Yeni Üyelik
4.
Bölüm

❦ Tutku Meyvesi | 2/2

@buzlarkralicesi

-2- / 2

Dirseğine kadar sıyırdığı gömleğinin kollarını indirip muntazam bir biçimde düzeltirken görevli hemşireye döndü. "Hepsi bu kadar değil mi?"

"Evet beyefendi, kalkabilirsiniz." Hayran bakışlarını Yağız'dan almaya çalışan kadın "Kaç insan için umut oldunuz, ne güzel bir iyilik yaptınız bir bilseniz." derken adam için ne büyük gaf yaptığının farkında değildi.

Ona işgüzarca gelen bu sözlere yalnızca baştan savma bir baş işaretiyle karşılık verdikten sonra ayağa kalkıp hastanenin çıkış kapısına doğru yürüdü. İyiliğin böyle şov şeklinde yapıldığı nerede görülmüştü? Hemşirenin övgü dolu sözleri bu yüzden anlamsız kalmıştı zaten. Hiç ona göre bir hareket olmamasına rağmen yapıyordu işte. Çıkarken tahmin ettiği gibi gazetecilerden oluşan küçük bir ordunun konuşma yapması için onu beklediğini gördü. Bu tarz gösterişlerden hiç hoşlanmasa da bazen insan istemediği şeyler yapabiliyordu. Tıpkı kimsenin ekmeğiyle oynamak istememesine rağmen bazı insanları işten çıkarmak gibi. Ya da birini kırmamak için istemediği bir şeyi yapmak gibi. Gerçi ikinci seçenek pek sık yaptığı bir şey değildi, kimse kırılmasın diye olmadığı biri gibi davranmak da onu yansıtan bir davranış değildi. Bu etkinliğe evet demesinin en büyük sebebi de zaten annesini kırmamak değil, şirketinin saygınlığını olabilecek en yüksek seviyede tutabilmekti. Sadece karısıyla kavga eden, bir evliliği bile idare edemeyen biri olarak medyaya malzeme olmak kimsenin hoşuna gitmezdi. Ancak bir iş adamı olarak evliliğini bile idare edemeyen şirketini nasıl yönetecek algısı oluşturmak ya da ister istemez buna önayak olmak asla müsaade edebileceği bir şey değildi. Bir zamanlar rahmetli babası için bu şirket her şey demekti. Kendi özel hayatındaki, evliliğindeki çatırtı yüzünden şirketi tehlikeye atması babasının emeklerine saygısızlıktan başka bir şey olmazdı. Bu yüzden gayet ağırbaşlı bir ifadeyle kısa ve öz konuşmasını yaptı. "Bu bizim için insanî bir görev. Hepimiz için. Teşekkür ederim." Uzun süre sonra ilk kez iyi bir şeyle anılacak olmanın verdiği gizli gururla gazetecileri ikiye yararak aracına bindi.

Eve geldiğinde ise ayakları geri geri gidiyor gibiydi. Ne ara bu hâle gelmişlerdi, birbirilerine nasıl bu kadar zıt düşmüşlerdi hatırlamıyordu bile. Zıt düşmek ne kelime? Resmen birbirileri için iki yabancı hâline gelmişlerdi. Artık konuşmak bile bir şeyleri düzeltmiyordu. Sakin bir konuşma kavgaya dönüşüyordu. Birbirini anlamayan iki yabancının bir eve hapsedilmesi trajedisini yaşıyordu. Bu böyle daha ne kadar, nereye kadar gidebilirdi, yürümeyen bu evlilik daha nereye kadar sürüklenebilirdi bilmiyordu ancak boşanmamasının en büyük sebeplerinden biri ise Doğu kökenli bir aileye mensup olmak ve onların örf, adetlerine göre evliliğin kolay bitirilebilir bir şey olmadığıydı. Tabi başka sebepler de vardı ağır basan. Fakat şuan bunların ne önemi vardı ki? Hangi sebep şuan mutlu olmadığı gerçeğini değiştirebilirdi.

Kapıdan içeri girdiğinde evin yardımcısı ceketini aldı. Koltukta yayılarak oturmuş karısını görünce eğreti bir "Merhaba." kelimesi dudaklarını tırmalayarak dışarı çıktı.

Ilımlı olmayı kati bir surette reddetmeyi evliliğinin çatırdadığı dönemlerden miras almış Aylin ise "Şovunu yaptın, geldin öyle mi?" diye karşılık verdi kocasına.

"Başlamayalım yine. Ne için yaptığımı çok iyi biliyorsun."

"Ha, bunun da suçlusu benim öyle mi?"

"Ben öyle bir şey demedim." Dikkat kesilen adam "Ama anladığım kadarıyla sen dünkü tartışmaya kaldığımız yerden devam etmek istiyorsun." diye eklemeyi kendine bir borç bildi.

"Kabul edelim annenin önerdiği bu şov o çok kıymet verdiğin bina yığını için faydalı olacak. O zaten hep doğru kararlar verir, değil mi? Beni de gördüğü andan beri beğenmemişti, yanına yakıştıramamıştı." Alaycı bir ifadeyle devam etti Aylin. "Tüh, keşke onu dinleseymişsin görüyor musun?"

"Düzgün konuş benimle."

"Konuşmazsam ne olur?"

Yine vazoların havada uçuştuğu felâket bir kavga yapmak istemiyordu. Bu yüzden duymazdan gelerek merdivenleri çıkmaya başladı. Bunun Aylin'i daha çok çıldırtacağını bilmesi de böyle bir tercih yapmasında etkili olmuştu elbette. Eskiden, yani evliliklerinin ilk zamanlarındaki tartışmalar aynı gün yaşanıp bitiyordu. Konuşarak. Sonraları bu tartışmalar günlere sığamaz olmuş, zamana yayılmıştı. Kavga edip eşyaları etrafa savurarak. Galiba evliliklerin temel sorununu bulmuştu. İki insandan ikisi veya yalnızca biri kendini yanlış şekilde tanıtınca karşısındaki kişinin ruh eşi olduğunu sanan iki geri zekâlı evleniyordu ve buna aşk evliliği deniyordu. Hâlbuki bu komik bir illüzyon ya da bilmem kaç perdelik bir oyundan başka bir şey değildi. Karşısındaki kişinin ruh eşi olup olmadığı iyi bir oyuncu olup olmadığıyla doğru orantılıydı artık. Ortak yönler ve ortak zevklerin değişmesi falan hikâyeydi yani. Yalnızca aynı eve girince yeterince iyi rol yapamaması veya taraflardan birinin bu oyunu sürdürmekten sıkılması sebebiyle bozuluyordu büyü. Yağız bunu anlamıştı. Kötü bir şekilde tecrübe etmişti, ama tecrübe etmişti sonunda.

Karısı Aylin'le evliliklerinde öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, artık ondan ne aşk istiyordu ne de başka bir şey. Yalnızca bir bebek istemişti. Baba olmak... Her şeyden önce o duyguyu tatmak eşsiz bir tecrübe olurdu onun için. Tabi bir de aşiretlerine kendisinden sonra bir varis bırakması gerekiyordu, asıl onu kamçılayan da bu zorunluluktu ya.

Kapı sesini duyduğunda odasında gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Tuna'nın sesini duyunca kimin geldiğine dair merakı giderilmişti. Yine üzerine vazife olmayan bir konuda soru sorduğunu duyabiliyordu. İyiydi, hoştu ama samimiyetsiz bir işgüzardı Yağız'ın gözünde.

●●●

Kapının önündeyken ablasının yükselen sesinin dışarı taştığına kulak misafiri olan Tuna ise "Abla ne oluyor Allah aşkına?" dedi şaşkınlıkla. "Tartışıyor gibiydiniz sanki."

"Aman Tuna, her zamanki şeyler."

"Sen iyi misin?"

"İyiyim demek âdet olmuş." Dudaklarının arasından isteksizce çıkan sözlerden rahatsızlık duyar gibiydi. "Aman yine Semiha'ca konuşmaya başladım işte. Tabi, her dakika tepemizde olunca."

"Aranızdaki sorunları çözün artık."

"Sanki çözülebilecek bir sorun da bizim canımız çözmek istemiyor. Allah aşkına bir saçmalama Tuna ya!" Evliliğindeki mutsuzluğunun verdiği öfkeyle kardeşine patlamakta hiç de sakınca görmedi Aylin. O mutlu değilse kimse mutlu olamazmış gibi sorunlarını dışarı yansıtmaktan asla çekinmezdi.

Ablası ve sorunları konulu bir felaketin daha üzerine gelmişti. Zamanlamasından ötürü kendisini tebrik etme istiyordu Tuna. "Aman abla, çatacak yer arama şimdi." Düşünceli bir ifadeyle "Çocuk meselesi mi yine?" sorusunu yöneltti.

"Yok, bu defa o değil. Zaten o kadar tartıştık ki, o konunun tartışılacak bir yanı kalmadı. Ama bu hâle gelmemizin temel sebebi de o, biliyorum. Bir çocuğumuz olsaydı bu kadar kolay kestirip atamazdı her şeyi." Ona göre tek sorunları çocuklarının olmayışıydı. Kendisi deliler gibi çocuk istemiyordu doğrusu. Ama Yağız'ın ailesi, örf ve âdetleri gereği sanki her evlilikte bir çocuk şartmış gibi davranılıyordu. Bir yıl geçmiş, iki yıl geçmiş, üç yıl geçmişti ama çocukları olmuyordu. Yağız'ın annesi Semiha Hanım da dördüncü yılda patlamıştı. O çocuk konusu yüzünden ne kıyametler kopmuştu bu evde... Bombanın fitilini ateşleyen ise hep Semiha Hanım olmuştu. Yağız'la evlendiği ilk günden beri gelini olarak benimseyememişti, istememişti kendisini. Çocuğu da olmayınca bu durum bahanesi olup çıkıvermişti. Neymiş, Yağız ağaymış. Soyadını bırakacağı bir çocuğa mutlaka ihtiyaç varmış. O çocuğa sahip olmak için herkesi ve her şeyi çiğneyebilirdi Semiha cadısı. Yedi yıldır ciğerini okumuştu o kadının. Oğlunun çocuk sahibi olması için önermediği saçmalık kalmamıştı, buna kendi köyünden kuma getirmek de dâhil. Böyle saçma sapan çözümlerden medet ummuştu işte. Nasıl bir aileyle muhatap olmak zorundaydı, işte o zaman anlamıştı Aylin. Zaten Semiha Hanıma kalsa en başından kendi köyünde eline erkek eli değmemiş, itaatkâr, kocasına, ailesine saygılı ve bağlı böyle pamuk şeker tadında bir kızı gelin getirmekti niyeti. Evet efendim, sepet efendim deyip önünde boyun eğecek bir robot istiyordu. Kısacası oğluna eş değil kendine köle arıyordu ama ne yazık ki öyle bir dünya yoktu. İşte tam da bu yüzden zamanla sivrilmişti dili, hırçınlaşmıştı ruhu. Değer görmemek, kısır damgası yemek, aşağılanmak yormuştu onu. Bu evliliğin esas sorunu Semiha Hanımdı onun gözünde, kendisinin hiç hatası yoktu. Semiha Hanımın da derdi oğlunun soyunu sürdürecek bir çocuk olduğuna göre... "Bu duruma bir çözüm bulmalıyım." diye mırıldandı kendi kendine.

Ablasının ne gevelediğini anlamayan Tuna "Efendim?" diye sorsa da "Yok bir şey," den daha tatmin edici bir cevap alamamıştı. "Neyse, ben eve geçeyim artık."

"Otursana, bir şeyler içerdik."

"Aman yok, bugün yeterince paraladın beni. Sinirini çıkardığına göre artık gönül rahatlığıyla gidebilirim."

Kardeşinin bir palyaço gibi kendisini güldürme çabasına güldü Aylin. "Zevzek seni!" Belki de güldüğü kendini düşürdüğü durumdu, bilemiyordu.

"Zaten nemrut kocanın suratsızlığını da çekemeyeceğim bugün. Eve geçmeden bir uğrayıp kapıdan merhaba diyeyim dedim. Sonra birlikte kahve içeriz."

"Tamam canım, sonra görüşürüz o zaman."

"Görüşürüz." Usulca kapıdan çıkarken aklı hâlâ vakıfta görüştüğü kızdaydı. İletişim bilgilerini yazdığı kâğıdı pantolonunun cebine sokuşturmuştu. Elini cebine attığında hatırladı. Gerçi ne zaman unutmuştu ki? Gördüğü ilk an beklenmedik bir biçimde çarpılıvermişti sanki. Öyle hesapsız kitapsız, plansız... İçinde her saniye çoğalan onu arama isteğine karşı koyamadı. Sanki iradesi dışında gelişiyordu her şey. Kendine geldiğinde numarayı çevirmiş yanıt gelmesini bekliyordu. Çok geçmeden zarif bir ses tonu yükseldi hattın diğer ucundan.

"Alo..."

Aramıştı, ama ne diyeceğini planlamamıştı. Ne diyecekti şimdi? Neyi bahane edecekti? Kendine güvenen bir ses tonu takınarak zaman kazanmaya karar verdi. "Alo, Nağme Hanım. Ben Tuna. Hatırladınız mı?"

"Tuna..." Kısa bir süre düşündükten sonra "Vakıftan Tuna Bey?" diyerek sorusunun doğrulanmasını bekledi şaşkınca. Acaba bir gelişme mi vardı? Heyecanlanmıştı doğrusu.

"Evet."

Aynı heyecanı bu defa dışa vurmuştu. "Ne oldu, bir gelişme mi var?" Açıkçası bu kadar çabuk olmasını beklemiyordu ancak öyle çaresiz bir durumda zamana karşı yarışıyordu ki, o an bunu sorgulamak aklına bile gelmedi. Ama erken sevindiğini anlaması uzun sürmedi.

Tuna "Yo, hayır. Henüz bir gelişme yok." yanıtını verirken hicap duyuyordu. Durduk yere kendi aptallığı yüzünden kızı boşuna ümitlendirmiş, kendini de küçük duruma düşürmek üzereydi. Bir şekilde durumu toparlamalıydı. Aklına gelen ilk bahaneyi kullandı o an. "Telefonunuzu kaydediyordum da, yanlışlıkla aradım."

"Ya, öyle mi? Ben de sanmıştım ki..." Bir gelişme olduğunu sanıp sevinmişti hâlbuki. "Neyse, sağlık olsun."

"Bu hatadan ötürü kendimi nasıl affettirsem bilemiyorum."

"Lütfen, böyle düşünürseniz çok üzülürüm. Sonuçta siz bir şey söylemediniz ki, ben aramanızdan bir anlam çıkarıp erken sevindim."

"Olsun, ben yine de kimseye borçlu kalmayı sevmem." Kızın numarasının bulunduğu kâğıdı sağ cebine sokarak "Eğer müsaitseniz birer kahve içebilir miyiz? Hem kendimi affettirmiş olurum." deyiverdi. Ne güzel bahane uydurmuştu ama. Eğer mümkün olsaydı kendi alnını öperdi şuan.

"Böyle bir şeye hiç gerek yok, teşekkür ederim."

"Sadece borçlu olduğum için değil, ben de istiyorum desem fikriniz değişir mi?"

Genç adamdaki dürüstlük hoşuna gitmişti Nağme'nin. Telefonun diğer ucunda bir süre sessiz kalınca durumu yanlış anlayan Tuna cevap vermekte gecikmedi.

Kendine güveni azalan adam bozulduğunu belli etmemeye çalışarak "Özür dilerim. Belki de ben fazla ısrarcı oldum." dedi uysal bir sesle. "Rahatsız ettiysem gerçekten üzgünüm." Araması abes kaçmıştı işte. Keşke aramasaydım, diye geçirdi içinden. Ama kendine engel olamamıştı işte. Hayalî bir el onu dürtmüştü sanki.

Nağme ise yanlış anlaşılmaktan rahatsız olmuş bir biçimde "Estağfurullah, olur mu öyle şey?" diyerek adamın gönlünü almaya çalıştı. Sonuçta bu kadar kibar bir beyefendiyi neden durduk yere üzmek isterdi? Kaba bir tavrı veya askıntılığı olmamıştı. İlgisini açıkça belli etmesinde de bir sakınca yoktu. Kendisi de adamın ilk izlenimde karakterini beğenmişti. Ama biriyle ilişkiye başlamak için belki de en yanlış zamandaydı. Belki doğru kişi ancak yanlış zaman. Üstelik böyle bir şeyi istese bile babasını emanet edebileceği kimsesi yoktu. Kısacası böyle bir lükse de sahip değildi. Karşı odanın aralık kapısından babasına baktı. "Ben... Gerçekten gelirdim ama babamı gönül rahatlığıyla emanet edebileceğim biri yok şuan, onu bırakamam." Kibar bir biçimde reddetmeyi başarabilmişti, en azından öyle umuyordu.

"Anladım, sorun değil. O zaman başka zaman görüşürüz."

Net bir cevap verip adamı ümitlendirmek istemediği için nazikçe "İyi günler." diyerek telefonu kapattı Nağme.

Aracına binerken kızı ve telefon görüşmesini düşünmekten kendini alamıyordu Tuna. Belki istemiyordu, kibarca reddetmişti. Belki de gerçekten istiyordu ancak dediği gibi babasını bırakma imkânı olmadığı için teklifini geri çevirmek zorunda kalmıştı. Doğrusunun hangisi olduğunu nereden bilebilirdi ki?

...

Loading...
0%