Yeni Üyelik
25.
Bölüm

❦ Tutku Meyvesi | 13/1

@buzlarkralicesi

-13- / 1

Başında tarifsiz bir ağrıyla uyanan Tuna yataktan doğrulurken kısa süreliğine de olsa hafızasının sıfırlandığını hissediyordu. Ve bunun dışında hissedebildiği tek şey, vücudu ile başının inanılmaz ağrısıydı. Üstelik damağındaki o kekremsi tadın çöl gibi kavrulan ağzını ve boğazını yakıyor olması da oldukça can sıkıcıydı. Burası neresiydi? Hiç kendi evine, odasına benzemiyordu. Kısık gözlerle etrafına baktığında bir odada olduğunu fark etti. Nasıl gelmişti buraya? Dün geceye dair hiçbir şey hatırlamıyordu da üstelik. Bir sabah yabancısı olduğu bir odada uyanmak ve dün geceye dair hiçbir şeyi hatırlamamak insanı oldukça savunmasız hissettirirdi herhâlde. Gece yine saçma sapan bir şey yapıp yapmadığını oldukça merak ediyordu. Son sarhoş olduğu gecede Gözde'yle birlikte olduğu düşünülürse... Eh, pek de pimpirikli ve şüpheci yaklaşmıyordu ha?

Aklı karmakarışıktı. Ancak bir yandan uykusu açıldıkça uyandığı oda tanıdık gelmeye başlıyordu. Son hatırladığı, yığılana kadar içmiş olmasıydı. Nağme'yi yaptığı aptalca bir hata yüzünden kaybetmiş olmasının cezasını böyle çektiriyordu kendine. Sudan çıkmış balık gibi etrafına bakınırken dış kapının sesini duydu. Ne yapacağını bilemez hâlde üzerindeki yorgana sarınarak meraklı bakışlarını kapının bulunduğu hole çevirdi. Neyse ki gelen Berkan'dı. Bunu gören adam rahat bir nefes aldı.

Dostunun uyandığını gören Berkan ise "Nihayet uyandın demek." dedi ve yatağın kenarına, dostunun yanı başına oturdu.

Ağrıyan başını tutarak "Ne oldu bana?" diye mırıldanabildi sadece.

"Öküz gibi içtin, ne olacak?" Bilinçsiz bakışlarla sersemce etrafa bakan Tuna'ya güldü. "Merak etme, en yakın arkadaşın olarak namusunun kirlenmesine izin vermedim."

"Offf, dalga geçme oğlum ya. Zaten başım çatlıyor." Merakla "Peki, burada ne işim var?" sorusunu yöneltirken yanıtı az çok tahmin ediyordu.

"Canan Teyze seni bu hâlde görmesin diye evime getirdim seni. Ne yapsaydım, sokağa mı atsaydım?"

"Yok, yok. Sağ ol oğlum ya, iyi yapmışsın. Bir de onu endişelendirip hesap verme derdinden kurtardın beni."

Düşünceli bir edayla iç çekti Berkan. Kendisi dostu için iyi yapmıştı ancak belli ki Tuna'nın kendini pek düşündüğü yoktu. Böyle aptalca şeyler yapmayacak kadar aklı başında, sorumluluk sahibi biriyken henüz yeni tanıdığı bir kız yüzünden bu hâle gelmesine de anlam veremiyordu doğrusu. "Yiyecek bir şeyler hazırladım, birazdan getiririm. Git duş al, leş gibi kokuyorsun. Zaten gece arabama kustun."

"Ya çok özür dilerim kardeşim, gerçekten ben ne yaptığımı hiç bilmiyorum."

"Belli. Ya arabasında değilim de Allah aşkına bu yaptıkların sana yakışıyor mu?" Sessizliğini koruyan dostunun üzerine gitmemeye karar verdi. Yaptıklarından yeterince utanmışa benziyordu. "Hadi çabucak bir duş al, sonra da bir şeyler yersin."

Tuna'ysa yatakta gözleri dalmış bir biçimde oturuyordu. Derin düşüncelerin bulunduğu bir girdaba çekilmiş gibiydi. Büyük bir hatanın ardından şoka uğrayıp dövünen birinin yüz ifadesine sahipti. Yanlış da değildi aslında. Büyük bir hata yapmıştı. Hatta aptalca. "Ben ne yaptım Berkan, ne yaptım? Nağme'yi sonsuza dek kaybettim. Bir daha onu göremeyeceğim. Düşünebiliyor musun? Bir daha asla onu göremeyeceğim. Yüzüme bakmayacak. Bana gülmeyecek. Benimle konuşmayacak."

Geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştı Tuna. Bu yüzden onu ümitlendirmeksizin "Bunları düşünme şimdi." demekle yetindi. Kendini toparladığında şuan onu bu hâle getiren acılarından arınacaktı yavaş yavaş. Hiçbir acı sonsuz değildi. O kızı da unutacaktı mutlaka bir gün. Sadece zaman gerekiyordu.

"Bunları düşünmediğim tek bir an bile yok."

Rahatlıkla "Çözersin be oğlum." diyebiliyordu adam. Berkan gibi ilişkileri basit bir döngüden ibaret yaşayan biri elbette ilk etapta "Gider kızla konuşursun, ne kadar pişman olduğuna ikna edersin onu bir şekilde." türü bir çözüm bulmuştu kendince. "Üzme canını artık.

Acı ve pişmanlığı bir arada yaşayan genç adam çaresizce başını iki yana salladı. "Sen Nağme'yi tanımıyorsun."

Berkan ise sanki kızı kırk yıldır tanıyormuş gibi konuşan arkadaşına "Sen sanki çok tanıyorsun." diye karşılık verdi alaycı bir ifadeyle.

"Belki çok uzun yıllardır tanışmıyoruz, ama böyle bir durumda ne tepki vereceğini çok iyi biliyorum. Asla affetmez bu saatten sonra beni."

"Madem biliyordun, niye böyle bir öküzlük yaptın?" Söyledikleriyle arkadaşının yarasına merhem yerine tuz bastığının farkındaydı. Ama dürüst olmakla teselli vermek arasında gidip geldiğinden nasıl bir tepki vermesi gerektiğini pek bilmiyordu doğrusu. O erkek tarafıydı, dolayısıyla usulen arkadaşını teselli etmesi gerekiyordu. "Bir kız için ne hırpaladın kendini be abicim..."

"O sıradan bir kız değil Berkan. O Nağme. Yıllardır arayıp bulamadığım, geç bulup erken kaybettiğim kadın. Hayatımın aşkı."

"Amma da abarttın ha! Yine bulursun birini, tanışır seversin. Yapma böyle bak, toparlan oğlum, ben alışık değilim senin bu hâllerine."

Yakın arkadaşının sözlerine çok yabancıydı kulakları. O düşünceli ve umutsuzdu o an. Nağme'yi kaybettiğinin farkındaydı ama vazgeçemeyeceğini de çok iyi biliyordu. Onsuz yaşayamayacağına emindi.

●●●

Her şeye rağmen bu kapıya gelmişti. Tüm yasaklara rağmen eli çalmak için kapıya uzandı. Onu özlemişti. Son gelişinin ardından uzun zaman geçmişti. Acaba değişmiş miydi? Abisinin yasaklarını çiğneyip gelmişti buraya. Saniyeler saatler gibi uzun ve sancılı geçiyordu. En sonunda kapıyı ablası İlknur açmıştı.

Bunca zaman ilk defa karşı karşıya gelen iki kız kardeş de donup kalmıştı. Bir süre hiçbir şey söyleyemediler. İlknur şaşkın görünüyordu, Nağme ise donuk ve soluk. Son zamanlarda yaşadıklarına bakılırsa soluk duruşuna pek de şaşmamak gerekti. Saniyeler sonra hiçbir şey söylemeden birbirilerine sarıldılar sıkı sıkı. Hasretle.

Abisinin yasaklarına rağmen ablası İlknur'un kollarındaydı ve onu özlemle sıkıca sarıyordu. Onunla en son babasının hastalığı ilk ortaya çıktığında donör olabileceğini düşünüp aradığında görüşebilmişti. Sadece sesini duyabilmişti. Şimdiyse kanlı canlı karşısındaydı. Babası için yolun sonuna gelmişlerdi, son çareye başvururken yine ablasının karşısındaydı. Yaşadıklarını abisine veya başkasına anlatamazdı. Onu yargılamadan dinleyebilecek tek kişiye sığınmıştı yine, ablasına.

Kardeş demek köklü bir ağacın dalları demekti. Uzun zaman önce onların aile ağacından bir dal koparılmıştı, şimdiyse hem o dalı onarmaya gelmişti hem de kendi yaralarını iyileştirmeye. Onun desteğine ihtiyacı vardı. Kızsa da, onaylamasa da ablasının onu kapısından çevirmeyeceğini iyi biliyordu.

Sessizce içeri geçip oturduklarında Nağme uzun uzun anlatmıştı her şeyi. Aslına bakılırsa durumun vahametinden ve çaresizliklerinden biraz olsun haberdardı İlknur. Her ne kadar bu aileden kangrenli bir parmak gibi koparılıp atılsa da gözleri hep ailesinin üstündeydi. Babasının durumundan da Nağme sayesinde haberdar olmuştu zaten. Ne yazıktı ki elinden hiçbir şey gelmiyordu. Nağme de buna güvenerek, ablasının ne kadar çaresiz bir durumda olduklarını bildiğinden onu anlayabileceğini düşünerek bir anda çözülüvermişti.

İlknur ise duyduklarına şaşkındı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Nutku tutulmuştu. Şok içindeydi. Öyle ki, ne tepki vereceğini bile bilemez hâldeydi. Hele ki kız kardeşinin böyle bir teklifi kabul etmiş olmasına inanamıyordu. Onu çok iyi tanıyordu, normal şartlarda böyle bir teklifin yapılmasına dahi izin vermezdi. "Sen ne diyorsun Nağme?" Kız kardeşinin böyle bir teklifi nasıl kabul edebildiğini aklı bir türlü almadığı gibi Salim'in bunu öğrenme ihtimalini düşündükçe tüm vücuduna kramplar giriyordu. "Sen aklını mı kaçırdın? Nasıl böyle bir teklifi kabul edersin? Bunu nasıl yaparsın? Hem de abini bilmezmiş gibi..."

Attığı bu adımın savunulur bir yanı yoktu. Bu yüzden asla doğruymuş gibi lanse etmeye kalkmadı. Gür kirpiklerinin gölgelediği çaresiz bakışları utançla ablasını buldu. "Başka çarem yoktu abla. Yolun sonuna gelmiştik artık. Çok denedim, uğraştım inan. Her yere gittim, her şeyi denedim. Tüm yardım kuruluşlarına, derneklere, her yere başvurdum. Aklının gelebileceği her yere... Yok işte yok! Olmadı. Artık sabredecek vaktimiz de kalmadı. Başka yolu yok artık anlıyor musun, yok!"

"İyi de, sen böyle bir şeyi yapamazsın ki. İstesen de yapamazsın."

"Yapmak zorundayım abla. Göz göre göre babamın ölümüne seyirci kalamam. Hiçbir şey yapamadan gözlerimin önünde eriyip gidişini izleyemem. Bu eli kolu bağlı mezara girmek gibi bir şey." Gözyaşları içinde başını iki yana sallayarak "Yapamam..." dedi çaresizce. "Babama bir şey olursa ben ölürüm, yaşayamam."

İlknur kardeşi Nağme ve babası arasında diğer kardeşlerine nazaran daha özel ve sağlam bir bağ olduğunu çok iyi biliyordu. Eskilerden beri bu hep böyle olmuştu. Eğer günün birinde Nağme yanlış bir şey yapacak olsaydı bunu babası için yapacağı kesindi zaten. Nitekim öyle de olmuştu. "Nağme, adamı tanımıyorsun. Bunun tüm ahlaki yanlışlıklarını bir kenara bırak, hırlı mıdır hırsız mıdır sapık mıdır bilmediğin biri bu. Belki de psikopat sapığın teki! Ya sana zarar verirse, ya katilse, karanlık bir tipse?"

Tüm bunları kendisi de düşünmüştü fakat ihtimal vermiyordu Nağme. Böyle bir adamın prestijini yerle bir edecek hareketlerden kaçınacağını az çok biliyordu. Emin olmasa da öyle tahmin ediyordu. Hem tersi çıksa bile başka çaresi olmadığı ortadaydı. Normal şartlarda ölüsü babasına bir fayda sağlamayacağını hesaba katacak olursa böyle bir ölüm tehlikesine razı gelebilirdi. Bu yüzden "Neyse ne!" diye kestirip attı. "Artık teklifini kabul etmiş bulundum. Babamın sağlığına kavuşması bu anlaşmaya bağlıysa eğer ben bunu yapacağım." İstem dışı da olsa tereddütlü bir ifadeyle Yağız denen o adamı korumaya bile çalıştı üstelik. "Hem... Adam bir iş adamı, karanlık yanı varsa bile göz göre göre birini öldürebileceğini sanmam. Bundan kendi saygınlığını tehlikeye atmamak adına bile sakınacağına eminim ama konumuz bu değil. Adamın tek derdi soyunu sürdürecek bir çocuk, veliaht."

"Neymiş bu böyle ya? Padişah falan mı bu adam, nedir yani? Hem ayrıca söylediğin kadar zengin biriyse bula bula seni mi bulmuş çocuk yapacak? Karısıyla olmuyorsa pekâlâ buna gönüllü bir başkasını da bulabilir. Neden sen?" İşte aklındaki sorunun tezahürü de buydu. Neden başkası değil de kız kardeşi Nağme? Kafasında bu soru dönüp dururken hiç de iyimser düşünemeyecekti doğrusu.

"Bunu ben de düşündüm herhâlde. Hatta sordum da. Ama adam ben öyle istiyorum diyor, başka da bir şey demiyor.

"Bak bu işten benim midem bulandı Nağme. Yani bundan bir şey çıkarsa hiç şaşırmam. Bu girdiğin yol, yol değil. Hiç iyi bir fikir değil şu yaptığın. Gel yol yakınken vazgeç."

"Olmaz abla. Bilmiyormuş gibi konuşma ne olursun. Başka çaremiz yok, bunu sen de biliyorsun. Beni anlayabileceğini düşündüğüm için geldim sana. Hem kabul ettim bir kere, geri dönüşü olmayacak."

"İyi, peki. Bunu kabullendim diyelim, ya sen bu süre boyunca evden nasıl uzak kalacaksın? Ne bahaneyle? Yarım saat gecikince canımıza okuyan abin nasıl izin verecek böyle bir şeye? Balık değiliz ki biz yumurtlayalım, en az dokuz ay ortalardan yok olman lazım. Bunun için ne bahane uyduracaksın hiç düşündün mü?" Kardeşinin açıklamaya hazır bakışlarıyla aşağı yukarı salladı başını İlknur. "Tabii ki düşündün. Bunca şeyi düşünen bunu mu düşünmeyecek?"

"Evet, ben... Onu da düşündüm. Yurt dışında çalışmaya gideceğim. Yani abimler öyle bilecek."

"Maşallah her şeyi düşünmüşsün!" Kinayeli cümlesindeki kınayan ifadeyi saklamaya pek de niyeti yok gibiydi. Kız kardeşi göz göre göre kendini ateşe atıyordu ve kendisi de buna seyirci kalmak zorundaydı. Olur da başına bir şey gelirse buna mani olamadığı için ömür boyu kendini suçlayabilirdi İlknur. İşte böyle bir yükü sırtına bırakıp gidiyordu kardeşi. "Peki, Salim'in böyle bir şeye izin verebileceğini düşünüyor musun hiç? İki sokak öteye giderken bile hesap sorardı bize, şimdi değişti de benim mi haberim yok?" Biraz düşündükten sonra başını iki yan salladı kadın. "Yok, hiç içime sinmedi benim bu iş. Mümkünatı yok abin izin vermez, ben sana söyleyeyim."

"Onu da bir şekilde halledeceğim abla, ne yapıp edip ikna edeceğim. İzin vermezse de bir mektup bırakıp kaçacağım. Görmüyor musun, çoktan gözümü kararttım ben! Bunca şeyi göze aldıktan sonra abimin izin vermeyişi beni durdurur mu sanıyorsun?"

"Doğru, benimki de laf! Sen kafaya koymuşsun kızım, ne yapsam döndüremem seni. Bilmez miyim keçi inadını? Dik kafalı olduğunu bilmiyormuşum gibi oturmuş dil döküyorum sana." Kollarını kavuşturdu küskünce. Ne yaparsa yapsın kardeşini bu kararından döndüremeyeceği belli olmuştu artık.

Nağme ise ablasının gönlünü alır gibi omzuna dokundu naifçe. "Abla, yapma lütfen. Kızma bana, küsme. Başka çarem yok, bunu biliyorsun. Tek dert ortağımsın benim. Ne olur, anla beni." Uzun bir sessizlik girdiğinde aralarında, her ikisinin de nefes alışverişleri duyuluyordu. Soğuk atmosferdeki sessizliği bozan yine Nağme oldu. "Eniştem nerede?"

"İşte. Bu saatte nerede olacak?"

Ablasının aksi tavırlarına soluk bir tebessüm bıraktı. Kardeşine küsmeyi bile beceremeyen bir ablaydı o. Her fırsatta koruyup kollayan fedakâr bir abla. Yanlış yaptığını bilse dahi onu yarı yolda bırakmayacak kadar yüce gönüllü bir abla.

Başını onun dizine yasladı Nağme. Bu dayanılmaz acıların bir sonu gelmesini beklerken sığınabileceği tek limandı ablası. Çok geçmeden İlknur da dayanamayıp şefkatle başını okşamaya başladı kız kardeşinin. Uysal, masum ve kırılgan bir kızdı o. Böyle bir yolda nasıl yürüyecekti, bu yolun dikenlerine katlanabilecek miydi? Hiç sanmıyordu ancak kader ağlarını örmüştü. Öyle ucu bucağı görünmeyen bir çıkmaza saplanıp kalmışlardı ki, bunun tek çözüm olduğunun farkındaydılar.

...

Loading...
0%