@buzlarkralicesi
|
-54- ❝Lâl❞ Ve o gün gelmişti. Yatakta gözlerimi araladığımda bugünün maalesef kardeşimi Amerika'ya uğurlayacağım gün olduğunu hatırlamıştım. Benim için zor olacaktı. Ondan nasıl ayrılacaktım? Tamam, Valentino her istediğimde beni onun yanına götürürdü, bunu biliyordum ama her istediğim an birlikte olamayacağımızın farkındaydım. Hem diyelim ki ilk aylarda her istediğimde gidip gördüm, hamileliğim ilerleyip karnım büyümeye başlayınca her istediğimde yolculuk yapamayacaktım ki. Kerem her fırsatta geleceğini söylese de onu özleyecektim. İçim buruktu. Sabah bulantım yüzünden kendimi tuvalete kapatırken düşündüğüm şeyler bunlardı. Geçip giden o yüzleşmeyi düşünmüyordum bile artık. Sanki Doğan ve Umay arasında gerçekleşen o raund benim için kavgayı bitirmişti. Kafam netti artık. Hâlâ aynı fikirdeydim, onları hayatımda istemiyordum. Gerekmediği sürece onları hayatımın dışında bırakmaya kararlıydım ama en azından yıllar yılı terk edilmemin arka planındaki detayları öğrenmiştim. Kafam rahattı. Basit ve aptalca yanlış anlaşılmalar yüzünden birbirinden ayrılan geri zekâlı ebeveynlerime ihtiyaç duyduğum dönemi geçeli çok olmuştu şükürler olsun. Ben artık farklı bir yoldaydım. Ben artık uzun yıllardır eleştirdiğim o aile sisteminin başındaki ebeveynlerden biri olmaya hazırlanıyordum. Kim bilir bebeğimiz doğup büyüdüğünde bizim hangi hareketlerimize gıcık olacaktı? Olabilirdi. Ama biz onu asla bırakmayacaktık. Hep yanında olacaktık. Önemli olan da buydu. Aile olmak bu demekti. Bir sürü hareketine gıcık olmana rağmen canından çok sevdiğin insanlar ve birbirinize destek olduğunuz garip bir sistem. Bizim için de bu farklı olmayacaktı. Ben, Valentino ve çocuklarımız... Bizim ailemiz de her şeye rağmen birbirine değer verip destek olacaktı. Biliyordum çünkü bizden görecekleri her zaman bu olacaktı. Aile her şeyden önce gelir. Yüzümü yıkadıktan sonra banyodan çıktığımda Valent odanın girişinde bana bakıyordu. "Günaydın." Gülümseyerek "Günaydın." diye karşılık verdim. Yüzünde ilgili ve biraz da endişeli bir ifade hâkimdi. "Çok mu kötüsün?" "Yok canım, her zamanki şeyler." Elimi salladım boş vermiş gibi. Evet, sonunda bulantılar da iyiden iyiye başlamıştı. Bu benim durumumda biri için şaşırtıcı sayılmazdı. Hiç iştahım olmamasına rağmen "Hadi, kahvaltıya inelim." dedim adamın koluna girerek. O ise bana gizemli bir bakış attı. "Önce gitmemiz gereken başka bir yer var." Gülerken kaşlarımı çattım merakla. "Neresiymiş orası?" "Çok uzak değil, merak etme." Beni koluna girdiğim elimden tutup götürürken merdivenleri heyecanla iniyordum. Onunla her an, küçük bir kız çocuğunun sürprizleri merak etmesi gibi belirsizliklerle dolu ve heyecanlıydı. Salona indiğimizde Nina kapıya yakın bir yerde heyecanla gülümsüyordu. Anlaşılan onun da sürprizden haberi vardı. Yüreğim ağzımda beklerken ceketinin iç cebinden çıkardığı anahtarı usulca bana uzattı. "Al bakalım." Bu bir araba anahtarıydı. Dolayısıyla şaşırmıştım. Neden bahsettiğini bilmiyordum. "Bu ne?" dedim garip ve şaşkın bir gülümsemeyle. "Bana doğum günümde dünyanın en güzel hediyesini veren, dünyanın en güzel annesine bebek hediyesi." Far görmüş tavşan gibi yüzüne bakarken gözlerim büyümüştü. "Ne?" Donup kalmıştım. "Valentino..." diye fısıldadım hayretle. "Ne gerek vardı ki böyle bir şeye? Montrel beni götürüyordu. Hem benim arabam vardı zaten." "O eskimişti." Nina benden daha heyecanlı ve mutlu görünüyordu. Mutfaktan konuya vakıf bir biçimde çıkan Perhide Sultan da gülerek "Beyinin kıymetini bil, bak o senin kıymetini nasıl da biliyor!" dediğinde gülmemek için kendimi zor tuttum. Zira hâlâ sürprizin şokundaydım. Bunun farkında olan Perhide'mse takıldı bana. "Ne öyle nemrut nemrut duruyorsun? Sarılsana kocana! Boynuna atlasana!" Şaşkınlıkla adama dönerken gülen gözlerine baktım ve geç de olsa sarıldım ona. "Çok teşekkür ederim, Valentino. Gerek yoktu ki böyle bir şeye. Ne diyeceğimi bilemedim şuan. Şaşkınım vallahi." "Farkındayım." Yumuşak gülümsemesinin ardından kaşlarını kaldırdı. "E hadi, merak etmiyor musun yeni arabanı?" Dış kapıyı açan adamı takip ettim ve bahçede çimlerin arasında ilerleyip az ileride park hâlinde olan arabayı gördüm. Kristal kırmızı bir arabaydı. Görkemli görünümünün yanı sıra arabaların cinsiyeti olduğuna inanan ben, bunun tam bir kadın arabası olduğunu düşünüyordum. Havalıydı. Belli ki epeyce de pahalı. Oldukça şık görünen mükemmel arabamı bakışlarımla yeterince eskittikten sonra Valent'e döndüm minnettar bir biçimde. "Valentino..." "Bir kez daha gerek yoktu dersen kızmaya başlayacağım. Çünkü gerek vardı." Başımı öne eğip güldüm. "Her anında beni düşünerek bir şeyler yapman... Bu çok özel, Valentino." Bu kez muzırca başımı iki yana sallayarak ekledim. "Ama bu milyon dolarlık pahalı bir araba olmak zorunda değil. Bir güle de tav oluyorum biliyorsun. Masrafsızım yani." Gülüştük. Bu anı ölümsüzleştirmek için kollarına atlayıp sıkı sıkı sarıldım. "Sen benim bu hayattaki en büyük şansımsın. Belki de tek şansım..." Alaycı bir şaşkınlıkla "Ne tesadüf." dedi adam. "Ben de senin için aynı şeyi düşünüyordum." Saçlarıma bir öpücük konduran adamla romantik anlar yaşadıktan sonra kahvaltı için eve döndük. Kapıdan onun kollarına sarılı girerken mutfağa giden Perhide'min kulağını çınlatırcasına böbürlenerek "Beyim bana araba almış." deyiverdim. Buna da güldü adam. Komik ve eğlenceli bulmuştu. "Yakışıklı beyim." diye mırıldandım gerçekle karışık şakayı sürdürürken. Masaya oturduğumuzda ağzımızın tadı yerindeydi ama birden aklıma bugün Kerem'i uğurlayacağımız geldi yeniden. Tam sofrada peynirimi ağzıma atmışken bu düşünce beni esir aldığında ister istemez gözlerim dolmuştu. Burnumu çeke çeke sessizce ağlayarak peynirimi yerken duraksadı karşımdaki adam. "Lâl, iyi misin?" "Değilim işte." Kollarımı kavuşturdum küskün bir çocuk gibi. "Kardeşim gidiyor bugün." Yumuşak bir tebessümle karşılık verdi adam. "Üzülme, istediğin her an gidebileceksin." "Hamileliğim ilerlediğinde gidemeyeceğim ama." "O zaman da Kerem gelecek. Gerekirse özel olarak getirtirim, biliyorsun." Rahat ses tonuyla söylediği her şey içime su serpiyordu. "Bunun için üzülmene gerek yok." Bu yüzden uzatmadım. Daha yeni araba hediyesi almış biri olarak bu kadar üzülmeyi şımarıklık olarak buldum ve içimden ne kadar ağlamak gelirse gelsin kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Burnumu çekerken elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Yanıma kadar gelen adam büzüşmüş dudaklarımı sıktı yanağımı sıkar gibi. "Seni küçük sulugöz." Bense o an tüm suçu kurtarıcım olan içimdeki küçük şeye attım. "Ben değil, o yapıyor. Gerçekten de." Gözlerime ayıplar gibi baktıktan kısa bir süre sonra kabul eden adam hafifçe eğilerek karnıma dokundu. "Bebeğim, daha şimdiden anneni üzersen dokuz ay nasıl geçecek?" O an birkaç ay sonra bebeğimizin babası konuştuğunda belki de hissettiği için hareket edecek olma ihtimali aklıma gelince içim ısındı. Kahvaltımız sakin ve sorunsuz geçtikten sonra Kerem'i uğurlamak için havaalanına gitmiştik. Onu almayı teklif etsek de kendisi bizden önce havaalanına varmıştı. Herhâlde kız arkadaşıyla romantik vedalaşma dakikaları yaşamışlardı, bu yüzden erken gelmişti. Bilemiyordum. Biz de şu gizemli kız arkadaşla bir türlü denk düşüp tanışamamıştık. Her neyse. Belki bir dahakine diye düşündüm. Gitmek için vedalaşabileceğimiz son yerde karşılıklı dururken onu ne kadar özleyeceğimi düşündüm. Yeniden gözlerim doldu. "Sen... Her Allah'ın günü beni arıyorsun tamam mı? Eğer aramazsan o Amerika'yı senin başına yıkarım." Güldü Kerem. "Merak etme, istemediğin kadar sık arayacağım seni." İnanmazca baktığımda ikna etmeye koyuldu. "Valla, görürsün. Sıkılacaksın artık. Demedi deme." "Bir şeye ihtiyacın olursa-" "Merak etme, söylerim." Bense lafı ağzına tıkar gibi "Merak etme deme bana!" diyerek azarladım onu işaret parmağımı sallarken. "Ablaların işidir merak etmek. Merak etme demekle olsaydı keşke." "Abla olunca anlarım değil mi?" Alayla söylemişti bunu. Omzuna vurdum yalandan. "Zevzek seni!" Beni kollarımdan tutan çocuk gözlerime baktı. "Sen benim için sadece bir abla mı olduğunu sanıyorsun?" dedi yumuşak sesiyle. "Hem arkadaş oldun, yeri geldi annelik yaptın. Şuan olduğum kişiyi sana borçluyum. Ben senin hakkını nasıl öderim? Seni aramadan durabilir miyim? Başta ben merak ederim seni." Bakışları aşağı indi. "En çok da yumurcağı. O doğduktan sonra pabucun dama atılacak haberin olsun." Güldüm gözyaşlarımı silerek. Bir süre birbirimize baktıktan sonra sıkı sıkı sarıldık. O sarılma saniyeler boyu sürse de seneler gibi hissettirmişti ve bir ömre bedeldi. Ayrıldığımızda burnumu çekerken yiğitliğe bok sürdürmemek adına dik durup emirler yağdırmaya devam ettim. "Yediklerine içtiklerine dikkat ediyorsun, aç bırakmıyorsun kendini. Ayrıca oraya vardığında beni görüntülü arıyorsun, kalacağın yeri göreceğim." Bir asker edasıyla elini alnına götürdü. "Emredersin komutanım!" "Zevzek." Yeniden sarıldım ve bu son sarılmamızdı çünkü Kerem'in gitme vakti gelmişti. Çarpık gülüşüyle "Bunu söylemiştin." dedi bilmiş bilmiş. Gitmeden önce Valent'e dönen çocuk "Onlar sana emanet." dedikten kısa süre sonra başını iki yana salladı sahte bir korkuyla. "Allah yardımcın olsun." Benden bir belaymış gibi bahseden kardeşime sahte öldürücü bakışlar attım. "Bana bak, giderayak almayayım seni ayağımın altına." "Kaçtım ben." Kerem giderken arkasından bakmak, bir parçamı onunla göndermek gibiydi. Uras'ın bana emanetiydi o. Çok özleyecektim, her an aklıma düşecekti, merak edecektim. Ama alışmam gerekiyordu çünkü Kerem büyümüştü artık. Büyük adam olmanın adımlarını gerçekleştiriyordu. O tanıdığım ergen değildi, büyüyordu. Yarın öbür gün okul bittiğinde evlenecekti. O zaman ne yapacaktım? Ondan uzak kalmaya alışmalıydım. O gittiğinde kollarını bana sarmış olan adam "Ağlama artık. O çok mutlu, baksana." derken saçlarıma bir öpücük kondurdu. "Orada yeni arkadaşlıkları olacak, çok iyi bir iş ve yaşam için ilk adımlarını atıyor. Senden uzakta büyüyor. Bu güzel bir şey." Bakışlarım ona dönerken haklı olduğunu biliyordum, kabullenerek başımı salladım ve Kerem tamamen gözden kaybolduğunda havaalanından çıktık. Arabada mahzun bir sessizlik çökse de Valentino beni kollarına alıp bir şekilde teselli etmişti. Onun söylediği her şey içimi rahatlattığı için ağlamayı kestim. Bu kadar hassas bir dönemdeyken zor olsa da en azından denedim. Valent işe gideceği için onunla vedalaştık. Montrel de beni eve bıraktı. Şimdi bu koca evde yalnız başıma ne yapacağımı düşünmeliydim. Çünkü bütün gün böyle geçmezdi. Kliniğe gitmeyi düşündüm ama bugün çok hâlim yoktu. Hem fazla ağlamaktan hem de Kerem'i uğurlamak için gidip döndüğümüzde kalan enerjim de bitmişti. Üstelik hamile olduğum için yorgunluk da baş gösteriyordu. Biraz odamda dinlendikten sonra ne yapsam, ne yapsam diye düşündüm ve yeniden Ilya'yı aramaya karar verdim. Hem kim bilir belki bu kez aramalarıma yanıt verirdi. Onu merak etmiştim. Onu aradım, başta açmayacakmış gibi uzun uzun çaldı ama şükür ki sonra açtı. "Hah, Ilya! Nerelerdesin?" Her zamanki gibi kısık sesiyle bir kediyi andıran Ilya "Merhaba, Lâl. Nasılsın?" dedi nazikçe. "Ben iyiyim de sen nerelerdesin? Nasılsın?" "İyiyim. Yorucu birkaç gün geçirdim, kafam allak bullaktı. Bu yüzden sana dönemedim." "Tamam, olsun. O zaman hadi kahveye gel bana şimdi. Olmaz mı?" "Şimdi mi?" "Evet, ne var ki?" Sesi pek iyi gelmiyordu doğrusu. Bir sıkıntısı olduğu belliydi ama kutu gibi kendini kapadığı için hiçbir şey anlayamıyordum. "Başka zaman gelirim olur mu? Bugün pek müsait değilim." Üstelemedim. Hâlsiz çıkıyordu sesi. Grip gibi ya da hastayken olduğumuz gibi yorgun geliyordu. Bu yüzden zorlamadım. "Tabii, ne zaman istersen." Çekingen bir edayla "Kalbini kırmadım değil mi?" diye sordu. O kadar hassas, nazik ve kırılgan bir kızdı ki bunu sorarken yanımda olsaydı onu sıkı sıkı sarardım. İçinde zerre kötülük olmayan saf bir bebek gibiydi. Onu daha ilk gördüğüm an tanımış, anlamıştım. Küçük yaşlardaki Lâl'i anımsatıyordu bana. Herkese ve her şeye inananan, hayata dair umudunu yitirmeyen, kandırılabilecek kadar saf olan o Lâl'i. Çocuk Lâl'i. Artık öyle değildim ama telefonun diğer ucundaki kız tam olarak öyleydi. Beni kırmaktan korkuyordu bir de, kıyamam. Ona büyük bir şefkat beslemiştim o an. "Yok canım, daha neler! Ben seni hastanede görünce merak ettim sadece. Ondan yani." Utana sıkıla "İyi misin?" diye sordum olta atarcasına. Belki anlatır diye düşündüm ama nerede... "İyiyim, merak etme." Detay vermedi. Kısa bir sessizliğin ardından "Ben kapatayım şimdi. Sonra görüşürüz." diye mırıldandı. "Tamam, görüşürüz canım." Telefonu kapattığımda garip bir şeyler dönüyor gibi hissetsem de üstünde durmamaya çalıştım ama ne çare. Unutmak istedikçe Ilya'nın mahzun yüzü düşüyordu aklıma. İster istemez merak ediyordum. Ancak o istemeden hayatı hakkında bir şey öğrenemezdim. Bu yüzden düşünmemeye çalıştım ve çok içinden çıkılmaz bir durumda olmamasını diledim. O an ben bir şey yapamasam da yapabilecek tek kişi gelmişti aklıma. Nikolai. Belki sorununu ondan öğrenebilirdim, bir şey yapabilirdim. Ya da bir faydam dokunabilirdi. Sorun ilişkileriyse karışmazdım ama Ilya da benim bir arkadaşım sayılırdı artık. Derdi eğer çözebileceğim bir şeyse öğrenmek istiyordum. Ya da Niko'nun haberi yoksa o öğrensin, çözsün istiyordum. Bu yüzden direkt onu aradım. İlk çalışta açtı adam. "Lâl? Bu ne güzel sürpriz?" Sesi memnuniyetten çok şaşırmışa benziyordu. Uzatmaya niyetim olmadığı için hoş geldin beş gittin faslını kısa kestim. "Niko, ben seni Ilya için aradım." "Ne olmuş Ilya'ya?" "Son günlerde hâlini pek iyi görmüyorum. Nedir, bir sorun mu var?" "Yo, gayet iyi. Bir sorun yok." "Emin misin?" Duraksadı adam. "Eminim. Sen neden böyle düşündün ki?" "Geçenlerde aradım, açmadı. Bugün arayıp kahveye çağırdım, sesi kötü geldi. Kısa kesti konuşmayı. Daha önce de hastanede görmüştüm onu. Acaba hasta falan mı?" "Bir sorun yok, merak etme." Daha fazla uzatamayacağımın farkındaydım. Eğer gerçekten bir şey olsa dahi bu kadar burnumu sokmaya hakkım yoktu. Belli ki Niko da biliyordu neden hastanede olduğunu ya da hasta olup olmadığını. Sadece mahzun bir "Peki." kelimesi iliştiriverdim. Başka elimden ne gelirdi ki? "Sen iyi misin?" "İyiyim. Ama Ilya'nın durumu kafama takıldı." Durdum ve devam ettim. "Ya kusura bakma, bu kadar burnumu sokmak istemezdim ama kız burada yapayalnız. Kimsesi yok. Bir de kedi yavrusu gibi savunmasız. Aklım kalıyor. Sen ona göz kulak oluyorsundur tabii ama..." "Merak etme." Kurduğu bu kısa cümleyle içimi hiç rahatlatmıyordu ama gereğinden fazla uzattığım için "Neyse." deyiverdim yalnızca. Benden bu kadar. Gerekirse Ilya'yla sonra görüşürdüm. "Ben kapatıyorum, sonra görüşürüz." "Görüşürüz." Telefonu kapattım ve komodinin üstüne koydum. Derin bir iç geçirip nefes verdim. Kendime kızdım. Dünyayı sen mi kurtaracaksın be kızım? Ne senin bu kahraman havaların? Sen önce kendini düşün. Kendi hayatını yoluna koy. Bak, güzel bir evliliğin, kurmaya başladığın bir ailen var ama hâlâ hayatındaki ayrık otlarından tam olarak kurtulabilmiş sayılmazsın. Sen önce bir dön de kendine bak. At kuyruğu yaptığım saçlarımı biraz gevşettim. Sıkı bağlanmış olması başımı ağrıtmıştı. Aynada yüzüme bakarken telefonum çaldı. Arayan Engin abimdi. Bekletmeden açtım. "Alo, abiciğim?" "Kaç dakikadır seni arıyorum, meşgul çalıyor. Kiminle konuşuyorsun?" "Niko'yla konuşuyorduk da bir konuyla ilgili." İmalı bir biçimde "Hımm... Öyle mi?" dediğinde umursamadım. O da çok üstünde durmadan asıl meseleye geldi. "Ben akşam size yemeğe geliyorum, haberin olsun diye aradım. Az önce Valentino'yla konuştuk, beni yemeğe beklediğinizi söyledi." "İyi yapmış." Tebessüm ettim. Valent ne güzel düşünmüştü. Şimdi Engin abimle zaman su gibi akıp giderken Kerem'in yokluğuna alışmak biraz daha kolay olacaktı. "Bekliyorum akşama. Gidip Perhide'me güzel haberi vereyim." "E hadi ver bakalım." Engin abimle konuştuktan sonra tavırlarında bir gariplik hissetsem de umursamadım. Yatağa oturur vaziyette uzanıp biraz kitap okudum. Neredeyse akşam oldu. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Merdivenlerden aşağı inerken mutfaktan gelen türkü sesleriyle Perhide Sultan'ın yine ortamı coşturduğunu anlamıştım. Hafifçe kafamı mutfak kapısından içeri soktuğumda Nina ve Perhide'm yemek hazırlıklarıyla ilgileniyorlardı. Kadın kendini türküsüne kaptırmışken Nina da ona gülmeyi ihmal etmiyordu. "Ne yapıyorsunuz bakalım çıtırlar?" Muzır bir biçimde mutfağa girdiğimde karnım kazınmıştı. Dolaba uzanıp kurcaladım durdum. Perhide'm "Akşam yemeği için hazırlık yapıyoruz kızım. Özel olarak canının çektiği bir şey varsa söyle, yapalım. Aşeriyor musun aş?" dediğinde ben hâlâ dolabın içinde yiyebileceğim neler var ona bakıyordum. "Yok, Perhide'm, daha erken zaten." "Aaa öyle deme! Canın ne çekerse ye yoksa çocuğun vücudunda ben olur!" "Yok daha neler." Böyle şeylere inanmıyordum ve dudak büktüm ancak bir yandan da düşünmeden edemedim. Ya canım papaya çeker de o an evde papaya olmazsa ve bebeğimde papaya şeklinde benler çıkarsa? Bunun hesabını büyüdüğünde ona nasıl verirdim? Saçmalama, Lâl. Papaya yiyemeyecekmiş de çocuğunda ben çıkacakmış. Daha da neler! "Öyle deme yavrum, kardeşimin eltisinin oğlunda erik şeklinde ben var. Eltisinin canı hamileyken erik çekmiş, o mendebur kocası da götünü kaldırıp bir erik alamamış. Sonra çocukta böyle erik şeklinde ben çıktı ya!" Şiddetle inanarak anlattığı yetmiyormuş gibi eliyle kocaman göstererek anlatımını pekiştiriyordu. İçime düşen kuşkunun gerçekliğini değerlendirirken arkamdan Valent'in "Bu gerçek mi?" sorusunu duydum. Kapı aralığında durmuş ciddi ciddi bakıyordu. Ne zaman geldiğini bile duymamıştım. "Elbet yavrum, elbet gerçek! Kardeşimin eltisinin oğlu diyorum ya işte!" Eliyle gösterip devam etti. "Nah bu kadar ben var erik şeklinde!" Ciddi ciddi Perhide'mi dinledikten sonra bana doğru yürüdü ve kollarımdan tutup baktı bana. "Lâl, bu andan itibaren canın neyi isterse hemen bana söylüyorsun. Sakın saklamaya falan kalkma. Bak, bu ciddi bir konu." Öyle bir ciddiyetle söylemişti ki bunu sanki dünyanın soyunun devam etmesi ya da bir hayvanın tükenen neslini kurtarmak sadece ikimizin elindeymiş gibi. Bir gezegeni kurtarma görevi üstleniyormuşuz gibi davranıyordu ve buna gülmemek için kendimi zor tuttum. "Valentino, buna inanmıyorsun şuan değil mi? Safsata bunlar." Perhide'm yumuşakça omzumu cimcikledi. "Tövbe de kız, çarpılırsın!" "Ay! Acıdı ama ya!" Valent bana bakarken tüm otoritesini kullanarak yineledi. "Canın neyi çekerse bileceğim." Ondan kurtulmanın bir yolu yoktu. Bu yüzden dediğini yaptım ve bıkkınlıkla "Tamam, tamam." dedim sadece. Perhide'm "Kızım sen gebesin, ne o öyle pire gibi gezinip duruyorsun? Git içeri otur, hadi yallah!" diyerek beni mutfaktan kovduğunda dolaptan aldığım yeşil elmayla mutfağı terk etmek durumunda kaldım. Salona geçerken peşimden gelen Valent "O elma yıkandı mı?" diye sordu cevabını bile bile. Elimden çekip aldı hemen. Kapının iç kısmında kalan Nina'ya uzattı. "Elmayı yıkayıp getir." Biz salona geçtiğimizde artık imdat, yangın var diye çığlık atacaktım. Üzerime titrenmesi güzel bir şeydi ama bu kadarı kimsenin hoşuna gitmezdi bence. Salon koltuğunun köşesinde Valent'in bana aldığı yavru köpeğimiz öyle uslu uslu oturup bu deliler ne yapıyor der gibi bize bakıyordu. Gidip "Oy şunun güzelliğine bak, oy!" diyerek onu mıncırırken hâlâ bir adı olmadığını fark etmiştim. "Hâlâ isimsiz geziyor bu çocuğum benim." Valent'e döndüm. "Ne koysak acaba?" Elleri ceplerinde salonun ortasında dolanırken yanıma geldi. "Bilmem, sen ne istersen." Koltukta otururken yanıma gelip koltuğun başına oturdu ve benimle birlikte köpeği sevmeye başladı. "Leo olabilir mesela." "Yok, Leo olmaz. Hürrem Sultan'ın rahmetli sevgilisinin adı. Her söylediğimde duygulanır ağlarım şimdi." "Max olabilir." "O da çok klasik ya. On köpekten dokuzunun adı Max." Elmamı yıkayıp tabakta muntazam biçimde doğranmış hâlde getiren Nina da "Goofy nasıl?" diye bir fikir beyan etti tabağı bana uzatırken. "Fena değilmiş." Elinde koyu renkli bir içecekle gelen Perhide'm de hemen sohbete atıldı. "Lokum olsun, lokum. Rengi de böyle pürîpak, lokuma benziyor." Dudaklarım büküldü. "Ama olmaz dedim ben size. Hürrem Sultan'ın rahmetli sevgilisi Leo nasıl öldü? Zehirli lokumla! Biraz hassasiyet ama ya!" "Kızım dizi o, dizi! Aaaa!" Elindeki bardağı uzattı. "Al bakalım, iç şunu." "Bu ne?" "Keçiboynuzu pekmezli süt." Bardağı alıp kokladığımda pekmezin garip kokusu burnuma doldu. "Iy, içemem ben bunu. Bir garip kokuyor. Keçinin boynuzu gibi." Bardaktan boşta kalan elime hafifçe vurdu kadın. "Nimete ıy denmez öyle! Iy denmez nimete! Bunu bulamayanlar da var. Bir de onun adı keçiboynuzu pekmezi sadece. Keçi boynuzuyla bir alakası yok. Kötü neyim değil tadı, hadi iç, dik bitir gözümün önünde, göreceğim!" Perhide'min despotluğuyla bu işten bir çıkış yolu yoktu. El mecbur o süt içilecekti. Küçükken de bir şeyi yemek istemediğimde ne biçim ağzıma tıkıştırırdı. Çok yanlış bir eğitim biçimi. Ama bunca yıllık Perhide Sultan'ı da eleştirirsem dayağı yerdim. Hem o üç çocuk büyütmüştü. Ben kaç çocuk büyütmüştüm? Sıfır! Işık sayılmazdı çünkü 2 sene çocuk bakmakla 20-30 yaşına kadar büyütmek aynı şey değildi elbette. Bu yüzden Perhide Sultan benden daha tecrübeliydi. Engin abim de, Zuhal ablam da, ben de hatta Zuhal ablamın büyük kızı Mina da onun elinde büyümüştü. Etti dört çocuk. Büyüklerin bir bildiği vardı. Sütümü uslu uslu içip bitirdim ve Perhide'mden okkalı bir aferin aldım. Nina'yla yeniden mutfaktaki işlere giriştiklerinde Valentino'nun bakışları beni beğeniyle süzüyordu. "Sen istediğinde ne kadar da uslu olabiliyormuşsun öyle." "Evet, bir sana şımarıyorum ben." Omuz silktim muzırca. "Perhide'me sökmüyor, alır valla ayağının altına. Osmanlı kadını sonuçta." Saçlarımı okşayan adam dalgın dalgın bakarken "Bebeğimi görmek istiyorum." deyiverdi aniden. "Özledim." Gülümsedim. "Tamam, Selvi'yi ararım, yarın gideriz istersen." Öte yandan önceki kontroldeki ultrasonu hatırlattım. "Resmi var sende, özlersen resmine bakabilirsin." "Büyümüştür o şimdi. Öyle aynı kalmaz hep." Güldüm yeniden. Bu kez alay eden bir gülüştü bu. "Valentino, şu kadarcık bebek, böyle kısa zamanda ne kadar büyüyebilir Allasen? Bezelye kadarsa yaban mersini kadar olmuştur." "Ben bebeğimi özledim Lâl." Kaşları havalandı. "Ne o, bebeğimi bana göstermeyecek misin? Saklıyor musun onu benden?" "He, saklıyorum Valentino. Kontrole gittiğimizde de kulağına fısıldayacağım, böbreklerimin arkasında saklayacağım onu, oldu mu?" Başımı iki yana salladım sabır çekerek. "Te Allah'ım ya, nelerle uğraşıyoruz." Öte yandan aklıma geldikçe de gülüyordum. Valentino Riccardo. Daha şimdiden bebeğini bu kadar kısa sürede özlediğine göre doğumu nasıl bekleyecekti acaba? Daha da kritik bir soru, bu çocuk doğup büyüdüğünde, Kerem'in yaşına gelip yurt dışında okumak istediğinde, evlenip barklandığında Valent Efendi onun yokluğuna nasıl dayanmayı düşünüyordu acaba? O zaman da Kerem'de olduğu gibi bilge bilge akıllar verebilecek miydi bakalım? Bunları düşünürken gülmeden edemedim. Benim kendi kendime güldüğümü gören adam "Sen neye gülüyorsun öyle?" diye sordu. Omuz silktim. "Hiç." Şimdi durduk yere eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmaya gerek yoktu. Biz bunları düşünürken zil çaldı. Duvardaki saate baktığımda Engin abimin gelmiş olabileceğini düşündüm. Biz kapıya yetişemeden Perhide'm cüssesine rağmen Usain Bolt gibi koştura koştura yetişti. Abimi görür görmez boynuna atlayıp hasret giderdi. "Oy, hoş geldin benim aslanım!" Koskoca adamın yanaklarını sıkıp omuzlarını silkelerken "Zayıflamışsın, hanımın sana bakmıyor galiba." diyerek kaynanalık tasladı. Hanımı dediği de Tati, yurt dışında çalışan koskoca örgüt görevlisi falan. Hey Allah'ım ya Rabbim. Bunları düşünürken bir daha güldüm. Perhide'mden arta kalan fırsatta "Hoş geldin abiciğim." diyerek boynuna atladım yavaşça. "Ne iyi ettin de geldin? Bugün sana o kadar ihtiyacım vardı ki." Neden der gibi başını salladı adam. "Ben bundan sonra hep tependeyim de... Bugünün ne özelliği var, hayırdır?" "Kerem gitti bugün Amerika'ya." Kısaca açıkladım. "Okul için." Anladım manasında başını sallayan adam kısa bir an Valent'e baktıktan sonra bana döndü. "Merak etme, bundan sonra hep yanında olacağım. Geçmiş günlerin acısını çıkarırcasına." Sıkı sıkı sarıldık. Özlem giderircesine. Yılların özlemini gidermenin bir sarılmayla olmayacağını bile bile. Benim kollarımdan ayrıldığında Valent'e elini uzattı abim. El sıkıştılar. "Davetin için teşekkür ederim, Valentino." "Artık davet beklemene gerek yok. İstediğin zaman gelebilirsin." Baş işaretiyle birlikte "Teşekkürler." dedi adam. Araya girdim muzır bir çocuk gibi. "Ya ayıp olmazsa hemen yemeğe geçebilir miyiz? Ben kurt gibi açım da." İkisi de benim bu hâlime gülerken masaya geçivermiştik. Artık hamile olduğum için çok çabuk yorulduğum gibi çok çabuk da acıkıyordum. Bazen de uyuz bir şekilde midem bulanıyor, hiçbir şey yiyemez hâle geliyordum. Değişik bir tecrübeydi bu benim için. Önceki hamileliğimden farklıydı çünkü öncekinde hep kusuyor, doğru düzgün bir şey yiyemiyordum. Ne olduğunu bile anlamamıştım. Ama bu sefer inişli çıkışlı bir iştahım vardı. Bazen varken bazen yoktu. Bu akşam kurt gibi açtım mesela. Masayı silip süpürebilirdim. Ben aç karnımı doyurmaya çalışırken Valent ve Engin abim üstünkörü muhabbetler konuştular. İş güç, bizim nasıl tanıştığımız vesaire... Çok derin sohbetlere girmedikleri gibi birbirilerine karşı mesafeli gibiydiler. Sanki bir iş toplantısı gibiydi. Oysa bu yemeği aralarındaki mesafeyi biraz olsun aşarız ümidiyle organize etmiştik. Daha doğrusu Valent etmişti. Tamam, ben de farkındaydım, mesafeler öyle ha deyince aşılmazdı. Hemen olmazdı. Ama Engin abimde garip bir tavır vardı. Sanki Valent'le samimi olmak istemiyor gibiydi. Nezaketen, kibarca ve dostça, gerektiği kadar iletişim kuruyor gibiydi. Valent'in bunu anlamamış olması imkânsızdı. Onun ördüğü duvar bu kadar görünebilirken hem de. İçim bir huzursuz olsa da o an herhangi bir şey söylemedim. Sadece aradaki açığı Valent'e daha fazla sevgi göstererek kapattım. "Sen doğru düzgün bir şey yemedin ama." Dudaklarımı büktüm. "Biraz karnıyarıktan al bak Perhide'm çok güzel yapar." Ona ellerimle yedirmeye çalıştığımda güldü adam. "Tamam, Lâl. Ben yiyebilirim. Sen yorulma." "E ye o zaman." Geri çekildim. "Tabağını bitir." "Hamile olan ben değilim." "Olsun, bu bir ekip çalışması." Yanıtım üzerine her zamanki o karizmatik gülüşünü sergiledi. Hani şu başını öne eğip cool cool gülmesinden bahsediyorum. Eriyordum o gülüşüne. Tam anlamıyla eriyordum. Abim merakla henüz hamileliğe dair hiçbir emare olmayan karnıma bakarak "Kaç aylık?" diye sordu. "10 haftalık olacak." "Daha küçükmüş." Bu konuşmadan sonra masada garip bir sessizlik oluştu. O an ne konuşacağımı ben de bilemedim. O kadar uzun yıllar uzak kalmıştık ki abimle. Aramızdaki o eski bağa yeniden ulaşmanın kolay olmayacağını anlamıştım. Üstelik birbirimizi bıraktığımız şekilde de bulduğumuz söylenemezdi. Abim tamamen farklı biri olmuş gibiydi. Ya da uzun yıllar uzak kalınca öyle oluyordu belki. Hakkındaki garip düşüncelerimi telepati yoluyla mı anladı bilmiyordum ama masanın üzerindeki ellerini birleştirdi adam. "Lâl... Senden uzak kaldığım zamanda bir an bile aklımdan çıkmadın. Sana yaklaşmamam, yanına gelmemem tamamen sana zarar vermemek içindi. Şimdi dengeler tamamen değişti. Özellikle babam ve Vural'ın ölümüyle birlikte." Bunları söylerken bakışları Valent'le kesişmişti. "Ona babam demeye bile utanıyorum. Sana yaşattıklarından sonra." Derin bir nefes verdim. "Bunları geride bıraktık. Artık Valent'le çok daha güzel bir geleceğe adım attık." Karnıma dokundum. "Bebeğimiz olacak. Bir ailemiz olacak." Yumuşak bir tebessümle başını sallayarak karşılık verdi adam. "Evet. Senin mükemmel bir anne olacağına eminim. Minik bebeğini kucağına aldığın günü görmek için sabırsızlanıyorum." Bebek sadece benim eserimmiş gibi bahsetmesine takılmaya vaktim olmadı, başını öne eğerek bir iç geçirdi. "Ama yaşadıkların sırasında yanında olamadığım için hep kendimi suçladım. O günlerde bana hep Nikolai destek oldu. Arkadaşlığıyla..." Niko'nun adını duyunca masada gerilen Valentino, sessizliğini korusa da ben onu bir bakışıyla, kaskatı duruşuyla bile anlayabiliyordum. Uzanıp kocamın koluna girdim. Güvenle ona yasladım başımı. "Artık Valentino var. O hayatıma girdiğinden beri hiçbir şeyi düşünmeme gerek kalmadı. O beni her zaman koruyup kolladı, sardı sarmaladı. Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi. Yaralarımı okşadı, iyileştirdi. Bana ailemin esirgediği o saf sevgiyi verdi. Beni büyüttü." Bakışlarım yeniden ona döndüğünde yüzündeki o yumuşak gülümseme ve şefkatli bakışla içim ısındı. "Her şeyim oldu. Annem, babam, kocam, ailem..." Masanın altındaki elini yakalayıp parmaklarımı onunkilere kenetledim. "Biz birbirimizin her şeyi olduk." Peçeteyle dudaklarının kenarını yumuşakça silen adamsa "Anlıyorum." demekle yetindi. Dalgın çıkan sesi düşünceliydi. Onu bu kadar düşünceli hâle getiren ne olabilirdi ki? Valent Başkan'ı öldürttüğü için desem, değil. Başkan'ı o kadar sevmiyordu bile. Valent'in mafya olmasından desem, onun da olduğunu sanmıyordum. O zaman Niko'yu da sevmemesi lazımdı. Sonuçta o da sağlam ayakkabı değildi, kendisi işlerden uzak durmaya çalışsa da babası Rus mafyasının başındaydı. Abimin Valent'e bu durağan şekilde gösterdiği tepkisine pek anlam veremedim ama üstelemedim de. Yemek gayet sakin geçti ama her saniyesinde Engin abim ve Valentino arasındaki soğuk buz kütlelerini hissettim. Birbirilerine nezaketen katlanıyormuş gibiydiler. Özellikle Engin abim için geçerliydi bu. "Beni evinize davet ettiğiniz için tekrar teşekkür ederim." Önce "Valentino." diyerek dostça el sıkıştıktan sonra bana döndü. Sıkıca sarıldı. "Kendine çok dikkat et. Ve bebeğe de..." "Merak etme." "Artık daha sık görüşeceğiz." Bunu söylerken bakışları benim üzerimden Valent'e de değdi. Valentino ise misafirperver bir baş işaretiyle "Her zaman bekleriz." demekle yetindi. Aralarında sözsüz bir iletişim biçimi vardı sanki. Çözemiyordum. Belki de abartıyordum bilemiyordum ama bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissediyordum. Sanki birbirilerinden ilk bakışta hazzetmemiş gibiydiler. Üstünde durmadım. Tıpkı Valent'in yaptığı gibi yaptım. Ben Valent'i sevdikten sonra etrafın sevip sevmemesi beni çok da enterese etmiyordu. Masa toplanırken biz de odamıza çıkmıştık. Yavaş yavaş soyunup üzerimi değiştiriyordum. Valentino ise o sırada yatağın hemen yanında kol düğmelerini çözüyordu. O an gayet sıradan bir ses tonuyla "Abin benden pek hoşlanmadı." deyiverdi öyle. Bense o an aynanın karşısında küpemi çıkarırken bu cümleye hazırlıksız yakalandığım için duraksadım. Durumu kotarmaya çalıştım. "Yok canım. Sen bilmezsin, o biraz öyledir. Soğuk nevale." Aynadaki yansımadan bana yapma der gibi bir bakış attı. "Benden hoşlanmadığını anlamak zor değil. Ayrıca birbirimizden hoşlanmak zorunda da değiliz." O an istemsiz de olsa "Sen de mi hoşlanmadın ondan?" diye sordum. Kendi ağzımla yakalandığımı anlar anlamaz da alt dudağımı ısırdım suçlu bir biçimde. Valentino ise bunun üzerinde bile durmadan boş vermiş edasıyla kaşlarını kaldırdı. "Hayır, sadece Miloradov'la dost olmaları, ondan bahsetmesi..." Kısa bir sessizliğin ardından "Pek hoşuma gittiği söylenemez." yanıtıyla kestirip attı. İşte bu beni üzerdi. Tamam, abimle Valent can ciğer kuzu sarması olsunlar diye diretecek değildim ama Nikolai yüzünden aralarında gerginlik olmasını ya da sonsuza dek birbirilerinden hazzetmeme durumunu hiç istemezdim doğrusu. Hayatımda sevdiğim iki adam. Biri benim için ömrünü vermiş, diğeri bana yeniden can suyu olmuş. Aralarından bir seçim yapmamı istemeleri benim için ölüm demekti. Ve bu seçimin sonucu elbette Valentino olurdu ama Engin abimi de kaybetmek istemezdim. Hayat beni hayatımda sevdiğim iki adamla sınamasın istiyordum. Artık mutlu olmak istiyordum. Mutlu ve huzurlu. Usulca yanına gittim ve yatağa oturdum. "Valentino... Engin abim ve Niko arasında bir arkadaşlık bağı olması çok doğal. Aynı örgütte oldukları ve bir geçmişleri olduğu için elbette onu kendine yakın görüyor olabilir." "Kabul edelim ki onun favorisi Miloradov. Onunla olsaydın daha mutlu olurdu." "Ama ben seninleyim." Gözlerimi gözlerine diktim. "Tamamen seninim. Bedenimle, kalbimle, içimde taşıdığım bebeğimizle... Her şeyimle seninim." Sonra abimin tavırları aklıma gelince tatsız bir biçimde omuz silktim. "O da zamanla bu gerçeğe alışacaktır." "Umurumda bile değil, Lâl." Tam karşımdaydı ve oturur vaziyette dururken beni sırtüstü yatağa yatırdı. "Umurumda olan tek şey sensin. Anlıyorsun değil mi?" Dudakları önce dudaklarımda, sonra vücudumda gezinmeye başladı ve tek el hareketiyle kopçamı açtı. Tüm şefkati ve arzusuyla vücudumun her zerresine dokundu. Beni baştan çıkarıp tüm vücudumu titreyerek tatmin edene kadar dokundu. Tüm gece seviştik. Ne aramızdaki duvarlar umurumuzdaydı ne de başka bir şey. Umursadığımız tek şey birbirimize olan bitmek tükenmek bilmeyen tutkumuzdu. Tüm gece sonsuz bir şerbet gibi birbirimizin dudaklarından içtik. ... * YAZAR NOTU: Hi guys! 🌙 Bu bölümü @turkannn13 , @Garnetlal , @idil_karabey okurlarıma armağan ediyorum. 🩷 Artık etiketler çıkmıyor, neden bilmiyorum. Bilen varsa beni yeşillendirebilir. 🌿 Evet, yeni bölümümüzle karşınızdayız. Neler hissediyorsunuz? Kaç bölümdür detaylı konuşma fırsatı bulamadık. Masada Engin ve Valentino arasındaki soğuk savaş hakkında neler hissediyorsunuz? Buraya yazabilirsiniz. Sona adım adım yaklaşıyoruz, finali merak edenler için 60-65. Bölüm gibi demiştim ama belki daha erken olabilir. Olayların oturmasına göre değişkenlik gösterebilir. Bu yüzden hayalinizdeki Lâlentino sahnelerini buraya yazmak için son fırsatlarımız olabilir. 🫒 Sevgiler, bol kokulu öpçükler! ❤️ ••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |