@buzlarkralicesi
|
-7- / 2 Sabahın erken saatlerinde gözlerini araladığında yorgunluğunu tüm vücudunda hissedebiliyordu. Serra'yla aralarında geçen tartışma sebebiyle erkenden uyumuştu. Kendini bir süreliğine dahi olsa hayattan ve tüm dertlerinden soyutlamak istemişti. Tüm gece uyumasına rağmen bedenindeki ve ruhundaki yorgunluğu söküp atamamıştı. Omzuna binen bu yüklerden yorulmuştu artık. Tek başına taşıyamıyordu. Bu tür sorunları abisine yansıtmamaya çalışıyordu çünkü o böyle konulara fazlasıyla fevri yaklaşırdı. Ancak orta yolu bulmaya yönelik çabası en çok kendisine zarar veriyordu. Her şeyi tek başına çözmeye çalışmak ruhunu öylesine yoruyordu ki. Masada hazırladığı kahvaltıya baktı, kaynayan çayın altını kapadıktan sonra Salim'i çağırmak için odaya giderken koridorda karşılaştılar. "Günaydın abi." "Günaydın. Erkencisin?" Nağme "Pek uyuyamadım." dedi yalnızca. Detayları paylaşmak istemiyordu. Salim'in Serra'yla araları bozulsun istemiyordu. Yüz göz olmamaları en iyisiydi. Abisi Salim çabuk parlayan, otoriter bir karaktere sahipti. Kendisi gibi tolere etme yeteneği yoktu. "Kahvaltı hazır, hadi yüzünü yıka da gel." "Yıkadım yüzümü." Salim ise gözlerini kaçıran kardeşinin çenesini yavaşça kaldırıp kendine doğru çevirdi. "Bir sorun mu var Nağme?" Bir sıkıntı olduğu kesindi ancak kız kardeşinin bunu kendisiyle paylaşmayacak kadar içine kapanık biri olduğunu da biliyordu. Yine de şansını denemeyi tercih etmişti. "Ne sorun olacak abiciğim, her şey yolunda. Hadi gel kahvaltıya." Üstelemedi Salim. Kahvaltıya oturduklarında ortamda sessizlik hâkimdi. Bu durum her iki tarafın da işine geliyordu. Kendi iç dünyalarında düşünülecek öyle çok şey vardı ki... Nağme, içinde kopan fırtınalarla baş başa kalmışken tüm bu olanlarla nasıl başa çıkacağını bilemez hâldeydi. Kardeşine kızacak vakti bile yoktu, babasının durumu çok fazla meşgul ediyordu aklını. Tutunduğu küçücük bir çözüm vardı ve o çözümü mümkün kılmak için her yolu denemeye hazırdı. Çaresizdi. Yorgundu ancak vazgeçmeyecek kadar da mücadeleciydi. Babasının hayatta kalması için her şeyi yapardı. Salim ise tedirgindi. Uzun süredir çalıştığı işinden ayrılmak zorunda kalmış, kibarca kovulmuştu. Düzeninden olmuştu durduk yere. Şimdiyse yeni bir iş bulmak için çaresizce sokaklara dökülmüştü. Babasının hastalığından ötürü evin erkeği olarak tüm sorumluluğu üstlenmek zorunda kalmıştı fakat tek sorunu bu da değildi. Çok fazla ortalıkta görünmemeli, dikkat çekmemeliydi. Masadan kalkarken kız kardeşinin sorusuyla duraksadı. "Bugün planın nedir abi?" "İş aramaya devam edeceğim, başka ne yapabilirim ki?" Temkinli ve ciddi bir yüz ifadesiyle gözlerini abisine dikti Nağme. "Dikkatli ol." Bakışları sır dolu, bilinçli bir tedirginlik taşıyordu. Kız kardeşinin ne ima ettiğini anlayan Salim ise onu rahatlatmak için onaylarcasına başını salladı. "Merak etme." Hâlbuki kendisi de endişeliydi ve korkuyordu. Ama evin büyüğü olarak bunu dizginlemesi gerektiğinin de farkındaydı. Evin erkeği olduğu için her daim sağlam, dimdik kalmalı ve düzeni devam ettirmeliydi. Üstelik o, babası konusunda kardeşi Nağme kadar iyimser değildi. İyileşeceğine dair umudunu yitireli çok olmuştu. Keşke olsaydı, iyileşseydi babası. Dönseydi babalık görevine, evin dirliği düzeni eskisi gibi olsaydı. Ama maalesef bu çok düşük bir ihtimaldi. Kız kardeşi cılız bir umut ışığına büyük bir inançla tutunmuştu. İşin sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğramasından korkuyordu. Abisini uğurladıktan sonra ortalığı topladı ve Serra'yla ortak kullandıkları odalarına girdi. Serra gayet huzurlu hatta umursamazca uyuyordu. Bu kızla ne yapacağını bilmiyordu Nağme. Bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu fakat bu büyük problemin üstesinden nasıl geleceğini bilemez hâldeydi. Çarelerinin tükendiği yerdeydi. Üstelik dün yüzüne karşı söylediği cümlelerle öyle dehşete kapılmıştı ki Nağme, ağzını açıp doğru düzgün bir şey söyleyememişti şaşkınlıktan. Kız kardeşinin ağzından bu denli cümleler duymayı hiç beklemiyordu. "Sen okudun da ne oldu? Öğretmen oldun da sıkıntıların geçti mi, refaha erdik mi?" Önce ablasının bin bir emekle çalışıp kazandığı, okuyup bitirdiği mesleğini küçümsemiş, ayakları altında ezmişti. Yetmiyor, diye bağırmıştı ağız dolusu. Dehşete düşmüştü Nağme. Tanıdığı kız kardeşi olamazdı bu kız. "Başımızda akan bir çatı, önümüzde bir kuru ekmek var. Aç gözünü artık abla, iyi tarafından bakılacak bir hayatımız yok! Bu kafayla da daha iyisine ulaşacağımız yok, gerçekçi ol!" Sahip oldukları imkânlardan memnun olmadığı her hâlinden belliydi ancak bu kadar şikâyet etmesi, hem de daha iyisini yapamayacaklarının bilincinde olmasına rağmen... Öyle yaralamıştı ki Nağme'yi, tarif edemiyordu. Annelerinin yokluğunda hiçbir şeyini eksik etmemek için çalışıp didinmişti. Yeri geldiğinde kendi mesleği dışında birkaç işte bile çalışıp tüketmişti kendini. Ancak bazı tatsız olaylar yaşanınca abisi bu tür işlerde çalışmasına daha fazla izin vermemişti, ancak kendi mesleğinde çalışmasına müsaade etmişti. Bir konfeksiyonda çalışırken şefin tacizine uğramıştı. Küçük bir mağazada çalışırken iki iş arkadaşı tarafından hırsızlıkla suçlanmış, iftiraya uğramıştı. Gerçek açığa çıksa da gururu kırılmıştı bir kere, orada çalışamazdı. Bu tatsızlıklardan sonra Salim kati suretle böyle yerlerde çalışmasına müsaade etmemişti. "Senin gibi hayaller âleminde yaşamıyorum. Senin kazandığın üç kuruşla dönmez bu ev, aç gözünü artık! Gerçekleri gör!" Serra'nın söylediği her cümle istemsizce aklından geçip giderken kalbinde zehirli bir ok yarası bırakıyordu. Nerede hata yaptığını düşünüyor ama bulamıyordu. Onu anlamaya çalışıyor, anlayamıyordu. Oysa kendisi onun çektiği sıkıntıların on katını çekmişti. Hem annesizliği ondan daha fazla çekmişti, onun kendisi gibi annelik yapan bir ablası olmamıştı çünkü. Daha çok çalışması, daha çok ezilmesi gerekmişti hep. Ama sonunda kardeşinin bu olaylara yorumu "Bana bak, sen hayatı bile isteye kendine zindan ediyor olabilirsin ama sen böyle bir seçim yaptın diye ben de senin gibi ölmeden mezara girecek değilim. Hayatımı yaşamak istiyorum!" olmuştu. Onu eziklikle suçlamıştı açıkça. Oysa onca fedakârlığı o raht etsin diye yapmıştı hep, mükâfatı bu mu olacaktı? Yaptığı fedakârlıkların adı sonunda "Yapmasaydın!" olacaktı, biliyordu ama yine de kardeşi için en iyisi olsun istiyordu. Bu yüzden hep daha çok çabalıyordu. Yine de anlıyordu ki, ne kadar çabalarsa çabalasın Serra Hanıma yetmeyecekti. İlk iş günü için giyinip hazırlandı. Leylak rengi, dirseklerde biten ince bir kazak, altına da İspanyol paça koyu kot pantolon giymişti. Artık evden çımaya hazırdı. Yolda yürürken uzun süredir düşündüğü bir mesele hakkında planını devreye sokmanın tam zamanı diye düşündü. Durakta otobüs beklerken çiçekçiyi aradı. "Alo, merhaba. Birine çiçek göndermek istiyorum. Adı Yağız Koçbeyli. Adresini veriyorum." Ne yaptığını çok iyi biliyordu Nağme. Yağız denen o adam babası için son şanstı. Onun peşini bırakmaya hiç niyeti yoktu. "Yanına da not düşebilir miyim?" Eninde sonunda ondan olumlu bir yanıt almayı umuyordu. Azmin elinden ne kurtulmuştu ki bugüne kadar? Telefonu kapadıktan sonra saatine baktı, otobüsün gelmesine az bir zaman kalmıştı. İlk iş gününde işe geç kalmak istemiyordu. ●●● Önündeki dosyalara yoğunlaşmaya çalışırken aklından atamadığı en belirgin düşünce Nağme'yi arayıp aramama konusundaki ikilemiydi. Neden hep o arıyordu? Niçin hiç Nağme'nin aklına gelmiyordu böyle şeyler? Tamam, aklı kalabalıktı ve uğraşması gereken çok fazla sorun vardı ama insanın biraz olsun aklına gelmez miydi onu merak eden biri olduğu? Kendini gerçek bir ilişkide gibi hissetmiyordu Tuna. Sevdiği kadının hâlâ kendisine soğuk ve uzak davrandığını, ailesine ve hayatına dâhil etmediğini görebiliyordu. Zira bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Telefonunun çalışıyla içinde taze bir umut filizlendi aniden. Nağme arıyor olabilir miydi acaba? Belki de ona haksızlık etmişti. Bunca derdinin arasında onu arıyor olabilirdi şuan. Heyecanla telefonun ekranına baktığında yanıldığını anlaması çok sürmedi. Annesi Canan Hanım arıyordu. Hevesi kırılmış bir biçimde aramayı yanıtladı. "Alo..." "Alo, oğlum." "Nasılsın anne?" "İyiyim, sen?" "İyiyim." Canan Hanım ise aralarında geçen bu kısa diyalogdan bile bir şeylerin ters gittiğini anlayabiliyordu. Oğlunun sesi çok durgun ve düşünceliydi. Tuhaftı. İşle ilgili sorunları mı vardı acaba? Anlamak zordu. Çünkü Tuna birçok şeyi paylaşmaktan kaçınır, kendi içinde çözmeye çalışırdı sorunlarını. "Sesin biraz tuhaf geliyor Tuna, her şey yolunda mı?" "Evet, her şey yolunda anneciğim merak etme. Sen neden aramıştın?" "Aşk olsun, seni özlemiş olamaz mıyım?" Nazlı ve şirin olmaya çalışan ses tonuna "Yapma anne." yanıtını aldı Canan Hanım. Biricik oğlu onun bu sempatik tavırlarına hiç dayanamazdı, biliyordu. Bir süre karşılıklı gülüştüler. Tuna'nın ağzından laf alamayacağını fark edince çok da üstelemedi kadın, "Tamam, tamam." diyerek asıl konuya girdi. "Bu akşam bizim dernek bir davet düzenliyor. Davetiye gelirleri derneğin hayır işleri için toplanıyor. Ben de epey bir davetiye aldım, sen de katılmak istersin diye düşündüm. Nasılsa böyle hayır işlerine destek vermeyi seversin, biliyorum." "Olur tabi anne, çok sevinirim. Hatta..." Dudakları kendinden bağımsız bir adım atmıştı bir kere. Söyleyip söylememe konusunda ikilemde kalmıştı. Aniden girivermeseydi keşke konuya, önce düşünseydi. Sonuçta ilişkileri henüz yeni sayılırdı. Ama şöyle bir düşününce, bu Nağme'yle yakınlaşmaları için iyi bir fırsat olabilirdi. Onu ailesiyle tanıştırıp hayatına dâhil eder, ona açık bir kapı bırakıp aynı şekilde karşılık vermesi için cesaretlendirirse Nağme de bu fırsatı değerlendirirdi belki. Onun güvenini kazanmış olurdu böylece. Evet, evet bu çok iyi bir fikir olabilirdi. Düşündükçe aklına yatıyordu Tuna'nın. "Hatta kız arkadaşımı da getirmek isterim. Bize iki davetiye ayırır mısın?" "Ne?" Duyduklarına inanamayan Canan Hanım mutlu olmuştu doğrusu. "Tuna, inanamıyorum!" Bir süredir hayatına başkalarını almayı reddeden oğlu sonunda birine kaptırmıştı gönlünü. Bu güzel bir gelişmeydi. Ve elbette "Sevgilin var ve ben bunu şuan, bir tesadüf eseri öğreniyorum öyle mi?" diye sitem etmeyi de ihmal etmemişti. Annesinin böyle bir tepki vereceğini bilen Tuna ise açıklamasını hazırlamıştı bile. "Anneciğim, daha çok yeni. Hem davette tanıştıracağım işte sizi." "Tamam, bak mutlaka bekliyorum ama. Uzun zaman sonra aklını başından almayı başaran bu kızla tanışmak istiyorum." Gülerek "Tamam, merak etme." dedi Tuna. "Çok tatlı bir kız, beğeneceğine eminim." Nağme gibi yumuşak huylu bir kızın annesiyle anlaşacağına neredeyse emindi adam. Hatta onunla anlaşamayacak biri yoktu ona göre. Oldukça uyumlu, olgun ve hoş sohbet biriydi. Annesiyle iyi anlaşacaklarını düşünüyordu doğrusu. Tabi sonradan bu sözü vermeden önce Nağme'ye sorması gerektiğini fark etse de bunun pek de büyük bir sorun olacağını sanmıyordu. ●●● İncelediği son dosyayı da masanın kenarına düzenli bir biçimde bıraktıktan sonra kahvesinden bir yudum aldı adam. Kapı çaldı ve "Girin!" dedikten sonra asistanının ellerinde çiçeklerle içeri girmesiyle şaşırsa da yüz ifadesi duygularını ele vermiyordu. Sıradan bir ses tonuyla "Bunlar da ne?" diye sordu Yağız. Sanki her sabah birileri tarafından kendisine çiçek geliyormuş gibi şaşkınlıktan uzaktı tavrı. Aslında bu her zamanki hâliydi hatta karakterinin bir parçasıydı. Soğukkanlı ve umursamaz yapısı gereği çok az şeye gerçekten şaşırırdı. "Bu çiçekler size gelmiş Yağız Bey." "Bana mı?" Doğrusu bunu tahmin etse de duyunca ayrı bir şaşırmıştı. Kim ona çiçek göndermiş olabilirdi ki? Ne gerekçeyle? "Masaya bırakıp çıkabilirsin." Asistanının odadan çıkışını seyrederken "Bir kahve daha istiyorum." dedi yalnızca. Rahatça incelemek için asistanının odadan çıkmasını bekledikten sonra merakla baktı çiçek buketine. Oldukça taze ve güzel görünüyorlardı. Biraz inceledikten sonra çiçeklerin arasındaki nota ilişti gözleri, "Şimdi anlarız nasılsa." diye mırıldanarak karta uzandı elleri. "Beni ve maruzatımı unutmanıza izin vereceğimi mi sandınız? :) Nağme..." Kendinden beklenmeyecek bir biçimde istemsizce gülümsedi adam. Hatırlamıştı bu inatçı kızı. Hâlbuki çoktan ümidi kestiğini hatta vazgeçtiğini sanmıştı. Üstelik gerçekten de neredeyse unutuyordu onu. Tam zamanında hatırlatmıştı kendini çiçekleri. Belli ki bu mücadeleci tavırlarıyla genç kızı unutması pek de mümkün görünmüyordu. Oturduğu yerden dışarıdaki manzarayı seyrederken bir süre elindeki çiçeklerin sahibi olan genç ve inatçı kıza takılı kaldı aklı. ●●● Nağme ise dersi bitince eve gelmişti ve sorumsuz kız kardeşini yine evinde bulamamıştı elbette. Ortalığı topladıktan sonra ocağa hazırladığı yemeği bırakıp babasına bakmak için odaya girdi. Ancak odada ne babası vardı ne de onun nerede olduğuna dair bir bilgi. Ani bir biçimde endişeye kapıldı kız. Telefonuna sarıldığı gibi abisi Salim'i aradı. İlk çalışta aramasını yanıtlayan adama ne diyeceğini bilemedi. İyice paniklemişti. "Alo, abi!" "Hah, Nağme! Ben de seni arıyordum neredeyse." Abisinin yanıtından bir şeyleri biliyor olabileceğini çıkardığından, açıklama yapmak yerine direkt konuya girmeyi tercih etti genç kız. "Abi, babama bir şey mi oldu?" "Telaşlanma. Doktor aradı beni, bugün kontrolü varmış. Hastanedeyiz, onu haber verecektim ben de." Rahat bir nefes aldı Nağme. "Oh, çok şükür." Bunu duyduğuna çok sevinmişti. Fakat yine de içinde uyanan küçük şüpheyi öldürmek adına "Bak, bir şey yok değil mi?" diye tekrarladı sorusunu. Bu bilgiyi teyit etmeye ihtiyacı vardı. "Abi bak benden saklıyorsan eğer-" "Aaa saçmalama be kızım, sen de her şeyden nem kapma." "Hastaneye geliyorum." "Ne gerek var, işimiz bitince geleceğiz biz zaten." Kararlı bir biçimde "Olmaz," diye itiraz etti Nağme. "Merak ederim ben." Kardeşiyle uğraşacak hâlde olmadığından üstelemedi Salim. "İyi, gel. Ama boşa yol masrafı, söyleyeyim." Bugün onun için de oldukça yorucu bir gün olmuştu doğrusu. Bütün gün dört bir yanda iş aramak için taban tepmek kolay olmasa gerekti. Bu yüzden Nağme'nin inatçılıklarıyla uğraşamayacak kadar direnci kırılmıştı. Telefonu kapatan Nağme ise ocağın altını söndürdükten sonra babasının odasını üstünkörü de olsa temizleyip toparladıktan sonra hastaneye gitmek için hazırlandı ve alelacele evden çıktı. Bir an önce hastaneye ulaşıp babasının gerçekten iyi olduğunu gözleriyle görmek istiyordu. Çünkü ancak o şekilde rahatlayacaktı, biliyordu kendi huyunu. Taksiyle gitmek istese de cüzdanından para çıkışmayınca mecburen dolmuş veya otobüsü tercih etmesi gerekmişti. Durakta otobüs beklerken zamansız bir biçimde telefonu çaldı. Arayan Tuna'ydı. Yanıtlamadığı takdirde adamın yine kendi kafasında kuracağını biliyordu Nağme. Şu aşamada bir tartışmayla daha uğraşamazdı doğrusu. Mecburen açtı telefonu. "Alo, Nağme nasılsın?" "İyiyim." Tam içinde bulunduğu durumla ilgili açıklama yapıp telefonu kapatacakken adamın emrivaki girişiyle duraksadı. "İki saate hazırlan, seni anlama geliyorum." "Ne?" Bazen emrivaki yapmak en iyisiydi. Çünkü çoğu zaman seçim şansı kadınlara verildiğinde işi naza çektiklerinden ötürü sağlıklı sonuç alınamıyordu. O da bir girişkenlik göstererek kontrolü eline almıştı işte. Nağme gibi her konuda bir bahane üreten kadınlarla başka nasıl başa çıkılabilirdi ki? Bilmiyordu. "Annemlerin derneği bir davet düzenlemiş bugün. Hayır işi yani. Ben de katılacağım. E kız arkadaşım olarak senin de bana eşlik etmeni istiyorum." "Tuna, bu mümkün değil." Aldığı cevapla aniden gerildiğini hissetti adam. Yine ne olmuştu? Nasıl bir bahaneyle gelmişti karşısına, çok merak ediyordu doğrusu. "Ne demek bu Nağme?" Biraz olsun sakinleşmeye çalışarak "Neden?" sorusunu yöneltti o an. "Tuna, babam..." "Tamam Nağme, anladım ben. Kapatıyorum." Tam bir açıklama yapacakken telefonun aniden suratına kapanmasına anlam veremedi Nağme. Onu kırdığının farkındaydı ancak hayatı böyle emrivakilere gelemeyecek kadar karışıktı. Ne de olsa sonra telafi ederdi bu durumu. Ama şimdi babasını görmeliydi. Açıkçası şuan umurunda olan tek şey babasının gerçekten iyi olup olmadığıydı. Geri kalan her şeyin telafisi vardı onun gözünde. ●●● Tuna oldukça öfkeli ve kırgındı. Hoşlandığı kızın gözünde kendini değersizmiş gibi hissediyordu. Ne zaman bir görüşme, buluşma, herhangi bir aktivite teklifiyle gelse Nağme tarafından engellenip reddediliyordu. Bu ne demek oluyordu? Sonsuza dek böyle sürüp gidecek miydi yani? Bunun bir orta yolu yok muydu? Hep geri itilen, arka plana atılan kendisi mi olacaktı? Buna inanmak istemiyordu Tuna. Sabrı da tükenmişti üstelik. Odasında boş gözlerle dolabına bakarken aklına arkadaşlarının getirdiği viski ve konyaklar geldi. Şirkete her gelen arkadaşı çikolata, içki, likör gibi şeyler getirirdi. Dolabın kapağını açtı ve misafirler için ayırdığı viskilerden birini aldı. Yanındaki bardağı da masaya koydu ve bir içki doldurdu kendine. Nağme'nin derdi neydi böyle? İlk zamanlarda bu sorunu anlayış göstererek çözebileceklerini düşünüyordu ama artık bunun tolere edilecek yanı kalmamıştı. O anlayış ve sabır gösterdikçe daha da kenara itiliyordu. Her fırsatta kendisiyle görüşmemek için Nağme tarafından bahaneler üretilmesinden sıkılmıştı. Anlamıştı ki o, Nağme'nin hayatında hep ikinci planda kalacaktı. Bir erkeğin sevdiği kadının gözünde arka planda kalmasından daha kötü ne olabilirdi ki? Saat ilerledikçe Tuna bir iki içki şişesini devirmişti. Düşündükçe içiyor, içtikçe düşünüyordu. Onu böyle bir döngüye sokan ise en yakını, kalbini kaptırdığı kişiydi. Kapı çaldı ve peltek diliyle yanıt dahi veremeden içeri asistanı Gözde girmişti. Kapı aralığından patronuna baktıktan sonra içeri girdi kadın. Çıkacağını haber verecekken adamın hâlini görünce duraksadı. "Tuna Bey, iyi misiniz?" Yavaş yavaş başını sallarken "İyiyim." diye sayıkladı. "İyiyim. Harikayım! Hiç olmadığım kadar harikayım!" Gerçeğin böyle olmadığını anlayabilecek kadar iyi tanıyordu patronunu Gözde. Tuna sarhoş olmuştu ve bunun farkındaydı kadın. Hassas bir ifadeyle yaklaştı adama. "Üzüldüğünüzü görebiliyorum." Yakınlaşmak için bir fırsat olarak gördü bu durumu. Normalde yüzüne bakmayan adam, şuan zil zurna sarhoştu ve belli ki biraz ilgiye ihtiyacı vardı. Bundan daha iyi bir fırsat ne zaman geçerdi ki eline? Adama yaklaştı, eğildi ve gözlerinin içine baktı. "Sizin gibi harika bir insanı kim üzer, gerçekten anlamıyorum." Başı dönüyordu ve gözlerini kısarak kendisine bir nefes kadar yaklaşmış kadına baktı merakla. "Gerçekten, öyle mi düşünüyorsun?" Konuşmakta güçlük çekiyordu. Uzun zaman olmuştu bu kadar sarhoş olmayalı. Gözde bir süre adamın gözlerine baktıktan sonra arkasına geçti ve omuzlarına dokunarak eğilip kulağına "Elbette. Siz gördüğüm en mükemmel erkeksiniz." diye fısıldadı. "Sizi üzen her kimse sevginizi hak etmediği kesin." Masaj yaparcasına omuzlarını okşadıktan bir süre sonra adamın sarhoş oluşundan aldığı cesaretle onun dizine oturdu, gözlerine uzun uzun baktı ve yavaşça uzanıp dudaklarından öpmeye başladı. Tuna ise bu anlamsız ve saçma ana bir dur diyebilirdi, ancak demedi. Gerçekten dememeyi mi tercih etmişti, yoksa diyemeyecek kadar yorgun ve kendini kaybetmiş miydi? Belirsizdi. Tek bildiği, kafasının kazan gibi oluşu ve Nağme'yle dolduğuydu. Madem öyle, o zaman bu kadınla işi neydi? Cevabı ancak ve ancak kendisinde olan, fakat asla yanıt alamadığı bir soruydu bu. ... * Bu hikâyemi beğeniyle okuyanlar için farklı bir kurgu daha öneriyorum. Beklenmedik sonlara hazır olun. :) "Siz bir intikam için ne kadar ileri gidebilirdiniz? Bu yolda nelerinizi feda edebilirdiniz? Ben yüzümü, kimliğimi, canımı ortaya koyuyorum, yok mu arttıran?" Hikâye Adı: KANLI ZAMBAKLAR Kullanıcı Adım: -BuzlarKralicesi Göz atacak olanlara keyifli okumalar dilerim. |
0% |