Kimse çeksin cezasını!"

Aniden araya giren Wendy ben daha ona hiçbir şey söylemeden "Ne olur beni dava etme!" diyerek öne çıktı. Bir de ellerini kelepçelenmiş gibi bana doğru uzattı. "Karnımda bebeğim var, hapse gönderme beni."

Dehşet içinde şaşkınken "Ne?" diye haykırdım. İnanamadım bile. Başta şaka yapıyor sandım. "Sen mi yaptın gerçekten?" Utançla başını öne eğen kıza baktım sorgularken. "Wendy?"

"Ya, evet." Aceleyle savunmaya geçti. "Ama kötü niyetle değil, Allah çarpsın ki! Hem isimleri falan her şeyi değiştirmiştim ben. Sen nasıl anladın ki?"

Öfkeli olduğum kıza bakarken "Ahmet okuduğu bir kitabı anlatırken Allah Allah ya, bu hikâye bana bir yerden çok tanıdık geliyor dedim." yanıtını verdim alayla. Gerçekten kavgadan uzak bir biçimde sordum çünkü neden yaptığını anlamaya çalışıyordum. "Ya Wendy, sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın?"

Sorumun cevabı bu olmamasına rağmen ısrarla aynı şeyleri söylüyordu. "Ya yemin ederim kötü niyetle şey yapmadım ben. Sadece çok yüreklere dokunan bir hikâyeydi. Ben de... Yazdım işte. Aslında bastırmayı düşünmüyordum da bloğumda paylaşırken çok ilgi görünce-"

Ahmet o an konuyla hiç alakası olmamasına rağmen "Yıl 2024, blog mu kalmış ya?" diye söylendi.

Sinirle "Ahmet, sus!" diyerek araya girdim.

Yalvarırcasına "Ne olur beni hapse attırma, Lâl!" dedi Wendy. "Bebeğimi hapislerde mi doğurayım? Yeğenin parmaklıklar ardında mı doğsun? Yapma, ne olur!"

Ona hâlâ kızgın olmama rağmen "Saçmalama geri zekâlı." dedim. "Bu tür suçlarda hapis cezası değil para cezası uygulanıyor. Ayrıca kitabın baskısı falan durduruluyor." Elimi belime atmış sakince nefes almaya çalışırken çok öfkeliydim.

Wendy ise süt dökmüş kedi gibiydi. "Bana çok kızdın mı?"

"Bunu seninle sonra konuşacağız."

Hâlâ işin dalgasında olan Ahmet "Ya Wendy, madem kitabın yazarı sensin... Şuraya bir imza atar mısın?" derken koltukta duran kitabı aldı, ilk sayfasını açıp Wendy'ye uzattı.

Wendy ise o an bana karşı mahcup ve üzgünken "Üf çekil be salak!" dedikten sonra Ahmet'i itip ağlaya ağlaya gitti.

Bu duruma çok bozulan adam "Aaa! Şöhret bunu bozdu. Yakında bizi tanımaz." dedikten sonra bana döndü. Belasını arıyordu bugün, belli. "Şey, Lâl, hazır kitabın karakteriyle karşılaşmışken..." Kitabın sayfalarını çevirip durdu. Bir şeyler arıyordu ama bulamıyordu, bu sırada konuşmaktan da geri durmadı. "Ben kitabı karıştırırken gördüm, şuralarda bir yerlerde... Kız, yani sen, yani of işte kız mektup bırakıp adamı terk ediyor." Çok hayati bir sorunun cevabını almak ister gibi dikkat kesildi. "Sonra adamla kız barışıyorlar mı?"

Karşımdaki çocuğun geri zekâlılığına dehşetle baktım. Henüz dümdüz olan karnımı göstererek "Sence, salak?" dedikten sonra IQ seviyemi düşürür korkusuyla yürüdüm gittim. Allah'ım sen bana çok sabır ver ya Rabbim. Önceki verdiğin çok çabuk bitti maalesef. Amin.

Asansöre doğru yürürken Selvi'nin odasının önünde Ilya'yı görür gibi oldum. Emin olmak için dönüp baktığımda oradaydı. Sırtını duvara yaslamış ağlıyordu. Yanına gitmek için yeltendiğimde Nikolai geldi yanına. Ne konuştuklarını duyamadım ama kızın çok içli ağladığını görünce içim parçaladı. Neye bu kadar üzüldüğünü anlayamadım. Niko aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra kızı alıp götürdü.

Önemli bir hastalığı olup olmadığını düşünürken Selvi'nin odasının önünde olduğu için ona sormak geldi aklıma. Ama doktor hasta gizliliği. Sorsam da anlatmaması çok normaldi. Anlatmamalıydı da zaten. Merakımı kenara itip asansörden içeri girdim.

Akşam eve geldiğimde Valent'le kapının önünde karşılaştık. "Ne güzel tesadüf..." diye mırıldandı adam. Sarıldık. "Nasılsın?" diye sordu.

"İyiyim, bugün biraz sinirlendim ama..." İç geçirdim. "İyiyim." Adnan Sezer'in münasebetsiz ziyaretinden bahsetmemiştim ama Wendy konusuna son derece vakıftı.

Birlikte içeri girdiğimizde bizi anlamsız bir sürpriz bekliyordu. Nine bizi salona buyur ettiğinde Doğan oradaydı ve içerisi oyuncakçı dükkânı gibiydi.

Valentino Doğan'ı görünce elini uzatıp "Hoş geldiniz." derken ben bu duruma anlam vermeye çalışıyordum.

Merakla oyuncaklarla dolu köşeye baktım. "Bunlar ne?" Valent'in yüzüne bakılırsa tüm bunlar onun bir sürprizi değildi.

Doğan neşeyle "Bebek için." derken oldukça coşkulu ve heyecanlı görünüyordu. "Yani torunum-"

Çantamı koltuğa bırakırken kendi çocuğuna babalık yapmaktan aciz birinin bu şovları beni rahatsız etmişti. "Gerek yoktu böyle bir şeye."

"Olur mu canım öyle şey? O benim torunum-"

Onun yüzsüzlüğüne karşı öfkemi daha fazla dizginleyemeyince "O senin hiçbir şeyin değil!" diyerek çıkıştım. Sabrım taşmıştı. Benim yaşadıklarıma hassasiyet göstermeyen, sadece bahanelerle kendini kurtarmaya çalışan, sorumluluğu üzerine almayan biri olarak bana yapamadıklarını benim üzerimden bebeğime yaparak günah çıkarmasına katlanamadım. Az önce yükselttiğim sesimi düşürdüm ve devam ettim. "Onun bir annesi, babası var. Kimsesiz değil. Sen de hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza sızmaya çalışma."

Karşımda ezilip büzülen adam sadece "Ben-" diyebildi. Daha başka şey söylemesine fırsat vermeden dürüstçe içimdekileri döktüm.

"Ne bu büyük büyük hareketler? Sen kendi çocuğuna babalık yapabildin mi de torun torun diye ölüyorsun?"

Sessizlikle baktı yüzüme. Bir şey söylemedi. Söylenecek bir şey var mıydı ki böyle bir durumda? Her şeyi o da biliyordu. Söylediklerimin gerçekliğini inkâr edebilir miydi? Hayır.

"Aklınca günah mı çıkarıyorsun bebeğimin üzerinden? Ben seni affettim mi, babamsın dedim mi? Seninle medenice görüşüyorum diye kendini üzerimde hak sahibi mi sandın?" Bir adım daha yaklaşıp gözlerine baktım koltuktaki oyuncaklardan birini iterken. "Benim bebeğimin böyle şeylere ihtiyacı yok. Onun, onu her şeyden çok seven annesi ve onun için her şeyi göze alan fedakâr bir babası var. Başkalarına ihtiyacı yok. Olmayacak da." İyice anlaması için bastıra bastıra "Benim bebeğim, benim gibi olmayacak. Anne baba sevgisi görmediği için başkalarının sevgisine ihtiyaç duymayacak." dedim. Sakin ama had bildirici bir ton kullanmıştım.

Başını önüne eğen adam "Özür dilerim." dedi sadece. Yüzü kâğıt gibi beyaz olmuştu. O sesszce çıkıp giderken ileri gittiğimi düşünmüştüm ama bana bunu hissettirmesinden bile nefret ettim. Bana bunca şeyi yaşatan o olmasına rağmen kendimi suçlamaktan, onu kırdığım için kendime kızmaktan nefret ettim. Yerini, sınırını bilmediği için onu azarlamıştım ve şimdi benim gözümde haksızken mağdur konumuna düşmüştü. Ve tek kelime etmeden çekip gitmişti. Gerçi ne söylese vicdanım rahatlardı bilmiyordum.

İstemsizce gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken burnumu çektim. Arkamdaki adamın beni ayıplamasından, yargılamasından deli gibi korkarken ona döndüm. "Ağır konuştum... Değil mi?" Kendimi eleştirip yargılarken karşımda duran adamın gözlerinden hiç böyle bir ifadenin geçtiğini görmemek içimi ferahlattı. Kendimi savunma ihtiyacı hissettim elimle az önce Doğan'ın çıktığı kapıyı gösterirken. "Ama bir anda hiçbir şey olmamış gibi onu öyle oyuncaklarla görünce..." Hıçkırıklarım susturdu beni.

Zamanında bana alamadıklarını ona alarak, yapamadıklarını ona yaparak vicdanını susturmasına izin vermek istememiştim. Her çocuk gibi hak ettiklerim vardı. Onlardan yoksun büyümenin yarası içimi delerken o insanların yataklarında huzurla uyumasına katlanamıyordum.

Önce hiçbir şey söylemeden beni kolumdan tutan adam "Tamam, üzme kendini." diyerek sıkı sıkı sarıldı bana. Sırtımı sıvazladı şefkatle. "Senin suçun değil. Onun buraya gelmesi hataydı. Hiçbir şey olmamış gibi." Saçlarımı okşarken ayrıldığımızda gözlerime baktı. "Doğan bunlara hazırlıklı girdi hayatına. Onu uyarmıştım. Bunları biliyordu. Hiçbir şeyin çiçek bahçesi olmayacağının farkındaydı. Bu yüzden onu düşünme, kendini de üzme." Çok fazla üzüldüğümü görüne saçlarımdan öptü. Bir eli karnıma gitti. "Bak, bebeğimiz de üzülüyor."

Kendimi bencil, cani, şımarık hissettiren o adama her karşılaşmamızda daha çok öfkeleniyordum. Kedi gibi pısan mahcup tavırlarına karşı benim tırnaklarımı çıkarmam antipatik görünüyordu ama işin iç yüzü öyle değildi. Onun pamuklara sarıp büyüttüğü bir kızı vardı, benimse beni keskin bıçaklı parmaklıkları olan bir mahzende büyüten sahte bir ailem. İşte içinde bulunduğum durumu en acımasız şekilde açıklayan tek cümle. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi onu affetmeye çalışamazdım. Bunu deneyemezdim bile. Bu yaşadıklarıma, mücadeleme ihanet olurdu.

Biz kapıya bu kadar yakınken zil çaldı. Nina bizden önce koşup kapıyı açtığında onun koşu olimpiyatlarına katılabileceğini düşündüm.

Kapıda Luigi ve Wendy dururken adam kafasını kapıdan içeri sokarken "Girebilir miyiz?" diye sordu.

Wendy'ye hâlâ küs olduğumu belli eden bir bakış atsam da misafirperver bir biçimde "Tabii, hoş geldiniz." dedim. Wendy'ye çok kızgındım ve gerçekten hoş ondan beklemediğim bir şey yapmıştı. Beni öfkelendirmişti.

Bu bir tür ihanet gibiydi. Hani birinizle bir sırrınızı paylaşırsınız, o da gidip arkanızdan herkesle dedikodunuzu yapar gibi bir durum olmuştu. Sanırım beni en öfkelendiren tarafı buydu. Ben en gizli yaralarımı paylaşmıştım onunla. İkinci defa söyleyemeyeceğim kadar gizli, kendimden bile sakladığım sırları. O ise gidip hepsini başkalarıyla paylaşmıştı. Onun yaptığı dostluğa sığmazdı.

Gelin görün ki en kötünün yanında bu eskisi kadar öfkelendirmiyordu beni. Sonuçta ailem beni terk edip gitmişken Wendy bana kardeşlik yapmıştı. En zor zamanlarımda yanımda olmuştu. Valentino yokken bile hep yanımdaydı, dostumdu, kardeşimdi. Tek bir yanlışında onu öylece atmak o kadar kolay değildi. Ancak kolay affeden biri de değilimdir, bunun için sabırla beklemesi gerekecekti. O yüzden çiçeği burnunda çiftimizi içeri buyur ederken Wendy'ye surat yapmaya devam ettim.

Wendy Luigi'nin aksine hemen kapının ağzında bekliyordu. "E geçsene içeri." dedim salonu göstererek.

Geçmedi. Yüzüme baktı utangaç bir edayla. "Ben bugün bir eşeklik ettim. Özür dilemeye geldim." Hiçbir şey söylemeden bana sarıldı. Ben sarılmadım. Ellerim karıncalanıyordu ona sarılmak için. Aman senden önemli değil dememek için zor tutuyordum kendimi ama diyemezdim. Çünkü yarın öbür gün yine böyle bir hata yaparsa bu kez onu affedebileceğimi sanmıyordum.

Benim sarılmadığımı gören kız ürkekçe geri çekildiğinde "Ya sen benim arkadaşımdın, Wendy." dedim. "Ben seninle en mahrem sırlarımı paylaştım. Sen ne yaptın? Tüm Türkiye'ye anlattın!"

"Özür dilerim."

"Özür dileyerek geçecek bir şey değil bu."

"Söyle, beni affetmen için ne gerekirse yaparım."

Bir süre yüzüne sessizce baktıktan sonra işaret parmağımı salladım. "Dua et hamilesin. Yoksa seni burada dayak manyağı yapardım." Normal şartlarda bu sözüm üzerine hemen boynuma atlayacak olan kızın gözleri dolmuştu. İkimizin de benzer dertleri. Hormonlar. "Bir süre görüşmeyelim. En azından sana sinirim geçene kadar. Bu şekilde senin de kalbini kırmak istemiyorum, anlaştık mı?"

Aşağı yukarı başını sallayan kız suçunu bilip sessizce kapıdan çıkıp gitti. Arkasından da Luigi giderken "Söyle ona kendini çok üzmesin." dedim bıkkın bir biçimde kaşlarımı kaldırarak. Artık yorulmuştum.

Yeniden evde yalnız kaldığımızda sesli bir nefes alıp verdim. Sağ elim alnıma kapanırken sabrım tükenmiş gibiydi. "Ne boktan bir gün bu ya? Bir kafama göktaşı düşmediği kaldı."

Her şey bir yana, Adnan'ın söyledikleri aklımdan bir an olsun çıkmıyordu, zihnimde yankılanıp duruyordu. Sanki suçlu olan kendi oğlu değilmiş gibi nasıl da üste çıkıyordu? Ruh hastası. Bir de utanmadan bundan sonra arkanı kollasan iyi edersin falan demişti. Bir de imalı imalı hah, ama onu zaten kocan yapıyordu değil mi demişti tehditkârca. Allah'tan Valent'e zarar veremezdi. Yoksa verebilir miydi?

Ona zarar gelmesi ihtimali. Bu korku bile tüm bedenimi sarsmaya yetiyordu. Krampla sarsılan karnıma gitti elim. Bunun farkına varan adam "Lâl, iyi misin?" diye sorarken boşta kalan dirseğimi tuttu.

"İyiyim, iyiyim. Bir kramp sadece."

Kolumdan yumuşakça tutarak merdivenlerden çıkardı beni. "Kendini üzmemeni defalarca söylememe rağmen!"

"Gel de üzülme. Şu olanlara bak."

Valentino tahminimce Adnan konusunu bilmediği için "Bir şey olduğu yok." dedi sadece. Zaten hamileyim diye güvenlik önlemlerini kat kat çıkaran Valent'e Adnan'ın tehdidini anlatsaydım nefes aldırmazdı herhâlde. Hem onu da germek istemedim. "Bebeğimiz için üzümeyeceksin, stres yasak. Konuştuk bunları. Tekrar tekrar söyletme bana." Sadece Doğan ve Wendy konusuna kafayı taktığımı düşünen adam "Wendy'ye de kızma." diye ekledi. "Belli ki niyeti kötü değil."

Bense onu çoktan unutmuştum. "Ya biliyorum. Çok kızdım ona ama niyetinin kötü olmadığının farkındayım. Bizim Wendy'den bahsediyoruz sonuçta." Beni yatağa oturtan adamın ellerinden tutarak güç aldım ve yatağa yarı uzanır bir pozisyon aldım. "Hem en zor günlerimde o yanımdaydı. Onu öyle kolayca silip atamam. Ayrıca o da hamile. Küslüğümü çok uzatmayı düşünmüyorum. Sonuçta yeğenimi de üzemem böyle bir şey için."

Benden böyle yanıtlar beklemeyen Valent biraz şaşırmış görünüyordu. "Peki, aşağıda neden öyle davrandın o zaman?" Kafası karışmıştı.

"Dersini alsın da bir daha böyle bir şey yapmasın diye." Haylaz bir çocuğu azarlar gibi bir ifadeyle baktıktan sonra güldü adam. Bense yatakta yanımdaki boş yere dokundum elimle. "Gelsene. Bebeğinin annesi biraz şımartılmak istiyor."

İkiletmeden yanıma uzandı ve beni kendine çekti. Omuzlarımda masaj yapar gibi yumuşakça gezinen elleri sonraki durağı olan karnıma gitti. Okşadı, sevdi, öptü. Benim ruhuma yaptığı gibi henüz belki dünyaya bile geleceğinden habersiz bebeğimize sevgisinin her zerresini akıtmaktan çekinmedi. O da en az benim kadar heyecanlıydı bizden bir parçanın dünyaya geleceğinden ötürü.

...

*

YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü rabiaolgun1 , wilma_ilgin okurlarıma armağan ediyorum. 🌸 Yeni bölümü nasıl buldunuz? Neler hissediyorsunuz? Buraya yazabilirsiniz. Hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini de buraya yazabilirsiniz. Bu arada bugün karnesini alan tüm öğrenci kardeşlerime iyi tatiller diliyorum, bu yaz keyfine bakmayı en çok siz hak ediyorsunuz. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️

•••

SOSYAL MEDYA
Wattpad: -BuzlarKralicesi
Instagram: buzlarkralicesioffical
Twitter: @buzdanjuliet
YouTube: Gülay Sena Dündar
Tiktok: @halikarnastabirgece
Tiktok Kişisel: @buzlarkralicesiofficial

HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI
@halikarnastabirgece
@lalalsancakofficial
@valentinoriccardoofficial
@lalentinofanclub
@lalentinowithlove

Loading...
0%