@buzlarkralicesi
|
-6- ❝Lâl❞ Bütün gece gelen kutuyu ve mesajlaşmalarımızı düşündüm. Benimle böylesine oynayan biri kim olabilirdi? Tahmin etmeye çalışıyordum ama bir türlü emin olamıyordum. Vural veya Valentino değilse başka kim olabilirdi ki? Nedense bir anda Nikolai'den şüphelenmeye başladım. Üstelik Nikolai ölmeden önce Valent'in baş düşmanı olması dışında elimde hiçbir somut delil yoktu. Olabilir miydi? Acaba benimle oynuyor olabilir miydi? İyi de bu ona ne kazandıracaktı? Anlamak güçtü. Mantıklı bir açıklama bulamasam da Nikolai'nin olabileceğinden şüpheleniyordum. Kendime engel olamıyordum. Sebepsiz bir biçimde tüm algılarım ona çekiliyordu. Daha önce beni elde etmek için kirli oynamayı tercih etmiş biri olarak bunları yapması işten bile değildi ama dediğim gibi, bu ona ne kazandıracaktı? Düşünceler içinde kucağımda kutuyla sızıp kalmışım. Uyandığımda çoktan sabah olmuştu ve kutu yere düşmüştü. Biraz ayıldığımda ortalığı topladım, duş aldım ve giyinip aşağı indim. Merdivenlerden inerken mutfakta Wendy'nin biriyle konuştuğunu duyabiliyordum. "Senin bu geri zekâlılığını Lâl duyunca ne yapacak bakalım? Küplere binecek!" Mutfaktan içeri girdiğimde Evin ve Wendy'nin gözleri bana dönmüştü. Bense sıradan bir ifadeyle "Neymiş o duyunca küplere bineceğim şey?" diye sordum. Wendy ispiyonlamak için sabırsızlıkla bekliyormuş gibi hemen atıldı. "Evin Mehmet'le barışmış!" Göz ucuyla Evin'e baktığımda önce Wendy'ye neden hemen söyledin gibi bir bakış attıktan sonra suçlu gibi alt dudağının kenarını ısırıyordu. Sanki alıştıra alıştıra söylese sinirlenmeyecektim. Aynı zamanda azarlanmaya hazır yaramaz bir çocuk gibi bekliyordu. Gerçekten mi? Bunca yaptığı şeye rağmen Mehmet'i affetmiş miydi? Gerçekten öfkelenmemek elde değildi. Ancak bekledikleri gibi yapmadım. Gayet sakin karşıladım. Zaten ne diyebilirdim ki? Ne kadar yanlış bir karar vermiş olursa olsun bu Evin'in hayatıydı. Benim yapabileceğim tek şey onun için üzülmek olabilirdi. Şaşırmalarına sebep olacak bir sakinlikle "Hayırlı olsun." dedim. İkisi de donup kalmış bir biçimde önce birbirilerine, sonra da bana baktılar. Sonra Evin dayanamayıp sordu. "Ne yani, sen şimdi kızmadın mı?" Omuz silktim. "Bu senin hayatın." Soğukkanlı bir ifadeyle ekledim. "Yalnız rica ederim Mehmet bir daha bizim eve gelmesin." Suçluluk duyan bir çocuk edasıyla başını sallayan kızın hâlâ az önceki tepkimden ötürü şaşkınlığını atamamış olduğu rahatlıkla görülüyordu. Aramızdaki soğuk rüzgârları ısıtmak için çareyi konu değiştirmekte bulan Wendy ise "Ay dün Sevgi cadalozunu gördüm hastanede, odasından çıkarken karşılaştık." dedi. "Seni sordu. Telefonlarını açmıyormuşsun." Sevgi. Bir zamanlar arkadaşım sandığım ama beni satan dostum. Artık bir yabancıydı benim için. Aynı hastanede çalışıyorduk. Daha doğrusu o hastanede, ben klinikte aynı hizmeti veriyorduk. Bu kadar yakın çalışıyorduk maalesef. Başkan hizmetlerinin karşılığında onu hastaneye almıştı yani. Bu sebepten ne yazık ki sık sık karşılaştığımız zamanlar oluyordu. "Aynı hastanede çalışıyoruz diye özel hayatımda da onunla görüşmek zorunda değilim." Bana yaptıklarını unutacak hâlim yoktu elbette. Bebeğimi kaybetmemin müsebbibi olanlardan biri de oydu sonuçta. Bunu unutabilir miydim? Asla. Wendy büyük bir gururla "Ben de öyle söyledim zaten." diyerek böbürlendi. Pek kahvaltı insanı olmadığım için çıkmaya dünden hazırdım. "Hadi, millet nerede? Hazırsanız çıkalım artık. Gecikeceğiz yoksa." Bugün yoğun bir gün olacaktı. Tartıştığımız gün Başkan'ın gizemli telefon görüşmesinden hastanede gizli saklı bir şeyler karıştırdığını anlamıştım ve bunun peşine düşecektim. Ve akşam Hydra'ya gidecektim. Nikolai ile yüzleşmeye. Bakalım bana gelen bu kutuyla ve mesajlarla bir ilgisi var mıydı, yok muydu? Hastaneye geldiğimde de ilk danışanımdan sonra bir süre boşluğum vardı. Bu ortalığı kurcalamak için yeterli bir süreydi. Ancak nereden başlayacağımı pek bilmiyordum. Bir süre Başkan'ın odasını uzak mesafeden fark ettirmeksizin izlemeye başladım. Girenlerin çıkanların çetelesini tuttum kafamda. Kendi yaşlarında takım elbiseli şık bir adamı kapıya kadar samimi gülüşmelerle uğurlayışını gördüm. Bu sıradan yalakalıklarından biri mi yoksa iş çevirdiği insanlardan biri miydi asla anlayamadım ama paranoyakça onun odasını izlediğime değen bir şey oldu. Adamı uğurladıktan kısa bir süre sonra kapının önünde volta atarken kısa boylu, hasta bakıcı formalı bir adam geldi ve ondan bir zarf teslim aldı. Göz göze geldiler ve adam Başkan'a itaatkâr bir bakışla onaylar gibi başını salladı. Başkan odasına girerken hasta bakıcı asansörün arkasından dolandı. Usulca takip ettim onu. Fark ettirmeden ve ürkütmeden. Yangın merdiveninden indi ve hastanenin ilaç depolarına gitti. Onu takip ettikçe kalabalığı aştığımız için çember daralıyordu. Daha dikkatli olmam gerektiğini hissedebiliyordum. En ufak bir ses bile çıkarmadan ilaç deposunun içinden ilerleyişini izledim. Camdan, küçük bir yazıhanenin altında daha önce asla görmediğim bir merdivenden aşağı indi. Onun iyice inmesini bekleyip emin olduktan sonra ben de aynı merdivenlerden aşağı indim. Duvara yaslanıp onu izlediğimde hastanenin böyle bir yeri olduğunu ben bile bilmezken gizli bir asansöre girdi adam. Asansörün duvarında bir şeyler tuşlayıp gitti. Yok oldu sanki. Daha az önce hastanede keşfettiğim, kimsenin bilmediği bir bodrum katının asansöründe koca hastanede ilk kez gördüğüm bir hasta bakıcı elinde gizemli bir zarfla yok olup gitmişti. Buhar olmuştu. Ne işler karıştırıyorsun sen, Başkan? Bu aksiyon bana yetmemiş olacaktı ki etrafıma iyice baktıktan sonra asansörün düğmesine bastım. Görünürde kamera falan yoktu ancak yine de dikkatli olmalıydım. Asansör geldi. İçeri girdim ancak asansörün duvarında bir şifre sistemi vardı ve onu tuşlamadan hareket etmiyordu. Az önceki adam da bu yöntemle kaybolup gitmişti. Şifreli asansör, gizemli zarflar. Neler dönüyordu bu hastanede böyle? Şifreyi bilmediğim ve dolayısıyla giriş yasak olduğu için yakalanmamak adına asansörden çıktım ve kimseye görünmeden takip ettiğim yol boyunca geri kaçtım. En azından her şeyi çözene kadar benim buraya geldiğimi bilmemeleri gerekiyordu. Tehlikenin geçtiğine emin olduğumda hastanenin legal sayılan koridorlarında yürürken kendimi bir gizem gerilim filminde gibi hissetmiştim. Hiçbir şey anlayamamıştım. Anladığım tek şey, Başkan'ın yine bir şeyler çevirdiğiydi. Kliniğe döndüğümde kafamdaki soru işaretleri gizemli telefon görüşmesine şahit olduğum günden de fazla artmıştı. Kafamı toparlayıp seanslarla ilgilensem de öğlene kadar bunu düşünmeden duramamıştım. Ahmet arayınca çantamı alıp çıkmak üzereydim. Hastaneye geçip bizimkilerle öğle yemeği yiyecektik ama Şebboy ben seanstayken aldığı notlara baktı. "Kerem'in okulundan aradılar, Lâl Hanım. Acilen kendilerine ulaşmanız gerekiyormuş." "Allah Allah." Düşünceli bir biçimde başımı salladım. "Tamam." Klinikten çıkarken okulu aradım. Biraz endişelenmiştim doğrusu. "Merhaba, ben Lâl Alsancak. Beni aramışsınız." "Evet, Lâl Hanım. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde okula bekliyorum sizi. Bu sefer durum ciddi." Endişelerimi besleyen bir ifadeyle kaşlarım çatıldı. "Kardeşime bir şey mi oldu?" "Hayır. Ama lütfen ivedilikle okula buyurun. Konuşmamız gereken çok önemli bir durum var." "Tamam, geliyorum." Yol boyunca neler olduğunu düşünürken sinir katsayım yükselse de en azından Kerem'in sağlığıyla ilgili bir problem olmadığını bilmek beni rahatlatmıştı. Okula geldiğimde Kerem beni müdürün odasının önünde bekliyordu. Yüzü bembeyazdı, endişeli bir hâli vardı. Onu görür görmez yanına gittim ve "Ne halt yedin yine?" diye mırıldandım. "Yemin ederim bu defa ben bir şey yapmadım abla." Tam yeni sorular soracakken müdür yardımcısı bekletmeden içeri aldı bizi. Kerem yanımda mahcup bir ifadeyle ellerini birleştirmiş, başını öne eğmiş beklerken ben sabırsızlanmış durumdaydım. "Neler oluyor, Kerem ne yaptı da çağırdınız beni?" Kerem'in kavgalarına alıştığım için yine böyle bir şey bekliyordum ama adamın söyledikleriyle beynimden vurulmuşa döndüm. "Kerem hırsızlıkla suçlanıyor, Lâl Hanım." "Ne?" Şok olmuş bir biçimde anlamaya çalıştım. "Ne hırsızlığı?" "Dersten önce soyunma odasında arkadaşının oldukça değerli kol saatini çalmış. Soyunma odasında yalnız ve yan yana kabinlerde oldukları için arkadaşı Kerem'den şüphelenmiş. Çantasını aradık ve saat Kerem'in çantasından çıktı. Aile şikâyetçi." Kısa bir an Kerem'le göz kontağı kurduğumuzda hiddetle başını iki yana salladı çocuk. Onun yapmayacağını biliyordum. Ona güveniyordum ve haksızlığa uğradığını düşünüyordum. Kerem böyle bir şeye tenezzül edecek çocuk değildi. "Beyefendi siz ne dediğinizin farkında mısınız? Benim kardeşim yapmaz öyle bir şey." İtiraz ettim. "Kesinlikle bir yanlış anlaşılma olmalı. Kerem öyle şey yapmaz." "Lâl Hanım, sizi buraya kadar kardeşiniz hırsızlık yapar mı yapmaz mı diye sormak için çağırmadım. Kerem'in suçu sabit. Aile şikâyetçi ve yaptırım uygulanacak. Kerem okuldan atılacak." "Ne demek okuldan atılacak?" Buna izin veremezdim. Kardeşim hem haksızlığa ve iftiraya uğruyordu hem de bu yüzden okuldan atılacaktı. "Ben buna inanmıyorum. Benim kardeşim hırsızlık falan yapmaz. İzin verin aileyle görüşeyim, bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu izah edeyim. Gerekirse zararı karşılayayım ama Kerem'i okuldan-" "Lâl Hanım, mesele aileyi ikna olayından çıktı. Bir öğrenci eğer hırsızlık yaptıysa ve bu suçu sabit görüldüyse bizim okulumuzda değil, hiçbir okulda kalamaz. Bu durum siciline işler." Sakinleşmeye çalıştım. "Kerem sen çık dışarı, hocanla biz yalnız konuşacağız." Müdür yardımcısının da onayıyla Kerem dışarı çıktı. Bu işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordum ama bildiğim çok iyi bir şey vardı, Kerem böyle bir şey yapmazdı. "Bakın, benim kardeşim böyle bir şey yapmaz. Belli ki ya bir yanlış anlaşılma var ya da kardeşimin üzerine atılıyor bu suç. Hem Kerem'in fiilen böyle bir suç işlendiği görülmüş mü ki hemen onu suçluyorsunuz? Belki çantasına başkası koydu o saati?" "Soyunma odalarında kamera olmaz, Lâl Hanım. Hâliyle fiilen bu suçu işlese de bilemeyiz. Kardeşinizi korumanızı anlıyorum ama her şey açıkça görülüyor." Masanın üzerinde ellerini birleştiren adam "Son zamanlarda maddi sıkıntılar çektiğiniz bir sır değil. Kerem de bu nedenle-" derken beni aşağılamaktan da geri durmamıştı. "Siz ne cüretle benimle bu şekilde konuşabilirsiniz? Bu ne biçim bir üslup?" Sağ işaret parmağımı şiddetle masaya vurdum. "Bu burada bitmeyecek. Ben kardeşime atılan bu iftiranın peşini bırakmayacağım. Gerçek er ya da geç ortaya çıkacak ve o gün geldiğinde siz bu söylediklerinizden çok büyük pişmanlık duyacaksınız. Ve söylediğiniz her kelimenin bedelini ödeyeceksiniz." Adam gergin ve tedirgin bir biçimde oturduğu koltukta geri çekildi. "Lâl Hanım, böyle tehditvari konuşmalar olmuyor-" "Tehdit etmiyorum, olacakları söylüyorum. Ben kardeşime güveniyorum, o böyle bir şey yapmaz. Ve siz de bir eğitimci olarak öğrencilerinizi maddi gücüne göre ayrıştırmanın sonuçlarına katlanacaksınız." "Ne alakası var? Saat Kerem'in çantasından çıktı. Ben bu durumda ne yapabilirim?" "Kerem'in saati karşı tarafın çantasından çıksaydı da öğrenci aynı muameleyi görecek miydi? Aynı yaptırım uygulanacak mıydı?" Adam küçük bir öksürükle kem küm edince devam ettim. "Ben söyleyeyim, öyle bir şey olmayacaktı. Siz yine beni buraya çağıracaktınız, çocuğun ailesi okula bir miktar bağış yapıp bizim zararımızı karşılayacaktı ve gençtir, cahildir, hata yapmış diyerek konuyu kapatacaktınız. Ama siz Kerem'in durumunu bildiğiniz için onu bir kalemde silip atmayı uygun gördünüz. Sırf maddi durumumuz eskisi gibi değil diye yaftayı yapıştırdınız. Yardımcı olmaya yanaşmadınız bile. Bir gencin hayatını karartmak bu kadar kolay mı ya? Bu çocuk ömür boyu yapmadığı bir suç yüzünden siciline işlenen kara lekeyle mi yaşayacak?" Başını iki yana salladı adam. "Maalesef, yapabileceğim bir şey yok." "Benim var, merak etmeyin!" Hışımla odadan çıktığımda kapının önünde duvara yaslanan Kerem beni görüp hızla yanıma geldi. "Abla, ne oldu?" "Bir şey olmadı. Eşyalarını topla, gidiyoruz." "Nereye?" "Seni eve bırakacağım." "Abla, ben yapmadım. Ben hırsızlık falan yapmadım. O saatin çantamda ne aradığını bilmiyorum. Tamam, serseriyim, kavgacıyım ama hırsız değilim. Yemin ederim. Bana inan." "Kerem! Saçmalama!" Gözleri dolan çocuğa sert bir bakış fırlattım. "Sakın bunun için ağlayıp beni daha da sinirlendirme. Senin böyle bir şey yapmadığını tabii ki biliyorum. Sadece haksızlığa uğradın. Ve ben bunu ortaya çıkaracağım." Kerem şaşkındı. "Nasıl yani, sen bana inanıyor musun?" "Ne biçim bir soru bu? Tabii ki inanıyorum. Benim kardeşim öyle bir şey yapmaz. Başkasının malına tamah edecek biri değil." Öfkem hâlâ dinmiş değildi. Dışarı çıkmıştık. Okula bakındım son kez. "Gerçek açığa çıktığında da burayı dava edeceğim. Genç bir çocuğun onuruyla öyle oynamak ne demekmiş göstereceğim." Öfkem biraz olsun azalıp mantıklı bir şekilde düşündüğümde aslında okulun da böyle bir durumda yapması gerekenin bu olduğunu, yapabileceği bir şey olmadığını düşünebiliyordum. Sonuçta bir öğrencinin çantasından çalıntı bir şey çıkmıştı. Ama yaftalamak, cezalandırmak hele ki siciline işleyebilecek bir suç hakkında bu kadar acele karar vermek ne kadar doğruydu? Ayrıca öğrenciler arasında ayrımcılık yapıldığını da anlamak zor değildi. Ne yapıp edip bu konuyu çözecektim. Kerem'i eve bıraktıktan sonra telefonum çaldı. Arayan Evin'di. Moralim bozuktu ama belli etmemeye çalıştım. Bir süreliğine bu konuyu düşünmemeye karar verdim. Bu hukuki bir konu olduğu için Fuat'dan yardım alacaktım. O bana bir yol gösterirdi. Aramayı yanıtladığımda Evin'in sesi neşeli çıkıyordu. Hâl hatır sorma faslından sonra "Bizimkilerle öğle yemeğine gitmemişsin." dedi. "Kerem'in okulunda önemli bir işim vardı, anca bitti." "Ben de öğleden sonra boşum, yemek yemediysen her zamanki yerimizde buluşup yemek yiyelim mi?" "Hiç havamda değilim Evin ya, sonra yapsak olur mu?" "Ya hadi lütfen. Her gün izinli olmuyorum sonuçta. Bu fırsatı değerlendirelim. Hem Şebboy'dan bugünkü programını da öğrendim. Bana ayıracak vaktin var, biliyorum." "Her şeyi de biliyorsun maşallah." "Eee geliyor musun?" Biraz düşündükten sonra "Tamam." dedim isteksiz de olsa. Sonuçta Evin kırk yılın başında böyle bir şey rica ettiği için kırmak istemedim. Her ne kadar moralim düşük olsa da kabul etmiş bulundum. "Şey... Bir de yanımda bir arkadaşım var sorun olur mu?" "Olmaz. Hadi görüşürüz." Telefonu kapattığımda dalgındım, arkadaşının kin olduğunu bile sormak aklıma gelmedi. Muhtemelen kız arkadaşlarından birini getirecekti. Aklım hâlâ Kerem'in bu durumunu nasıl çözeceğimdeydi. Fuat'ı arayıp durumu anlattım, ilgileneceğini söyledi. Ne yapacağını bile sormadım, yeter ki yardımcı olabilecek bir akıl versin istiyordum. Onunla konuşup akıl almak da biraz rahatlatmıştı doğrusu. Meseleyi ehline emanet etmiş olmanın verdiği bir rahatlıktı içimdeki. Evin'le yemek yiyeceğimiz yere geldiğimde park konusunda biraz sıkıntı yaşasam da zararı yoktu. Bugün yaşadıklarımın yanında bu belki de en basit olaydı. Mekândan içeri girdim, Evin'in adını verdim ve ayırttığı masaya doğru yürüdüm. Masada takım elbiseli, kumral bir adam vardı. Yanlış masaya mı geldim diye düşündüm, masa numarasını kontrol ettim. Doğru masaydı. Telefonla uğraşan kumral adama "Pardon, sanırım yanlışlıkla benim masama oturmuşsunuz." dedim kibarca. "A, sen Lâl'sin değil mi?" Anlamaz bir ifadeyle kaşlarımı çatarken telefonuma mesaj geldi. Mesaj Evin'dendi. Gönderen: Evin "Hayatım çok acil bir işim çıktı, gelemiyorum. Sen keyfine bak. Sonra görüşürüz. ;) " Bu bir kumpastı. Ve ben bu kumpasa düşmüştüm. Uzun boylu, kumral, ela gözlü adam ayağa kalktı ve elini uzattı. "Serdar ben. Evin'in liseden arkadaşı." Nezaketen elini sıktım adamın ama tam o sırada Evin'e içimden demediğimi bırakmıyordum. "Lâl. Memnun oldum." Karşılıklı oturduk. "Evin'in işi çıkmış, gelemeyecekmiş. Sanırım baş başa kaldık." Başımı sallarken bu durumun içinden nasıl çıkacağımı düşünüyordum. Acaba Wendy'ye mesaj atsam, o da acilen bir şey uydurup yanına çağırsa olmaz mıydı? Ne bileyim, amcan doğum yaptı çabuk gel gibi bir şey. Saçmalamayı kes, Lâl. Hem bu çok klişe bir yöntemdi, adam anlarsa çok ayıp kaçar. Ayrıca da amcan doğum yaptı ne Allah aşkına, salak mısın? Mecburen önümüzdeki menüleri incelemeye başladık. Serdar denilen adam da kibar birine benziyordu. Hani ilgimi çektiğinden falan değil ama o an ters bir hareketi olsaydı masayı terk edip gitmem daha kolay olurdu ama adam düşünceli bir edayla "Ne yemek istersin? Buranın Somon Carpaccio'su güzel oluyor. Ama tabii bir şeyler içmek istersen o da olur." dediğinde ona çatacak bir şey bulamadım. Şuan burası bulunmak istediğim son yerdi. Kalbimde bir yer acıyordu. Sanki Valentino'ya ihanet ediyormuşum gibi içim suçluluk duygusuyla doluydu. Büyük bir azap içindeydim. Karşımdaki adamı kırmadan masadan kalkmak istiyordum. "Serdar, çok özür dilerim. Ben... Bak, seninle ilgili değil. Ama benim böyle bir yemekten haberim yoktu maalesef. Böyle bir talebim de olmadı. Yani tamamıyla Evin'in işgüzarlığı. Çok özür dilerim." Ne saçmaladığımı bilmiyordum. Ama usulünce masadan kalkmanın yollarını arıyordum. "Evin bana bahsetti, merak etme. Nişanlını kaybettiğinden, hâlâ onu sevdiğinden." Boş boğaz Evin. Biyografimi yazmış adama. Seni bir elime geçirirsem lime lime edeceğim. "Ne hissettiğini anlayabiliyorum. Onun anılarına saygısızlık ediyormuş gibi hissediyorsun. Ama öyle değil." Güven veren bir ifadeyle başını salladı. "Bunu arkadaşça bir yemek olarak düşünemez miyiz? Burada iki insan olarak yemek yememiz için illa aramızda bir şey mi olması gerekiyor?" "Hayır tabii ki. Ama..." "O zaman yemeğin tadını çıkar." Karşımdaki adamın beni anlamasına sevindim. Her ne kadar burada durmak bana rahatsızlık veriyor da olsa Serdar'a nezaket göstermek adına onaylayarak başımı salladım ve sadece kahve sipariş ettim. Böylece bu masada daha uzun kalmam gerekmeyecekti. Gerçekten de dostça bir görüşme oldu. Serdar işlerinden bahsetti, bana da özel olmayan sıradan sorular sordu. Havadan sudan sohbet ettik ve beklediğimin aksine gergin, zor bir duruma düşmeden görüşmemiz sakin bir biçimde sonlandı. Ancak bu, eve gittiğimde Evin'in canına okumayacağım anlamına gelmiyordu. Beni ne kadar öfkelendirdiğini anlatamazdım. Umarım kaçak pasaportla yurt dışına falan kaçıp izini kaybettirmişsindir Evin. Yoksa seni elime geçirirsem çok fena olacak. Kliniğe döndüğümde saatime baktım. Hızlı ve yoğun geçen güne rağmen çok da geç dönmemiştim. Hâlâ son danışanımın gelmesine bir saatten fazla zaman vardı. Kapıdan içeri girdim. Tam odama geçecekken Şebboy "Aydın Hoca mesaj bıraktı, sizinle görüşmek istiyormuş." dedi. "Neyle ilgiliymiş?" "Bir bilgi vermedi. Odasında sizi bekliyor." Onaylayarak başımı salladım ve gerisin geriye klinikten çıkıp hastaneye gittim. Bugün odamda şöyle bir oturup yorgunluk kahvesi içecek iki dakikam bile olmamıştı ve bu biraz canımı sıkıyordu. Ayrıca Aydın hocanın benimle ne konuşacağını da bilmiyordum. Bu durum beni biraz gerdi. Aydın Hoca yıllardır bu hastanede çalışan kıdemli bir doktor, hastanenin başhekimiydi. Ondan kalacak pozisyona Zuhal ablamın geçeceği konuşuluyordu. Yıllardır Başkan'la çalışmasına rağmen etik değerlerinden ve adamlığından bir şey kaybetmediği için çok saygı duyduğum, babam gibi sevdiğim biriydi Aydın Hoca. Asansörden çıkıp hocanın odasına geldiğimde bir adım attım ve kapıyı çalıp bekledim. İçeri buyur ettiğinde sessizce kapıdan girdim. "Beni görmek istemişsiniz hocam." "Gel kızım. Kapıyı kapat, şöyle karşıma geç otur." İnce uzun boylu, yaşlılıktan ötürü hafif kamburu ve seyrek kır saçları olan yeşil gözlü adam kötü bir haber verecekmiş gibi duruyordu. Bu beni az öncekinden daha fazla tedirgin etti. Temkinli adımlarla gelip hocanın karşısına oturdum. "Hocam, kötü bir şey yok inşallah." Sorumu yanıtsız bırakarak "Bir şey içer misin?" diye sordu. "Yok, başka sefere inşallah. Danışanım gelecek birazdan." Bense asıl konuya girmesi için sabırsızlanıyordum. Bu yüzden aynı soruyu tekrarladım. "Kötü bir şey yok değil mi?" "Lâl, seni kızım gibi sevdiğimi biliyorsun. Elimde büyüdün sayılır." "Biliyorum hocam, sağ olun." Parmakları kenetlenmiş elleri masada huzursuzca kıpırdanarak duruyordu. "Babanla sürtüşmenizi anlıyorum. Ben de hastanenin satılması taraftarı değilim. Ama maalesef durum bunu gösteriyordu. Başka çözüm yolu yoktu." Dudaklarımı ince bir çizgi hâlindayken bıkkınlıkla büktüm. "Şimdi de hisselerini devretmem için Başkan araya sizi mi soktu? Tabii size hayır diyemeyeceğimi biliyor." "Hayır, kızım." Sıkıntıyla nefes aldı. "Dedeni tanırdım. Kalender adamdı. Onun sana yüklediği misyona da saygı duyuyorum ama maalesef yapabileceğim bir şey kalmadı. En azından bu haberi benden almanı istedim. Hisselerini devretmene gerek kalmadı, Şerif Bey annen Seval Hanım ve diğer hissedarları ikna edip yeni alıcının şartını tamamladı. Ve hastanemiz satıldı. Üzgünüm." Aldığım bu haberle olduğum yere çivilenmiştim sanki. Bir şok dalgasının ardından binbir düşünceyle karmakarışık hâle gelmiştim. Şaşkınlık, hayal kırıklığı, üzüntü, öfke... En çok da Başkan'ı öldürme isteği. Aydın hocanın söylediği hiçbir şeyi anlamıyordum. Sözleri bana bir uğultu gibi geliyordu. Usulca ayağa kalkıp odadan çıktığımda kendimde değil gibiydim. Üzülmüştüm. Yıkılmıştım. Her şeyden önce yenilgiye uğramıştım. Kliniğe döndüğümde hiçbir şey umurumda değil gibiydi. Ben 2 yıldır Başkan'la girdiğim bu savaşı kaybetmiştim. Bunun olabileceğini biliyordum ama son kalem Seval Günday'ın bu kadar çabuk yenilgiye uğratacağını düşünmemiştim. Şebboy günün son danışanının da arayıp gelemeyeceğini haber verdiğini söyleyince soğuk bir sessizlikle "Telefon bağlama. Yalnız kalmak istiyorum." dedim ve odama çekildim. Suavi Günday bu hastane için çok savaşmıştı. Amacı insanlara şifa dağıtmak, iyi bir şeyler yapmak, adının iyi bir şeylerle anılmasıydı. Ancak oğlu buna tahammül edebilecek tıynette biri değildi. Gücünü kötüye kullanan, şeytana bile pabucunu ters giydiren biriydi. Yapmıştı yine yapacağını işte. Türlü ayak oyunlarıyla istediğini elde etmişti sonunda. Çekmecemden dedemin fotoğrafını çıkardığımda bana verdiği görevi yerine getiremediğim için son derece mahcup hissediyordum. Yenilgiye uğramaktan utanç duyuyordum ve yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Bu yüzdendir ki onun fotoğrafıyla konuşurken gözlerimi kaçırdım. "Özür dilerim dede, emanetine sahip çıkamadım. Yine kötüler kazandı." Odamda ne kadar zaman geçirdiğimi hatırlamıyordum. Cep telefonum çaldığında camdan dışarıya baktım, hava karanlıktı. Arayan Ahmet'di. Telefonu açtım. "Biz çıkıyoruz, gelmiyor musun?" "Yok, ben sonra geleceğim. Uğramam gereken bir yer var." Hydra. "Tamam. Evde görüşürüz o zaman." "Görüşürüz Ahmet. Hele o Evin'e söyle, onunla ayriyeten görüşeceğiz." Telefonu kapattığımda toparlanmam gerektiğini biliyordum. Her şey çok fazla gelmişti bana. Bu kadar üst üste gelmesini beklemiyordum. Belki de bu yüzden bu kadar yıkılmıştım. Ceketimi giyip çantamı aldım ve odamdan çıktım. Şebboy da hazırlanmış, çıkmak için beni bekliyordu. "Sen çıkabilirsin Şebboy." dedim. Başını sallayarak önümden çıkışa doğru giden kadını geride bırakıp otoparka geçtim. Arabama binip Hydra'ya doğru yol aldım. Üzgün ve öfkeliydim ve aslına bakılırsa Nikolai ile yüzleşmek için doğru bir gün olmayabilirdi çünkü çok gergindim. Sinirimi ondan çıkaracak gibi görünüyordum. Yine de ertelemek istemedim. İçimde şüphe kurtlarının gezinmesine daha fazla tahammülüm yoktu. Hydra'nın önüne geldiğimde güvenlik görevlisi beni tanıdı hâliyle. Hemen Niko'ya haber verdi. Saniyeler içinde Hydra'dan içeri girip çılgın kalabalığı yarmaya çalıştım. İçerisi müthiş bir kalabalıkla tıklım tıklım doluydu. İçkilerini yudumlayanlar, deli gibi dans edip eğlenenler, özel odalar için sıra bekleyenler... İnanılmaz gelmişti o an. Bu kadar insanın bunun için burada olması benim aklımın alabileceği bir şey değildi. Ancak bu kalabalığa baktığımda Nikolai'nin buraların kralı olmasına şaşmamak gerekiyordu. Ben de onun krallığındaydım. Yine ve yeniden. Oda kartlarının dağıtıldığı ışıltılı panelin önüne geldim. Beni tanıyan görevlilerden biri "Bay Miloradov sizi bekliyorlar." diyerek kartı uzattı. Başımı sallamakla yetindim. Merdivenlere yönelip yukarı çıkarken garip bir his vardı içimde. Onunla konuşmaya gelmiştim. Hatta hesap sormaya. Ama neyi gerekçe göstererek onu suçlayacaktım bilmiyordum. Elimde herhangi bir kanıt yoktu. Sadece içimdeki hisse güveniyordum. En üst kata çıkıp koridorda ilerlemeye başladım. O kapının önüne gelmiştim. Özel odasının önüne. Kartı kullanmama gerek kalmadan kapı açıldı. Karşımda kapıya yaslanan adam kaşlarını kaldırarak "Bu ne güzel sürpriz." dedi. "Seni burada görmeyi beklemiyordum." "Miloradov." Ona hitap şeklimden bir terslik olduğunu anlamış gibi başını salladı. "Yeniden Miloradov olduğuma göre iyi bir sebepten burada değilsin." Hafif kenara çekilip beni içeri buyur etti. Şüpheci bakışlarımı yolladıktan sonra içeri girdim. Kocaman bir oda karşıladı beni. Koltuklar, yatak, mini bar falan vardı. Gri renginin hâkim olduğu şık bir odaydı. İçki konsolunun önünde duran adam "Ne içersin?" diye sordu. Uzatmaya tahammülüm olmadığı için direkt konuya girdim. "Sen miydin?" Anlamayan bakışlarla yüzümü ezberliyordu sanki. "Ne?" "Sen miydin?" Anlamazdan gelmesini umursamadan açıkladım. "Kapımın önüne o kutuyu bırakan sen miydin?" Sessizlikle beni izlemeye devam eden adama sözlü olarak saldırmaya hazırdım. "Bunu yaparak neyi amaçlıyordun ki? Benimle oynayarak eline ne geçti? Abimin yaşadığını söyleyerek benimle bir kere oynamıştın zaten. Seni affettim. Şimdi bunu neden yaptın? Valent'in yaşadığını düşünmeme neden izin verdin? Yoksa asıl amacın Vural'ın yaşadığını düşündürüp beni korkutmak mıydı?" "Lâl, biraz yavaş olur musun? Hiçbir şey anlamıyorum!" Ambale olmuş gibi gözlerini kırpıştırdı. "Ne kutusu bu?" Dürüstlüğüne inanmadığımı gizlemeyen bir imayla yanıt verdim. "Biri benim kapımın önüne bir kutu ve bir not bırakmış, geri döndüm diye." Hesap soran gözlerle onu süzerken gerçekten ilk defa duymuş gibi görünüyordu. "Kutunun içinde ne vardı?" "Bir telefon. Her kimse aramalarıma cevap vermiyor, sadece mesajlaşıyoruz. Tanıdığım biri olduğunu falan söylüyor." Duraksadım. "Bu işin içinden sen çıkarsan Miloradov, sonu hiç iyi bitmez." "Sana yemin ederim, ben değilim Lâl. Nasıl buna gerçekten inanabildin? Bu konuda duygularınla oynayabileceğimi nasıl düşündün?" Yutkundu. "Riccardo'ya olan aşkına saygım var. Onunla düşmandık, bu doğru ama o her zaman dürüst ve mert biri oldu. Son nefesine kadar. Ve ben ondan ne kadar hazzetmesem de senin Riccardo'ya olan aşkına saygım büyük. Sadakatini takdir ediyorum. Sana olan aşkım tıpkı ona olan aşkın kadar masum. Sence böyle bir şey yapabilir miyim? Aşkını kazanamasam da arkadaşlığını kaybetmek ister miyim?" Kim yapmıştı o zaman? Çıldırmak üzereydim. Dikkatle karşımdaki adamın yüz ifadelerini inceledikten sonra işaret parmağımı ona doğru salladım. "Bu işin içinden sakın sen çıkma, Nikolai. Yoksa bunun bedelini fena ödetirim sana." Tehdidimi yaptıktan sonra Polat Alemdar gibi kapıdan çıkıp gitmiştim. Nikolai değilse kimdi? Benimle kim oynuyordu? Açık konuşmak gerekirse başından beri Niko olduğunu düşünmek mantıksızdı zaten. Bundan ne kazancı olacaktı ki? Beni kazanmak istediği için yapıyor olsa neden Valent'i hayattaymış gibi gösterecekti de umutlandıracaktı? Onu ölü göstermesi daha mantıklı olurdu. Anlayamıyordum. Yol boyunca bu saçmalıkların içinde debelenip durdum. Arabaya doğru yürürken Hydra'nın yanındaki gece kulübü çarptı gözüme. Club Rio. Türkiye'de açılan Hydra yeni bir konsept deniyordu, sahne ve oda ışıklarının rengine kadar değişikliğe gitmişlerdi. Hydra'nın su yeşili ve turkuaz mavisine yakın bir ton kullanması iç açıcıydı. Ancak Club Rio, girişinden itibaren mor rengi ışıkların hâkim olduğu modern bir cennet sunuyordu. Belki cennetle cehennem bir arada. Belki de karanlık bir araf. Kulübün ışıkları beni içeri çağırırken kapıdaki güvenlikler üzerimi dahi aramadan girmeme izin verdiler. Burası tıklım tıklım insan doluydu. Herkes oldukça eğleniyor gibiydi. Daha kalabalığı yararken Allah'ım, buradan nasıl çıkacağım diye düşünmeye başlamıştım. Girdiğime pişman olmuş bir biçimde etrafa bakınırken yanlardan açılan ışıltılı koridorlara dikildi bakışlarım. Kalabalıktan kurtulup koridorlardan birine attım kendimi. 
Çıkmak için geri döndüğümde önümdeki aynadan arkamda uzun boylu bir adam gördüm. Önümdeki aynaya doğru yürüdükçe yalnızca takım elbiseli vücudunu gördüğüm adamın yüzü de netleşti. Valentino'ydu bu. Bana yaklaştı. Sırtıma değen göğsünde kalbinin atışını hissediyordum. Omuzlarımı kavradı, karşımdaki aynadan yansımamla göz göze geldi. "Neden kaçıyorsun? Aynaya baktığında yine benim yüzümü göreceksin." Sesi uğultulu ve bir o kadar gerçekti. Usulca arkama döndüm. Yüzünü avuçladım. Sıcacıktı. Dudaklarım dudaklarına değdi. Gerçek gibiydi. O an yeniden aynaya döndüm. Arkamdaki aynadan bana adam ondan başkası değildi. Yeniden hışımla arkama döndüğümde yoktu. Etrafa çaresizce baktığımda aklımı oynatmış gibi hissettim. Burada olduğuna çok emindim. Sanki dokunuşundaki sıcaklığa kadar her şeyi hissetmiştim. Şimdiyse yoktu. Başım döndü. Gözlerim karardı ve sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda Club Rio'nun önündeydim. Temiz hava alırken iki güvenlik görevlisi beni ayıltmaya çalışıyordu. "Ne oldu bana?" Uzun boylu kumral görevli adam "Kalabalıkta tansiyonunuz düşmüş, sizi bulduğumuzda baygındınız." dedi. "İyi misiniz?" Elindeki su şişesini bana uzattı. Kafam karışmıştı. Ne düşüneceğimi bilemedim. Son günlerde iyi değildim. Bu yaşadıklarımı anlatsam deli derlerdi. Suyu içtim ve iyi olduğumu söyleyip teşekkür ederek oradan ayrıldım. Arabaya bindiğimde bir müddet direksiyonun başında sakinleşmeyi bekledikten sonra arabayı çalıştırdım. Bir an önce eve gidip dinlenmek istiyordum. Evin önüne arabayı park ettiğimde ise burada bambaşka bir tartışmanın beni beklediğini biliyordum. Evin'le görülecek bir hesabım vardı. Anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğimde herkes salondaydı. Ahmet, Wendy, Türkü ve Evin televizyonun karşısında oturmuş belgesel izlerlerken Giray jilet gibi giyinmiş, yine bir buluşmaya hazırlanıyor gibiydi. Beni kapıdan içeri girerken gören Evin aşırı bir neşeyle ayağa kalkıp "Lâl, canım benim hoş geldin!" dedi. Yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Tepkimi ölçmeye çalışıyordu. "Acil bir işim çıktığı için seni ektim, kusura bakmadın değil mi?" Abartılı bir hayretle kaşlarımı çattım. "Hadi ya? Nasıl önemli bir işin çıktı mesela? Açık beyin ameliyatı falan mı?" Yalanına kanmadığımı belli ettim. Yüz ifademin korkutuculuğundan olsa gerek, Evin'in yüzündeki neşe silindi ve ürkek bir biçimde Ahmet'in arkasına saklandı. "Lütfen yüzüme vurma tamam mı? İz kalmasın Lâl, lütfen!" Anahtarımı anahtarlığa bırakıp ceketimi çıkardım. Sakince askıya asıp Evin'e döndüm. Odadaki herkes sessizliğimden korkmuş görünüyordu. Ahmet ve Wendy kıyasıya bir mücadeleyi izliyormuş gibi hedefe kilitlenmişken Türkü ve Giray olayı anlamamış bir biçimde birbirine bakıyordu. Usulca salona doğru adımladım. "Ben aptal değilim, Evin. Ne yapmaya çalıştığını anladım ve sana hiç yakıştıramadım." "Ben sadece-" "Sözüm bitmedi." Ciddi duruşuma karşılık şaşıran Evin olduğu yerde sinip kaldı. "Ben çaresiz olduğum için yalnız değilim, Evin. Bir erkeğe ihtiyacım da yok. Yalnızlık benim tercihim. Hiçbirinizin bana kısmet ayarlamasına ihtiyacım yok. Sadece biraz kararlarıma ve özel yaşantıma saygı duymanıza ihtiyacım var hepsi bu!" Ahmet önündeki çekirdek tabağını kendine çekip amansızca çitlemeye başladığında gözünü bir an olsun kırpmadan bize bakıyordu. Bana ve Evin'e. Giray ise ağzının içinden merakla "Ne oluyor ya?" diye mırıldandı. Evin dışındakilere soru dolu bir bakış fırlatsa da yanıt alamadı. "Evin bana liseden bir arkadaşını ayarlamaya çalıştı. Hem de türlü ayak oyunlarıyla. Olan bu." Gerekli açıklamayı yaptıktan sonra yeniden Evin'e döndüm. "Ben nasıl senin toksik erkek arkadaşın Mehmet'e saygı duymak zorundaysam sen de benim özel hayatıma saygı duymak zorundasın. Bir daha hakkımda kararlar verip hayatıma saygısızlık yaparsan, arkadaşlığımızı gözden geçirmek zorunda kalacağım." Herkese "İyi akşamlar." dedikten sonra merdivenlerden yukarı çıktım. Biraz ağır konuşmuştum ama bu konuşmanın olması gerekiyordu. O yönden içim rahattı. Odama çıktığımda üstümü değiştirip pijamalarımı giydim. Saat erken olmasına rağmen aşağıya inmek içimden gelmemişti. Komodinin üstündeki fotoğrafa daldı bakışlarım. Bugün kendimi kötü hissetmiştim. Arkadaşça bir görüşme bile olsa Serdar denen tanımadığım o adamla oturunca sanki ona ihanet etmişim gibi hissettirmişti. Komodinin üzerindeki fotoğrafını aldım. Valent'in fotoğrafını. "Özür dilerim, sevgilim. Sana ihanet etmek, istediğim son şey." Fotoğrafını okşadım sevgiyle. "Senden başkasını sevemem, bunu sen de biliyorsun." Odada vakit geçirmek bir süre sonra sıkıcı bir hâl almıştı. Ben de düşündüm ki en azından telefonun diğer ucundaki gizemli kişinin sırrını çözmekle uğraşabilirdim. Kutudaki telefonu çıkarıp bir mesaj attım. Kime: Bir "Bu daha böyle ne kadar sürecek?" Dayanamıyordum artık. Belirsizlikler içinde yaşamak çok zordu. Sabretmekse imkânsız. Göğsüme koyduğum telefondan mesaj sesi geldiğinde heyecanla mesajı açtım. Gönderen: Bir "Kim olduğumu öğrenmene çok az kaldı." ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |