Yeni Üyelik
22.
Bölüm

❦ Tutku Meyvesi | 11/2

@buzlarkralicesi

-11- / 2

Bar kapısından içeri girerken nasıl bir Tuna'yla karşılaşacağını bilmiyordu adam. Allah'tan barmen kendisini ve Tuna'yı tanıyordu da, onu mahvolmuş bir biçimde içerken görünce aramıştı. En yakın arkadaşının şuan ne derece dağıldığını kestiremiyordu. İçeri girdiği anda etrafına bakındı Berkan. Tam karşıda, ileride bar taburesine oturmuş ve başını dayamış adamın başında kendisini arayan barmeni görünce bitik durumda olan o adamın arkadaşı Tuna olduğunu az çok anlamıştı. Anlayamadığı, bu kadar içecek ne vardı? Ne derdi vardı da bu kadar içip dağıtmıştı?

Arkadaşının yanına yaklaştığında daha birkaç metreden alkol kokusunu alabiliyordu. Öyle çok içmişti ki kokusu üzerine sinmişti. Alkol komasına girmiş gibiydi. Fakat hâlâ bayılmamış olacak ki elindeki boş içki bardağını barmene doğru iterek bir pelte hâlini almış diliyle "B-Bir tane daha..." diyebiliyordu.

Barmen soru sorar gibi kendisine baktığında Tuna'nın isteğine karşılık elbette hayır manasında kaşlarını kaldırdı Berkan. Çünkü biraz daha içerse soluğu hastanede alacaklardı. Arkadaşının koluna girdi. "Hadi abicim, gidiyoruz."

Kısılmış gözlerini açmakta zorlanan Tuna ise dostunun gelişini yeni fark etmişti. "Sen n-nereden çıktın-n?"

"Bırak şimdi bunları, ayakta duramıyorsun. Önce seni eve götüreyim."

"Her şey b-başlamadan bitti."

Tuna'nın söylediğinden tek kelime anlayamayan Berkan "Ne?" diye sordu yalnızca. Ne başlamadan bitmişti, neler olmuştu? Neden böyle bir cümle kurmuştu? Söyledikleri bir sarhoşun saçmalıkları mıydı yoksa yaşadıklarına dair birer ipucu muydu? Anlamak güçtü.

"Nağme... Beni t-terk etti. B-Benim yüzümden. Benim ap-ptallığım yüzünden."

Konuyu az çok anlayan adam dostunu kolundan hafifçe çekiştirdi. "Tamam hadi gidiyoruz. Sonra konuşuruz bunları." İki kelimeyi bir araya getiremeyecek durumdayken bile bu kızı sayıklıyordu ya, fena hâlde şaşıyordu Berkan. Aralarında ne geçmişti de kız bunu terk etmişti? Tuna nasıl bu hâle gelmişti? Nasıl bu kadar kaptırmıştı şu kıza kendini? Hepsi birer soru işaretiydi. Ancak arkadaşının bu kıza fena tutulduğu tüm soru işaretlerinin arasında neon ışıklar gibi parlayan tek gerçekti galiba. Çünkü uzun süredir Tuna'yı ilk defa böyle görüyordu ve karşısında gördüğü enkaz hiç de hoşuna gitmemişti.

Onu arka koltuğa yatırdıktan sonra direksiyona geçti Berkan. Sonra bu hâldeyken onu eve götürmenin çok da iyi bir fikir olmayacağını düşündü. Annesi görürse bir ton soru sorardı şimdi. Kendi evine götürmeye karar verdi.

Yol boyunca sarhoş arkadaşının Nağme'yi sayıklayışını dinlerken "Neymiş bu Nağme bu kadar ya..." diye söylenmekten de geri durmuyordu. Arkadaşının aklını başından alan şu kızı merak etmişti doğrusu. Tabii artık merak edilecek bir yanı kalmışsa. Görünen o ki ayrılmışlardı. Telafisi olmayan bir sebepten ayrıldıklarını seziyordu, yoksa Tuna içki şişelerinde kendini kaybetmek yerine kızın gönlünü almak için yollar arıyor olurdu değil mi?

Evine geldiklerinde yolda arabasına kusan arkadaşına söylenmeye devam ediyordu. "Batırdın her tarafı be kardeşim, neymiş bu Nağme kimmiş ya? Benim milyon dolarlık arabamdan daha mı kıymetliymiş? Neymiş yani?"

Sevdiği kadına en ufak bir dokundurma yapılmasına bile tahammülü olmayan Tuna, sarhoş hâlde bile onu korumaktan sakınmıyordu. Sarhoş ve peltek bir biçimde uyardı arkadaşını. "Şşş... Bak k-kardeşimsin. Ama Nağme'ye... B-Bak onaa en ufak bir kötü söz söylersen boz-bozuşuruz. Ona göree."

"İyi be tamam, ne hâlin varsa gör." Anahtarla kapıyı açıp içeri girdi. Merdivenlerden yukarı çıkmak Berkan için ölüm gibi gelmişti. Tuna gibi yapılı birini basamaklarca taşımak ne kadar zordu sadece o bilirdi. Onu yatağına yatırırken bile arkadaşı aynı ismi sayıklamaya devam ediyordu.

"Nağme..."

"Hay Nağme kadar başına taş düşsün!" Canına tak etmişti. Sahi, Nağme ne yapıyordu şuan kim bilir. Tuna onun uğruna neredeyse alkol komasına girmişken hanımefendi nerelerdeydi acaba? Tamam, belli ki suç arkadaşındaydı. O zaman Nağme'yi buraya çağırsaydı da aralarındaki sorunu çözselerdi. Gerçi arkadaşı bu hâldeyken kendi kendine ürettiği çözüm pek de mantıklı değildi ama... En azından Tuna'yı böyle Per perişan görürse fikrini değiştirebilirdi, değil mi? "Madem öyle, Nağme'yi arayacağım buraya gelsin." Tuna'nın ceplerini yoklarken "Nerede senin telefonun?" diye soruyordu.

Berkan'ın pantolon ceplerinde gezinen ellerini durdururken "Hayır, a-rama. Arama, gelmez." diyebildi yalnızca. Köpek gibi pişmandı ve çok kötüydü. En kötüsü de pişmanlığının asla fayda etmeyeceğini bilmesiydi. "Gelmesin de z-zaten. Ben onu hak etmiyorum. Hak etmiyorum-m..."

"O zaman toparla artık kendini Tuna. Bittiyse bitmiştir. Hayatını mahvetme bir kız için."

"Anlamıyorsun Berkan, anlamıyorsun. O sıradan bir kız d-değil. Değil..." Dudaklarından çıkan sözler yorgun bir fısıltı hâlini almıştı artık. En çaresiz kıvranışlarının bile bir anlamı olmadığını bilmek yüreğini kanatıyordu. Gözyaşları içinde sızıp kaldı.

●●●

Sabahın ilk ışıklarında uyanan Nağme ise hayatın devam etmesi gerektiğini bilenlerdendi ve bu yüzden her günkü gibi uyanıp kahvaltıyı hazırlamış, abisini iş görüşmeleri için uğurladıktan sonra okula gitmek için hazırlanmıştı. Öte yandan aynada kendisine bakarken arkasındaki yatakta oturan kız kardeşine de oldukça tavırlıydı. O her zamanki hoşgörülü abla figürü yoktu artık. Bu zamana kadar onun kıçını kurtarmıştı da ne olmuştu? Abisine karşı hep koruyup kolladığı, yüz verdiği için bu hâle gelmişti Serra. Şimdi kendi sözünü bile dinletemeyecek kadar kontrolden çıkmıştı. Daha fazla hata yapmaya niyeti yoktu Nağme'nin. Başında yeterince dert varken bir de bununla uğraşamayacaktı. Artık bazı şeyler için Serra Hanım'ın da sorumluluk alması gerekiyordu. O da elini taşın altına koymalıydı biraz.

Ablasının kendisine tavırlı olduğunun farkındaydı Serra. Haklı veya haksız. Bu konuyu tartışmak doğru bir yatırım olmazdı genç kız için. Çünkü ablasıyla çoğu konuda fikir ayrılığına düştükleri de bir gerçekti. Ancak ablası Nağme bu evde onu koruyan kollayan tek kişiydi. Ailede tek kalesiydi onun. Böyle bir durumdayken onu ve onun desteğini kaybedemezdi. Bu yüzden bir şekilde gönlünü alması gerektiğinin ayrımındaydı. "Ya abla tamam artık surat yapma. Arkadaşlarla biraz eğlendik işte." Sonuçta Nağme onun ablasıydı, ona kıyamazdı. Hiçbir zaman kıyamamıştı ki zaten. Şimdi de kıyamazdı. Onun ne merhametli olduğunu en iyi Serra bilirdi. Bu zamana kadar bir anne gibi kol kanat germişti ona. Şimdi de bundan sonra da pekâlâ gererdi.

Tabii Nağme bu defa aynı fikirde değildi. Bu zamana kadar Serra'ya annelerinin yokluğunu hissettirmemek adına annelik yapmaktan bir abla olduğunu unutturmuştu. Aradaki dengeyi iyi kuramamıştı. Fazla yüz vermişti ve bu durum da kızın kendini rahat hissetmesine, amaaan ne olursa olsun ablam arkamı toplar diye düşünmesine sebep olmuştu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmamalıydı, bunu çok iyi biliyordu. En azından bu konuda kız kardeşinin gözünü korkutma zamanı gelmişti. Desteğini üzerinden çekebileceğini göstermeliydi ki aklını başına devşirsin. "Ben artık seninle baş edemiyorum Serra. Bu zor zamanlarımızda en çok senden destek beklerken yaptığın sorumsuzluklar bini aştı. Abime karşı seni korumaktan da sıkıldım. Yeterince derdim yokmuş gibi bir de senin hovardalıklarınla uğraşamam. Artık abimle aranıza girmeyeceğim, haberin olsun."

"Aman abla ne diyorsun sen? Abime aksettirirsen olacakları düşünebiliyor musun hiç?"

"Valla bundan sonrasını ben düşünmeyeceğim Serra, sen düşüneceksin ablacım. Kafana göre hareket etmesini biliyorsun. Özgürsün ya sen, benim gibi olmayacaksın ya. Kendi ayaklarının üzerinde duracaksın ya. İşe abimin karşısında durabilmekle başlayabilirsin mesela. Benden bu kadar." İlk defa o kadar net konuşmuştu ki içinde inanılmaz bir rahatlama hissetmişti. Her an diken üstünde yaşamaktan iyiydi. Biraz da o sorumluluk almalıydı. Biraz da o düşünmeliydi. Bol keseden sallaması kolaydı. Şimdi özgürlük, korkusuzluk mavralarını abisine o anlatsın diye düşündü Nağme. Gerçekten yapabileceğinin en iyisini yapmıştı, içi rahattı. Bu yüzden arkasından seslenen Serra'yı dönüp dinlemeksizin dışarı çıktı.

Küçüklüğünden beri onu yeterince şımartmıştı. Annesizliğini annelik yapmaya çalışarak telafi etmesi elbette güzel bir şeydi, bir abla olarak asli göreviydi hem. Ama bunu abartmış olacaktı ki kız kardeşi karşısına geçip saygısızca konuşabiliyor, kendinden beklenmeyecek hareketlerde bulunup dengi olmayan insanlarla görüşüyordu. Hem onu koruyup kollamak artık yaptıklarına arka çıkmak gibi bir şeydi. Bu yüzden ona daha fazla kötülük yapmayacaktı. Üstelik yaptıklarının sorumluluğunu almayı öğrenmeliydi. Sonuçta sonsuza dek onun yanında olamazdı değil mi? Artık aklını başına toplaması gerekiyordu.

Öte yandan tek derdi de bu değildi. Bir an önce babası için yeni bir donör bulmalıydı. Bu yüzden kolları sıvamaya başlamıştı bile. Daha çok hayır kuruluşlarına ulaşmaya çalışıyordu. Yeni birini bulmanın ne kadar zor olduğunu biliyordu ancak yine de vazgeçmeye niyeti yoktu. Bu zamana kadar onu ayakta tutan da umutları değil miydi zaten?

Bütün gün bunları düşünmekten kafası kazan gibi olmuştu. Derslere girip çıkıyor, bir şeyler anlatıyordu ama asla aklı başında değildi. Ne yaptığını kendisi bile bilmiyordu. Komutları otomatik yerine getiren robotlar gibiydi. Derse giriyor, anlatıyor, çıkıyordu. Son dersinden çıkınca koridorda yürürken sessize aldığı telefonunu çıkardı. Bir sürü cevapsız arama vardı ve hâliyle bu durumda endişelendi. "Allah Allah, ne oluyor ki?" Daha kim veya kimlerin aradığına bile bakamadan telefonu tekrar çaldı, arayan Doktor Erkin'di. Önemli bir şey olabilirdi, bu yüzden bekletmeksizin aramayı yanıtladı. "Alo, doktor bey?"

"Nağme Hanım, merhaba."

"Merhaba, bir şey mi oldu?"

"Evet, ne yazık ki oldu. Sizi endişelendirmek istemem ama..."

"Lütfen söyleyin Erkin Bey. Babama bir şey mi oldu?"

"Babanızın durumu kötüleşmiş, kardeşiniz Serra Hanım hastaneye getirdi."

"Ne?" Şaşkın ve endişeliydi Nağme. Daha sabah gayet iyi görünüyordu, yine ne olmuştu ki birdenbire? "Nasıl şuan babam?"

"Sakin olun. Şuan için kontrol altına aldık."

"Şuan için?"

"Nağme Hanım, açık konuşacağım. Babanız için yolun sonuna yaklaşıyoruz. Beklemeye vaktimiz kalmadı artık. Bunu size daha uygun bir dille anlatmaya çalıştım ama... Bir an önce harekete geçmeliyiz. Yeni bir donör arayacak vaktimiz yok. Olanı da bu kişi için harcadık zaten biliyorsunuz. Şuan tek çaremiz var, bulmuş olduğumuz donörü ikna etmelisiniz. Hem de bir an önce."

Sertçe yutkundu Nağme. "Yani siz diyorsunuz ki..." Sesi titriyordu. Sözler boğazında düğümlenirken gözlerinde biriken yaşlar usulca yanaklarına süzülüyordu. "Yolun sonu artık." Dili varmıyordu. Dayanılmaz bir acıydı bu, katlanamıyordu. Derin nefesler alıyordu fakat kalp sıkışmasına benzer bu hissi bedeninden kovamıyordu.

"Maalesef. Bakın, Yağız Bey'le son kez konuşup durumun ciddiyetini anlatın ve onu ikna edin. Size önerim ancak bu olabilir şu saatten sonra."

Telefonu kapatan genç kadın bir süre olduğu yerde donakaldı. Aklı durmuştu. Çaresizlik içinde kıvranırken hızla bir karar vermesi gerekiyordu. Bu karar hem babasının yaşama tutunup tutunamayacağını hem de kendisinin bundan sonraki hayatını derinden etkileyecek bir karardı ve elbette kritik olan her karar gibi verilmesi çok zordu.

Büyük ikilem.

Tuhaf bir adamın sapkın teklifine boyun eğecek miydi? Yaşatacak mıydı, öldürecek miydi?

Artık her şey, evet veya hayır kelimesine gizlenmiş zor bir hayat sınavından ibaretti.

...

Loading...
0%