@buzlarkralicesi
|
-7- ❝Lâl❞ Sabah kahvaltıya indiğimde Giray hariç herkes masadaydı. Giray da muhtemelen dün buluşmaya gittiği kızda falan kalmış olmalıydı. Klasik. Herkes uykulu bir biçimde masanın etrafında oturmuş enerjisi düşük hâlde kahvaltılıklarla bakışırken beni görünce dikkat kesildiler. Bir bana bir de Evin'e bakıyorlardı. Dün akşamki gerginlikten sonra birbirimize karşı nasıl bir davranış sergileyeceğimizi merak ediyor gibiydiler. Filtre kahveden kendime bir kupa alırken "Herkese günaydın." dedim sakince. Ben olayı fazla uzatma niyetinde değildim. Öfkelenmiştim, o ayrı. Ama rahatsızlığımı dile getirdiğime göre tartışmayı uzatmanın da bir anlamı yoktu. Evin'e baktığımda o da oldukça mahcup görünüyordu. Hatta masadan kalkıp bana doğru geldi. "Lâl, dünkü olay yüzünden gerçekten çok özür dilerim. Yani aslında senin iyiliğin, mutluluğun için yapmıştım ama haklısın, benim üzerime vazife değildi. Bir daha böyle bir şey olmayacak, beni affedebilir misin?" Bu kadar şirin bir biçimde özür dileyen birini elbette geri çeviremezdim. Üstelik hatasının farkındaydı. Omzuna dokundum. "Önemli değil. Ama bir daha olmasın. Bak, benim kalbim hâlâ Valentino'ya ait. O hayatta olmasa bile bu böyle. Elimde değil, istesem de başkasıyla olamam. Kalbim başka birine kapalı. Sadece buna saygı duymanızı istiyorum, hepsi bu." "Tamam, söz bir daha öyle bir şuursuzluk yapmayacağım. Gerçekten." Utangaç bir ifadeyle başını kaldırdı. "Peki, beni affettin mi?" Güldüm. "Affettim tabii şapşal. Aynı evde yaşıyoruz, ömür boyu küs mü kalacağız sanmıştın?" Evin rahatlamış bir oh çektikten sonra kahvaltı masası yine her zamanki neşeli enerjimizle dolup taşmıştı. Kendine dolaptan çıkardığı malzemelerle avokadolu tost hazırlayan Evin merakla bana döndü. "Lâl, sana Mehmet'le ilgili bir şey danışacağım." Kahvemden daha yeni bir yudum alan ben ise "Ayrıl kanka." yanıtını verdim sadece. Ne diyeceğini pek merak etmiyordum açıkçası. Mehmet yine bir denyoluk yapmıştı belli ki. Bu hep böyle olmuştu. Eee, yılların tecrübesi. "Ama daha ne diyeceğimi bilmiyorsun." "Gerek yok, cevabım değişmez." Masadaki herkes bir anda gülmeye başlamıştı. Onlar da en az benim kadar tanıyordu Mehmet'i. Ondan bir cacık olmayacağını da biliyordu ama Evin için katlanıyorduk işte. Toksik bir ilişkinin içine düşmüştü, bitiremiyordu bir türlü. Evin âşık olduğunu sanıyordu ama muhtemelen ikisi de birbirini takıntı hâline getirmişti. Bunu da İtalyan bir mafyayla toksik bir aşk hikâyesi yaşayan birinin yorumlaması çok trajikomikti değil mi? Masaya oturduğumuzda yeşilçayı ve avokadolu tostuyla bize katılan Evin "Neden Mehmet'e karşı bu kadar önyargılısın Lâl?" diyerek Mehmet'i aklamaya çalıştı yine. "Seni 3768 kere aldattığı için olabilir mi?" "Bir kere o kadar da değil." Başını yana yatırdı benim umutsuz Pollyanna arkadaşım Evin. "Tamam, Mehmet beni aldattı. Bu doğru. Ama hataydı. Herkes hata yapabilir." "Gerçekten âşık biri böyle bir hata yapmaz Evin." "Ne yani, Valentino'nun seni hiç aldatmadığına bu kadar emin misin şimdi?" "Emin değilim, Evin. Aldatmadığını biliyorum." Wendy enerjik bir baş sallamasıyla beni onayladı. "Doğru söylüyor, benim rahmetli eniştem pırlanta gibi adamdı. Bizimki full paket deliliğini sergiledi de yine korkutup kaçıramadı adamı. Aşk böyle bir şey herhâlde." İç geçirdi imrenerek. "Adamın anasından emdiği sütü burnundan getirdi ama eniştem gıkını bile çıkarmadı, yine sevdi işte bizim bu deli manyağı. Şöyle bir göz ucuyla dişi sineğe bile dönüp bakmazdı, öyle bir insandı yani. Karakterli adamdı da işte ah ah, ömrü vefa etmedi. İyiler hep önden gider zaten." Başını iki yana salladı iç çekerek. Sonra aniden nefret kusar gibi ekledi. "Kuzeni Luigi şerefsiz pezevenkti ama benim eniştem de adam çıktı yani. Aşkından ölürdü Lâl için, öyle bir aşktı onlarınki. Yoksa ne kadınlar geldi geçti adamın etrafından da işte-" "Tamam Wendy, abartma." Evin'e döndüm. "Aramızda defalarca yanlış anlamalar oldu, Valent'in de defalarca aldatmak için fırsatı oldu ama yapmadı. Çünkü biz birbirimizi gerçekten seviyorduk. Çok hatalar yaptık, birbirimizi kırdık, kızdırdık ama çok sevdik. Aramızdaki şey gerçek bir şeydi." Dostumun gönlünü kırmamak için dürüstlükle ekledim. "Senin ilişkine dil uzatmıyorum. Seni tenzih ederim. Ama şahsi fikrimi soruyorsan Mehmet'i yanına yakıştırmıyorum. Sen daha iyilerine layıksın." Evin'in düşünceli yüz ifadesiyle dalışını seyrettikten sonra kahvemi yudumlamaya devam ettim. Ahmet belki de ilk defa bu kadar sessiz kaldığı için beni şaşırtsa da "Yalnız Nazlı ne reklamını yaptın ex eniştenin var ya." diyerek konuya dâhil olmakta daha fazla gecikmedi. "Kıskanma canım, çalış sen de onun gibi ol!" Bu sırada masada bambaşka muhabbetler dönmeye devam etti. Kahvaltımızı dolu dolu yaptığımız nadir günlerden biri olduğu için mutluyduk ama artık hastaneye gitme zamanımız gelmişti. Klinikte yoğun bir gündü bugün. Öğlene kadar başımı kaşıyacak vaktim olmamıştı. Danışanın biri gidip biri geliyorduk. Öğle tatili olana kadar kafam kazan olmuştu neredeyse. Son danışanımı da uğurladıktan sonra odamdan çıkıp deske geldim. Şebboy ortalarda yoktu. Kendi kahvemi almak için mutfağa geçecekken aşağıdan gelen boğuk bir müzik sesiyle donup kaldım. Quando, quando, quando, quando Kendimi merdivenlerden aşağı, geniş toplanma alanına inerken buldum. Bu acil durumlarda toplanma alanı olarak yapılmış geniş bir alan olsa da bazı kutlamalar, kokteyller olduğunda da kullanılan bir yerdi. Bir de özel odam vardı burada, bazen kafa dinlemek için iniyordum. Aşağı indiğimde müziğin nereden geldiğini anlamasam da çalan müzik manidardı. Quando. Beyrut'ta ilk dansımızı yaptığımız müzik. Deliriyorsun Lâl. Her şeye bir anlam yüklüyorsun. Deliriyorsun. Geniş alanda merakla gezinsem de bir şey bulamadım. Bu bana bir mesaj mıydı yoksa yalnızca tesadüfi olaylara fazla mı anlam yüklüyordum? Duvara tutundum boş alanda etrafa bakınırken. Deliriyor muydum? Bu müzik kafamda mı çalıyordu yoksa? Hızla merdivenleri yukarı çıktığımda Şebboy yerindeydi. Heyecanla "Müziği duyuyor musun?" diye sordum. Muhtemelen önündeki defterde randevularımı ayarlayan kadın soru dolu bakışlarla bana döndü. "Müziği diyorum, müzik! Duyuyor musun?" Biraz kulak verdikten sonra "A, evet. Nereden geliyor ki? Güzel şarkıymış. İspanyolca falan mı?" diye sordu sıradan bir ifadeyle. "İtalyanca." Rahat bir nefes vermiştim. Oh, çok şükür. Delirmemişim. En azından henüz. Gerçekten müziğin çaldığını anlayınca koltuklardan birine oturup sakinleştim. Şebboy "İyi misiniz?" diye sorduğunda geçiştirir gibi başımı salladım yalnızca. Tamam, en azından delirmemiştim. Ancak bu şarkının sırrı neydi? Ya da belki de küçük bir tesadüften ibaretti. Peki son zamanlarda olan tüm olayların tesadüf olması mümkün müydü? Bu kadar tesadüf fazla değil miydi? Koltukta biraz soluklanıp sakinleştikten sonra bizimkilerle öğle yemeğine çıktım. Giray biraz akşamdan kalma görünüyordu. Grup olarak biraz onunla kafa bulduktan sonra neşeyle yemeğimizi yedik. Ancak benim aklım hâlâ bugün yaşadığım o garip olaydaydı. Öğle yemeğinden sonra yine Kerem'in okulundan aradılar. Bir gelişme olduğundan bahsettiler ama telefonda detay vermediler. Kurul toplanıp Kerem'i okuldan atmış olabilir miydi? Umarım öyle bir şey olmamıştır diye geçirdim içimden. Fuat'ı arayıp beni biraz rahatlatmasını istedim. O da kötü düşünmemem gerektiğini, olaylardan kendisini de haberdar etmemi söyledi. Acele etmememi söylese de okula dava açma konusunda gerekli başvuruları yapmasını istedim. Bana karşı küstah tavırlarının ve Kerem'e önyargılı yaklaşımlarının bir bedeli olmalıydı. Hiçbir eğitimci öğrencilerini kayıramazdı. Bunu kabul edemezdim. Okula vardığımda kavgalık olduğumuz müdür yardımcısı süt dökmüş kedi gibi ılımlı görünüyordu. Kerem bu kez kapının önünde değil, dersteydi. Bu da bana sanki her şey yolundaymış izlenimi verdi. Kısa bir süre sonra müdür yardımcısının çağırması üzerine kapıyı çalıp Kerem de girdi içeri. Dik duruşumla müdür yardımcısının karşısına oturdum. "Sizi dinliyorum." dedim soğukkanlı bir ifadeyle. Geri adım atmaya niyetim yoktu. O kadar tatsız olaydan sonra ılımlı olması benim için bir şey ifade etmiyordu. Her şeyden önce bir gencin onuruyla oynamıştı. "Öncelikle geçen gün yaşanan tatsızlıktan dolayı özür diliyorum, Lâl Hanım. Sizi buraya Kerem'in hırsızlık olayıyla alakalı bir gelişme dolayısıyla çağırdım." "Nedir o gelişme?" "Kerem'in hırsızlık suçlamasının bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Olayı gören bir sınıf arkadaşı gelip bize işin doğrusunu anlattı. Saati Kerem çalmamış." Hâlâ olayın üzerini kapatmaya çalışan adama gözlerimi kısarak şüpheci bir ifadeyle "Nasıl bir yanlış anlamaymış o?" sorusunu yönelttim. "İki öğrenci arasında bir şakalaşma ciddi bir boyuta ulaşmış, bence uzatmamak en iyisi." "Ne demek bir şakalaşma? Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz Allah aşkına? Benim kardeşim haksızlığa uğradı! İftira atıldı benim kardeşime! Siz ne şakasından bahsediyorsunuz?" "Olanlardan dolayı tekrar özür diliyorum, gerçekten." Ayağa kalktım. "Samimiyetsiz özrünüzü kabul etmiyorum. Ayrıca sizinle birlikte bu şakalaşmanın müsebbibini de dava edeceğim. Sırf durumumuz eskisi gibi değil diye günahsız bir genci hırsızlıkla suçladınız! Arkadaşları önünde aşağıladınız, utandırdınız! Kardeşimin onuruyla oynadınız. Dava edeceğim sizi." Adamla daha fazla muhatap olmadan Kerem'e döndüm. "Yürü Kerem, gidiyoruz." Odadan çıktığımızda koridorda sessizce yürümeye başladık. Kısa bir süre sonra Kerem başını kaldırıp bana baktı. "Teşekkür ederim." "Ne için?" "En başından beri bana inandığın için teşekkür ederim. Hakkımı savunmasaydın gerçek açığa çıkmayacaktı." "Kerem, senin böyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Çünkü ben senin ablanım." "Ama seninle tanışmadan önceki hayatım, seninle tanışma hikâyemiz-" "Bunların hiçbir önemi yok, Kerem. Senin özünde iyi kalpli bir çocuk olduğunu biliyorum. Ve bu da bana yeter." "Keşke çocuk olmadığım konusunda da mutabakata varsak." Kaşlarını kaldırarak bana bakan çocuğun yüzünü ellerimin arasına alıp güldüm. "Soytarı seni!" Ciddiyetimi takınıp"Hadi dersine dön." dedim. Komutanına itaat eden bir asker ifadesiyle başını sallayıp söyleneni yaptı. Klinik çıkışında bütün gün düşündüğüm bu kutuyu gönderen konusunu daha bir kafaya takar oldum. Hele son günlerde sayısız tesadüfle beraber aklımla oynandığını düşünürken bu çok da garip olmasa gerekti. Düşünsenize, sanki birileri sizi delirtmek için bunları yapıyormuş gibi her şey üst üste geliyordu. Siz de böyle düşünmez miydiniz? Garipti. Konuyla ilgili Nikolai dışında kimden yardım alabileceğimi bilmiyordum. Sanırım o bana yardımcı olabilirdi. Tüm bunları onun yaptığından şüphelendikten sonra yine Nikolai'den yardım istemem kaç puandı cidden? Sanırım düşününce ona güvenmekten başka çarem yoktu. 
Güvenliği aşıp içeri girdiğimde yine bangır bangır gürültülü müziğin içine düşmüştüm. Mavi ışıltılı panelin önünde durup görevliye "Nikolai burada mı?" diye sordum. "Odasındalar efendim. Haber vermeme izin verin." İki elimle önümde çantamı tutup çekiştirirken çekingen bir edayla başımı sallayıp bekledim. Birkaç saniye sonra merdivenleri göstererek "Buyurun lütfen, sizi bekliyorlar." diyen adama teşekkür edip merdivenlere yöneldim. Yukarı çıkarken hâlâ yaptığım şeyin doğruluğundan emin değildim. Ancak gelmiştim bir kere işte. Koridorda yürürken kapının açılma sesini duyduğumda geri dönemeyeceğim kadar geçti. Adımlarım geri geri gitmek istese de onları zorladım ve ilerledim. Kapının önünde beni bekleyen adam merakla bana bakıyordu. "Hoş geldin." "Hoş buldum. Şey..." Çekingen tavrıma karşılık anlayışlı bir ifade takındı adam. "Lütfen içeri gel." Kısa bir tereddütten sonra içeri girdim. Kapıyı kapattı ve arkamdan geldi. Koltuklardan birini gösterdi. "Otursana." "Çok kalmayacağım." "O zaman bir şey de içmezsin?" Soran bakışlarla bana bakarken başımı iki yana salladığımda cevabını almış gibi görünüyordu. Yalnızca kendine bir içki doldurdu. "Seni burada daha sık görmekten mutluyum. Ama... Seni buraya hangi rüzgâr attı merak ettim doğrusu." "Kutuyu gönderenin sen olmadığını söyledin." "Evet, ben değilim." "Peki, kim olduğunu bulabilir misin?" Dudaklarını büken adam şaşkınlıkla kaşlarını havaya kaldırdı. "Benden yardım mı istiyorsun?" "Evet, kutuyu gönderenin kim olduğunu bulmama yardımcı olmanı istiyorum. Yeterince açık değil mi?" İçkisinden bir yudum alan adam "Açıkçası şaşırdım." dedi. Şirin bir alaycılıkla ekledi. "Özellikle daha dün bana tehditler savurduğunu varsayarsak." "Tamam, vazgeçtim. Buraya hiç gelmedim varsay tamam mı?" "Tamam, Lâl. Gel buraya." Ben tam yürüyüp kapıyı açarken kolumdan tutan adam kapıyı kapattı ve beni kapıya yasladı. Gereğinden fazla yakınlaşmıştık ve Nikolai bundan hiç de şikâyetçi görünmüyordu. Göz gözeyken "Hiç şaka kaldırmıyorsun." diye mırıldandı sessizce. Bense gereksiz yakınlığımıza bir son vermek adına yan dönüp aradaki boşluktan kaçtım ve uzaklaştım. "Bu bana yardım edeceğin anlamına mı geliyor?" "Elbette. Ne zaman istersen, sana istediğin her konuda yardım edeceğimi biliyorsun." Elleri ceplerinde odada dolanan adam bana baktı. "Bu yüzden buradasın." Haklıydı. Belki de bu yüzden buradaydım. Gururumu ayaklar altına alıp buraya gelmiştim çünkü Niko'nun beni geri çevirmeyeceğini biliyordum. Aksi hâlde Valent'in yaşıyor olabileceği gibi delice bir düşünceyi de Niko'dan başka kimseyle paylaşamazdım. Zira paylaşsaydım muhtemelen benim deli olduğumu düşünürlerdi. Merakla kaşlarını hafifçe çatan adam "Anlayamadığım, bu kutu kapına bırakıldığında neden ilk aklına gelen ben oldum?" diye sordu. Merakını gidermemi bekliyor gibiydi. Tek kaşımı meydan okurcasına havaya kaldırırken lafımı esirgemedim. "Hayatımıza yakın korumam olarak girip Valent'in baş düşmanı Dokuz çıktığın için olabilir mi?" Sesimdeki alayla başını öne eğip güldü adam. "Ayrıca kutuyu bırakan her kimse telefona kendi numarasını Bir diye kaydetmiş. Senin adın da Dokuz ya, belki bu numaraların bir anlamı olabilir diye düşündüm. Sence birbiriyle bir alakası olabilir mi?" Düşünceli bir ifadeyle dalıp gitti Nikolai. Elimi salladım yüzüne karşı. "Alo!" "Dinliyorum." "Daldın gittin." "Sadece düşünüyordum." Biraz duraksadı ve ekledi. "Bu konuda elimden geleni yapacağım. "Peki, benim ne yapmam gerekiyor?" "Müsait olduğunda kutuyu, notu ve telefonu bana getir. Araştırmam için gerekecek." "Ya gizemli kişi bunları sana getirdiğimi öğrenir de aramızdaki iletişimi tamamen koparırsa?" Çenesini kaşıdı düşünceli bir ifadeyle. "O zaman size gelirim. Kutunun ve notun fotoğraflarını çekerim. Telefonla ilgili de tanıdığım bir adamımı getiririm, kime ait olduğunu öğrenmesi için ne gerekiyorsa yapar." Başımı yana yatırdım. "Tamam o zaman. Bu kadar yani." "Evet, bu kadar." "O zaman ben... Gideyim." "Bugün Nadia'nın doğum günü." Kapıya yürürken duraksadım ve ona döndüm. "Biliyorum." "Gelecek misin?" "Söz vermedim. Gelebilirim." "Tamam, bekliyor olacağız." Elleri ceplerinde olan adam haylaz bir çocuk gibi bakış attıktan sonra "Arabanla mı geldin?" diye sordu. "Adamlarımdan biri bırakabilir dilersen." "Sağ ol, arabamla geldim. Kendim giderim." Baş işaretiyle onaylayan adamı geride bırakarak odadan çıkmak üzereydim ki yeniden ona döndüm. "Nikolai." Bunu söylemek benim için zordu ama yine de yaptım. "Teşekkür ederim." "Saçmalama. Her zaman her konuda yanında olacağımı biliyorsun." Koridora kadar beni uğurlayan adama içeri girmesi için işaret verdikten sonra merdivenlere yöneldim. Hydra'dan çıkmak üzereyken kapının önünde Ivan'la karşılaştık. "Ivan." "Lâl, merhaba. Nasılsın?" "İyiyim, teşekkürler. Sen?" "Ben de iyiyim." Merakla arkama baktıktan sonra "Niko'yu görmeye mi geldin?" diye sordu gizemli bir ses tonuyla. Sanıyorum ki Nikolai ile aramızda bir sıcaklık ya da gönül ilişkisi olduğunu sanmıştı. Öncesinde de geldiğimi duyduysa demek. "Kendisine bir şey danışmam gerekiyordu." "Nadia'nın doğum gününe gidiyor musun?" "Bilmiyorum, ayarlamaya çalışacağım." Nezaketen baş işaretiyle yeniden selamladıktan sonra "Görüşürüz." dedim ve arabama doğru yürüdüm. Ivan ve Wendy arasında çok da samimi olmayan bir ilişki söz konusuydu ama bunun bir aşk ilişkisi olmadığını herkes biliyordu. Evlilik konuşuluyordu, işler ciddiye binmişti ama aralarındaki ilişki dinamiği biraz farklıydı. Tek taraflı bir sevgiden ibaretti. Ivan Wendy'yi sevse de Wendy'den yana hâlâ bir gelişme yoktu. Bana kalırsa böyle durumlarda da sonradan bir duygu değişimi olmazdı. Wendy hâlâ Luigi'ye âşıktı ama bunu kabullenmeme konusunda öylesine istikrarlıydı ki kendini de Ivan'ı da bu yolda ziyan edecek gibi duruyordu. Eve döndüğümde saat henüz erkendi. Ev sessizdi. Mutfakta Türkü oturmuş tıbbi bir makale okuyordu. Usulca içeri girip anahtarımı ve çantamı masaya bıraktım. "Herkes nerede?" "Wendy hariç kimse dönmedi daha. O da odasında." Başımı sallayarak eşyalarımı aldım ve merdivenlerden yukarı çıktım. Anahtarımı çantama koyduktan sonra odama gitmek üzereydim ki aralık kapıdan Wendy'nin masasına oturup bir şeyler karaladığını gördüm. Merakıma yenilip kapıyı tıklattığımda Wendy elindeki defteri hızla kapatıp yanına sakladı. Bu benim daha çok meraka kapılmama sebep olmuştu. "Lâl, sen ne zaman geldin?" "Daha yeni." Sorar gibi kaşlarım çatıldı. "Ne yapıyorsun burada?" "Hiç... Yarın yapmam gerekenleri listeliyordum. Unutmamak için." Çok ikna edici gelmese de kurcalamadım. Özel hayata saygı. İnşallah benim gibi Luigi Luigi diye delirmezsin Wendy. Hayır, seninki hayattayken delirirsen sana yazık olur. Şüpheli duruşuna rağmen üstünde durmadım ve "Ben Niko'lara gidiyorum. Nadia'nın doğum günü için." dedim Wendy'ye. "Hazırlanıp çıkarım birazdan." "Tamam." Hayret, sorgulamamıştı ya da laf çarpmamıştı. İlginçti doğrusu. Aklının başka bir yerde olduğu belliydi. Kısa bir an daha ona baktıktan sonra odadan çıktım ve koridorda ilerleyip kendi odama girdim. Soyunup dökündüm, bir duş aldım ve kıyafet dolabıma yöneldim. Daha önce gitmeyi düşünmediğim için ne giyeceğimi pek bilmiyordum açıkçası. Lila rengi etek ve üst görünümlü şifon kumaş tek parça bir elbise gözüme çarptığında biraz abartı gelse de az önce giymek istediğim takım elbise kadar kasıntı durmadığına karar verdim. Zira takım elbiseyi giyseydim sanki bir toplantıya gidiyormuşum gibi abes görünecekti. Bu daha iyi görünüyordu. Biz bize olacaktık sonuçta. 
Miloradovların ihtişamlı evine geldiğimizde arabadan indim ve arkadaki bebek koltuğundan Işık'ı da kucağıma alıp kapıya yürüdüm. Güvenlik görevlisi beni görünce otomatik kapıyı açıp içeri buyur etti. "Hoş geldiniz, Lâl Hanım." "Hoş bulduk." Bahçede ilerlerken doğum günü partisinin hava güzel olduğu için bahçede organize edildiğini gördüm. Usulca partiye doğru yaklaşırken kucağımda parlayan bukleli saçlarıyla heyecanla el çırpan Işık'a balonları gösterdim. "Ne güzeller değil mi?" Beni gören Nikolai birkaç adımda yanıma geldi. Gözleri parlıyordu. "Geleceğine ihtimal vermiyordum." Beni gördüğüne mutlu olduğunu gizlemiyordu. "Hoş geldin." "Hoş buldum." "Nadia çok sevinecek." Sonra bakışları Işık'a döndü. "Bu ne güzel sürpriz!" dedi sevinçle. Müsaademle onu kucağımdan aldı. Normalde kimsenin kucağına gitmeyen Işık Nikolai'yi tanıdığı ve sevdiği için onun kucağında huzurlu görünüyordu. "Hoş geldiniz küçük hanım. Görüşmeyeli nasılsınız?" Işık utangaç bir biçimde başını adamın göğsüne yasladığında cevap vermedi. Nikolai bana dönerek "Hadi, dilersen geçelim. Nadia'yı sürprizlerine kavuşturalım." Onaylayarak onu takip ettim. Nadia gerçekten de beni gördüğüne çok sevinmişti. Pasta kesildi, hediyelerimizi verdik. Nadia hepsini çok sevdi, mutlu oldu. Ivan benden önce gelip gittiği için karşılaşmamıştık ama böyle az kişi olmamız daha iyi olmuştu. Işık tanımadığı kalabalıklar arasında huzursuzlanmadan mutlu mutlu eğleniyordu. Işık da olduğu yerden mutluydu. Balonlarla oynamakla meşguldü. Nikolai sürekli onunla ilgileniyordu. Eline bir balon tutuşturmuş, kendisine gülücükler saçan kız çocuğunu sırtına almış gezdiriyordu. İyi bir baba kumaşı vardı. Işık da seviyordu onu, çocuklar gibi eğleniyorlardı. Ben bir gözüm Işık'tayken Nadia ile vakit geçirmekten mutluydum. Nadia eskisi gibi değildi. Artık daha rahat konuşabiliyordu, gezip dolaşabiliyordu. İlk karşılaştığım içine kapanık kızdan epey farklıydı. Bu gözle görülüyordu. Onun adına mutluydum. Hayatı bir odadan ibaret kalmamıştı. Mutfakta getirdiğim tatlıları servise hazırlarken içeri Nikolai girdi usulca. "Zahmet etmeseydin, Polina hazırlardı." Dolapları karıştırırken ona bakmadan yanıt verdim. "Ne zahmeti canım, tabakları bulabilirsem-" Aynı dolap kapağına uzandığımızda burun buruna geldik. Kısa bir bakışmadan sonra Niko'nun dudakları benimkilere değmek üzereyken geri çekildim. "Nikolai, yapma." "Özür dilerim. Lâl, özür dilerim." Sağ eli ensesinde gezinirken "Ama seni anlamıyorum, Lâl. Gerçekten." diye mırıldandı. İfadesinde çaresizlik ve kafa karışıklığını görebiliyordum. "Neden?" "Ne neden?" "Neden bunu yapıyorsun? Valentino öldüğü hâlde neden kendini yalnızlıkla cezalandırıyorsun? Neden seni sevmeme, yaralarını sarmama izin vermiyorsun? Benden sana zarar gelmez." "Nikolai, biliyorum." "O zaman neden-" "Çünkü bu sana haksızlık olur, Nikolai. Ben Valent'i seviyorum. Ve ölene dek sevmeye devam edeceğim. Seni sevmeyeceğim. Kalbimde başkası varken sana haksızlık edemem. Hele ki bana olan duygularını bildiğim hâlde bunu yapamam." "Ya ben haksızlığa uğramaya hazırsam? Bunu istiyorsam?" "Nikolai, olmaz. Anlasana." Yutkundum. "Bunları konuşmuştuk. Lütfen böyle yapma." Ellerini teslim olmuş gibi kaldıran adam "Tamam." dedi yalnızca. Başka bir tepki vermedi. "İstediğin gibi olsun." Tezgâha dayanmış sağ elimle ensemi ovarken "Biz... Gitsek iyi olacak. Işık'ın uyku saati geldi." diyerek mutfaktan çıktım. Kalbim hızla çarpıyordu ve ellerim titriyordu ama bir an önce kendimi toplamam gerektiğini iyi biliyordum. Bu tehlikeli yakınlığa bir son vermem gerektiğini de. ... *
••• SOSYAL MEDYA HİKÂYENİN INSTAGRAM HESAPLARI |
0% |