@buzlarkralicesi
|
-52- ❝Lâl❞ Kapıyı açtığım an orada istila için gelen uzaylılar olabileceğini bile düşünebilirdim ama yıllar önce beni yokmuşum gibi terk edip giden kadınla oğlunun olabileceğini tahmin edemezdim sanırım. Dilim tutulmuştu. Çocuğa değil de arkasında duran kadına hitaben "Senin ne işin var burada?" diye sordum buz gibi bir sesle. "Hangi yüzle buraya gelebiliyorsun?" Onun utançtan olmadığını düşündürten biçimde başını öne eğmesiyle eş zamanlı olarak çocuk söze girdi. "Buraya gelmeyi ben istedim." dedi masum masum yüzüme bakarken. Yabancı bakışları aynı zamanda meraklıydı da. "Haber vermeden geldiğimiz için üzgünüm." Beni hiç tanımayan, olanlardan haberi dahi olmayan masum bir insana sırf annesinden nefret ettiğim için kötü davranamazdım. Bu yüzden şaşkın bakışlarımın ardında sessiz kalmayı tercih ettim. "İçeri girebilir miyiz?" Kapıma gelen bir çocuğa hayır, giremezsin, şimdi defol git buradan diyecek hâlim yoktu. Ancak o kadını da evimde görmek istemiyordum. Bu benim için öyle zor bir karardı ki. Düşünceli bakışlarım çocukla kesişirken "Kim gelmiş hayatım, Kerem mi?" diye seslenen Valent kapıya geldi. Hemen arkamda yerini alan adamın da kapıda gördüğü manzarayı en az benim kadar beklemediği ortadaydı. Bense el mecbur içeri davet ettim. Sessizce kenara çekilip çocuğu içeri buyur ederken arkasından gelen kadına şeytan çarpmış gibi bakıyor olabilirdim. Öfkeden gözlerimden alevler çıkıyor da olabilirdi. Çünkü hepsini hak ediyordu. Kapı eşiğinden geçerken arkasına dönen çocuk elini uzattı. "Ben Arem." Başımı salladım. "Biliyorum." Elini sıktım büyük adam gibi elini uzatan ancak taş çatlasın 15-16 yaşlarındaki çocuğun. "Geçsene içeri." Misafirperver bir biçimde salonu gösterirken hazırlanan yemek masasının önünden geçtik. Masayı gören Arem "Misafiriniz mi vardı? Yanlış zamanda geldik galiba." diye sordu. Önemli değil der gibi başımı salladım. "Yabancı değil. Kardeşim gelecekti." O an kurduğum bu cümledeki kardeşim kelimesinin ne kadar garip bir yere oturduğunu düşündüm. Karşımda kabul etmesem de annemden olan kardeşim, yolda ise aramızda hiçbir kan bağı olmamasına rağmen birbirimiz için kardeş olduğumuz çocuk. Kardeşlik kelimesi ne garip bir düzlemde ilerliyordu, bunu sorguladım o an. Salona geçip oturduk. Valentino sessiz bir biçimde kendi koltuğuna kurulup ellerini dizlerine dayadı ve merakla konuşulanları dinlemeye başladı. Adının Arem olduğunu bugün değil de daha 1 yıl önce yüzleşmeye gittiğimde öğrendiğim çocuğun parmaklarını kenetleyip konuşmaya hazırlanmasını bekliyordum. "Buraya neden geldiğimi merak ediyorsundur." Dürüst bakışlarını yüzüme dikmiş beni inceleyen çocuk açıkladı. "Ben..." Valent'i işaret ederek ekledi. "O gün bize geldiğinde tesadüfen öğrendim. Biz kardeşmişiz." Usulca aşağı yukarı salladım başımı. "Babam da öğrendi." O an bakışlarım kısa bir an için Umay'a döndü. Ne kadar üzgün olduğu ortadaydı. Umurunda olan tek şey kocasını, ailesini kaybetmekti, bunu da biliyordum. Benimle bir ilgisi yoktu üzüntüsünün. "Annemle babam... Boşanacaklar galiba. Ben babamla kalmayı istedim." Annesine bakmadan onu işaret etti bu kez. "Onunla kalmak istemedim. Artık onunla görüşmek bile istemedim." Çocuğun duyduklarıyla, öğrendikleriyle nasıl hayal kırıklığına uğrayıp kırıldığını tahmin edebiliyordum. Bunu ürkek gözlerinde bile görebiliyordum. "Anneme onu tek şartla affedeceğimi söyledim." Dikkatle onu dinlerken o kadar büyük olmamasına rağmen nasıl büyük adam gibi olgun konuşabildiğini düşünmüştüm. Tamam, bebek değildi ama konuştuğu şekilde olgun yaşta biri de değildi. Bu sanırım beni biraz etkilemişti. "Olanları öğrendiğimde seni görmek istedim. O da..." Düzeltir gibi ekledi. "Yani... Annem de beni yalnız gönderemeyeceğini söyleyince birlikte gelmek zorunda kaldım. Yoksa onu görmek istemeyeceğini tahmin ediyorum. Özel olarak seni huzursuz etmek için onunla gelmedim." Alaycı bir tebessümle yüzüne bile bakmak istemediğim kadına çevirdim gözlerimi. "Ona zarar vermemden falan mı korktun?" Yüzüm ciddiyetle kasıldı. "Ben sen değilim, masum bir insana zarar vermem, merak etme." Kadınsa kendini müdafaa etmek ister gibi kem küm etti. "Yok, ondan değil de..." Bu yaşta bir çocuğu yalnız başına bırakmama kararını mantıklı bulduğum için üstelemedim. Saldırdığım şey verdiği karar değil, bakışlarında sezdiğim, bana olan korkusu. Sanki çocuğuna zarar verebilecekmişim gibi. Bunu ancak senin gibi kalpsiz insanlar yapar diye yüzüne bağırmak istesem de yapmadım. Artık ona öfkemi bile harcamak istemiyordum. Aramızda geçen kısa sessizliğin ardından yeniden Arem girdi söze. "Seni tanımak istiyorum. Senin için de sakıncası yoksa." Çocuğu ilk gördüğüm andan bu yana -1 yıl öncesinden bahsediyordum- ne kadar masum ve çocuksu bir yüzü olduğunu düşünmüştüm. Pürüzsüz, bir bebek gibi temiz. Benim gibi kandırılmayı hak etmeyen biri daha. Umay Kutlu, kendi kararlarıyla sadece benim hayatımı değil, o zamanlar henüz doğmamış oğlunun da hayatını değişmez bir yola sokmuştu. Bunu yaparken aklında ne vardı acaba? Amaan, biri olmadı, başka zengin bir adam bulurum, önceki çocuğumu da çöp gibi atar onunla kurduğum hayatta ailemle mutlu, rahat, zengin, konforlu bir şekilde yaşarım canım ne olacak diye mi düşünmüştü acaba? Kısa bir düşünme anından sonra olumlu manada başımı sallarken "Benim seninle bir derdim yok. Beni tanımak istersen tanırsın." dedim olgun ve dostane bir biçimde. "İstediğin zaman buraya, benim yanıma gelebilirsin. Beni tanımak istemen çok doğal." Bakışlarım buz gibi bir hâl alırken yanında oturan kadına bakarak ekledim. "Ama o kadını bir daha burada ya da hayatımın herhângi bir yerinde görmek istemiyorum. Gerekirse yardımcılarımız seni evine bırakabilir. Ya da bana güvenmek için erken olduğunu düşünüyorsan babanın yardımcıları-" Sözümü tamamlamadan araya giren kadın "Lâl, lütfen yapma. Belki de bu seninle birbirimizi yeniden-" demesine kalmadan Arem araya girdi. Yoksa ben onu öyle bir haşlardım ki... Uysal bir biçimde "Tamam, kabul." dedi çocuk. "Seni gerçekten tanımak istiyorum. Hikâyeni dinlemek istiyorum. Olanlardan dolayı da üzgünüm." O an hiç tanımadığım o çocuğa sarılmak istedim. Öyle yoğun bir şefkat duydum ki. Bir suçu olmamasına rağmen suçlulardan daha duyarlı olmasına, daha çok üzülmesine benim bile kalbim kırıldı. "Senin bir suçun yok ki." "Olsun. Yıllarca annem dediğim kişinin bizden sakladığı bir hayatı varmış. Sana yaşattıklarından dolayı onun adına ben özür dilerim." "Annenin sizden gizli bir hayatı yoktu, Arem. Çünkü o hayatta ben yoktum. Hiç olmadım." Umay yeniden nemli göz bebekleri titreşirken "Lâl, lütfen..." diye mırıldandı yalnızca. Timsah gözyaşlarıyla ilgilenmiyordum. Beni etkilemiyordu. Bense yüzüne vurur gibi "Ne? Yalan mı söylediklerim? Kendi doğurduğun çocuğu çöp gibi atmadın mı?" derken ona bakıyordum. Sert ve dümdüz bir ifadeyle bakmaya devam ettim. Utanmasını bekledim. Buna verecek bir cevabı olmadığı için başını önüne eğdi ve hızlı adımlarla evden çıkarken "Ben kapıda bekliyorum." deyip gitti. Kısa süre sonra coşkulu bir biçimde "Hey, n'abersiniz sevgili ailem!" diyerek Kerem girdi salona. Az önce bu salonda olanlardan dolayı çökmüş sessizlikten habersiz, tam bir parti çocuğu gibi neşeli, eğlenceli bir hâli vardı. Arem merakla ona bakıyordu. Bu girişten sonra tuhaf bakışlarını Kerem'e dikmesi kadar doğal bir şey yoktu. Usulca yerimden kalkıp ona doğru yürüdüm. "Geç kaldın, Kerem. Başına bir şey geldi sandım." Sarıldım ona içim rahatlamış bir biçimde. Ayrıldığımızda elinde mavili kırmızılı alışveriş paketlerini salladı. "Yeğenime hediyeler aldım da ondan!" "Ya Kerem, saçmalama." Duygulanmıştım ve hoşuma da gitmişti ama kızdım. "Harçlıklarını böyle şeylere harcama. Önünü arkanı bilmeden harcama yapma, Amerika'da ihtiyacın olacak." Arem merakla "Çocuğun mu var?" diye sordu bana kaşlarını kaldırarak. Bakışları etrafta küçük bir çocuk arıyor gibi dolansa da umduğunu bulamadı. Başımı yana yatırıp "Henüz değil. Ama olacak." dedim yalnızca. Bu duruma yumuşak bir tebessümle karşılık verdi çocuk. Sanki o kısa anda konuşarak kendini hatırlatan Arem'i unutmuşuz gibi çocuğa döndüm. Arkadaş canlısı bir biçimde tanıştırmak istedim onları. "Arem, bak, bahsettiğim kardeşim, Kerem." Tam o sırada ne diyeceğimi bilemediğim için saçma bir espri patlatır gibi oldum. "Arem, Kerem, kafiyeli oldu." Kerem kim olduğunu bilmeden çocukla el sıkışırken ona da bir açıklama borçluydum. "Arem de..." O ne diyeceğimi bilemediğim kısa anda kıvranırken çocuk ayaklandı. "Ben gitsem iyi olacak, annem kapıda bekliyor. Nasılsa yine görüşeceğiz." Gitmesini canı gönülden istemediğim için "Yemeğe kalsaydın keşke." deyiverdim ama kabul etmeyeceğini de biliyordum. Annesi kapının önünde yalandan ağlarken çocuk burada kalacak değildi herhâlde. "Yok, ben şimdilik gideyim, annemi bekletmeyeyim." "Peki, bekliyorum yeniden gelmeni." Sıcakkanlı ve misafirperver bir biçimde ekledim. "Teklif bekleme, artık burayı biliyorsun. Çık gel." Başını sallarken gülümsedi çocuk. "Anlaştık." Giderken kapının önünde yeniden durdu ve yabancı olsak da alışmaya çalışan sıcak bakışlarla el salladı bana. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıya kadar uğurladıktan sonra onun gidişiyle Kerem'in soru dolu bakışlarına döndüm. Uzatmanın manası olmadığını düşündüğüm için "Beni terk eden kadının oğlu." dedim, anne kelimesini kullanmaktan imtina ederek. O kelime, benim için kilitli bir kutuydu sanki. Bana ne kadar acı çektirirse çektirsin tek bir kişi için kullanmıştım bu kelimeyi, Seval annem için. O da artık toprağın altındaydı. Anne kelimesini kullanabileceğim kimse yoktu. O kelimeyi kirletmek istemedim. Hep birlikte usulca masaya oturduk ve yemeklerimizi yedik. Başta sessizlik hâkim olsa da benim umursamaz tavırlarımı görünce Kerem de eski neşesine dönmüş, tabağındakileri iştahla yiyordu. "Çocuklar gideceğim için üzgünler tabii. Bırakmak istemediler ama ablam bekliyor, kalamam dedim." "İyi yapmışsın." dedim tabağımı didiklerken. "Zaten az bir zamanımız kaldı hasret gidermek için. Seni yanımdan hiç ayırmak istemiyorum." Aniden aklıma gelmiş gibi "Bu gece burada kalsan ya." dedim. "Yok, ben şey yapmayayım-" Onun sanki yabancı gibi durmasına sinirlendim ve kaşlarımı çattım. "Ne demek şey yapmayayım? Ablanın evinde kalmaya çekiniyorsan vallahi kulaklarını çeker koparırım!" Güldü Kerem. "Yok abla ya, ondan değil." Utangaçça ensesini kaşıdı. Sesi biraz kısıldı. "Ya bir kız meselesi var, anlasana." Yüzüm aniden yumuşadı ve esrarengiz bir hâl aldı. "Yaa..." dedim gizemli bir ses tonuyla. O an Valent'le kaçamak bir bakış attık ve imayla dudaklarım kıvrılarak Kerem'e döndüm. "Eee?" "Eeesi, kızın ailesi uyuyunca-" "Ay kızı kaçıracağım deme! Kerem hamileyim, kalbime indirme sakın! Bu yaşta-" "Yok abla ya, ne kaçırması?" Güldü. "Ailesi uyuyunca gizli gizli kapıda görüşeceğiz işte. Vedalaşacağız." "Ha, öyle yani. Anladım." Sakin bir nefes verdim. "İyi de yani kızın ailesi bu kadar baskıcı mı ki?" "Ya, sayılır." Aileye yakalanma tehlikesine rağmen bunu yapmaları ne kadar doğruydu bilemiyordum ama kendi çılgınlıklarım aklıma gelince çok da sorgulamama kararı aldım. Benim kardeşim âşık olmuştu. İlk aşk. Ah, ne heyecanlı şey. İnsanın kalbini göğsünden söküp alırcasın hızlı attıran, en güçlü duygulara ev sahipliği eden o çılgınca duygu. Aşk icin ne yapılmazdı ki? Yemeklerimiz bittiğinde salonda oturuyorduk. Valentino telefonda bir iş görüşmesi için kısa süreliğine yanımızdan ayrıldı. Abla kardeş baş başa kalmıştık. Kerem "Senin ilk aşkın kimdi? Valentino enişte mi?" diye sordu bana. Ben dirseğimi koltuğun başına yaslamış, başımı da avcuma yatırmış düşünüyordum. "Ya, evet. Aslında öncesinde de bir ilişkim olmuştu ve ben onu aşk sanmıştım ama kimseyle yaşadığım hiçbir şeyin aşk olmadığını, aşkın benzersiz olduğunu Valent'le tanışınca anladım." Heyecanla beni dinliyordu çocuk. "Mesela nasıl anladın aşk olduğunu?" Ben de aynı heyecanla anlatmaya başladım. "Önce kalbin böyle hızlı hızlı atmaya başlıyor tamam mı? Öyle hızlı atıyor ki, aklındaki mantığının sesini bile susturuyor. Sonra onun gözlerine baktığında... Adını bile unutuyorsun. Daha önce yaşadığın hiçbir şeye benzemiyor. Bir yap bozun iki kayıp parçası gibi hissettiriyor. Ya da aslında tek bir ruhmuşsunuz, sizi ikiye ayırıp dünyanın başka başka yerlerine atmışlar da siz yine birbirinizi bulmuşsunuz gibi." Dürüstçe ekledim. "Ve aşk çok temiz bir duygu, anlıyor musun? Herhangi bir beklenti yok, bir çıkar ilişkisi yok. Onu olduğu gibi seviyorsun. Yaptıklarıyla, yapamadıklarıyla varlığına saygı duyarak seviyorsun." Her kelimemi dikkatle dinledikten sonra "Vay be. Şiir gibi konuştun ha." diyerek iç geçirdi Kerem. "Demek aşk böyle bir şeymiş... Hesapsız kitapsız, beklentisiz..." "Senden yapamayacağın şeyler istiyorsa karşındaki, bunun için diretiyorsa bu aşk değildir. Bencilliğin aşkta yeri yoktur. Önceki ilişkimde bunu tecrübe etmiştim." "O hapse girerken geberen kanı bozuktan mı bahsediyoruz?" Başımı iki yana salladım. "Yok, hayır." dedim dümdüz bir sesle. "Bizim Vural'la aramızda hiçbir zaman o tarz bir ilişki olmadı. Doğrusu, bir ilişki bile olmadı. Onun takıntısı, ailelerimizin isteğiyle nişanlanmıştık. Benim bahsettiğim... Üniversitede bir çocuğa âşık oldum sanmıştım." Derin konulara girdiğimiz için memnun ve hevesli görünen Kerem, Nina'nın getirdiği kahveyi teşekkür edip aldı ve yudumlarken aynı heyecanla beni dinlemeye devam etti. "Eee? Kimdi bu dallama?" "Batur'du adı. Bizim bir müzik grubumuz vardı. Yani ben solo albüm yapmaya başlamadan önce gruptuk biz. O zamanlar belki onu Vural'dan kurtulmak için bir çıkış kapısı mı görüyordum bilmiyorum ama onu sevdiğimi sanıyordum. Meğer ikimiz de birbirimizi yeteri kadar sevmiyormuşuz, zamanla onu anladım." "Nasıl anladın ki?" Çok özele girmeden açıklamaya çalıştım. Bir kadın gözünden ona tavsiyeler vermek istedim. Sıkmadan, büyük tavsiyesi olduğunu hissettirmeden. Arkadaş tavsiyesi gibi olsun istedim. "Yakınlaşmak istiyordu ama ben bunun için hazır hissetmiyordum. Bunu ona söylememe rağmen ısrarcı oluyordu, başkalarıyla görüşmekle falan tehdit ediyordu beni." Burnundan soluyan çocuk "Piç kurusuna bak sen! Benim ablama-" diye bir küfür savuruverdi. Benim ayıplayan bakışımla karşılaşınca mahcup oldu. "Ya, kusura bakma." Onun kalbi ağzında hâlleri bana birini hatırlatıyordu. Kendimi. O yüzden affedici bir gülümsemeyle yumuşadım. "Aşkta bencilliğe yer yoktur derken bunu kast ediyorum işte. Karşındaki kişiye, kararlarına, karakterine, duruşuna saygı duymaktır aynı zamanda. Aşk fedakârlıktır. Yeri geldiğinde aşk günahlardır. Ama her zaman her hâliyle kabul edebileceğin, seni de her hâlinle kabul edebilecek kişiyi bulmaktır aşk." "Ya, öyle bir anlattın ki insanın âşık olası geliyor be abla." İlk defa onunla bu kadar derin konuları konuşuyorduk. Sanki Wendy'yle aynı evdeyken mutfaktaki fiskoslarımız gibi eğlenceli gelmişti bana da. Aynı heyecanı Kerem'in gözlerinde de görebiliyordum. Kurabiyesinden bir ısırık alıp kahvesini yudumladıktan sonra sordu. "Eniştem romantik biri mi? Dışarıdan sert görünüyor ya böyle. Hiç çaktırmıyor." Etrafa bakınıp Valent'in olmadığına emin olduktan sonra yeniden Kerem'e döndüm. "Ona sorsan hiç romantik değil. Hani yiğitliğe bok sürdürmemek için ben romantik falan değilim diye dolaşıyor ortalıklarda." Alt dudağımı ısırdım yaramazca bir hevesle. "Ama bal gibi de romantik valla." Hoşuna gitmiş gibi gülen çocuğu susturdum. "Ama sus bak! Sakın ona söylediklerimi çaktırma. O böyle ağır abi gibi etafta kasım kasım dolaşır, bon romontok doğolom diye. Sen renk verme. He he enişte tamam de geç." Gülüyordu Kerem. "Ya, abla ya!" Gülüşmelerimiz keyifli bir hâl almışken aramıza Valent de katıldı. Her şeyden habersiz bir biçimde elindeki telefonu arka cebine atarken "Neler konuşuyorsunuz bakalım böyle keyifli keyifli?" diye sordu. Onu çekiştirdiğimizi bilse ne yapardı acaba? Masum masum "Hiiiç." deyiverdim. "Öyle abla kardeş havadan sudan konuşuyorduk. İlişki tavsiyesi veriyordum Kerem'e." Kaşları havalandı adamın. "Lâl Riccardo ve ilişki tavsiyesi ha? Şimdi ilgi çekici olmaya başladı." Kerem'e döndü. "Söylesene, hangi tavsiyelerle zehirledi seni? Seviyorsan git camına taş at bence, kafasında vazo kır falan mı dedi yoksa?" Gözleri büyüdü Kerem'in. Bu iddiaların muhatabı olan bana döndü bakışları. "Abla?" Ne der gibi baktım ona sanki gerçekten ciddiye alınacak bir şey yokmuşcasına. O ise bana soru dolu bakışlar yolluyordu. "Bana bunlardan hiç bahsetmemiştin." Rahatlıkla arkasına yaslanan Valentino "Bahsetmez tabii." dedi. Beni mahcup etmekten tatlı bir zevk alıyor gibiydi. "Korkarım bana silah çektiğinden de bahsetmemiştir." Bu kez şaşkınlığın bir sınırının olmadığını gösterir gibi sesi yükseldi Kerem'in. "Abla?!" Bense kollarımı kavuşturmuş hatırlamıyor gibi davrandım. Onun takıntılı bir manyak olduğunu düşündüğüm ve onu terk edip İstanbul'a döndüğüm dönemde beni sırtına atıp klinikten kaçırdığı zaman aklıma gelmişti. Evde, beni serbest bıraksın diye ona silah göstermiş olabilirdim. Ve o da bunu silah çekmek olarak algılamış olabilirdi. Kimi kandırıyorsun Lâl, düpedüz silah çekmiştin işte. Vuracaktın neredeyse. Hiç hatırlamıyormuşum gibi davranmaya devam ederken kaşlarım çatıldı. "Ne silah çekmesi? Ne zaman silah çekmişim ben sana? Yok öyle bir şey." "Lâl." Valent'in yapma der gibi bakışlarıyla suçüstü yakalandığımın farkındaydım ama kıvranıyordum. "Tamam, çektiysem çekmişimdir! Ama sen de beni kaçırmıştın. Hem de ikinci kez!" Duraksadım ve düşündüm. "Yoksa üçüncü kez miydi? Neyse, hatırlamıyorum şimdi. Ama kaçırmıştı yani. Ben durduk yere manyak mıyım da silah çekeyim?" Kerem'e bakarak anlatırken kendimi müdafaa eder gibiydim. Kerem'se bu hâlimize anca gülüyordu. "Anlaşıldı, aşkı ve ilişkileri öğrenmek için en yanlış iki kişiyi buldum sanırım. Size kalırsa hâlim yaman." Gülüştük kısa ve tatlı bir tartışmadan sonra. Valent yine işlerle ilgili tabletten bir şeylere bakarken biz onun dedikodusunu yapmak için fırsat bulmuş gibiydik. Kerem bana doğru eğilip kısık sesle sordu. "Peki, eniştem sana hiç sürprizler yaptı mı? Mesela yaptığı en romantik sürpriz neydi?" "Ya, çok güzel sürprizler yaptı." O sırada bakışlarım, karşımda ciddi yüz ifadesi takınmış, işleriyle ilgilenen adamdaydı. Omuz silktim. "Ama sevdiğin zaman öyle büyük büyük şeyler yapmana gerek yok. Karşındaki kişiye değer verdiğini gösteren en ufak bir hareket bile insanın içini ısıtabilir." "Nasıl yani?" "Ya, çeşit çeşit sürpriz yaptığı olmuştur. Kimi pahalı, kimi sadece manevi değeri olan küçük şeyler. Ama ben en çok o küçük, beni düşündüğünü hissettiren şeylerine âşık olmuşumdur." Her çeşit sürprizle beni şımartan Valent'in en çok beni tanıdığını gösteren sürprizlerine tav olmuştum mesela. "Helikopterli böyle büyük büyük sürprizleri de oldu ama benim en sevdiğim sürprizleri yastığıma bıraktığı küçük bir gül, ölmeden önce yapılacaklar listemi önemsemesi, uçurtma uçurmaya götürmesi gibi şeylerdi." Bunları düşünürken ekledim. "Yani sevdiğin zaman öyle büyük prodüksiyonlara girmene gerek yok. Onun sevdiği bir çiçeği verip içinden gelen bir çift tatlı söz de söylesen etkilenir seven kadın. Onu anladığını, tanıdığını, önemsediğini hissettiren küçük şeyler bile eritebilir biz kadınları." Bakışlarım aşkla adama döndüğünde iç geçirdim. "Ben eridim. Senin kızı bilemem." O an kaçamak bakışlarım Valentino Riccardo tarafından yakalandı ve cazibeli, âşık bakışlarla bertaraf edildi. Akşamın ilerleyen saatlerinde Kerem'i uğurladığımızda yeniden evde baş başa kalmıştık. Odamıza çıktık. Gerçekten yorulmuştum. Soyunup dökündüm. Bronz, saten şort gecelik takımımı giydim rahat etmek için. Valentino üstünü değiştirmek için odaya girdiğinde bakışlarım ona döndü. Sorgular gibi aynadaki yansımama bakan adam kaşlarını çattı. "Bugün kardeşine benim hakkımda gizli gizli neler anlatıyordun bakalım?" Suçüstü yakalanmış gibi alt dudağımı ısırdım. "Seni örnek göstererek hoşlandığı kıza yapacağı jestlerle ilgili masum birkaç tüyo verdim, hepsi bu." Memnun yüz ifadesi beni süzerken arkamdan bana sarıldı. Elleri karnıma kapanırken çenesi sağ omzumdaki yerini aldı. Aynadan bana baktı. "Kerem, hayatına doğru insan girdiğinde ne yapacağını iyi bilecek. Bir tüyoya ihtiyacı olacağını sanmıyorum." Dudakları omzuma kapadı. "Çünkü doğru insan geldiğinde, bunu sana yaptıran bir güç olur. Bunun adı aşktır." Onu izleyip eridikten sonra başımı sağa çevirip adamla dudak dudağa geldim. "Sana âşığım adam." Onun nefesini hissederken bir kuş gibi hafiftim. Gözlerine baktım. O benim bu dünyadaki en büyük şansımdı. Oynayıp kazandığım en büyük kumardı belki de. Ayrıldığımızda duşa giren adamı sevgiyle izledim. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hayatımız olmuştu. Hem de birkaç hafta içinde. Bu bir rüyadan çok daha fazlasıydı. Sanki görünmez bir peri, sihirli değneğini bize dokundurmuş ve her şeyi yoluna sokmuştu. Yüzümde aptal bir gülümsemeyle yatağa oturup hülyalara dalarken kocam çoktan banyodan çıkıp üstünü değiştirmiş, yanıma gelmişti bile. "Ne düşünüyorsun sen öyle?" Omuz silktim. "Hiç." Yatakta kendi tarafına kurulan adam ilgiyle bana döndü. "Nasıl hissediyorsun? Canın bir şey istiyor mu?" Başımı evet dercesine salladım iştahla. "Evet. Aşeriyorum." Uzandığı yerde sırtı dikleşen adam merak ve heyecan arasında "Öyle mi?" diye sordu. Bu cevabı beklemiyormuş gibi hareketlendi. "Daha erken olduğunu söylemiştin ama..." İkiletmeden "Peki, canın ne istiyor?" diye sordu meraklı bakışlarla. Bense yatakta dizlerimin üstünde ilerledim ve tam kucağına oturdum. Kollarımı boynuna sararken "Canım fena hâlde seni istiyor." dedim ve burnumu burnuna sürttüm. "Seni aşeriyorum be adam." Dudakları kıvrılan adamı memnun tebessümünden öptüm. Öpüşlerime karşılık veren istekli ve tutkulu öpüşleri çekingendi. İleri gitmekten korkuyor gibiydi. Bense omuzlarını okşadım adamın. "Rahatla." diye mırıldandım. "Her şey yolunda." Dudaklarını kısa bir anlığına dudaklarımdan ayıran adam içli bir nefes verdi. "Dayanamıyorum, Lâl. Ama zarar vermekten korkuyorum." "Bir şey olmaz." Yeniden dudaklarına cesaretlendiren bir öpücük kondurdum. "Ben Selvi'ye sordum dedim ya, bir sakıncası yok. Rahatla artık." İç geçiren adam sabırsızlığını dizginleyen bir yavaşlıkla atletimin askılarını indirirken nefesi nefesime karışıyordu. Ben de eşofmanını aşağıya doğru sıyırdım. Dudakları soluksuzca çıplak kalan göğüslerimi sararken ellerim kendinden geçmiş bir biçimde gür saçlarında dolaşıyordu. Onun elleri çılgınca sırtımda gezinirken yay gibi gerildim. Avuçları kalçamı kendisine yaklaştırdığında boynumdaki dudakları sabırsızlığımı alevlendiriyordu. Dudakları bu kez göğüslerimin ortasında dururken beni harekete geçireceğini bile bile soğuk nefesini üfledi onlara. Başımı geriye attım. Elleri henüz ince olan belimde birleşirken bir eli çenemi tutup bakışlarımı kendisine doğru çevirdi. Utanıp onunla göz teması kurmama gibi bir lüksüm yoktu. Yüzüme bakarken alt dudağını ısıran adam "Hâlâ kızarıyorsun." diye mırıldandı keyifle. "Söylesene, bunu kaç defa yaptık? Beş? On? Yüz? Belki de bin?" Göz teması kurmuyordum. "Daha ne kadar kızaracaksın?" Bir cevabım olmadığı için "Valentino." diye mırıldandım yalnızca. Gevşetip aşağıya sıyırdığı boxerından taşan bacaklarının arasındaki serbestlik büyümeye başlarken beni kalçalarımdan avuçlayıp kendine yaklaştırdı. Ona bu kadar yakınken heyecandan nefesim kesildi. O da en az benim kadar sabırsızdı ve bana dokunmaya açtı. Bu yüzden aceleci bir biçimde kalçamı hareket ettirerek kendini içime itmesini garipsemediğim gibi anlık bir elektriklenme, sonrasında rahatlama hissettim. Bacaklarımı iyice ayıran adam içimdeki hareketlerini daha rahat ve seri hâle getirirken inlemelerini susturan şey dudaklarının göğüslerime kapanması olmuştu. Dudaklarına esir olmuş göğüslerim, dişlerinin arasında ezilip yoğrulan uçları ve vücudumun her zerresiyle onu istiyor ve alıyordu. Üzerinde cesurca hareketlenirken elleri belimi korur gibi sarmış, ani hareketler yapmamı engelleyebilecek şekilde koruyordu. Bense o an kabıma sığamıyordum. İçimdeki kaygan hissin tam ortasındaki sertliğinin hareketiyle nefesim kesilmiş, nefes alabildiğim zamanlarda ise yapabildiğim tek şey inlemekti. İçimde zonklayarak hareketlerini sürdüren varlığı patlayacakmış gibi kayganlığımın içinde büyüyordu. Onun orada, duvarlarımın arasında daha ne kadar büyüyeceğini düşünürken aklımı kaybetmek üzereydim. Aşağı yukarı hareketlerim sırasında ve o heyecanla kan ter içinde kalmıştım. Terden ıslanan ve şakaklarıma yapışan saç tutamlarımı elleriyle geriye iten adam, dudakları burnumdan yanaklarımı, çenemi, yüzümün her zerresini ve en son da dudaklarımı içti. Boşta kalan sağ eli büyülenmiş bakışlarıyla kalbimin altında yazan kendi adında gezinmişti. Parmakları ezberlemek ister gibi dolaştı dövmemde. Tüm vücudumu saran dalganın alevinde kavrulurken o da benden farklı değildi. Vücudumu kâğıttan bir bebek gibi tutup her şeyi ters yüz etti. Bu kez ben daha ne olduğunu anlayamadan yüzüstü yatağa yatmış durumdaydım. Onunsa sert gövdesi sırtıma değiyordu ve hâlâ içimdeydi. Sağ eli korunaklı bir biçimde karnıma kapanmış biçimdeyken beni mengene gibi sıkıştırmış, vücuduma sıfır mesafeyle yapıştırmıştı. Tüm bedenini hissedebiliyordum. Sertliğinin içimde gidip gelirken bacaklarımın arasından beni deliye döndüren doyumun ıslaklığının taşmasına kadar her şeyi. Onun içimdeki varlığıyla duvarlarım çatlayacakmış gibi sıkışırken verdiği bu sürtünme hissi beni deliye çevirecek kadar zevke sürüklüyordu. Bu kez ben doyuma çoktan ulaşmama rağmen onun bir makine gibi hızlı ve yorulmayan hareketleri tüm heyecanıyla devam ediyor, beni neredeyse ikinci doyuma hazırlıyordu. İkinci kez aynı gevşeme hissiyle doyuma vardığımda aynı anda o da içime boşalmıştı. Nefes nefese, kalbim az sonra duracakmış gibi hızla atarken uzun zamandır ilk defa bu kadar hızlı ve heyecanlı bir şey yaşamadığımı fark etmiştim. Kısa bir soluklanmanın ardından adam tek eliyle yine beni hafif bir eşyaymışım gibi kaldırıp sırtüstü uzanır vaziyette yatağa bıraktı. Hâlâ nefesini kontrol altına almaya çalışan ve az önceki heyecanlı dakikaların etkisini üzerinde taşıyan adam öylece yüzüme bakıyordu. Burun burunaydık. Yutkundu. Uzanıp terden ıslanmış saçlarımı arkaya itti ve alnımdan öptü. Gözlerimden. En son da dudağımdan. Hızla alıp verdiği nefesini yüzümün her zerresinde hissetmek, serin bir yaz sabahına uyanmak gibiydi. Az önceki hırçın dalgalar gibi üzerimde gidip gelişinin aksine, oldukça kibar ve özenli bir biçimde çarşafı çıplak üstüme sürükleyip örttü. "Üşümenizi istemem." derken artık daha rahat nefes alıp veriyor gibiydi. Bense yorgunluğuma rağmen memnun ve yumuşak gülümsememi ona armağan ederken sağ elim yanağına kaydı. Dudaklarına bir öpücük kondurdum. Geceliğimin üstünü geçirip tekrar yatağa uzandım. Ne zaman uykuya dalmıştım bilmiyorum ama öyle tatlı bir uykuydu ki bu hiç bitsin istememiştim. Sabah uyandığımdaysa mırıltılı konuşmalar geliyordu kulağıma. Bir yerden hafif bir esinti de hissediyordum. Uyurken üstüm açık kalmış olmalıydı. Gözlerimi açmadan kulağım mırıltılara gitti. "Bu konuşma aramızda kalsa iyi olur. Lâl duyarsa beni deli sanabilir." Uykumun ağır olduğunu bildiğinden olsa gerek, eli karnımda gezinen adam onu duymadığımı ve hissetmediğimi sanıyor olmalıydı. Gözlerimi hafif kısarak açtığımdaysa gördüğüm manzara yumuşakça tebessüm etmeme sebep oldu. Valentino atletimin göbeğini sıyırmış, çıplak göbeğimle konuşuyordu. "Henüz tanışmadık. Tanışmak için biraz erken olduğunun farkındayım ama biraz sabırsızım. Çünkü seni çok bekledim." Bakışları derin bir özlemi dile getirir gibiydi ona bakarken. "Ben senin babanım, küçük şey." Onu okşarken bir öpücük kondurdu. "Ve seninle tanışmak için sabırsızlanıyorum." Sessizce dirseklerimin üstünde yükselirken onu dinlemeye devam ettim ama o benim uyandığımı çoktan fark etmişti. Bense bilmiş bir ifadeyle "Küçük şey henüz seni duyamaz. Çünkü adı üstünde, çok küçük." deyiverdim gülerek. Söylediklerimi kulak ardı eden adam yüzüme bakmadan karnıma "Şuan annene fena hâlde yakalandık." derken keyifliydi. "Tanıştırayım, çılgın annen, Lâl." Yalandan kaşlarımı çattım. "Ne yani, dünyanın en iyi babası Valentino Riccardo ve bu da kaka annen Lâl mi?" Başımı iki yana salladım. "Bu yaptığını sana hiç yakıştıramadım, Valentino Riccardo. Ben uyurken bebeğimle kulis yapıp beni ekarte etmeye çalışıyorsun. Onunla daha çok diyalog kurup onu kendi tarafına çekmeye çalışıyorsun. Bu kabul edilemez." "Az önce beni duyamayacağını söylemiştin, şimdi de kıskanıyor musun?" Aramızdaki şakalaşma sabahımıza neşe saçarken dudakları kıvrılan adam "Onunla tanışmak için fazla sabırsızım. Ve çok yakında ultrason görüntüleri de yetmeyecek gibi hissediyorum." diye itirafta bulunduğunda kıyamadım. "Küçük ellerine dokunmak istiyorum. Kokusunu almak istiyorum." Sağ elim hâlâ karnıma yakın biçimde duran yüzüne ve gür saçlarına gitti. "Bebeğimiz senin gibi bir babaya sahip olacağı için çok şanslı." Benim aksime bebeğimin şanslı olması beni mutluluktan ağlatmak üzereydi. Kimsenin umurunda olmayan, bir çöp gibi atılan çocuktan kocaman bir aileye uzanan peri masalı gibiydi içinde bulunduğumuz bu şey. İster istemez duygulanmıştım. Titreyen dudaklarımı düz bir çizgi hâlinde birbirine bastırdım ağlamamak için. Bunun farkına varan adam dizlerinin üstünde bana doğru ilerleyip hassasiyetle "Ne oldu?" diye sordu. Yüzümü avuçlamış, ilgiyle bana bakıyordu. "Lâl?" Omuz silktim. "Hamile duygusallıkları işte." diye geçiştirdim. Onu da düşündüklerimle üzmek istemedim ve yanağını okşadım. "Sen bana bakma." Günler güzel, anılar biriktirerek geçerken Perhide'm memleketten dönmüştü. Döndüğü gibi de bir sürü şey getirmişti. Yok keçi boynuzu pekmezi, yok kaymak, tereyağı, kendi yaptığı sele zeytini, has keçi peyniri, neler neler... Sadece kendi memleketinden de değil, tanıdıklarına da bir sürü sipariş edip getirmişti. Ben bunları gördüğümde tek başına onu alması için gönderdiğimiz Montrel nasıl hepsini taşıdı diye düşünüp durmuştum. Şaşkınlığımı gizlemeyen bir edayla "Yahu Perhide'm, bunları kim yiyecek bu kadar?" diye sormayı ihmâl etmedim. Salonda ayakta durmuş bizi izleyen ve kadının getirdiği bu garip şeylere merakla bakan Valent de aynı şeyleri düşünüyor gibiydi. Sessizce izlemekle yetindi. Perhide'm ise ne yaptığını gayet iyi bilen profesyonel bir edayla yanıt verdi. "Senin için yavrum! A benim kınalı kuzum, iki canlısın artık sen! Yediğine içtiğine dikkat etmen lazım. Hem diyorlar ya hep, organik organik diye! Organik beslenmen lazım gelir senin. Her sabah keçiboynuzu pekmezinden bir tatlı kaşığı içtin miydi var ya, tosunlar gibi olur bebeğin vallahi! Hem pekmez kan yapar, bebeğine süt yapar. Bol bol sütün olur. Sen bana güven yahu!" Güldüm. Onun pembiş yanaklarını sıktım sevgiyle. "Hep de beni düşünürmüş, peşine takmış yük etmiş bunca şeyi. Kıyamam ben Perhide'me ama!" "Olur mu kızım? Bak, her sabah kahvaltıda keçi peynirin, sütün eksik olmayacak! Memlekette Mersin'li bir arkadaşımdan benim için has Eğriçayır balı getirttim. Katkı maddesi yok ha! Has bal! Arının kıçından çıktığı gibi!" İkna edici konuşmasına bu önemli detayı eklediği için gülmekten alıkoyamadım kendimi. Kaşlarını çattı kadın. "Gülme kız! Bak, bu baldan da akşam yatmadan önce sütüne bir tatlı kaşığı koyup içeceksin. Öyle şifalıdır ki ikizleriniz, üçüzleriniz olur Allah'ın izniyle!" Gülme krizine girmek üzereydim ama çaktırmadım. İşin daha da ilginç yanı, bu durum Valent'in ilgisini çekmiş görünüyordu. "Gerçekten bu kadar faydalı mı bu bal?" "Elbet yavrum, elbet faydalı! Kızıma bol bol süt yapsın diye getirdim hepsini. Hele şu keçiboynuzu pekmezinin faydalarını var ya, say say bitmez. Keçiboynuzunu kaynatıp gözümün önünde yaptılar. Hiçbirinde katkı maddesi falan yok! Asla! Ben kızıma öyle doğal olmayan şeyi yedirip içirmem. Hepsi memleketimden, tanıdığım bildiğim yerlerden." Düşünceli bir biçimde erzaklara bakan Valent'in aklına yatmışa benziyordu bu durum. "O zaman biz bunlardan daha çok sipariş edelim mümkünse. Lâl hamileliği boyunca hep böyle doğal besinler tüketmeli." "Tabii evladım, gelmeden bütün hepsini ben hepsini hallettim, sen hiç kafanı yorma. Her ay gönderecekler." "Çok iyi. Çok teşekkür ederiz." Bu doğal besin konularını aşırı ciddiye aldıklarını fark edince araya girdim. "Tamam Perhide'm benim, çok teşekkür ederim. Ama sen yoldan geldin, geç biraz soluklan bakalım önce." "Hele bir erzakları yerleştirelim, dinlenirim elbet." Nina da gelip erzakları yerleştirmeye yardımcı olunca çabuk bitti. Perhide'm de kişisel eşyalarını alıp yerleşmek ve dinlenmek için odasına geçti. Biz yine Valent'le baş başa kalmıştık. O ceketini giyip işe gitmek için hazır ve nazır bir biçimde dururken ilgiyle ceketinin yakalarını düzelttim ve parmak uçlarımda yükselip dudaklarına bir öpücük kondurdum. "Hadi hayatım, iyi çalışmalar." Kapıya kadar uğurladığım adam sahte bir gücenmeyle "Benden bu kadar çabuk sıkılacağın aklıma gelmemişti." derken mahzunca gözlerime bakıyordu. Gülerek yanağını sıktım. "Herkes işine gücüne. Ben de birazdan hazırlanıp kliniğe geçeceğim." "Kendini iyi hissediyor musun? Yani emin misin?" Gözlerimi belerterek "Eminim, Valentino. Her şey yolunda. Merak etme sen." desem de asla ikna olmayacağını iyi biliyordum. Normalde günde yüz kere arıyorsa bu sefer iki yüz kere arayacaktı, bunu da biliyordum. Valentino gittikten kısa bir süre sonra telefonum çaldı. Arayan Fahir Bey'di. Hastaneden beri pek görüşememiştik ve sesi meraklı geliyordu. "Hocam, görüşemedik, nasıl oldunuz? Merak ettim. Benim hanım da çok sordu durdu. Kliniğe de gelmemişsiniz, merak ettik sizi. İyisinizdir inşallah." "İyiyim Fahir Bey, çok teşekkür ederim. Doktorum bebek için birkaç gün dinlenmemi tavsiye etti, ondan dolayı evdeydim. Her şey yolunda." Duraksadım. "Size de gerçek anlamda teşekkür edecek fırsatım olmadı, gerçekten çok teşekkür ederim. O gün orada bulunmanız öyle büyük bir şanstı ki, hızır gibi yetiştiniz." "Ne demek hocam, görevimiz. Ben de sizi ziyarete geliyordum, ondan karşılaştık. Yalnız anlayamadığım, o serseri manyakların sizinle ne derdi vardı öyle?" "Uzun hikâye." "Anladım hocam. Şey... Eğer sizin için de sakıncası olmazsa biz bir geçmiş olsun ziyaretine gelmek isteriz. Dedim ya, benim hanım çok merak etti sizi, epey de pimpiriklidir. Sizin de bende emeğiniz büyüktür. Pek bir sahiplendi, gözüyle görmese iyi olduğunuza inanmaz, başımın etini yer şimdi." Güldüm. "Sağ olsun." dedim ve memnun oldum. Pek tanımadığım biri bile olsa beni böyle merak etmesi büyük incelikti. "Elbette, dilerseniz bu akşam yemeğe bekleriz." "Çok seviniriz hocam. Sağ olun." Hâlâ telefonu kapatmayan adam kıvranır gibi konuştu. "Şey, hocam, sizin için de sakıncası yoksa... Bizimle beraber... Doğan da gelmek ister. Sizi merak etmiş ama aramaya çekinmiş. Nasıl yapsak?" Onlarla arama mesafe koymaya kararlıydım. Doğan benim için eskisi kadar sorun olmasa da Beyza'yı ve ekürisi olabilecek herhangi bir saz arkadaşını etrafımda istemiyordum. Bu yüzden pek memnun olmasam da Doğan'ın son zamanlarda sağlık sorunları atlatmasından dolayı "Tabii, isterse o da gelebilir." diyerek kabul ettim. El mecbur. Vedalaşıp telefonu kapattığımda garip bir itirafta bulundum kendime. Ben de Doğan'ı merak etmiştim, yalan yok. Sağlığı ne durumda diye düşünmüştüm ama aramaya cesaret edememiştim. Sonunda barış imzalasak da o gün evime oyuncaklarla geldiğinde çok ağır konuşmuştum. Haklı veya haksız. Öyle konuşmamalıydım belki de. Bilmiyordum. İçim rahat değildi. Onu affetmek gelmiyordu içimden. Belki de ömür boyu affedemeyecektim ama bu kadar kırıcı olmak da ne bileyim. Gerek yoktu belki de. Hazırlanıp kliniğe gitme olayı yalan oldu. Akşamki yemek hazırlıkları için mutfağı organize etmem gerekiyordu. Fahir Bey, Doğan falan geleceği için büyük bir yemek organizasyonu olacaktı. Önce Valent'i arayıp haber verdim. Babamla yakınlaşacağımızı düşündüğünden olsa gerek, memnun olmuştu durumdan. Öte yandan Doğan'ın Beyza'yla birlikte gelmemesi için dua ettim. Emindim geleceğinden. Bu fırsatı kaçırmazdı. Onunla başından beri yıldızlarımızın barışmamasını bir kenara bırakalım, kim kocasına ilgisi olduğunu bildiği birini etrafında isterdi ki? Valent de rahatsızdı bu durumdan ancak Doğan'la bizim baba kız ilişkimizin gelişeceğine dair imkânsız bir kanıda bulunduğu için Beyza'yı görmezden geliyor, idare ediyordu. Onu da böyle bir durumun içine sokmak istemediğim için en kısa sürede Doğan'la bu konuyu konuşmak istiyordum. Açık açık her şeyi söylemeyecektim, kalbine inmesini istemezdim. Yalnızca Beyza'yla görüşmekten hoşlanmadığımı söylersem mesajı alacağını düşünüyordum. O yüzden bu akşamki yemeğe de Beyza'yla gelirse son kez olmasını umarak nazikçe idare edecektim durumu. Tahmin ettiğim gibi oldu. Doğan Fahir Beylerden de önce geldi ve yanında Beyza ve Şebnem de vardı. Beyza'nın bu fırsatı kaçırmayacağını adım gibi bildiğimden şaşırmadım ama biraz gerildim. Misafirperver bir biçimde karşıladım onları. Perhide'mse görür görmez ne anasının gözü olduğunu anlamıştı onun. Herhâlde tecrübe konuşuyor. "Hoş geldiniz." dedi Beyza ve Şebnem'e ağzının kenarıyla. Valent henüz gelmemişti. Yemeğin de hazırlanmasına epey vardı. Hava güzel olduğu için havuz başındaki bahçeye buyur ettim onları. Masada otururlarken kahveler ikram edildi. Kahveleri ikram eden Perhide'm daha ilk andan Beyza'dan hazzetmediğini bakışlarıyla anlattı. Aramızda konuşmamıza bile gerek kalmamıştı. Yılların tecrübesi tabii. İşin iç yüzünü bilmiyordu çünkü ben ona anlatmamıştım. Neden hazzetmediğini henüz anlayamıyor olabilirdi ama negatif bir enerji almıştı herhâlde. Bir de gözümün içine baka baka hiçbir şey olmamış gibi "Valentino nerelerde ya? Görünmüyor ortalarda." deyince Perhide'm iyice işkillenmişti. Doğan'ın Beyza'yı uyaran bakışlarının altında ben olgun bir biçimde karşılık vermek üzereyken Perhide'm girdi araya. "İşi çok adamın. Yoğun. Evden işe, işten eve. Vaktinin tamamını işine ve eşine ayırmayı tercih eder. Boş çene çalmaya vakti yok. Karısından, çocuğundan başka hayatı yok adamın." Son gördüğümden beri Doğan biraz daha iyi görünüyordu ancak yine de merakıma yenilip sordum. "Daha iyisindir umarım." Şefkatli ve umutlu bir tebessümle başını salladı adam. Kısık gözleri her gülüşünde sempatik bir hâl alıyordu. "İyiyim, kızım, sağ ol." İlgiyle sorarak karşılık verdi. "Sen nasılsın, bebek nasıl?" "İyiyiz, her şey yolunda." Bu konulardan sıkıldığı belli olan Beyza etrafına bakınıyordu. Evi, bahçeyi... Belki de Valent'in gelişini bekliyordu, bilemiyordum. Ama muhabbetimizin hanımefendiyi sarmadığını görebiliyordum. Evin cam balkonundan Nina geldi. "Lâl Hanım, kargolarınız gelmiş. Nereye koyalım?" "Odama bırakabilirsin." "Korkarım biraz fazlalar. Odanızda kalabalık yapabilir." Acaba Valentino da bebek için bir şeyler mi sipariş etmişti? Duraksadım. "Tamam o zaman, boş odaya koysun Montrel." dedim önemsemez bir ifadeyle. "Ben kontrol ederim boş bir vakitte." Nina itaatkâr bir biçimde başını sallayarak giderken Beyza merakla sormayı ihmal etmedi. "Ne kargosu, bebek alışverişi falan mı? Biraz erken değil mi?" Her şeye de burnunu sokmasa olmaz, diye geçirdim içimden ama ters bir cevap vermedim. "Markalardan gelen ufak tefek hediyeler." Kaşlarını kaldırdı kadın. "Ha şu hediyeler..." Arkasına yaslandı böbürlenerek. "Bana da çok sık gelir." Bu görgüsüzlüğüne göz devirmeden edemedim. Ay onu da yarıştır. Hadi işimizi gücümüzü bırakalım, bokumuzdaki boncukları yarıştıralım Beyza. Ne kadar ucuz, basit, herkesle kendini yarıştıran özgüvensiz bir kız olduğunu biliyordum ama her seferinde beni biraz daha şaşırtmayı ya da ona acıyarak bakmamı sağlamayı başarıyordu. Bugün dilimi tutmaya dair kendime söz verdiğim için "Öyle mi? Ne güzel." diyerek geçiştirdim sadece. "Benim taktığım her şey olay olur. Storylerimin arka planında duran, hiç kullanmadığım şeyler bile." Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim. "Ne güzel Beyza, Allah içine sindirsin mi denir, ne denir bilemedim." Doğan bebek konusunda oldukça ilgiliydi, bu sebepten sürekli Valent gibi sorular soruyordu. "Cinsiyetinin belli olmasına daha var mı?" "Evet, daha çok yeni olduğu için beklememiz gerekiyor." Muhabbet birbirini tanımayan insanların sürdürmek için çabaladığı sıkıcı sohbetlere döndüğü için bunalmıştım. Tam o anda imdadıma çalan kapı zili yetişti. Fahir Bey ve eşi gelmişti. Ne yazık, kızlarını getirmemişlerdi. Üzülmüştüm doğrusu. "Hoş geldiniz Fahir Bey, kızlarınızı neden getirmediniz?" "O cimcimeler şimdi şakır durur, kalabalık etmesinler dedim. Hasta ziyaretinin böylesi daha makbuldür." "Hay Allah, bir dahakine mutlaka getirin ama." Hoşuna gitmiş gibi gülümsedi adam. "Olur, getiririz." Onları da bahçeye buyur ettiğimizde bir süre sıcak, samimi aile sohbetleri ettik. Hava kararmaya yüz tuttuğunda ise içeri, salona geçtik. Tam Valent nerede kaldı diye düşünürken zil çaldı ve rahatladım. Ben uzun bir bekleyişin ardından "İzninizle." diyerek yerimden kalktım ve heyecanla kapıya koştum. Kapının önünde karşılaştığımızda hemen sarıldım. "Hoş geldin." Sanki yıllardır ayrıymışız gibi sarıldığımı içeridekilerin görmemesini diledim. Görseler garipseyebilirlerdi doğrusu. O da aynı sıcaklıkla sarılarak karşılık verdi. "Hoş buldum." Dudakları kıvrık bir tebessümle ekledi. "Kapılarda karşılanmam ne hoş." "Misafirlerimiz geldi, sen de bir türlü gelmeyince merak ettim. Bir şey yok ya?" "Her şey yolunda. Sadece Luigi'yle sohbet ettiğimiz için şirketten geç çıktık." "Ha, iyi bari. Wendy nasılmış?" "İyi, merak etme. Bebek de Wendy de gayet iyiymiş." "Hadi o zaman içeri geçelim." Usulca çıkardığı ceketini aldım ve gömleğinin yakalarında düzeltir gibi gezen ellerimin ardından onu içeri buyur ettim. O ise elimi tuttu, el ele salona girdik. Gayet misafirperver bir biçimde "Beklettiğim için üzgünüm, hoş geldiniz." diyerek herkesi selamladı Valentino. Fahir Bey "Ne demek canım, daha yeni gelmiştik zaten. Hocamın çayından kahvesinden vakit olmadı ki. Pek bir misafirperver davrandı bize." diyerek Valent'in bildiği şeyleri tekrarladı. "Öyledir." Gözlerime bakarak ekledi. "En hamarat kadınla evlenmiş olabilirim." Keyifli ve gülüşmeli bir sohbet akıp giderken herkesi hazırlanan akşam yemeği masasına buyur ettim. Herkes masadaki yerlerini alırken Beyza en son geliyordu. Valent'in arkasından yürürken Perhide'm araya kaynak yaptı. Beyza'nın ona temas etmesine bile izin vermeden resmen benim kocamın namusunu koruyordu. Bunu düşünürken güldüm. Gerçekten böyle bir sahne başka bir yerde yaşanamazdı. Hem komik, hem gerçek olamayacak kadar saçma ve buna rağmen bir o kadar da gerçek. Bir insan karakterini, duruşunu koruyamıyorsa böyle saçma pozisyonlarda kalabiliyordu maalesef. Beyza'nın böyle bir pozisyonda kalmasını bu şekilde açıklayabilirdik de Valent'le benim suçum neydi? Sanırım aradaki mesafeyi ister istemez koruyamamak olabilirdi. Herkes keyifli bir biçimde yemeklerini yerken rahat ve huzurluydum. Valent de keyifli vakit geçiriyordu. Fahir Bey ve Doğan'la kafaları uymuş gibiydi, sohbetleri dostaneydi. Bizim kadın sohbetimizin daha doğrusu sohbetsizliğimizin aksine. Şebnem ve Beyza sürekli fısır fısır konuşsalar da ben umursamıyordum pek. Fahir Bey'in eşiyle havadan sudan sohbet ediyorduk. Perhide'm sık sık gelip beni kontrol ediyor, habire tabağımı doldurup duruyordu. Sanırım onun sağlıklı beslenme anlayışı çok yemekti. Güldüm bunu düşünürken. Tam o sırada Fahir Bey bizim geçmiş terapi maceramızdan bahsediyordu. "Lâl Hanım'la yollarımız çok çaresiz hissettiğim bir anda kesişti aslında. Ben çıkış bulamayacak kadar biçareyken elimden tuttu. Bana şifa oldu resmen." Valent'e dönüp "Abartıyor." dedim ve adama baktım. "Bu tamamen sizin iyileşmeyi istemenizle alakalı bir durumdu. Bunu konuşmuştuk." Sevgili kocam ise benim söylediklerimle ilgilenmiyor, Fahir Bey'in söylediklerine onaylayan baş işaretiyle katılıyordu. "Evet, biliyorum. Kendisinin iyileştirici ve büyüleyici bir etkisi olduğu doğru." Bunu söylerken gözlerime bakıyordu muzır bir çocuk gibi. Bense utangaç bir biçimde başımı öne eğip gülümsedim. Beyza, hakkımda en ufak güzel bir şey duymaya tahammül edemediğini gizleme gereği bile duymadan gözlerini devirirken yakalandı bana. Şebnem ise yeğeninin ilgisini kendisine çekmeye çalışırken cemiyet dedikodularından bahsediyordu. "Bizim Siner'in olayı patladı sen asıl onu duydun mu?" "A hayır, duymadım, ne olmuş?" "Kocasının metresi olduğu ortaya çıktı. Magazin dergileri çarşaf çarşaf bundan bahsediyor, nasıl görmedin?" "Ne bileyim, görmedim işte. Kimmiş kadın?" "Aman işte adamın parası için peşinde olan bir kadın. Orası çok mühim değil, aynı hikâyeler. Ama Siner'in mahkemede nafaka olarak rekor bir meblağ alacağı konuşuluyor." Bu seviyesiz sohbete kayıtsız kalıp Fahir Beylerin erkeklere özgü iş muhabbetine katılmayı daha az can sıkıcı buldum. Zira Fahir Bey'in eşi de aynı şekilde dedikodu sohbetinden sıkılmış görünüyordu. Ben ne kadar bu tür sohbetlerden uzak kalmaya çalışsam da Beyza'nın yakamı bırakacağı yoktu. Benden onay alır gibi döndü yüzüme. "Ne kadar avam değil mi, bir erkekle parası için birlikte olmak. Öyle olunca evli olması bile sorun teşkil etmiyor herhâlde." O an kendi karakterine bakmadan bana söyledikleri yüzünden kulaklarıma inanamadım ancak kaşlarım havalanır gibi olsa da şaşkınlığımı gizledim. "Ya, değil mi? Evli biriyle olmak yeterince aşağılıkça bir davranış değilmiş gibi." Ama sanırım kendini o tür kadınlardan ayrı görüyordu. Kendisi nüfuslu bir adamın kızı olduğu için ayrı muameleyi hak ediyor olmalıydı kendi hastalıklı düşüncesine göre. Bir erkeğe parası için katlanmıyor, gönlünü eğliyordu aklınca. Evli olması umurunda bile değildi. Kendini bu konuda eleştirmiyordu bile. Yalandan üzülür de hassasiyet gösterir gibi bana bakan Beyza "Sen de geçmişte o şarkıcı sevgilin tarafından aldatılmışsın. Üzüldüm doğrusu." dedi. Alayla tebessüm ederken "Bu kadar üzülme hayatım ya, kıyamam sana." deyiverdim. Aramızdaki elektrik öyle kuvvetli bir hâl almıştı ki. Aniden. Bir alevin tutuşması gibi ani. Kısa süre sonra yapmacık bir tebessümle söze girdi. "Lâlciğim, yeri ve zamanı değil biliyorum ama konuyla alakalı diye aklıma takıldı. Şu gazete haberlerinde ben bir şey gördüm senin hakkında." Bıkkın bir yüz ifadesiyle ona döndüm. "Ne gördün Beyza?" "Valentino'yla siz tanıştığınızda o evliymiş. Karısından ayırdığın falan söyleniyor." Alaycı ve abartılı bir ifadeyle kaşları havalandı. "Ben hiç ihtimal vermedim tabii. Sonuçta aldatılan bir kadın olarak aynı şeyi başka bir kadına reva görmezsin diye düşündüm ama yine de bir sana sormak istedim. Sonuçta senin ahlâkî değerlerin farklı, değil mi? Yapmazsın öyle şeyler." O an bütün masadakilerin dikkati bizim konuşmamıza çevrilmişti. Bense dişlerimi sıksam da sakin ve nazik bir gülüşle karşılık verdim. Sakin ol, Lâl. Kendine verdiğin sözü hatırla. Bu akşam vukuat yok. Seni provoke etmeye çalışıyor. Bu oyunlara gelme. Sakin ol. Güldüm. "Yok öyle bir şey canım." dedim yalnızca. "Ha iyi. Yani ben çok şaşırdım çünkü. Seninle son konuşmamızda bu tür konulara çok tepkili olduğunu bildiğimden... Yakıştıramadım yani." Valent'in dümdüz, soğuk bakışları Beyza'yı tehditkârca süzerken ben onun aksine daha sakindim. Ancak Valent'le ortak hissiyatımız, bu kızın herkesin içinde böyle konuşma cesaretini nereden aldığıydı. Biraz daha üstüme gelirse patlama ihtimalim çok yüksekti. Masada ellerimi birleştirirken aynı samimiyetsiz ve soğuk gülüşle karşılık verdim. "Dersini iyi çalışamamışsın Beyzacığım. Bu durum seni her ne kadar alakadar etmiyor olsa da açıklayayım, meraktan bir yerlerin şişmesin şimdi. Valent'le biz Bodrum'da tanıştığımızda o da ben de bekârdık. Ayrıca Valent'in evliliği benden önce, yalnızca 1 gün sürmüş." Masadaki herkesin üzerinde gezinen bakışlarım en son Beyza ve Şebnem'de durdu. "Kayıtlara geçtiyse eğer... Huzurla yemeğimizi yiyelim." Fahir Bey benim öfke damarlarımın kabardığını hisedecek kadar beni tanıdığından alt dudağını ısırarak bana bakıyordu. Eyvah, bizim deli hoca yine bir şeyler yapacak der gibiydi. Bense huzurla yemeğimi yemeye devam ettim ama Beyza'nın susmaya niyeti yoktu. İlla bugün öldürtecekti kendini bana. "Neden kızıyorsun ki Lâl, eminim herkes merak ediyordur bunu. Sonuçta kadın Valentino'yla çocukluktan beri tanışıyormuş. Herkes onların evleneceğini düşünürken evleniyorlar, boşanıyorlar ve Valentino şak diye seninle evleniyor. Bu merak edilebilecek bir şey." "Şak diye evlenmedik. Ayrıca... Bu masadaki kimse bunu merak etmiyor, Beyza. Ama merakını giderecekse söyleyeyim-" Soğuk ve donuk bir bakışla "Lâl'le tanıştığımızda evli değildim." dedi Valentino. Karşımızdaki kişi bir kerede söyleyince anlamayınca benim söylediklerimi tekrarlamış bulundu. "Zaten evliliğimiz de 1 gün sürmüştü." Bakışlarındaki inatla kaşları havalandı adamın. "Lâl'i tanıyan herkes öyle biri olmadığını bilir, bu açıklama dahi gerektirmeyen bir konu." Beyza savunmaya geçmek ister gibi "Tamam ama-" derken sözünü tamamlayamadı. Valent düz, sakin bir sesle araya girdi. "Lâl benim hayatımda hep vardı, Beyza. Ama senin sandığın şekilde değil. Bu, evliyken arkada çevrilen iğrenç ve onursuz ilişkiler gibi bir şey de değil. Bizim aramızdaki duygular ihanet ya da onursuzca ilişkilerle kirletilemeyecek kadar saf, duru." Masada ellerini birleştiren Beyza'nın kaşları havalandı. İmayla "Ya... Nasıl bir şeymiş bu peki? Yani Lâl hem her zaman senin hayatında olup hem de karını nasıl aldatmamış oluyorsun merak ettim doğrusu." derken kendini çok akıllı ve bizi de kıvrak zekâsıyla köşeye kıstırmış hissediyor olmalıydı. Geri zekâlı, beyinsiz. Ciddi bir yüz ifadesiyle yanıtladı Valent. "Biz bir kaza geçirdik. Korkunç bir trafik kazasıydı. Karşılarındaki arabada ben vardım ve o günden sonra uzun bir süre komada kaldım. Kendime geldiğimdeyse zihnimde dönüp duran tek şey, onun kazada aklıma kazınmış yüzüydü." İç geçirip anlatmaya devam etti adam. "Yıllarca aradım onu. Bulamadıkça herkes benim deli olduğumu düşündü ama sonunda buldum işte." Masada duran elimi tutan adam aşkla bana bakarken Beyza kıskanç görümce gibi ikimize bakıyordu. Ya da ben çok sinirlendiğim için bana öyle itici geliyordu, bilemiyordum. Umursamaz bir bakışla doğrulamak ister gibi baktı kıza. "Tüm soruların yanıt buldu mu? Parçalar oturdu mu kafanda?" Onun ne düşündüğünü masadaki hiç kimse merak etmediği ve söylediği hiçbir şeyden etkilenmedikleri için Fahir Bey'in eşi imrenir gibi iç geçirdi. "Ay Fahir, ne kadar romantik bir hikâye değil mi?" "Evet, gerçekten de çok romantik." Masada bu tatsız konuyu açarak beni herkese karşı itibarsızlaştırmayı amaçlayan ama umduğunu bulamayan Beyza, planı ters tepince suspus olmuştu. Gözlerini devirirken o gözlerini çıkarmak üzere olduğumu bilmiyordu. Biraz daha şansını zorlarsa olacak olan buydu. Ama ben onu uyarmayı kendime bir borç bildim çünkü kör değildim ve benimle uğraştığını anlamayacak kadar aptal hiç değildim. Ve eminim masadaki diğer insanlar da bunu sezmişti. Öyle göstere göstere yapıyordu ki. Yalnızca yakınımındakilerin duyabileceği kısık bir ses tonuyla Beyza'ya "Daha fazla kendini küçültme istersen Beyza." dedim. "Anlamadım? Bir soru sordum diye küçülmüş mü oldum yani?" "Ne yapmaya çalıştığını anlamayacak kadar aptal olduğumu düşünmen yeterince küçük düşürücü senin için. Ama dur, ben yine de sana açıklayayım." Dikkatle bana bakarken kendimden emin bir biçimde sözlerimin devamını getirdim. "Canım sen benim sikletimde bile değilsin. Benimle son dalaşan kadın bir mafya babasının kızıydı ve şimdi mezarda." Neden bahsettiğimi anlamayan Beyza sorgularken kekeliyordu. "N-Ne, nasıl yani?" Açıklamaktan uzak bir biçimde tek bir baş işaretiyle "Öyle yani." yanıtını verdim. Tüm bunları duyan Valent ise Zita'dan bahsettiğimi bal gibi bilirken soran bakışlarını üzerime dikmekten geri durmamıştı. İkimiz de Zita'yı ortadan kaldıranın Valent olduğunu biliyorduk ama Beyza'nın bunu tam tersi bilmesinde ne sakınca olabilirdi ki? Bu yüzden ne yaptığımı bilen bir ifadeyle ona döndüm. "Şşş... Onun şüphesi bile yeter." Valent yine beni yaramazlık yaparken yakalamış gibi yarı yargılayan yarı eğlenen bir ifadeyle süzerken ikimiz de sessizce güldük. Fahir Beyse başka bir şeyi merak ediyordu ve laf arasında bunu sormaktan çekinmedi. "Yav hocam, bizim cimcimeler de çok merak ediyordu, o yüzden affınıza sığınarak soruyorum. Siz neden müziği bıraktınız? Hâlbuki çok da güzel şeyler yazıp söylüyormuşsunuz, yazık değil mi o güzelim yeteneğinize?" Duraksayıp ekledi. "Tabii böyle de insanlara şifa dağıtıyorsunuz, yine insanlara faydalı oluyorsunuz, çok kutsal ama..." Gözlerim yeniden yanımdaki adama döndü. O korkunç günleri yeniden hatırladım. Onu kaybettiğim günleri. Kaybettiğimi sandığım günleri. "Aslında her şey güzel gidiyordu. Ama bir şey oldu o dönem. Ben... Şarkılarımı yazdığım o duyguyu kaybettim. Yazma sebebimi kaybettim." Gözlerim her şeyi anltır gibi Valent'e bakarken yine de açıkladım. "Aşkımı kaybettim. Bana o şarkıları yazdıran aşkımdı. O hayatımda olmayınca yazdığım hiçbir dize insanların kalbine dokunamayacaktı." Elini tuttum masanın altından. "O artık hep benim yanımda. Dünyanın en güzel şarkılarını bile yazdırabilir bana." Adamın şefkatli gözleri üzerimde gezinirken bunun bir aşktan çok daha fazlası olduğunu yeniden hissettim. Bu bir aşk olsaydı bir gün bitebilirdi. Bu bir tutku olsaydı, ateşi yıllar sonra sönebilirdi. Bir heves olsaydı çoktan kül olmuştu. Takıntı olsaydı tımarhaneye yatırmıştı bile beni. Ama hiçbiri değildi. Bu öyle bir şeydi ki, tarifi olmayan. Herkesin başına gelemeyecek kadar nadir, eşsiz. Belki de tek. Bu yüzden alevi hep ruhumda da, bedenimde de, kalbimde de yanmaya devam ediyordu. Ve aynı şeyin karşımdaki adam için de geçerli olduğunu gözlerinde aynaya bakar gibi görebiliyordum. Bu güzel anı davetsiz bir zil sesi böldü. Merakla kapının olduğu yöne baktım. Beklediğimiz biri yoktu. Ancak ilk etapta aklıma Luigi ve Wendy'nin gelmiş olabileceği gelmişti. Masadakilerden izin isteyip usulca masadan kalktım ve kapıya yürüdüm. Nina henüz kapıyı açmıştı ve kapıda duran kadın beni şoke etmişti. Umay Kutlu. Buradaydı. Uyarmama rağmen gelmişti. Yanında otuzlu yaşlarında bir adam. Ne hakla buraya gelmişti? İşin daha da ilginç yanı, arka masada Doğan otururken. Bu ilâhi bir gücün bizi aynı masada topladığı bir yüzleşme gecesi miydi yoksa ben mi bu tesadüfe fazla anlam yüklemiştim? Her iki durumda da şaşkınlığımı dizginleyemiyordum. Umay Kutlu ve burada olmak. Peki ama nasıl? ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü RMEYSGMS , Irmak_-_Tasci , @LeylaKumru , Elif59350 , emel3189 , anonim_874 , @YaseminGven886 , mirdurmaz okurlarıma armağan ediyorum. 🎀 Bölümümüz hakkında ne hissediyorsunuz? Buraya yazabilirsiniz. En sevdiğiniz sahne hangisiydi? Buraya yazabilirsiniz. Veee... Son olarak, sonraki bölümde bizi neler bekliyor sizce? Buraya yazabilirsiniz. 🌿 Yorumlarınız için çok teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız. Bol yorumlarınızı bekliyorum. Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️ ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |