@buzlarkralicesi
|
-5- ❝Lâl❞ Elimde bir kutu ve not. Öylece kalakalmıştım. Bir süre ne düşünmem gerektiğini bilemedim. Bunun bana yapılan kötü bir şaka olduğunu düşünmek istiyordum ama Valentino'yu gördüğümü yalnızca Wendy'ye söylemiştim. Başka kimseye bununla ilgili bir şeyden bahsetmemiştim. Etrafa bakındım. Hâlâ kimse yoktu. Küçük bahçeyi çevreleyen alanın kapısına kadar yürüdüm ve her yere baktım. Kutuyu bırakan her kimse ona dair bir ipucu yoktu. Ne bir gölge, ne bir iz, ne bir insan. Hiçbir şey. Elimdeki kutuyla eve girdiğimde donup kalmıştım sanki. Valentino. O olabilir miydi? Bana bir mesaj bırakmak istiyor olabilir miydi? Nottaki yazıya baksam da tanıdık birinin el yazısına benzemiyordu.
"Geri döndüm, beni özledin mi?"
Bu notun kim tarafından yazıldığını anlamam için hangi amaçla yazıldığını çözmem gerekiyordu. Valent'e dair bir şeyler aradım notta. Bir sevgi sözcüğü, bize ait bir ipucu. Ama yoktu. Bu da demek oluyordu ki belki de bu not sevgi dolu bir amaçla yazılmamıştı. Üstelik Valent'in cesedini görmüştüm, her ne kadar tam tersine dair umut beslemek istesem de öldüğü su götürmez bir gerçekti. Hem Valent yaşıyor olsaydı böyle mesajlar vermek yerine direkt karşıma çıkmaz mıydı? Saçma.
O an başka bir düşünce belirdi zihnimde. Valent'in öldüğünü görmüştüm ama Vural... Onun öldüğünü görmemiştim. Valentino ölürken yanında olduğunu söylemişti, öldüğüne eminim demişti ama... Gözlerimle görmemiştim sonuçta. Gözlerimle görmediğim bir şeye de inanamazdım. İster istemez aklıma Vural'ın hayatta olabileceği kuşkusu dolmuştu ve zihnimi yiyip bitiriyordu. Bu notu o göndermiş olabilir miydi? Belki de geri dönmeden önce beni korkutmak, uykularımı kaçırmak istiyordu. Huzurumu yeniden elimden almaktı niyeti.
Hayır, Lâl. Sakin ol. Bu iki adamın da yaşaması artık imkânsız. Valentino da öldü, Vural da. Aklına mukayyet ol. Şuan deliremezsin. Hiç sırası değil.
Elimde kutuyla salon koltuğuna oturdum. Notu bir kenara bıraktım ve usulca kutuyu açtım. Kutuda bir telefon vardı. Telefon mu? İyi de neden? Belli ki bu notu bırakan kişi ona ulaşmamı istiyordu. O zaman neden karşıma çıkmamıştı? Ya da niçin böyle bir yol seçme gereği duymuştu?
Telefonu açtım. Rehberde tek bir numara kayıtlıydı. O da Bir diye kayıtlıydı. Bir. Bunun anlamı neydi? Sayıyla değil de yazıyla. Delirmiştim sanırım. Her şeyden bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. İyice kafayı yemiştim. Kayıtlı olan tek numarayı aradım. Ancak meşgule aldı. Birkaç saniye sonra o numaradan mesaj geldi.
Gönderen: Bir
"Çok sabırsızsın. Mesaj atmak yerine arayacağını biliyordum."
Kime: Bir "Kimsin sen? Neden açmıyorsun telefonu?" Oturduğum yerde dizlerimle ritim tutturmuş yanıt gelmesini bekledim sabırsızca. Çok beklemeden o yanıt geldi. Gönderen: Bir "Ben hazır olana kadar yalnızca yazışacağız. Ben istemediğim sürece bana ulaşamazsın." Dudaklarım düz bir çizgi hâlini almış, dişlerim istemsizce üst dudağımı aşındırmaya başlamıştı. Yeni bir mesaj yazdım. Kime: Bir "Kimsin sen?" Yanıt yoktu. Bir süre bekledim ama cevap gelmedi. Yarım saat geçti, bir saat geçti ama yok. Hiçbir şey yazmadı. Yok oldu sanki. Koltuğun üstünde neye uğradığımı şaşırmış bir biçimde öylece dururken anahtarıyla kapıyı açan Wendy girdi içeri. Beni öyle görünce neler olduğunu anlayamadı. Biraz kendime geldiğimde ona her şeyi anlattım. Kapımın önünde gizemli bir kutu bulmamdan tutup notu ve telefon yazışmalarını. Her şeyi anlattım ve gösterdim. Wendy de şaşıp kalmış durumdaydı. Çenesini kaşıyan kız düşünceli bir biçimde salonu arşınlarken en az benim kadar merak içindeydi. "İyi de bu çok saçma. Yani Valentino zaten öldü. O olamaz. O olsaydı da direkt karşına çıkardı senin de dediğin gibi. Vural desen... Niye böyle bir şey yapsın ki piç kurusu?" "Huzurumu kaçırmak için tabii. Niye olacak?" Yerimde duramıyordum. "Sadece kesik bir bacak buldular, Wendy. Öldüğüne dair hiçbir şey yok. O kesik bacağın ona ait olduğunu bile bilmiyoruz. Belki DNA testini kendi istedikleri şekilde düzenlediler." "Hey hey hey, Lâl. Biraz yavaş ol." "2 yıl boyunca hiçbir sonuç çıkmadı. Ceset bulunamadığı için kayıtlarda hâlâ kayıp görünüyor. Tabii herkes öldü saydı ama ölmek başka öldü sayılmak başka. Kesik bir bacak da cesedin bir parçası sayılabilir, değil mi?" "Tamam, Lâl. Sakin ol." "Nasıl sakin olayım? Bu pislik herif yaşıyor olabilir! Eğer o değilse kim benimle uğraşıyor? Kim?" "Tamam, sakin ol diyorum. Çözeceğiz." Çenesini kaşırken bir müddet düşündü ve bana döndü. "Sen şimdi yukarı çık, bu gece biraz uyumaya çalış, dinlen." Arta kalan telefonu, notu kutuya tıkıştırdıktan sonra koltuğunun altına alıp benimle merdivenleri çıktı. Beni odama götürüp yatağa yatırdıktan sonra kutuyu komodinin üzerine koydu ve bana baktı. "Uyu, dinlen. Yarın ola hayrola." "Gözüme uyku girer mi sanıyorsun?" "Şuan yapabileceğimiz bir şey yok. Ama sabırlı olursan bu konuyu araştırıp çözeriz." Zoraki de olsa onayladım ve başımı yastığa koydum. "Teşekkür ederim, Wendy. İyi ki varsın." Elimi tuttu gözlerini kapatarak bana güç verdi. O odadan çıkarken yatakta yan dönüp kutuya bakarak uyumaya çalıştım. Benimle uğraşan bu yabancının kim olduğunu çözecektim. Sabah bok gibi uyandım. Doğru düzgün uykumu alamadığım için aynada iğrenç görünüyordum. İyi bir duş alıp kendime geldim ve kahvaltıya indim. Şanslı günümüzdeydik. Herkes kahvaltıdaydı. Ahmet ve Giray yine her kahvaltıda olduğu gibi yumurta tokuşturma oyunu oynuyorlardı. Hâlâ büyümemiş iki erkek çocuğu. Ama hiç olmazsa evin bir neşesiydiler. Kahvaltıya oturduğumda ocağın başında duran Wendy "Günaydın." dedi. "Krep ister misin?" Hayır anlamında başımı sallayarak kahve makinasından kendime bir kahve doldurdum. Hâlimi gören Ahmet yumurta tokuştururken masanın üzerindeki dergiden Giray'la beğendikleri kızları gösteriyorlardı. Cidden iki ergen çocuktu bunlar. Tabii dergiyi kurcalasa da benimle uğraşma görevinden geri durmadı. "Dün gece âlem yapan biziz akşamdan kalan sensin sanki. Bok gibi görünüyorsun." "Sağ ol Ahmet, iltifatınla içimi ne kadar rahatlattın anlatamam." "Hem senin neden hep saçların böyle omuz hizasında kısa? Biraz uzatsan sana çok yakışır aslında." Giray da onaylayarak başını sallayıp benden yanıt beklerken Wendy'le bakıştık. Ben Valentino öldüğünden beri saçlarımı hiç uzatmamıştım ki. Onun en sevdiği şeydi benim saçlarım. Şimdi kime güzel görünecektim ya da neden uzatacaktım ki saçlarımı? Ne gerek vardı? Başkası uzun saçlarımı görüp beğensin, onun en sevdiği şey olsun diye mi? Hayır. İçimden gelmiyordu. Zaten böyle daha pratik oluyordu, yıka ve çık. Cevabımı dalgaya vurarak "Sen sorasın diye uzatmıyorum Ahmet, oldu mu?" Umursamazca omuz silkti Ahmet ve dergi kurcalamaya devam etti. Sıradan bir şeyden bahseder gibi de ekledi. "Rio'dan çıktığımızda dışarıda Rus enişteyle karşılaştık." "Rus enişte kim?" "Canım, yok mu hani hep arıyor ev telefonundan duyuyoruz. Nikolai." Sonradan aklına gelmiş gibi "Yalnız adam bizim Rio'dan çıktığımızı gördü. Umarım Hydra yerine yeni açılan yere girdiğimiz için ona ihanet ettiğimizi düşünmemiştir." demeyi de ihmal etmedi. Bense gündemi başka yere çeken Ahmet'e öldürücü bakışlar fırlatıp öfkeyle hemen atağa geçtim. Elimdeki çatalı masaya batırdım. "Bana bak bir daha ona Rus enişte dediğini duyarsam seni dilinden tavana asarım. Hele bir de Niko'yla o şekilde konuştuğunu duyayım-" "Aman tamam be, bir şey demedik!" Gözlerini devirdi Ahmet. "Sanki sana abayı yaktığını bilmiyoruz." Nikolai arada cep telefonumdan bana ulaşamayınca ev telefonundan arıyordu. Ve bu da Ahmet'in gözünden kaçmamıştı anlaşılan. Şüpheyle gözlerimi kıstım ve "Sen aşağıdaki telefondan bizim konuşmalarımızı mı dinliyorsun?" diyerek hesap sordum. Kekeleyerek toparladı. "Y-Yo, ne alakası var kızım? Benim işim gücüm yok sizi mi dinleyeceğim?" Durup durup düşündü ve ekledi. "Bence sen de bu adama bir şans ver artık. Ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Sonsuza dek yasını mı tutacaksın? 2 yıl yeterli bir yas süreci bence. Bak yaşın da geçiyor. Yaşın dayandı otuza. Bu Niko da düzgün birine benziyor. Bir şans versen ne olur sanki?" "Bir kere ben 30 yokum, 29 varım." Yaş derdine düşmekten Ahmet'e kızacağım konu yeni aklıma dank etti. "Ahmet sen benim yaşımın çetelesini tutacağına kendi hayatına bak. Çok biliyorsan sen evlen." "Talip olsa evlenirim de kızım bizim senin gibi talibimiz yok." Çaresizce omuz silkti Ahmet. "Beni beğeneni ben beğenmem, beğendiğim beni beğenmez. Ne olacak bilmem artık. Kırk yıl düşünsem İsmail YK'ya hak vereceğimi düşünmezdim, şu hâlime bak ya." "Standartlarını biraz düşüreceksin o zaman." "İlişki koçu Lâl Alsancak konuştu!" "Sen benim hayatıma burnunu sokarken iyiydi, ne oldu?" Evin düşünceli tavırlarından dolayı konuya geriden geliyordu. "Yalnız Nikolai efendi adam. Eğer şans vermeyi düşünürsen onunla bir dene bence." Ahmet başını salladı onaylar gibi. "Hem evlenirseniz böyle Rus güzeli çocuklarınız olabilir. Gen haritanıza baktığımda-" Yüzümü buruşturarak ofladım. "Ahmet gen bilgilerini ve parlak fikirlerini kendine sakla." Bu konudan sıkılmıştım. Bu seçeneğin benim için yeterli olmadığını düşünmüş olacak ki "Hayır, Niko'dan elektrik alamıyorum dersen de seninle tanışmak isteyen bir arkadaşım var. Çok düzgün biri. Vallahi bak." diye de eklemeyi ihmal etmedi Evin. "Evin, olmaz." Sabırlı olmaya çalışarak iki elimi masaya dayadım. "Arkadaşlar, beni düşündüğünüzü biliyorum. Çok teşekkür ederim ama ben evlenmeyi düşünmüyorum. Başka birini hayatıma almayı da düşünmüyorum. Çünkü benim kalbim hâlâ dolu. İçindeki kişi ölmüş olsa bile." Mutfakta bir sessizlik hâkim olduğunda "Afiyet olsun." diyerek masadan kalktım ve hazırlanıp evden çıktım. Daha uğraşacak çok işim vardı. Öncelikle Başkan mesaj atmıştı, onunla bir görüşmemiz gerekiyordu. Ne söyleyeceğini az çok tahmin etsem de davete icabet etmek gerekirdi. Bunun dışında dün gece kapıma bırakılan kutunun sırrını çözmem gerekiyordu. Hastaneye geldiğimde asistanından Başkan'ın odasında beni beklediğini öğrendim. Geldiğim haber verildi, Şerif Günday beni huzuruna kabul etmeye hazırlandı. Bense odasından içeri girerken lükse ne kadar düşkün olduğunu düşündüm. Bu kadar özenerek yaptırdığı odasını bırakıp hastaneyi nasıl büyük bir ortağa devredecekti anlamak güçtü doğrusu. Usulca içeri girdim. "Benimle görüşmek istemiştin." Ellerim iki yanda "Buradayım." dedim. "Kapıyı kapat, yanıma gel." Masasında oturan adamın emir verir tarzını umursamadan kapıyı kapattım ve yanına yürüdüm. Tam karşısına oturup bacak bacak üstüne attım. "Dinliyorum." Rahat tavrımdan rahatsız adam memnuniyetsiz bir göz süzmeden sonra elindeki kalemi masaya bıraktı. "Hastanenin durumunu biliyorsun. Gittikçe dibe çöküyoruz. Ve elimizdeki fırsatları değerlendirmezsek şu durumumuza bile muhtaç kalacağız." "Yani?" "Yani artık bir şeyler yapmamız gerekiyor." Duraksadı ve düzeltti. "Yapman gerekiyor." Kollarımı kavuşturdum. "Ne yapacakmışım?" "Hisselerini bana devret. Ben de şu alıcıya satayım hastaneyi. Hem tamamını satmış olmayacağız." İkna edici bir ifadeyle "Buna mecburuz." diye ekledi. Benim ikna olur gibi durmadığımı görünce tehditkâr hâline geri döndü. "Sen hisselerini devretmesen bile diğer hissedarlarla konuşur hastaneyi satarım." "Öyleyse beni neden ikna etmeye çalışıyorsun?" "Vakit kaybı olmasın, işleri zorlaştırma." Yavaşça doğruldum ve ayağa kalktım. "Ben kendi hakkımdan feragat etmiyorum. Dedemin devrettiği hisseleri korumak, bu hastanenin düzenini sağlamak benim görevim. Hisselerimi sana devretmektense ormandaki kurtlara devretmeyi tercih ederim. Hastaneyi senden daha iyi yönetecekleri kesin." "Dünkü piç, benim öz babamın hisselerine kondu da benim hastanemi benden çok mu düşünüyor? Şu işe bak!" Onun alaycı ve öfkeli sözleriyle muhatap olmamak için "Seninle orta yolu bulamayacağız anlaşılan. Ben gidiyorum." diyerek kapıya yürüdüğümde hızlı adımları beni takip edip sertçe kolumdan tuttu. "Bırak beni." "Bana öyle arkanı dönemezsin küçük hanım." Sinirle soludu. "Bunun bir bedeli olur." Yüzümü ona döndüm ve gözlerine baktım. "Şerif Günday, senden korkmuyorum. Tehditlerinden de öyle." "Neyine güveniyorsun?" Gözlerini küçümsercesine kısarak devam etti. "Mafya bozuntusu sevgilin de geberdi. Neye güveniyorsun artık?" "Söyledim, kendimden başka kimseye güvenmiyorum." Kararlılığımı sürdürdüm. "Ve geri adım atmaya niyetim yok. Kararımdan dönmem." Çenemi sıkıca kavrayıp beni sertçe duvara çarpan adama ifadesiz bir bakış fırlattım. "Bana bak kızım, sen benimle uğraşamazsın bile. Aklını başına topla, hakkım olanları bana ver. Yoksa ben almasını bilirim." Avuçlarının arasında sıktığı çenemi umursamaksızın dişlerimin arasından karşılık verdim. "Elinden geleni ardına koyma." Yanağımı duvara çarptığında boşta kalan elimle kurtulmak için hamle yaptım. Onu ittiğimde yüzüm alev alev yanıyordu. Delici bakışlarımla "Beni korkutamazsın." dedim yalnızca. Sonrasında arkama bile bakmadan ceketimi düzelttim, sakin adımlarla dışarı çıktım. Kapının yanındaki duvara soluklanmak için yaslandığımda telefonun çalma sesi beni durdurdu. Başkan telefonu açtı ve telaşla "Evet?" diye yanıtladı. Bir süre dinledikten sonra "Başımızın çaresine bakacağız." dediğini duydum. "Misafirlerimizi güvenli bir yere al. Hastaneyi satın alacak kişinin nasıl biri olduğunu bilmiyoruz sonuçta." Merakla telefon konuşmasını dinledikten sonra sesler kesildi. Hızlı adımlarla odadan uzaklaşırken konuşmaların ne anlama geldiğini düşünmekten kendimi alamadım. Koridorda yürürken ağzımın içinden "Ne halt karıştırıyorsun yine sen, Başkan?" diye söylenmekten kendimi alamadım. Ne çeviriyordu yine bu adam? Kliniğe geldiğimde ortalık sakindi. Deske yaklaştım. "N'aber Şebboy?" "İyiyim Lâl Hanım, siz?" "Teşekkürler. Bugünkü programımız ne?" "Bugün fazla kişi yok. Sakiniz yani." Durumdan memnun bir biçimde başımı salladım. "Harika. Bana bir kahve gönderebilir misin?" "Tabii, hemen." "Teşekkür ederim." Güler yüzlü bir sohbetin ardından odama geçtiğimde sessizlik içinde olmaktan memnundum. Kısa bir süre sonra kapı çaldı ve Şebboy elinde kahvemle içeri girdi ama biraz keyifsizdi. "Hayırdır Şebboy?" Kısık sesle memnuniyetsizliğini dile getiren kadın "O garip adam yine geldi." dedi. "Hangi garip adam?" "Adamlarıyla sorun yaratan mafya tipli adam. Randevusuz gelmiş. Kapıda, sizi bekliyor." Kısa süre düşündükten sonra mecburen "Al içeri." dedim. Başını sallayarak odadan çıkan Şebboy'un ardından kahvemden bir yudum aldım. Kahve eşliğindeki keyifli dakikalarım kısa sürmüştü. Birkaç dakika sonra kapı çaldı, içeri tedirgin ve mahcup bir yüz ifadesiyle Fahir Bey girdi. "Hocam, rahatsız etmiyorum inşallah." Karşımdaki koltuğu işaret ederek "Buyurun lütfen." dedim yalnızca. İçini rahatlatan bir yanıt alamayınca aynı mahcubiyetle karşımdaki koltuğa çökerek oturan adam kendini açıklama ihtiyacı hissediyor gibiydi. "Randevusuz geldim biliyorum, randevumuza da çok vardı ama acil olmasaydı gelmezdim." "Acil olan nedir?" "İtiraf edeyim, sizinle konuştuktan sonra epey bir rahatladım. Konuşarak iyi edeceğinizi düşünmüyordum ama mucizevi bir şekilde iyi geldi. Sanki kırk yıllık arkadaşla bir hasbihal gibi rahatlatıcıydı. Gece de çok iyi uyudum. Ama..." Meraklı bakışım eşliğinde "Sabah bir şey oldu." diye itiraf etti. "Ne gibi?" "Banyodayken sanki biri arkamdan bana yaklaşıyor gibi hissettim. Arkamı döndüğümde kimse yoktu." Bunun gerçek olmadığını, bir yanılsama olduğunu tahmin edebiliyordum ama yine de "Kimdi? Size yaklaşan kişinin yüzünü gördünüz mü?" diye sordum. "Bilmiyorum, arkamdan yaklaşan bir nefes hissettim gibi oldu. Kimse yoktu." Başımı salladım yorum yapmadan. Ajandama notlarımı aldıktan sonra "Sizinle hiç geçmiş yaşamınızı konuşma fırsatı bulamadık, Fahir Bey." diye sordum. "Ne geçmişi? Yani geçmiş derken?" "Çocukluğunuz, annenizle ve babanızla ilişkiniz, aile yaşantınız..." "Ya beni takip eden birileri var diyorum, siz çocukluğunuza inelim diyorsunuz. Bunun bana ne faydası olacak?" Anlatmaya yanaşmayan adam arkasına yaslanarak "Boş konular bunlar." diyerek geçiştirdi. "Bakın, size gereksiz gibi gelebilir ama aslında geçmiş yaşantımız geleceğimizi büyük ölçüde etkiler. Ailemizle ilişkimizin kişiliğimizi etkilediği gibi." Aksi bir ifadeyle "Biz iki kardeştik. Babam öldü, annem de bizi terk edince amcam baktı bize. Bu kadar." diyerek geçiştirdi. "Bunun kişiliğime ne etkisi olacak? Peşimdeki takip eden kişiyle bunların ne alakası var?" "Alakası olabilir." Elimde evirip çevirdiğim kalemi sakince masaya bıraktığımda ekledim. "Ama bunu anlayabilmemiz ve tedavinizi gerçekleştirebilmemiz için bana yardımcı olmanız gerekiyor. Kendinizi kapatırsanız size yardımcı olamam." Sağ eliyle ensesini kaşırken sıkıntıyla ofladı adam. Şuan paylaşmaya hazır olmadığı için zorlamadım. "Tamam, hemen anlatmak zorunda değilsiniz. Paylaşmaya hazır olana kadar bekleyebiliriz." Biraz havadan sudan konuştuk. Eşinden ve çocuklarından bahsettiğinde daha rahat görünüyordu. Ben de bu seansta genel olarak onlarla alakalı sohbetlere yer verdim. Mutlu bir ailesi var gibi görünüyordu. Yalnızca iş yoğunluğundan eşine vakit ayıramadığı zamanlarda bazı münakaşalar yaşandığından bahsetti. Olağan şeyler. "Sizi randevulaştığımız gün de mutlaka görmek isterim." Suçlu bir yüz ifadesiyle "Size bir şey itiraf etmek istiyorum." diyerek söze girdi. "Size geldiğim gün mucizevi bir şekilde kendimi iyi hissedince tekrar gelmeyi düşünmüyordum." Tepkimi yoklar gibi "Bana kızdınız mı?" diye sordu. Bu sırada bıyık altından bana bakmayı da ihmal etmedi. "Hayır, kızmadım Fahir Bey ama tam olarak iyi hissetmeden seanslara ara verirseniz bunun size bir faydası olmaz. Sorununuzun tam olarak çözümlendiğine emin olmalıyız. O zamana kadar her hafta sizi bekliyorum." "Sorunun çözüleceğine inanıyorsunuz yani." "Elbette inanıyorum, inanmasam şuan burada ne yapıyoruz?" Sözümle ikna olmuş gibi görünen adam başını salladı. "Tamam o zaman, ben kesin geleceğim. Harbi kadınsınız, sizde yanlış olmaz diye düşünüyorum." Kontrolüm dışında güldüm. "Gülebiliyormuşsunuz." Hep somurtkan hâlimi gören adam biraz şaşırmış gibi görünse de çabuk toparlandı. "Neyse ben artık gideyim. Yeterince meşgul ettim sizi." Fahir Bey kapıya doğru yürürken kapı çalındı ve iznimle içeri Şebboy girdi. "Lâl Hanım, seansınız bittiyse Nikolai Bey geldiler. Öğle yemeği için sizi bekliyorlar." Onaylayarak başımı salladım. Önce Şebboy ve Fahir Bey giderken koltuğumun yanındaki askımdan çıkardığım ceketimi giydim. Çantamı da alıp çıktım. Nikolai bekleme odasındaki koltukların önünde ayakta durmuş beni bekliyordu. Fahir Bey bir Niko'ya bir bana baktıktan sonra baş selamı verip klinikten çıktı. Nikolai beni görünce atağa geçti ve yavaş adımlarla yanıma geldi. "Merhaba." "Merhaba." Sesim sorar gibi çıkmıştı. "Seni bu kadar erken beklemiyordum." "İşlerim erken bitti. Kliniği aradım, asistanın sakin bir gün olduğunu söyleyince geldim." Hemen ekledi. "Eğer müsait değilsen beklerim." "Yo, müsaitim. Öğleden sonram boş." Saatime baktım. Öğle yemeği saati gelmek üzereydi. Şebboy'a döndüm. "Biz çıkıyoruz. Sen de on beş dakikaya yemeğe çıkabilirsin." "Tamam Lâl Hanım." Ben önde, Niko arkada klinikten çıktık. Arabasının ön kapısını açtığında onun arabasıyla gideceğimizi anladım, itiraz etmedim. Ön koltuğa oturdum, kapımı kapattıktan sonra şoför koltuğuna geçtik ve yola çıktık. İlk birkaç dakika sessiz geçse de bu sessizliği Nikolai bozdu. "Umarım haber vermeden gelerek seni kızdırmamışımdır." "Hayır, kızmadım ama her seferinde bu kadar şanslı olmayabilirsin. Saatlerce beklemen gerekebilir." "Seni hep bekleyeceğimi biliyorsun." Kısa bir bakış attıktan sonra yola döndü. Benim savunmaya geçeceğimi anladığından olacak ki yeniden söze girdi. "Nadia'nın doğum günü için güzel birkaç alternatif buldum. Sana da göstermek isterim. Ama eğer acıktıysan önce yemek yiyelim." "Aç değilim, önce şu hediye işini hâlledelim." Başını sallayarak en yakın AVM'ye giden bir yola saptı. Bu sırada benimle sohbeti de kesmiyordu. "Nasılsın görüşmeyeli? Yüzün biraz solgun görünüyor." "Pek uyuyamadım, ondandır." "Bir sorun mu var?" Ona söylemeyi düşünmüyordum. Arada Nadia olduğu için Nikolai ile dost olsak da mesafemi korumak istiyordum. Hayatıma gereğinden fazla dâhil olmaması tercihimdi. "Bir sorun yok. Sadece uyuyamadım." "Anladım." Havadan sudan konuştuk. Nadia'nın daha iyi olduğundan. Artık bazen evlerinin bahçesine bile çıkabiliyormuş. Birlikte bahçede kahvaltı edip vakit geçirebiliyorlarmış. Ancak hâlâ yanında güvendiği birileri olmadan odasından çıkmıyormuş. Olsun. Bu da iyi bir gelişme. "Nadia için sana ne kadar teşekkür etsem az, Lâl. Onu sen hayata döndürdün." "Abartma istersen, Nikolai. Ben sadece bunu başarabileceğine inanmasını sağladım hepsi bu. Bunu bilmeye ihtiyacı vardı. Ben sadece vesile oldum." "Vesile?" "Yani aracı oldum demek. Bu zaten olacak bir şeydi, görünürdeki sebebi oldum." Gün boyu Nadia için bir sürü hediye seçtik, beğendik. Arada çok kararsız kaldık. Önce değerli bir broş beğendik. Üzerinde nadide taşlar olan kurdela sembollü bir broştu bu. Çok şıktı. Onu aldık. Ancak Nikolai ekstradan maddi değeri olmayan, sembolik bir hediye almak istedi. Onun için arayışlarımız daha uzun sürdü. En sonunda şu eski ve nostaljik müzik kutularından birini aldık. Piyano görünümlü ancak kapağını açtığınızda tatlı melodilerin yankılandığı güzel bir müzik kutusuydu. Nikolai ikisini de çok beğenerek aldı. "Nadia çok beğenecek." Ben de "Kesinlikle." diye ekledim. En çok müzik kutusuna bayılacağına da emindim üstelik. O daha manevî hediyelerden hoşlanıyordu. "Hediye konusunda yardımcı olduğun için teşekkür ederim, Lâl. Lütfen yemek teklifime hayır deme. Israrcı olmak istemiyorum ama yemekte bana katılırsan gerçekten mutlu olurum." Biraz düşündükten sonra bunun bir zararı olmayacağını düşünerek belli belirsiz başımı sallayarak yeniden arabaya bindim. Yolda Nikolai "Israr ederek antipatik görünmek istemiyorum ama Nadia seni doğum günü kutlamasında görmekten çok mutluluk duyar." dese de evet ya da hayır gibi kesin bir cevap vermek istemiyordum. Zira benim de hayatım oldukça çalkantılıydı. "Eğer müsait olursan bekleriz. Zaten aile arasında olacak. Ben ve Nadia. Ve katılırsan sen." "Gelmeye çalışırım. Ama söz vermiyorum." "Tamam, anlaştık. Ne zaman olduğunu biliyorsun." Hydra'ya yakın lüks bir restoranda bize ayırtılmış masada oturup yemeklerimizi sipariş ettiğimizde Nikolai burada benimle olmaktan mutlu görünüyordu. Bense ne hissedeceğimi bilmiyordum. Donuktum. Niko'ya eskisi kadar tepkili ve kızgın değildim. Valent'in ölümünden sonra bana çok destek olmuştu. Ben istemediğim sürece özel alanlarıma girmiyordu ve bir arkadaş olarak her zaman yanımdaydı. Bunun yanı sıra bana olan duygularını da gizlemiyordu. İşte bu sonuncusu, aramızdaki büyülü dostluğu bozuyordu. Siparişlerimizi beklerken "Yemek teklifimi kabul ettiğin için teşekkür ederim, Lâl." diyerek söze girdi Nikolai. "Aslında biraz da seninle konuşmak için ısrarcı olmuştum."
"Ne gibi?"
"Son günlerde seni çok düşünceli, içine kapanmış görüyorum. Hastanenin satılmak istendiği de konuşuluyor. Başkan'ın maddi sıkıntıya girdiğiyle ilgili dedikodular var." Doğrular gibi sessizliğimi korudum. "Bunun seni de etkilediğinin farkındayım, Lâl. Artık yalnız değilsin, sorumlulukların var. Bu yüzden bana kızacağını bile bile söylemek istiyorum, maddi manevi ne zaman yardıma ihtiyacın olursa bunu bilmek isterim. Yardımcı olmak isterim." Benim karşılık vereceğimi anlayan adam aceleyle devam etti. "Lütfen, beni azarlamaya başlamadan önce dinle. Sen bana çok değerli bir armağan verdin, çok büyük bir iyilik yaptın. Ve bu parayla ödenecek bir şey değil. İzin ver ben de sana yardım edeyim. Zaten ben ne yaparsam yapayım senin iyiliğinin karşılığını ödeyemem."
"Nikolai, saçmalama."
"Arabanı satışa çıkardığını duydum, Lâl." Bunu duyduğuna şaşırmam bir yana, bana yardım etme isteği de tuhaf bir his uyandırmıştı bende. Kızmak istiyordum ama yapmadım. "Buna mecbur değilsin, biliyorsun."
"Nikolai, bak iyi niyetinin gerçekten farkındayım ama senin de söylediğin gibi bunlar benim sorumluluğum. Ben prensip olarak zaten bana duygularını bile bile senden borç almam."
"Lâl, ne ilgisi var? İki arkadaş olarak birbirimize yardım etmenin neresi yanlış?"
"Nikolai birbirimizi kandırmayalım olur mu? Senin bana olan hislerin-"
"Lâl, evet sana hislerim sır değil. Hiçbir zaman da gizlemedim. Ama seninle zorla ilişki yaşayacak değilim." Geçmişi düşündükten sonra "En azından artık değil." diye ekledi. "Seni seviyorum, Lâl. Benim için çok değerlisin. Seni sonsuza dek beklerim. Gelmesen bile... Ama beni sevmediğini biliyorum. Bu yüzden senden daha fazlasını isteyemem. Bir gün denemek istersen ben her zaman buradayım. Ama o zamana kadar arkadaşız. Ve daha fazlası yok. Anlaşıldı mı?"
Onaylayarak başımı salladıktan sonra bu kez konuşma sırası bendeydi. "İyi niyetinin farkındayım ve teşekkür ediyorum. Ama Nikolai, ben hâlâ Valentino'yu seviyorum. O ölmüş olabilir. Ama kalbimdeki aşkı hâlâ yaşıyor. O öldü. Ve bu saatten sonra ben ancak toprakla evlenirim, anlıyor musun? Yalnızca sen değil, hayatıma kimse giremez." Bulutlanmış bakışlarına rağmen ekledim. "Yine de çok incesin, teşekkür ederim. Arkadaşlığımız baki. Nadia da ne zaman isterse görüşürüz, ne zaman yardıma ihtiyacınız olursa ben buradayım."
"Teşekkür ederiz."
Siparişlerimiz geldiğinde yavaşça yemeğe başladık. Az önce konuşulanlardan ötürü ortama hafif bir sessizlik hâkimdi. Sakinlikle yemeğimizi bitirene kadar havadan sudan konular konuşuldu. Derin konulara girilmedi.
Restoran çıkışı Nikolai "Seni nereye bırakayım? Klinik? Ev?" diye sordu.
"Kliniğe bırakabilirsin. Teşekkür ederim."
Başını salladı ve arabaya bindik. Onunla özel konuları konuşmama isteğime saygılı olduğu için memnundum. Aşkıma saygı duymasına da aynı şekilde. Ama bu şekilde içinde hep bir ümit olacaktı. Bu yüzden ona karşı mesafeli davranmaya çalışıyordum. Dostluğu benim için değerliydi ancak daha fazlasının olmayacağını bilmeliydi.
Ön koltuğa oturduğumuzda emniyet kemerimi takmaya çalıştım ama sanırım sıkışmıştı. Kemerle cebelleştiğimi fark eden adam sakince "Bana bırak." diye mırıldanıp usulca üzerimden kemere uzandı. Gözlerime bakarken bu yakınlığın tehlikeli olduğunun farkındaydım. Bu yüzden gözlerimi kaçırdım ve yüzümü çevirdim. Emniyet kemerini taktıktan sonra "İşte, oldu." dedi ve direksiyona döndü.
Kliniğe doğru giderken aramızdaki sessizlikten memnundum, bozmadım. Biz her konuşmaya başladığımızda bu dostça olsa bile bir şekilde dönüp dolaşıp özel konulara geliyorduk. O yüzden sessizlik iyiydi.
Bir gözü yoldayken "Işık nasıl? Ne zamandır göremedim onu, özledim." dedi Nikolai.
"Eniştemin yanında. İstediğin zaman gidip görebilirsin."
"Ona bir şeyler almıştım. Sanırım yakın zamanda ziyaret etsem iyi olacak."
"Zahmet etmeseydin, ne gerek vardı?"
"Onu seviyorum."
"O da seni çok seviyor."
Memnuniyetle gülümsedi. "Onunla vakit geçirmek küçükken Nadia'yla geçirdiğimiz zamanları hatırlatıyor bana. Çocukların saf ve masum dünyası... Büyüleyici."
"Evet, öyle." diyerek iç geçirdim ben de. "Dertten tasadan uzak. Dünyanın çirkinliklerinden haberleri bile yok." Gözlerim uzaklara daldı öylece. O an ne düşündüğümü bile bilmeden boşlukta, beynim uyuşmuş bir biçimde yalnızca hiçliğe bırakmak istemiştim kendimi. Duygularımı ve düşüncelerimi kontrol etmeden dalıp gittim.
Nikolai'nin "Sana çok düşkün." sözüyle kendime geldim. Benim boş bakışlarıma karşılık "Işık." diye açıkladı adam. "Haklı olarak."
"Evet, son zamanlarda ihmal ettim onu. Farkındayım."
"Sonraki hafta sonu üçümüz bir şeyler yapalım mı, ne dersin? Ya da belki onu Nadia'nın doğum gününe getirmek istersin. Ona da bir değişiklik olur, eğlenir."
"Bilemiyorum Niko, söz vermeyeyim. Duruma göre bakarız."
"Anlaşıldı." Kısa bir an teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. "Israr yok."
Kliniğin önünde durduğumuzda emniyet kemerini çözüp Nikolai'ye döndüm. "Yemek için teşekkür ederim."
"Asıl ben teşekkür ederim. Hediye seçmemde yardımcı olduğun için. Ve güzel bir öğleden sonra geçirmeme sebep olduğun için." Kısa bir an duraksadıktan sonra devam etti. "Kabul etmeyeceğini ve asla gelmeyeceğini bilsem de söylemek istiyorum. Ne zaman ihtiyacın olursa buradayım, Lâl."
Başımı salladım. Sahici bir "Sağ ol." armağan ettim ve gerçekten de asla çalmayacağım bir kapı olsa da nezaketen teşekkürümü esirgemedim.
Öğleden sonraki iki danışanımdan sonra gün benim için burada bitmişti. Saatime baktım. Hava kararmış olsa da henüz erken sayılırdı. Başkan bu saatte evde olmazdı. Ben de rahatlıkla söz verdiğim gibi Işık'ı görmeye gidebilirdim.
Şebboy'a çıkacağımı haber verdikten sonra klinikten açık otoparka doğru yürüdüm. Arabaya doğru ilerlerken karşı kaldırımda onu gördüm.
O. Valentino.
Olduğum yere çivilenmiş bir biçimde bakarken o olduğuna neredeyse emindim. Kendime gelmeye çalıştım. Aklımı kaybetmiş gibi kendimi yola attığımda bir arabanın bana çarpmak üzere olduğunu, şoförün bana delirmiş gibi bağırdığını yok sayarak hızla kaldırıma yürüdüm. Hiçbir şey umurumda değildi. Yalnızca ona ulaşmaktı amacım. Kaldırıma çıkıp adama doğru giden hızlı adımlarım heyecandan titrememe sebep oluyordu. Acaba yaşıyordu da bana bir mesaj mı bırakmak istemişti? Etrafımda dolanıyordu, bana not bırakıyordu da neden karşıma çıkmıyordu? Onu engelleyen bir şey mi vardı? Saçmalama, Lâl. O öldü. Sen de gördün bunu. Bu düşündüğün şey, mümkün değil.
"B-Ben... Ben, affedersiniz." Açıklama bile yapamadan geri adımlar attıktan sonra otoparka doğru yürüdüm. Sağ elim şakaklarımı ovarken aklım hâlâ bu şoku atlatamıyordu. Deliriyordum sanırım. Aklımı kaçırıyordum. İnsanlara yardımcı olmaya çalışırken benim bu hâlim bilinseydi hakkımda ne düşünürlerdi acaba? Delirmiş bir psikolog. Gülünçtü doğrusu. Akşamüstü evin geniş bahçesinden içeri girdiğimde Işık'ın mutfakta sütünü içmemek için mızmızlanma sesleri kulağıma çalınmaya başlamıştı bile. Başkan'ın hapishanesi. Ve belki de bu hapishanede en masum şeylerden biri, Işık. Usulca bahçe kapısından mutfağa girdiğimde elimdeki hediye paketini arkama sakladım. "Duydum ki burada sütünü içmeyen bir Işık varmış." Beni görünce Fuat'ın kucağındaki Işık hoplayarak "Anne!" diye haykırdı ve hemen kollarıma atladı. "Anne geldi!" Kollarım onu sararken içim saf bir sevgi ve mutlulukla doldu. Sanki gün boyunca yaşadığım tüm olumsuzluklardan arınmış, tazelenmiş hissettim. Bir elim başını okşarken "Bir tanem..." diye mırıldanmıştım. Kokusunu öyle özlemiştim ki. Bir süre hasret giderdikten sonra onu tezgâha oturttum. Elimdeki hediyeyi sallayarak gösterdim. "Bak, sana ne getirdim?" Heyecanla gözleri ışıldayan bukleli sarı saçlarıyla melek biblolarını andıran çocuk merakına yenilip elini uzattığında geri çekildim. "Ama önce Işık'ın sütünü bitirmesi gerekiyor." Anlaşmamıza uyup sütünü bitirdiğinde getirdiğim hediye paketini açıp bebekle oynamaya başladı. Oyun odasında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Saate baktığımda uyku zamanının geldiğini fark ettim. "Hadi bakalım, uyku zamanımız gelmiş. Yatağa gidiyoruz!" "Gitme!" Bacağıma yapışan çocuğu eğilip kucağıma aldım. "Hayır, bir yere gitmiyorum. Buradayım." Güven veren gülümsememle sözlerimi onayladım. Ancak her uyandığında gittiğim için bu kez uyumama konusunda kararlı görünüyordu. Gözlerinden uyku aktığını görüyordum oysa. Onu yatağa yatırıp yanına uzandım ve masal kitabımızdan yeni bir masal okumaya başladım. Başta uyumama konusunda inatçılık eden küçük hanım sonunda sızdı. İnatçılık konusunda bana çektiği kesindi. "O günden sonra dürüst biri olan Jack prensesle evlenerek mutlu bir yaşam sürmüş." Temkinli bir biçimde masal kitabını kapatıp komodinin üzerine bıraktıktan sonra çok dikkatli bir biçimde Işık'ın yanından kalktım. Son kez başını tüy hafifliğinde okşayıp alnına bir öpücük kondurdum. Parmak uçlarımda odadan çıktığımda hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. Odanın önünde beni bekleyen Fuat bir şeyler söyleyecek gibiydi. Bense sormaktan kaçınarak yalnızca "Uyudu." dedim sessizce kapıyı kapatırken. Ancak başını sallayan adam söylemek istediklerini kendine saklayacak gibi görünmüyordu. "Seni dinliyorum, enişte." "Bunun böyle sürmeyeceğinin sen de farkındasın, Lâl." Başımı öne eğdim. "Biliyorum." "Artık Işık bazı şeyleri anlıyor. Sensiz uyumak istemiyor. Sürekli huzursuz." Dürüstçe bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Sanırım zamanı geldi de geçiyor bile. Artık bir pedagog eşliğinde gerçeği Işık'a alıştıra alıştıra söylemeliyiz." Bir süre eniştemle bakıştıktan sonra kollarımı kavuşturmuş düşünürken pes ettim. "Tamam, söyleyelim." Onun da dünyasını yıkmak istemiyordum ama sanırım Işık için en doğrusu buydu. Bahçeye inip arabama doğru ilerlerken kış bahçesinden çıkan kadın bana doğru yürüdü. Seval Günday. Yıllar onu fiziksel olarak yaşlandırmasa da ruhen pek iyi davrandığı söylenemezdi. Bakışları yüzümü arşınlarken özlem doluydu ve buruktu. "Kızım!" Onun coşkulu sesinin aksine gayet sakin bir karşılık vermiştim. "Merhaba anne." Başımı hafif öne eğerek mesafeli bir yüz ifadesiyle karşılık verdim. "Nasılsın?" "Nasıl olabilirim ki?" Dert yanmaya başlayacağı beklendik bir şeydi benim için. Hatta artık bir sonraki cümlesini bile tahmin edebiliyordum. "Yavrum, evine dön." İşte gelmişti. "Seni çok özlüyorum." Ellerim kollarından onu yumuşakça kavradığında göz teması kurdum. "Ben evimdeyim zaten anne. Benim evim orası." "Senin evin burası, Azize." "Sana söyledim anne. Daha en başından dedim. Bu eve geri dönmem. Cehennemime geri dönmem." Sarılarak hıçkırıklarının sesini kıstım ve yanağına bir öpücük kondurdum. "Lütfen daha da zorlaştırma." Arkamdan dolmuş gözlerle bana bakan kadını geride bırakırken benim de içim acıyordu ama doğru olanı yaptığımın farkındaydım. O Başkan'a boyun eğdikçe bizim yollarımız ayrıydı. Hep de öyle olacaktı. Eve döndüğümde çok yorulmuştum. Herkes uyumuştu. Normalde bu kadar erken uyumazlardı diye düşünürken saate baktığımda o kadar da erken olmadığını fark ettim. Gece yarısı olmuştu. Hepsinin sabah erkenden işinin başında olması gerekiyordu. Odama geçip yatağıma uzandım. Gözlerim kapanmak üzereydi ancak bir mesaj sesi beni dalmak üzere olduğum uykumdan uyandırdı. Önce melodisi bu olmamasına rağmen kendi telefonuma baktım. Bu değildi. Elim heyecanla kutudaki telefona uzandı. 1 yeni mesaj. Önceki mesajıma takıldı gözüm. Kime: Bir "Kimsin sen?" Ve yanıt olarak gelen mesaja baktım. Kalbim hızla çarpıyordu. Gönderen: Bir "Çok özlediğin biri." ...
*
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |