@bylavinia6
|
1. BÖLÜM -HER SON YENİ BİR BAŞLANGIÇTI-
Uzaktan seviyorum seni. Kokunu almadan Boynuna sarılamadan Yüzüne dokunamadan Sadece seviyorum… Cemal Süreya
“Artık tüm ihtimalleri sıfırladım. Ve kabullendim. Sen benim hayatıma giren zamansız bir çiçektin ve bir gün solup gidecektin.” Bir film dönüyor gözümün önünde. Kalem benim elimde ama ne senaryosu bana ait ne de oyuncuları. Sanki bu filme ait değilim. Ve nereye aitim bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa o da nereye ait olmak istediğim. Bir çift okyanusa… Elimde sıkı sıkı tuttuğum kitabım önümde ıssız bucaksız deniz ve zihnimde tekrar edip duran tek bir cümle… Beklentiler sadece üzer. Son altı yıldır bir beklenti içindeyim ve bunun sonucunun neye varacağı hakkında minicik dahi olsa bir fikrim yok. Sadece bekliyorum ama neyi beklediğimi de bilmiyorum. Bu uğurda tek temennim onu beklerken kendimden gitmiş olmamam. Gözlerimi kırpıştırarak kitaptan kaldırıp karşımdaki camın arkasındaki geceye rağmen rengini kaybetmeyen denize çevirdim. Dalgalar her geçen saniyeyle daha da hırçınlaşıyordu. Keşke denizin o hırçın dalgaları kıyıya değil de benim laf geçiremediğim kalbime vursa ve orada ona ait olan her şeyi silip geçseydi. Ona dair olan tüm duygular akıp gitse kalbimden. Keşke… keşke çocukların kıyıya yaptığı kumdan kaleleri değil de benim yüreğimdeki tarifi imkânsız aşkı yıksaydı. Bedenimde hissettiğim titreme dalgasıyla eş zamanlı olarak omuzlarımın üstüne bir battaniye bırakıldığını hissettim. Önce omuzlarıma bırakılan uzun, poları andıran ve kombinimle zıt bir renge sahip olan beyaz battaniyeye ardından da onu omuzlarıma bırakan kişiye baktım. Kafamı omuzumda hafifçe arkaya doğru çevirdiğimde karşımda Eren’i gördüm. Eren… Tüm çocukluğum, kardeşim, düştüğümde elini ilk uzatan, yorulduğumda gölge ağladığımdaysa omuzdaş olan… ben her gün biraz daha solarken ısrarla beni sulamaktan vazgeçmeyen can yoldaşım. Bu dünyada bunları sadece iki kişi için söylerdim; Eren ve Lidya Ellerini genellikle yaptığı gibi pantolonunun cebine sıkıştırmış uykulu olduğunu belli eden gözlerle bana bakıyordu. Bu sersem hali beni güldürse de gülüşüm dudaklarımda uzun süre kalmadı. Kafamı tekrar önüme çevirip hiçbir şey demeden sadece tam ortasına oturduğum koltukta hafifçe sola kayıp ona yer açtım. O da hiçbir şey demeden sadece arkamdan dolanarak onun için açtığım boşluğa kuruldu. Ne kadar mevsim yaz ve biz kapalı bir mekânda olsak da yine de hava oldukça soğuktu. Bu yüzden omzumdaki battaniyeyi yavaşça asılıp Eren’le benim bacaklarımızı kapatacak şekilde örttüm ve başımı Eren’in yapılı omzuna yaslayıp kolumu da koluna doladım. “Yeni yaşına bilmem kaç dakika kaldı ve sen burada oturmuş denizi mi izliyorsun.” Diyerek aramızdaki sessizliği ilk o bozdu. Kafamı hafifçe yasladığım yerden kaldırıp çenemi daha yeni başımı yasladığım koluna koyarak Eren’e baktım. O zaten en başından beri bana bakıyordu. Yüzüne alaycı bir yüz ifadesi kondurup “Ama bu senin için sadece bir denizden ibaret değil, değil mi?” dedi. Dedikleri karşısında dudaklarım yavaşça ikiye kıvrıldı. Haklıydı. Ona âşık olduğum günden beri hiçbir zaman benim için sadece bir denizden ibaret olmamıştı. Omuzumun birini kaldırıp indirdim ve çenemi yasladığım kolundan çekip tekrar eski duruşuma döndüm. Eren’in verdiğim bu tepkime tek yaptığıysa bundan adam olmaz der gibi başını iki yana sallayıp önüne dönmek olmuştu.
******* Aradan ne kadar zaman geçti biz kaç dakika öylece konuşmadan sadece denizi izledik bilmiyorum ama bir anda önümüzdeki dikdörtgen masaya konulan minik pastayla afalladım. Şaşkınlığımı saklamayan yüz ifademle kafamı Eren’in omzundan kaldırdım. Karşımda kumral saçlarına taktığı ponponlu parti şapkası ve elinde sıkıca tuttuğu hediye paketiyle Lidya duruyordu. “İyi ki doğdun ballı çöreğim!” Hızla elindeki paketi de masanın üzerine koyduğu pastanın yanına bırakıp üstüme eğildi.- üstüme atladı demek daha doğru olur- ve bana sıkıca sarıldı. Hala anın şokunu atlatamasam da bende hızla kollarımı onun ince beline dolayıp onun yaptığı gibi sıkıca sarmaladım onu. Daha sarılalı çok olmamışken “Ay tamam yeter bu kadar sevgi hadi üfle şu mumu da pastayı yiyelim!” diye araya giren Eren’in sesiyle kollarımı yavaşça Lidya’dan çözdüm. Yandan ters ters bakmama rağmen hiç üstüne alınmadığı yetmediği gibi büyük bir gale sizlikle bana bakan Eren’e göz devirip minik pastama döndüm. Dışı çikolatayla kaplı üstü en sevdiğim meyve olan çilekle süslenmiş bir pastaydı bu. Üstünde iyi ki doğdun Kızıl Şeytan yazıyordu. Kızıl Şeytan’ın anlamını sadece biz üçümüz ve bu isimle tanışmak zorunda kalanlar biliyordu. Dudaklarımda oluşan yarım yamalak bir gülüşle gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Onu diliyorum son kez. Onu istiyorum. İçime çektiğim nefesi yavaş yavaş ileriye doğru üfledim. Mumların söndüğüne emin olmama rağmen yine de gözlerimi hemen açmadım. Korkuyordum. Ne kadar kabul etmesem de içimde engel olamadığım bir korku vardı. Dileğimin son altı yılki dileklerim gibi – ki son altı yıldır onu diliyorum- gerçekleşmemesinden çok korkuyordum. Omuzuma dokunan elle gözlerimi araladım. “Böyle yaparak sadece kendine zarar veriyorsun.” “Biliyorum. Zaten bu sondu.” “Gerçekten son mu?” Sondu. Son olmak zorundaydı. Yoksa bu aşk benim sonum olacaktı. “Son…” üç harften oluşan bir kelimeyi söylemek bana hiçbir zaman bu kadar acı vermemişti. Eren’in elini omzumdan kaydırıp sırtımda aşağı yukarı hareket ettirerek varlığını belli etme çabasına minnetle gülümsedim. Ne kadar kendimi zorlasam da bu tamamen gerçekten uzak bir gülümseme olmuştu. Zaten çoğu zaman da böyle yapmıyor muyduk? Zoraki ve yalandan gülüşlerin arkasına sığınmıyor muyduk? En son hareketleri yavaşlayıp eli tekrar omzuma çıkmıştı ve hafifçe sıkmıştı. Yanındayım diyordu. Biliyordum. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Bazen konuşmaya gerek kalmazdı. Bazen tek bir bakış ya da hareket anlatırdı içimizden geçenleri. “Tamam bu kadar hüzün yeter aç bakalım beğenecek misin?” deyip ellerini birbirine çırparak daha yeni masaya bıraktığı paketi bana uzatan Lidya’ya kafamı sağa eğerek küçük bir öpücük yolladım. Ve beyaz bir kurdeleyle süslenmiş paketi yavaşça elinden alıp açtım. Paketten orta boyutta bir tuval çıkmıştı. Ters tutuğum için anlam veremediğim resmi düzeltip çizili olan şeyi incelemeye başladım. Resmin üstünde çizili olan… Bu… bu bendim. Lidya beni çizmişti. Yine denizin önündeydim kollarım birbirine bağlı bir şekilde ayakta duruyordum. Rüzgâr kızıl, dalgalı saçlarımı birbirine katıyor bense sadece öylece durmuş denizi izliyordum. Onu izliyordum… Anında gözümden yuvarlanan bir yaşı silme gereği duymadan resme bakmaya devam ettim. Artık sürekli olarak gözyaşlarımı silmekten sıkılmıştım. Ağlamak istiyordum. Hem de deliler gibi. Peki neydi o zaman beni engelleyen şey? Ağlamak istiyordum çünkü kendimi bir aptal gibi hissediyordum. Ağlamıyordum çünkü bunu kimse bilmesin istiyordum. Hatırlıyordum o günü. Dilimle titreyen dudaklarımı ıslatıp konuşmaya başladım. “Geçen yıl bugün yine onu dilemiştim ve bu sefer gerçekten inanıyordum. İçimde bir türlü anlam veremediğim ama inandığım bir inanç vardı. Sanki dalgaların arasından çıkıp bana gelecekti.” Bir göz yaşı daha yuvarlandı yuvasından. “Bekledim. Gece olup da öbür güne geçene kadar onu o soğukta bekledim. Gelmedi… yine ve yine gelmedi. Son altı yıldır yaptığım gibi o günde ihtimaller sıralayıp durdum kendime ama…” gözlerimi iyice hırçınlaşan denize çevirdim kelimeler boğazımda düğümleniyordu ama devam ettim. “Ama artık ona dair olan tüm ihtimalleri tükettim.” Elimle artık gözümden ardı sıra akmaya başlayan yaşları kabaca sildim ve burnumu çektim. Ağlamaktan kızarmış gözlerle önce Eren’e sonra Lidya’ya bakıp “Çok aptalım değil mi?” dedim. Bunu biliyordum aptaldım. Ama onu sevmenin beni aptal yapmasını istemiyordum. Lidya tuvali tutan ellerimden birini avucunun içine alıp “Tabii ki hayır! Âşık olmak bir insanı aptal yapmaz. Aşk dışarıdan bakıldığında hislerin en kolayı gibi görünen ama onu tattığında aslında en zoru olduğunu fark ettiğin bir duygudur.” dedi. Eren bu sözlere kocaman bir of çekip kolunu bana doğru uzattı. Beni kendine doğru çekti ve koluyla ilkine göre daha sıkı olacak bir şekilde beni sardı. Saçlarımın üstüne bir öpücük kondururken “Haklı. Bir insan birini sevdiği için aptal olmaz.” dedi Lidya’yı taklit ederek ve ardından büyük bir ciddiyetle devam etti. “Olsa olsa mal olur.” Mal kelimesini üstüne basarak söylemişti. Son kurduğu cümleyle yaşlı ve gözlerimi ona çevirdim. “Bana mal mı diyorsun?” Bunu ciddi manada merak ediyordum. “Evet.” Diye verdiği kısa ama öz cevapla dişlerimi sıkarak “Mal ve aptal arasındaki fark ne?” dedim. Ama Eren’in cevabı her zamanki gibi hazırdı. Büyük bir bilmişlikle “Aptal daha kaba bir ifade.” dedi. “Mal daha mı kibar?” “Evet.” Elimle Eren’in sırtına vurup beni sıkıca sardığı kolları arasından çıkmaya çalıştım. “Bırak beni ya!” kollarını daha ne kadar sıkı sarabilecekse o kadar sıkı sarıp “Bırakmam!” dedi. Biraz daha debelenip en sonunda vazgeçtim. “Senden nefret ediyorum.” “Yalan söyleme çarpılırsın.” “Yalan söylediğimi kim söyledi?” Elinin birini benden çözüp kendini göstererek “Ben… Senin beni sevmeme gibi bir olasılığın olamaz.” dedi. Egosu gerçekten sinir bozucuydu. Ve ben bunu dile getirmekten geri durmadım. “Sen ve egon sinirimi bozuyorsunuz.” “Bizde seni seviyoruz.” Eren’e göz devirmemin ardından gözlerim kollarını birbirine dolamış düşmüş yüzüyle yeri izleyen Lidya’da takılı kaldı ve tüm dikkatim ona kaydı. Oturduğum yerde olabildiğince dikleşip yanımda oturan Eren’i dürttüm. Bana alttan ne var? bakışları atarken ben kafamla solumda duran Lidya’yı gösterdim. Büyük ihtimal Eren’in onun söylediklerine verdiği tepkiye bozulmuştu. Önce kafasını yukarıya doğru kaldırıp derin bir nefes aldı. “Ufaklık, ne yapıyorsun orada?” dedi kafasını kaldırmadan. Lidya’nın yere daireler çizen ayağı Eren’in konuşmasıyla yavaşlamış hatta durmuştu. Kafasını ona çevirdiğinde Eren’de başını indirmiş ve ona doğru çevirmişti. Suç işlemiş bir çocuk gibi ellerini arkada bağlayarak “B-ben konuşmanızı bölmek istememiştim.” dedi. “Konuşmuyorduk.” “Konuşuyordunuz” “Konuşmuyorduk!” “Konuşuyordunuz!” diye inatlaşmaya devam eden ikiliyi ayırmak adına araya ben girdim. İkisinin de inadı tuttu mu tutuyordu ve bu kavganın sabaha kadar sürme ihtimali çok yüksekti. Eren’in konuşmasına izin vermeden Lidya’ya döndüm ve kocaman sırıtarak “Ama şu an konuşmuyoruz.” dedim. İkisinin de öfkeli gözleri anında bana dönmüştü. Bense hala sırıtıyordum. Eren’i ilkine göre daha sert olacak şekilde bir daha dürttüm. Acımış olmalı ki minik bir inilti çıktı boğazından ama ses dudakları arasında kayboldu. Sabır dilenircesine kafasını iki yana eğerek yavaş yavaş çevirdi. Onunla ikimizin bacaklarımızı örttüğüm battaniyenin ucunu kaldırarak “E gel bari.” dedi yarım bir ağızla. Lidya’nın olduğu tarafa bakmıyordu. Yüzünde oluşan zafer ifadesiyle Lidya’da onu “E çok ısrar ettin geleyim madem.” diye yanıtladı. “Hiç ısrar etmemiştim ama neyse!” diye ağzının içinde mırıldanan Eren’ e ters bir bakış attım. Eren’in yanına kurulan Lidya’nın bacaklarını sıkıca örtmesini tebessümle izledim. Önce birbirlerine ters bakışlar atmış ardından Eren abartılı bir şekilde göz devirerek bana sarılı olmayan diğer koluyla Lidya’yı sarmalamıştı. Daha kavga edeli yeni olmamış gibi Eren Lidya’yla tekrar dalaşmaya başladı. “Kabul et, aşk hakkında söylediğin tüm o safsatalar oldukça saçmaydı.” Derin bir nefes aldı Lidya. “Birine âşık olduğun zaman anlarsın ne demek istediğimi. İşte o zaman bana hak verirsin ama bulamazsın belki.” “Niye bulamazmışım seni?” dedi Eren bir kaşını sorgularcasına kaldırmıştı. Takıldığı tek nokta burasıydı. Lidya bir omzunu silkerek “Ölümlü dünya…” dedi. Bu cevap ne Eren’in ne de benim hoşuma gitmemişti. Evet, herkes ölecekti bir gün ama... Ne biliyim işte hoşuma gitmemişti. Eren de benle aynı hisleri taşıyor olmalı ki ikimizin de omzuna sardığı elleri sıkılaştı. Sanki kaybetmekten korktuğu bir mücevheri tutuyor gibi sıkı sıkı sarmaladı bizi. “Bir gün birine âşık olursam ki bu imkânsız gibi görünüyor. İşte o zaman bu fikrini tekrar gün yüzüne çıkartırız.” Bu sözlerin ardından Lidya’yla gözlerimiz bu anı bekler gibi birbirini buldu. Gözlerinden hissettiği hayal kırıklığı çok rahat bir şekilde okunuyordu. İçime büyük bir nefes çekip önüme dönerken sesli bir şekilde verdim. Bu sır artık bana yük olmaya başlamıştı.
****** Penceremden sızan güneş ışıklarıyla güne ve yeni yaşıma merhaba demiştim. Uzun bir süre yatağımdan kalkmamış sabah esintisinin bana eşlik etmesiyle açık penceremden dışarıyı izlemiştim. Her şey fazla anlamsızdı. Ya da bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Gün geçtikçe hiçbir şey eskisi gibi olmuyor aynı hazzı bırakmıyordu. Bir yerde bir şeylerde hep bir eksiklik olduğunu hissediyordum. Sanki bir yapboz parçasıydı hayatım ve ben o son yapboz parçasını bir türlü yerine yerleştiremiyordum. Beni, hayatımı kurtaracak o son parçanın ne olduğunu biliyor ancak bir türlü yerleştiremiyorum. Çünkü o yapboz parçası benden çok çok uzakta ve başkasının elindeydi. Biliyordum beni ancak ben kurtarabilirdim. Kimsenin beni kurtarmasını beklememeli, umut bağlamamalıydım. Bunu oldukça küçük yaşta öğrenmiş daha doğrusu öğrenmek zorunda bırakılmıştım. Ama… işte o içimde bozulmuş plak gibi tekrarlanıp duran o ‘ama’ bir şeyleri kabul ettiremiyordu bana.
17 YIL ÖNCE: Hava soğuk ama yuvalarından ayrılmış gözyaşlarım hala sıcaktı. Bir yaprak gibi dalımdan kopmuş, sonbaharda esen rüzgârla birlikte oradan oraya savruluyordum. Rüzgâr bir beni mi karanlık, izbe yerlere savuruyordu. Nereye dönsem bir çıkmaz sokak bir engel… Bir anda yanıma -yetimhanenin kapıya bakan merdivenlerine- oturan kızla artık yaş akmayan ama kızarmış gözlerimi ona çevirdim. Benden yaşça büyüğe benziyordu. Uzun boylu, esmer, etkileyici sırma saçlara ve orman yeşili gözlere sahip olan güzel bir genç kızdı. “Niye ağlıyorsun ufaklık?” dedi merdivenin alt basamağına ayaklarını uzatırken. Hava soğuk olduğu için ağzından buhar çıkmıştı. Oldukça komik gözüküyordu. Ama onunla konuşamazdım. Babam yabancılarla konuşmamam gerektiğini söylemişti. Oysa ki çocukluğum hep yabancılarla konuşarak geçecekti. Ve bir gün o yabancılar olarak adlandırdıklarımız benim ailem olacaktı… Cevap vermedim. Hem ne diyecektim ki? Beni terk eden annemi bekliyorum mu? Ya da annem bizi terk etti diye beni yetimhaneye bırakan babamın beni buradan kurtarmasını istiyorum mu? “Neden ağladığını söyleyecek misin artık?” dedi sabrı tükenmiş gibi. Yerden kaldırmadığım kafamı bir hışımla ona çevirip “Sana ne!” diye yükseldim. Kollarını teslim olurcasına yarıya kadar kaldırdı. “Asabiyiz galiba?” Göz devirip önüme döndüm. Gider diye bekledim ama gitmedi. Benimle hava kararıncaya kadar orada oturdu. “Hadi artık içeriye gir hasta olacaksın.” “Hayır, girmeyeceğim? Giremem.” Diye çıkıştım. Son kelimeyi olabildiğince sessiz söylemiştim ama duymuştu. “Niye giremezsin?” dedi. Sorgularcasına bir kaşını kaldırmıştı. O böyle baktıkça içimdeki buzlar eriyordu. Bakışları ‘anlat, biraz olsun rahatla’ diyordu. O an o bakışlara kandım ben. Ve tüm dünyaya haykırmak istediklerimi orada onun üzerine kustum. Gözümden akmaya başlayan yaşlarla “Çünkü birinin beni buradan kurtarması gerekiyor!” diye bağırdım. Elimi havaya kaldırarak “Belki şu hissettiğimiz rüzgâr bana bir kere olsun acır da onları bana geri getirir diye bekliyorum oldu mu?!” dedim. Dudaklarının kenarları yavaşça iki yandan çekildi. Kafasını gökyüzüne çevirdi. Sanki bir şey arıyor da bulamıyor gibi gözüküyordu. “Ufaklık…” diye başladı cümlesine. Biraz bekledi devamını getirmeden önce. Söylemek istediklerini karşısındaki sekiz yaşında bir çocuğun anlayacağı şekilde anlatmak zordu. Biliyordu şimdi de anlamayacaktı. Ama aklının bir kıyısında köşesinde dursun istedi. Hayat zamanı gelince ona zaten yeteri kadar öğretecekti. “Kendini kandırmayı bırak. Rüzgâr sana kimseyi getirmeyecek.” Sesi oldukça sert ve ciddi çıkmıştı. Biliyordum. Ama çocuktum ve inanıyordum. Tekrardan bir aile olabileceğimize… Bir eliyle yerden destek alarak ayağa kalktı. Ellerini birbirine vurarak temizledikten sonra üzerini elinin tersiyle çırptı. Ardından sağ elini bana uzatıp kalkmamı bekledi. Uzattığı eline baktım önce haklı mıydı? Eğer haklıysa beni kim kurtaracaktı bu cehennemden? Burnumu çekip “Hiç mi getirmeyecek?” dedim ağlamaktan çatallaşmış sesimle. Gülümsedi. Ama bu tamamen acıyla kaplanmış bir gülüştü. “En azından bana hiç getirmedi.” dedi. Gözüm bir yüzüne bir uzattığı eline gidip geliyordu ve en sonunda minik elimi uzatıp onun uzun ince parmakları olan elini sıkıca tuttum. Beni kendine doğru asılarak yerden kaldırdı. “Beni kim kurtaracak o zaman buradan?” Elini kafamın üstüne koyup kızıl, dalgalı saçlarımı okşadı. “Ufaklık, bu hayatta kimseden seni kurtarmasını bekleme, umut da etme. Seni ancak sen kurtarabilirsin.” “Ama nasıl?” dedim kirpiklerimi kırpıştırarak. Elini saçlarımdan çekip kalbimin tam üzerine koydu. “Sadece bunu dinle. ‘Bazen sadece hissedersin ve bu bilmekten ötedir’ bunu sakın unutma.” “Peki, sen kurtardın mı kendini?” Histerik bir gülüş döküldü dudaklarından. “Bilmem. Sanırım.” Bu sözlerinin ardından başka bir şey demeden bir kez daha dudaklarında ona çok yakışan gülüşüyle saçlarımı okşamış ve ardından arkasına dönüp çıkış kapısına doğru adımlamaya başlamıştı. Anlamamıştım. Sormam gereken daha binlerce soru vardı. Nereye gidiyordu bu şimdi? Ayrıca verdiği cevabı anlamamıştım. Kendini kurtarmış mıydı yoksa kurtarmamış mı? “Dur, nereye gidiyorsun?” diye bağırdım arkasından. Adımları durdu. Ama yüzünü bana çevirmedi. “Kendimi kurtarmaya…” dedi efsunlu bir sesle. Sesi… huzur vericiydi. “Ama gidersen ben seni bir daha nerede bulacağım?” “Bulma beni. İnan bana arayıp bulmana değer biri değilim.” Ve gitti…
GÜNÜMÜZ: Buldum onu. Arama beni dedi, bulmana değer biri değilim. Değerdi. Bana hayatımın en büyük dersini öğreten kişiyi bulmak her şeye değerdi. Ama keşke mezarını değil de kendisini bulmuş olsaydım. Üstümdeki örtüyü tekmeleyerek açıp yataktan kalktım. Sarsak adımlarla odamın içindeki banyoma ilerledim. Hazırlanıp babamın yanına gitmem gerekiyordu. Kısa bir duş aldıktan sonra üzerime siyah balon kollu dizlerimin hemen üstünde biten spor bir elbise giydim. Gözlüğümü ve çantamı da alıp odadan çıktım. Merdivenlerden aşağı indiğimde Lidya’yı ortalıklarda göremedim. Bu saatte mutfakta olmadığına göre büyük ihtimal hala uyuyordu. Eren dün gece doğum günümü kutladıktan sonra bir işi olduğunu söyleyerek gitmişti ve görünüşe göre hala dönmemişti. Kapıyı arkamdan yavaşça çekerek dışarı çıktım ve kapının önündeki siyah arabamın sürücü koltuğuna iyice yerleşip ehliyet kemerimi taktım. Güneş gözlüklerimi de dikiz aynasına bakarak takıp hafif bozulmuş saçlarımı düzelttim. Bir eksiğimin olmadığına kanaat getirdiğimde hastaneye doğru yola koyuldum. Hastaneye yaklaştığım her metre başında nefesim daha çok kesiliyordu. Her seferinde böyle olmak zorunda mıydı? Onu görmeye gittiğimde hep acı mı hissedecektim? Gerçi mutlu olacağım bir durum yoktu ortada. Babam akciğer kanseriydi ve gün geçtikçe kötüleşiyordu. Doktoru hiç umudu olmadığını söylemişti. Oysaki ben babamı kurtarabilmek için doktor olmuştum. Ama bazı şeyler için artık çok geçti tıpkı babamın beni kurtarmadığı gibi bende onu kurtaramayacaktım. Onunla benim aramda ince bir çizgi vardı. O elinde olmasına rağmen beni kurtarmamıştı. Bense elimden bir şey gelmediği için onu kurtaramamıştım. Ama yine de belli bir çaba göstermiştim en azından. Onun aksine… Evet onu kurtaramayacak olabilirdim. Ama onun gibi nice çocukları ve onların kahraman olarak gördükleri her kimse onları kurtarabilirdim. En azından kurtarmayı deneyebilirdim.
****** Elim sürekli kapıyı çalmak adına havaya kalkıyor ama bir türlü onu çalıp içeriye girmeye cesaret edemiyordu. Onu o halde görmeye hazır mıydım emin değildim. İçimden bir ses inkâr edercesine bağırdı. Onu o halde görmeye mi yoksa direk onu görmeye mi hazır değilsin? Galiba sorunun cevabını önce kendi içimde cevaplamam gerekiyordu. ‘İkisi de’ diye cevapladım içimdeki sesi. Bilmiyordum. Belki de yaptığım eylem doğru ama zamanı yanlıştı. Belki de başka zaman gelmeliydim. Ve daha fazla kendimi düşüncelerime kaptırmadan derin bir nefes alıp kapıyı tıkladım. Cevabın gelmesini beklemeden bodoslama olarak içeriye daldım. Yoksa ben bir daha ne o kapıyı çalabilecek ne de kulpuna uzanıp o kapıyı açabilecek cesarete sahip değildim. Zaten babamda cevap verebilecek bir halde değildi. Uyuyordu. Yüzümde gereksiz bir tebessüm peyda oldu. Bir an için geçmişteki bazı anılar gözümün önünden film şeridi gibi geçmişti. Babamın işten yorgun argın bir şekilde dönüp koltukta uyuyakaldığı ve benim üşümesin diye yarım yamalak onun üzerini örttüğüm kırık beyaz örtü… Kafamı iki yana sallayarak bu düşünceleri kovmaya çalıştım. Onları hatırlamak anlamsızdı. Geçmişte yaşanmış, bitmiş ve değerini kaybetmiş birkaç parça anıydı. Kimi kandırıyordum ki değerini kaybettiği falan yoktu! Hepsi belleğime bir şekilde mıhlanmıştı. Sessizce parmak uçlarımda yürüyerek yatağın yanındaki sandalyeye ilerledim. Olabildiğince yavaş hareketlerle çantamı sandalyenin sırt kısmına asıp gözlüğümü saçlarımın üstüne çıkardım. Kendimi hazır hissettiğimdeyse gözlerinin aynısı olan kahvelerimi ona çevirdim. Gün geçtikçe yüzü soluyor bedeni iyice zayıf bir hal alıyordu. Tek bir gerçek vardı. O da şuydu ki gerçekten çok kötü gözüküyordu. Serum takmaktan morarmış olan elini avcumun içine aldım. Eğilip moraran kısma minik bir buse kondurup alnımı birleşmiş ellerimizin üzerine koyup öylece bekledim. Saatlerce böyle durabilirdim. Ama içimde ona dair bir şeyler eksikti. Onu göremeden geçirdiğim on yıl ondan neler götürmüş ya da ona neler getirmişti bilmiyordum. Ben ona dair hiçbir şey bilmiyordum. Çoğunlukla ben geldiğim zamanlar uyuyor oluyordu. Uyumamış olduğu vakitler oldukça azdı. Zaten uyumadığı zamanlarda da ya doktor kontrolü olurdu ya ilaç vakti. Ona dair ne hissetmem gerektiği hakkında gram fikrim yoktu. Yetimhaneden çıktıktan sonra ilk işim onu bulmak olmuştu. Hastanede olduğunu öğrendiğim ilk an kalbim ona karşı duyduğum nefreti inkâr etmiş ve sıkışmaya başlamıştı. Sıkışan kalbim ve ona gitmeye her daim hazır olan ayaklarım hiç beklemeden hemen beni hastaneye getirmişti. Yıllar sonra onu ilk kez hastanenin o soğuk odalarından birinde görmüştüm. İşte o zaman bir gerçekle daha yüzleşmek zorunda kalmıştım. Gördüğüm adam benim babam olamayacak kadar değişmişti. Beni ilk gördüğündeki yüz ifadesini hala dün gibi hatırlıyorum. İnanmaz gibi bakıyordu o yeşermek istediğim toprak rengi gözleriyle. Geleceğimi hiç ama hiç düşünmemişti. O gün bana sadece akciğer kanseri olduğunu söylemişti. Üçüncü evredeydi ve durumu kritikti. Bildiklerim sadece bundan ibaretti. Hastalığı hızla ilerliyordu ve çok acı çekiyordu. Doktor bu zamana kadar yaşamış olmasını mucize olarak görüyordu. “Baba…” Ses gelmedi. Küçükken ne zaman baba diye seslensem ne olursa olsun mutlaka karşılık alırdım ama şimdi… Gözlerim yavaş yavaş dolmaya başladı. “Niye gelmedin baba? Ben orada her gün biraz daha umudumu kaybederek seni beklerken sen neden bana gelmedin? Niye gelip beni, içimdeki susmak bilmeyen anlamsız cümleleri yanıltmadın?” Alnımı yasladığım yerden kaldırıp aynı yere çenemi yasladım ve solmuş yüzüne bakarak devam ettim. “Bana deseydin ki kızım, bekle bir ömür beklerdim ben seni. Ama sen hiçbir şey demeden beni öylece bırakıp gittin. Neden? Bir açıklama yapmak bu kadar mı zordu senin için? En azından bir şey söyleseydin. Beni o cehenneme bırakman için geçerli tek bir neden.” Tek bir kelimeye de razıydım… Çok fazla sormak istediğim soru vardı ama hepsini yuttum. Bunların cevabını alsam bu saatten sonra ne işe yarayacaktı ki? Neyi değiştirebilirdim artık? Geçmiş bir şekilde geçmişti ama acıları geçmiş miydi emin değildim. Çenemi yasladığım yerden kaldırırken tekrar serum bağlı olan eline minik bir buse kondurdum. Elimin tersiyle çenemden aşağıya akmak üzere olan birkaç damla göz yaşını silip ayağa kalktım. Kalkarken dengemi sağlayamamış ve sandalyenin zeminde biraz kaymasına neden olmuştum. Gözlerimi birbirine bastırarak nefesimi tuttum. İçimden kalmamış olması için dua etmeye başlamıştım bile. Gözümün tekini açarak uyanıp uyanmadığını kontrol ettim. Allah’a şükürler olsun ki uyanmamıştı. Tuttuğum nefesi verirken aynı zamanda derin bir nefes alıp yere koyduğum çantama uzandım ve son kez ona bakıp odadan çıktım. Kapıyı ardımdan kapattıktan sonra birkaç dakika kapının önünde sırtım kapıya yaslı bir şekilde durup nefesimin düzene girmesini bekledim. Ta ki birinin ısrarla ismimi seslendiğini duyana kadar. “Adin Hanım!” kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim. Elinde orta boylu bir kutuyla bana doğru gelen orta boylu sarışın kadın hemşireyi görünce kaşlarımı çattım. Bildiğim kadarıyla babamın hemşirelerinden biriydi. İsmi… ismi de Derya olmalıydı. Evet birbirimizi tanıyorduk ancak kimsenin söylemesine izin vermediğim ismimi bilecek kadar değil. Evet adım Adin Dora’ydı ama Adin’i kullanmazdım çünkü hayatı cehennemden ibaret olan birine cennet diye seslenilmezdi. Kadın soluk soluğa yanıma gelip “Adin Hanım…” diye cümlesine başlamıştı ki “İsmim Dora.” diyerek cümlesini yarıda bölüp minik bir düzeltme yaptım. Kadın bir an için afallamış olsa da kendini hızlı sayılabilecek bir sürede toparladı. Kafasını hızla aşağı yukarı sallayarak beni onayladıktan sonra küçük bir öksürükle boğazını temizledi. “Dora Hanım bunu babanız size vermemi istedi.” Elinde açık mavi orta boyutta bir kutu tutuyordu. Uzattığı kutuyu boş bakışlar eşliğinde nazikçe elinden alıp ayıp olmasın diye teşekkür ettim. Teşekkürümü de duyup duymadığından emin değildim ama şu an umursayacağım son şey bile bu değildi. Elimdeki mavi kutuyla yavaş yavaş hastaneden çıktım ve aynı hızla arabama bindim. Açmalı mıydım bilmiyordum. Buna hazır olmadığımaysa kesinlikle emindim. Ama bir türlü gözlerimi kutudan ayıramıyordum. Telefonum çalmasıyla odak noktam kutudan telefonuma kaydı. Lidya arıyordu. Ve bunun için ona minnet duydum. “Efendim?” diyerek telefonu açmış ve kulağımla omzum arasına sıkıştırıp kutuyu yan koltuğa koymuştum. “Neredesin?” Lidya görmese de ona göz devirmiştim. İnsan önce nasılsın diye sorardı. “Hastanede.” dedim oldukça sert bir sesle. “Tamam atacağım konuma gel.” Deyip telefonu yüzüme kapatmasıyla omzumda telefon öylece kalakalmıştım. Daha yeni önce hastaneye geleceğimi bildiği halde halimi hatırımı sormadan konuya girmiş ardından da telefonu yüzüme mi kapatmıştı. Hah! Yakın zamanda arkadaş -kardeş- seçimlerimi tekrar gözden geçirmem gerekecekti. Sinirle ehliyet kemerime uzanıp sert bir şekilde kemeri asılsım ve ucunu yerine taktım. Arabayı çalıştıracağım sırada telefonuma mekânın konumuna dair bir mesaj düşmüştü. Konuma şöyle bir göz attığım sırada mekânın çokta uzağında olmadığımı fark ettim. Arabayı seri bir şekilde çalıştırıp mekâna doğru gitmeye başladım. Arabayı olabildiğince hızlı kullanıyordum. Çünkü mesai çıkış saatiydi. Ve şu an İstanbul trafiğine yakalanmak son isteyeceğim şeydi. Yol boyunca gözüm kutuya gidip durmuş sürekli içinde ne olabileceğine dair tahminler üretmeye çalışmıştım. Ama tahminlerimin hiçbirinin doğru olabilmesi için aklıma mantıklı tek bir sebep bile gelmiyordu. Mekâna vardığımda çevrede arabaların çok olmasına rağmen ortalıkta pek kimsenin olmaması dikkatimi çekmişti. Arabadan inip temkinli bir şekilde mekânın giriş kapısına doğru ilerledim. Kapıyı ittirip içeri girdiğimde etrafta kimse yoktu. Ne tek bir müşteri ne de çalışan. Kaşlarım çatık bir şekilde “Birisi var mı?!” diye seslendim. Cevabı geç tek bir ses kırıntısı bile gelmemişti. Durum beni işkillendirmeye başlamıştı. Lidya’nın başına bir şey gelmiş olma ihtimali beni oldukça germişti. Ve bu yüz ifademden net bir şekilde seçiliyordu. Mekânın arkasına doğru hızla adımlamaya başladım. Tam bu sırada bir anda patlayan konfeti ile atmak üzere olduğum adımı atamamış olduğum yerde kalakalmıştım. “İYİKİ DOĞDUN!!” Mekânda bir anda yükselen seslerle rahatladım ve Lidya’nın başına bir şey gelmemiş olması bana bir nefes aldırmıştı. Ellerimi önümde çantamın sapında birleştirdim ve kafamı hafifçe sağa eğerek tek ayağımın üzerinde arkama döndüm. Karşımda bu sefer elinde pastayla Eren duruyordu. Pastanın ellerinde oldukça emanetmiş gibi durması dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. Eren’in benim yanıma küçük adımlarla gelmeye başladığı sırada sırada diğerleri de doğum gününün o özel şarkısını söylüyordu. Herkes karşıma geçip alkışlayarak şarkı söylerken Eren yanıma gelmiş ve bir elini pastadan çekerek benim elime uzanmıştı. Sağ elimden tutarak hiçbir şey demeden mekânın ortasındaki yuvarlak masaya götürmüş ve pastayı masaya bırakıp beni önüne çekmişti. Önce arkamda bir eli omzumda duran Eren’e ardından da kısaca karşımdakilere göz gezdirdim. Yıllar önce beni terk eden annemle giden çok sevgili abim ve biricik üvey kız kardeşi – öz kardeşinden daha çok benimsediği ve sevdiği kız kardeşi- de gelmişti. Gözlerim onlara takılı kalmışken saçlarımın üstüne konulan buseyle kendimi toparladım. Eren “Hadi son kez tekrar dile onu.” Diye fısıldamıştı kulağıma. Bu ne kadar beni güldürse de içimde bir yangının çıkmasına neden oluyordu. Gözümü kapatıp derin bir nefes aldım ve dileğimi sessizce mırıldandım. Bu sefer diğer kinler kadar istekli dilememiştim çünkü artık hiç umudum kalmamıştı. Dileğimin gerçekleşebileceğine dair tek bir umudum dahi kalmamıştı. İstemediğim için değildi bu vazgeçişim hayat olmayacağını kafama soka soka öğrettiği içindi… Tek nefeste mumları üfleyip hiç beklemeden gözlerimi açtım ve kafamı alkış tufanı koparan tayfaya doğru kaldırdım. Ama o an gözlerim tek bir kişiye çarptı. Siyahlar içinden çıkan beyaza, geceyi bölüp doğan güneşe, her daim üşüdüğüm bu hayatı bir anda çöle çevirene… Ona… haklıydı dalgaların dönüp dolaşıp geleceği tek yer kıyıydı. Sonunda deniz kızı kıyı da beklemek zorunda kalmayacaktı. Sonunda yuvasına dönecek, okyanusuna kavuşacaktı. Ben Adin Dora Saygın. Bu anlamı boş hayatta geçirdiğim yirmi beşinci yılım. Ama boş diye adlandırdığım bu hayat benim için daha yeni anlam kazanmaya başlamış ve ben gerçek anlamda yaşamaya başlamıştım. Haklıydılar. Her son başka yeni bir şeyin başlangıcıydı ve ben hiçbir sonun bu kadar güzel olabileceğini tahmin etmemiştim.
6 YIL ÖNCE: Kıyıya vuran her dalga sanki aynı şiddetle benim de yüreğime vuruyordu. O bugün gidiyordu. Hem benden hem de yuvasından. Onun artık yeni bir yuvası vardı. Âşık olduğu kadının kalbi… orada misafirden farksız bir şekilde konaklıyordu. Belki bundan habersizdi ama mutluydu. Oysa ben… benim kalbim onundu. Kalbimin sahibi oydu. Ama o ev sahibi olmayı değil kiracı olmayı seçmişti. Ellerimden öylece kayıp gidiyor ve ben onu uzaktan izlemek dışında hiçbir şey yapamıyordum. “Gitme” dahi diyemiyordum. Çünkü onun hayatında bunu ona söyleyebilecek bir yere sahip değildim. Onun hayatında bir yerim yoktu. Benim tüm hayatım o olmuşken… “Ne yapıyorsun burada?” diyen sesle kumu eşeleyen ayağım durdu. Bende değişik bir etkisi vardı. Uyuşturucu gibiydi. Sürekli ondan kurtulmak istiyor bunun içinde çabalıyordum. Ama bırakamıyordum. Bir şekilde kendimi yine onda buluyordum. Yutkundum ve kafamı omzumdan arkaya doğru uzattım. Elleri cebinde saçları her zamanki gibi dağınık ve birkaç tutamı alnına doğru düşmüş; okyanus gibi hırçın ve derin gözlerle karşımda duruyordu. Önüme dönüp derin bir iç çektim. Kendime ve asla sahip olamayacaklarıma… “Hiç! Öyle hava alıyordum. Asıl senin ne işin var burada uçağın yok mu senin?” diye uzun bir cümle kurdum buruk bir sesle. “Var. Hâlâ var ama Almila yakınlardaki birkaç arkadaşıyla vedalaşacak. Benim kendileriyle pek yıldızımız barışmıyor.” diye karşılık verdi dudaklarında ona çok yakışan gülüşüyle birlikte yanıma geldi sırada. Ve devam etti. “Bende o zamana kadar burada hava alırım diye düşündüm.” Almila… hayallerimin en güzeline en özeline sahip olan kadın. Almila’yı tek bir sebepten kıskanırdım bu hayatta; ona sahip olduğu için. Bir anda kendime engel olamadım ve “Çok mu seviyorsun onu?” diye bir soru döküldü dudaklarımdan. Onu hem kıskanıyor hem de ediyordum; Aral’ın onda bulup da bende bulamadığı şeyin ne olduğunu. Belki de şimdi söylemeliydim ona karşı olan duygularımı. Saçmala dedi iç sesim. İkimizde biliyoruz senin bunu söyleyemeyeceğini. Ben bu soruyu sorduğumdan ötürü içimden kendime söverken gözleri yanında duran bana döndü. Sanki bir şey dememi bekliyor bir cevap arıyor gibi bakıyordu harelerime. Ya da ben öyle olmasını istiyordum. Ama zaten bu bakışma çok kısa sürmüştü. Çok çok kısa… Gözlerini tekrar karşıdaki denize çevirdi. “Ölmeyi göze alacak kadar çok seviyorum.” “Ölmek kolaydır zor olan yaşamaktır.” Diye sözcüklerin dilimden akmasına izin verdim. Bu saatten sonra en fazla ne olabilirdi ki? “Kime göre?” dedi cevabıma alaylı bir tınıyla. Cevap vermedim. Veremedim. Haklıydı. İnsanlar yaşamayı seviyorlardı. Herkes ben değildi ki ölümü istesin. “Belki bir gün sende uğruna yaşamayı göze alacak kadar seveceğin birini bulursun.” diye dakikalardır aramızda oluşan sessizliği bozdu. En son sorduğu sorusunu es geçmiş cevaplamamıştım. Ve şimdi cümlesinin canımı ne kadar yaktığını bilmeden tekrar o konuşmuştu. Ben birini sevmek istemiyordum ki. Zaten sevdiğim biri vardı. Kafamı onun yan profilini görecek şekilde ona çevirip hafifçe yukarı kaldırdım. “Ya bulduysam ama her şeyi kaybettiğim gibi onu da kaybediyorsam.” Halbuki ben onu hiç kazanmamıştım ki kaybetmiş olayım. Vücudunun tamamını bana doğru döndürüp üzerime doğru eğilmeye başladı. Dudaklarını kulağımla aynı hizaya getirdiğinde bir müddet bekledi. Aldığı nefesler tenime çarpıyor ve buda tenimin ürperip kalbimin hızlanmasına neden oluyordu. “ Bırak gitsin. Eğer sana aitse mutlaka geri dönecektir. Unutma dalganın dönüp dolaşıp geleceği tek yer kıyıdır.”
|
0% |