Yeni Üyelik
2.
Bölüm

HER SON YENİ BİR BAŞLANGIÇ...

@bylavinia6

1. BÖLÜM:

 

 

 

 

Uzaktan seviyorum seni.

 

 

 

 

Kokunu almadan

 

 

 

 

Boynuna sarılamadan

 

 

 

 

Yüzüne dokunamadan

 

 

 

 

Sadece seviyorum…

 

 

 

 

Cemal Süreya

 

“Artık tüm ihtimalleri sıfırladım. Ve kabullendim. Sen benim hayatıma giren zamansız bir çiçektin ve bir gün solup gidecektin.”

 

Bir film dönüyor gözümün önünde. Kalem benim elimde ama ne senaryosu bana ait ne de oyuncuları. Sanki bu filme ait değilim. Ve nereye aitim bilmiyorum .Bildiğim tek bir şey var o da nereye ait olmak istediğim. Bir çift okyanusa…

Elimde kitabım önümde ıssız bucaksız deniz ve zihnimde tek bir cümle… beklentiler sadece üzer. Altı yıldır bir beklenti içindeyim ve bunun sonunun neye varacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece bekliyorum ama neyi beklediğimi de bilmiyorum. Tek temennim onu beklerken kendimden gitmiş olmamış olmam.

Gözlerimi kitaptan kaldırıp karşımdaki denize çevirdim. Dalgalar her geçen saniye daha da hırçınlaşıyordu. Keşke denizin o hırçın dalgaları kıyıya değil de benim laf geçiremediğim kalbime vursa ve orada ona ait olan her şeyi silip geçseydi. Ona dair olan tüm duygular akıp gitse kalbimden. Keşke… keşke çocukların kıyıya yaptığı kumdan kaleleri değil de benim yüreğimdeki tarifi imkansız aşkı yıksaydı.

Hissettiğim titreme dalgasıyla eş değer olarak omuzlarımın üstüne bir battaniye bırakıldığını hissettim. Önce uzun, poları andıran battaniyeye ardından da onu omuzlarıma bırakan kişiye baktım. Kafamı hafifçe omuzumdan arkaya doğru çevirdiğimde karşımda Eren’i gördüm. Eren…

Tüm çocukluğum, kardeşim, düştüğümde elini ilk uzatan, yorulduğumda gölge ağladığımdaysa omuzdaş olan… ben her gün biraz daha solarken ısrarla beni sulamaktan vazgeçmeyen can yoldaşım. Bunları sadece iki kişi için söylerdim; Eren ve Lidya

Elleri cebinde uyku mahmuru gözlerle bana bakıyordu. Bu sersem hali beni güldürse de fazla uzun sürmedi zira hiç modumda değildim. Kafamı tekrar önüme çevirip hiçbir şey demeden sadece oturduğum koltukta hafifçe sola kayıp ona yer açtım. O da hiçbir şey demedi. Sadece arkamdan dolanıp onun için açtığım boşluğa kuruldu. Omzumdaki battaniyeyi yavaşça çekip Eren’le benim bacaklarımızı kapatacak şekilde örttüm ve başımı Eren’in yapılı omzuna yaslayıp kolumu da koluna doladım.

“ Yeni yaşına bilmem kaç dakika kaldı ve sen burada denizi mi izliyorsun.” Diyerek aramızdaki sessizliği bozdu. Kafamı hafifçe yasladığım yerden kaldırıp çenemi koluna yaslayarak Eren’e baktım o da bana bakıyordu. Yüzünde alaycı bir yüz ifadesiyle

“ Ama bu senin için sadece bir denizden ibaret değil de mi?” dedi.

Dedikleri karşısında dudaklarım yavaşça ikiye kıvrıldı. Haklıydı. altı yıldır hiçbir zaman benim için sadece bir deniz olmamıştı. Omuzumun birini kaldırıp indirdim ve çenemi yasladığım kolundan çekip önüme döndüm. Eren’in bu tepkime tek yaptığıysa bundan adam olmaz der gibi başını iki yana sallamak olmuştu.

******

Aradan ne kadar zaman geçti biz kaç dakika öylece konuşmadan sadece denizi izledik bilmiyorum ama bir anda önümüzdeki masaya konulan minik pastayla afalladım. Kafamı aheste bir şekilde Eren’in omzundan kaldırdım. Karşımda başına taktığı parti şapkası ve elinde sıkıca tuttuğu hediye paketiyle Lidya duruyordu.

“iyi ki doğdun!”

Hızla elindeki paketi de masanın üzerine koyduğu pastanın yanına bırakıp üstüme eğildi.- üstüme atladı demek daha doğru olur- ve bana sıkıca sarıldı. Hala anın şokunu atlatamasam da bende hızla kollarımı onun ince beline dolayıp onun yaptığı gibi sıkıca sarmaladım onu. Daha sarılalı beş saniye olmamışken

“ Ayh tamam yeter bu kadar hadi üfle şu mumu da pastayı yiyelim!” diye araya giren Eren’in sesiyle kollarımı yavaşça Lidya’dan çözdüm. Yandan ters ters bakmama rağmen hiç üstüne alınmadığı yetmediği gibi büyük bir galesizlikle bana bakan Eren’e göz devirip minik pastama döndüm. Dışı çikolatayla kaplı üstü en sevdiğim meyve olan çilekle süslenmiş bir pastaydı bu. Üstünde iyi ki doğdun kızıl şeytan yazıyordu. Kızıl şeytanın anlamını sadece üçümüz biliyorduk. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Onu diliyorum son kez. Onu istiyorum.

Aldığım nefesi yavaş yavaş ileriye doğru üfledim. Mumların söndüğüne emin olmama rağmen yine de gözlerimi hemen açmadım. Korkuyordum. Ne kadar kabul etmesem de içimde engel olamadığım bir korku vardı. Dileğimin son altı yılki dileklerim gibi – ki son altı yıldır onu diliyorum- gerçekleşmemesinden çok korkuyordum.

Omuzuma dokunan elle gözlerimi araladım.

“Böyle yaparak sadece kendine zarar veriyorsun.”

“ Biliyorum. Zaten bu sondu.”

“ Gerçekten son mu?”

Sondu. Son olmak zorundaydı. Yoksa bu aşk benim sonum olacaktı.

“ Son…” son kelimesini söylemek bana hiçbir zaman bu kadar acı vermemişti.

Elini omzuma koyan Eren’e bakıp gülümsedim. Ne kadar kendimi zorlasam da bu tamamen gerçekten uzak bir gülümseme olmuştu. Zaten çoğu zaman da böyle yapmıyor muyduk? Zoraki ve yalandan gülüşlerin arkasına sığınmıyor muyduk?

Omzumdaki elini hafifçe sıkmıştı. Yanındayım diyordu. Biliyordum. Bazen konuşmaya gerek yoktu. Bazen tek bir bakış ya da hareket anlatırdı içimizden geçenleri.

“ Tamam bu kadar hüzün yeter aç bakalım beğenecek misin?” deyip ellerini birbirine çırparak daha yeni masaya bıraktığı paketi bana uzatan Lidya’ya kafamı sağa eğerek küçük bir öpücük yollayıp beyaz bir kurdeleyle süslenmiş paketi yavaşça elinden aldım ve açtım. Paketten orta boyutta bir tuval çıkmıştı. Ters tutuğum için anlam veremediğim resmi düzeltip çizili olan şeyi incelemeye başladım. Resmin üstünde çizili olan…

Bu… bu bendim. Lidya beni çizmişti. Yine denizin önündeydim kollarım birbirine bağlı bir şekilde ayakta duruyordum. Rüzgar kızıl, dalgalı saçlarımı birbirine katıyor bense sadece öylece durmuş denizi izliyordum. Onu izliyordum…

Anında gözümden yuvarlanan bir yaşı silme gereği duymadan resme bakmaya devam ettim. Artık gözyaşlarımı silmekten sıkılmıştım. Ağlamak istiyordum. Hem de deliler gibi. Peki neydi o zaman beni tutan şey. Ağlamak istiyordum çünkü kendimi bir aptal gibi hissediyordum. Ağlamıyordum çünkü bunu kimse bilmesin istiyordum. Hatırlıyordum o günü.

Dilimle dudaklarımı ıslatıp konuşmaya başladım.

“ Geçen yıl bugün yine onu dilemiştim ve bu sefer gerçekten inanıyordum. İçimde anlam veremediğim bir inanç vardı .Sanki dalgaların arasından çıkıp bana gelecekti.” Bir göz yaşı daha…

“ Bekledim. Gece olup da öbür güne geçene kadar onu o soğukta bekledim. Gelmedi… yine ve yine gelmedi. Son altı yıldır yaptığım gibi o günde ihtimaller sıralayıp durdum kendime ama…” gözlerimi iyice hırçınlaşan denize çevirdim kelimeler boğazımda düğümleniyordu ama devam ettim. “ ama artık ona dair olan tüm ihtimalleri tükettim.” Elimle gözümden ardı sıra akan yaşları kabaca sildim ve burnumu çektim. Ağlamaktan kızarmış gözlerle önce Eren’e sonra Lidya’ya bakıp “ çok aptalım değil mi?” dedim. Bunu biliyordum aptaldım. Ama onu sevmenin beni aptal yapmasını istemiyordum.

Eren kolunu bana doğru uzatıp beni kendine çekti ve koluyla beni sıkıca sardı. Şaçlarımın üstüne bir öpücük kondurdu.

“ bir insan birini sevdiği için aptal olmaz. Olsa olsa mal olur.” Yaşlı gözlerimi ona çevirdim. “ bana mal mı diyorsun.” Bunu gerçekten merak ediyordum. “evet.” Dişlerimi sıkarak “ mal ve aptal arasındaki fark ne?” dedim. Eren’in cevabı her zamanki gibi hazırdı.

“ aptal daha kaba bir ifade.”

“ mal daha mı kibar.”

“ evet.”

Elimle Eren’in sırtına vurup kolları arasından çıkmaya çalıştım. “ bırak beni ya!” kollarını daha sıkı sarıp “ bırakmam!” dedi. Biraz daha debelenip en sonunda vazgeçtim.

“ senden nefret ediyorum.”

“ yalan söyleme çarpılırsın.”

“ yalan söylediğimi kim söyledi?”

“Ben. Senin beni sevmeme gibi bir olasılığın olamaz.”

“ Sen ve egon sinirimi bozuyorsunuz.”

“ Bizde seni seviyoruz.”

Kollarını birbirine bağlamış bir ayağını yere ritmik şekilde vuran Lidya daha fazla dayanamamış ve “ aman hemen unutun beni!” diye isyan etmişti. İkimizin de gözleri Lidya’ya döndü. Hep böyleydi. Büyümemişti. Hala yetimhanede tanıştığım o ufak kız çocuğuydu. Hiçbir fark yoktu.

Dudaklarını öne büzmüş bize bakıyordu. Şu an yavru bir kediden farksız görünüyordu. Eren kolunun birini benden çözüp Lidya’ya doğru uzattı ve iki kere açıp kapattı. Bu gel demekti. Yüzünde anında kocaman bir sırıtış oluştu. Hemen kollarını çözüp koşar adım kendini bizim yanımıza attı. Eren de hiç beklemeden kolunu Lidya’ya sarıp onu da sıkıca sardı. Son olarak bende üzerimizde örtülü olan örtüyü biraz asılıp Lidya’nın da üstünü örttüm. İşte yine birlikteydik ve tamamdık. Biz birlikteyken tamamdık.

“ yine pasta yiyemedim.” Diye dertli bir ses yükseldi aramızdan. Ve tabii ki bu ses Eren’e aitti. Lidya abartılı bir göz devirmenin ardından,

“tek derdimiz bu mu cidden?” dedi.

“ benim için evet.”

“ Eren sus!”

“ iyi be, açlıktan öleyim de görün!”

******

Penceremden sızan güneş ışıklarıyla güne ve yeni yaşıma merhaba demiştim. Uzun bir süre yatağımdan kalkmamış açık penceremden dışarıyı izlemiştim. Her şey fazla anlamsızdı. Gün geçtikçe hiçbir şey eskisi gibi olmuyor aynı hazzı bırakmıyordu bende. Aklıma yine silik silikte olsa yetimhanedeki anılarım düşüyordu.

17 YIL ÖNCE:

Hava soğuk ama gözyaşlarım sıcaktı. Esen rüzgarın her şeyi geri getireceğini düşünüyordum. Hayata gerçekler penceresinden bakmıyordum henüz. Küçüktüm ve masumdum. Zamanla o masumluktan eser kalmayacaktı. Ben istemesem de büyüyecektim ve masumluğumu kaybedecektim. Bir daha da elde edemeyecektim. Ama henüz bunlardan bir haberdim.

Bir anda yanıma oturan kızla yaşlı gözlerimi ona çevirdim. Benden yaşça büyüğe benziyordu. Çok güzel sırma saçlara ve orman yeşili gözlere sahipti.

“ niye ağlıyorsun ufaklık?”

Cevap vermedim. Ne diyecektim ki? Beni terk eden annemi bekliyorum mu? Ya da annem bizi terk etti diye beni yetimhaneye bırakan babamın beni buradan kurtarmasını istiyorum mu?

“ neden ağladığını söyleyecek misin artık?” dedi yere eğdiğim kafama eğilerek bakarken.

“ sana ne!”

Kollarını teslim olurcasına yarıya kadar kaldırdı. “ asabiyiz galiba?”

Göz devirip önüme döndüm. Gider diye bekledim ama gitmedi. Benimle orada saatlerce oturdu.

“ Hadi artık içeriye gir hasta olacaksın.”

“ Hayır. Girmeyeceğim. Giremem.” Son kelimeyi sessiz söylemiştim ama duymuştu.

“ Niye giremezsin?” dedi. sorgularcasına bir kaşını kaldırmıştı. Daha fazla içimde tutabileceğimi zannetmiyordum. İçimdekileri birine kusmak, birine anlatıp biraz olsun rahatlamak istiyordum. Gözümden akmaya başlayan yaşlarla “ Çünkü birinin beni buradan kurtarması gerekiyor!” diye bağırdım. Elimi kaldırarak

“Belki şu hissettiğimiz rüzgar bana acır da onları bana geri getirir diye bekliyorum oldu mu?!” dedim.

Dudaklarının kenarları yavaşça iki yandan çekildi. Kafasını gökyüzüne çevirdi. Sanki bir şey bulmaya çalışıyor da bulamıyor gibi gözüküyordu.

“ ufaklık…” diye başladı cümlesine. Biraz bekledi devamını getirmeden önce.

“ kendini kandırmayı bırak. Rüzgarlar sana kimseyi getirmeyecek.” Ama çocuktum ve inanıyordum. Tekrar bir aile olabileceğimize…

Bir eliyle yerden destek alarak ayağa kalktı. Ellerini birbirine vurarak temizledikten sonra üzerini elinin tersiyle çırptı. Ardından sağ elini bana uzatıp kalkmamı bekledi. Uzattığı eline baktım önce haklı mıydı? Eğer haklıysa beni kim kurtaracaktı bu cehennemden? Burnumu çekip

“ Hiç mi getirmeyecek?” dedim. Gülümsedi. Ama bu tamamen acıyla kaplı bir gülüştü.

“ En azından bana hiç getirmedi.” Dedi.

Uzattığı eline minik elimi uzatıp sıkıca tuttum. Beni kendine doğru çekerek yerden kaldırdı.

“ beni kim kurtaracak o zaman buradan?”

Elini kafamın üstüne koyup şaçlarımı okşadı. “ Ufaklık, bu hayatta kimseden seni kurtarmasını bekleme. Seni ancak sen kurtarabilirsin.”

“Ama nasıl?” dedim.

Elini başımdan çekip kalbimin tam üzerine koydu.

“ Sadece bunu dinle. ‘Bazen sadece hissedersin ve bilmekten ötedir’ bunu sakın unutma.”

“ Peki, sen kurtardın mı kendini?”

Histerik bir gülüş döküldü dudaklarından.

“ Bilmem. Sanırım.”

Bu sözlerinin ardından başka bir şey demeden arkasına dönüp adımlamaya başladı. Anlamamıştım. Sormam gereken daha binlerce soru vardı. Nereye gidiyordu? Ayrıca verdiği cevabı anlamamıştım. Kurtarmış mıydı yoksa kurtarmamış mıydı?

“Dur nereye gidiyorsun?” diye bağırdım arkasından. Adımları durdu. Ama yüzünü bana çevirmedi.

“ kendimi kurtarmaya…” dedi efsunlu bir sesle. Sesi… huzur vericiydi.

“ Ama gidersen ben seni bir daha nerede bulacağım?”

“ Arama beni. İnan bana bulmana değer biri değilim.”

Ve gitti…

 

GÜNÜMÜZ:

Buldum onu. Arama beni dedi, bulmana değer biri değilim. Değerdi. Bana hayatımın en büyük dersini veren kişiyi bulmak her şeye değerdi. Ama keşke mezarını değil de kendisini bulmuş olsaydım.

Üstümdeki örtüyü tekmeleyerek açıp yataktan kalktım. Yavaşça kalkıp sarsak adımlarla odamın içindeki banyoma doğru ilerledim. Hazırlanıp babamın yanına gitmem gerekiyordu. Kısa bir duş aldıktan sonra üzerime siyah balon kollu dizlerimin hemen üstünde biten spor bir elbise giydim. Gözlüğümü ve çantamı da alıp odadan çıktım. Merdivenlerden aşağı indiğimde Lidya’yı ortalıklarda göremedim. Büyük ihtimal hala uyuyordu. Eren dün gece doğum günümü kutladıktan sonra bir işi olduğunu söyleyerek gitmişti ve hala dönmemişti. Kapıyı yavaşça çekerek dışarı çıktım ve kapının önündeki siyah arabama binip hastaneye doğru yola çıktım. Hastaneye yaklaştıkça nefesim kesiliyordu. Babam… gün geçtikçe kötüleşiyordu. Doktoru her şeye hazırlıklı olun demişti. Oysaki ben babamı kurtarmak için doktor olmuştum. Doktor olup onu kurtarırsam o da beni kurtarır sanmıştım. Ama hayatın gerçekleriyle erken yüzleşmek zorunda kalmıştım.

 

******

 

Elim sürekli havaya kalkıyordu ama kapıya vurup içeriye girmeye bir türlü cesaret edemiyordum. Onu o halde görmeye hazır mıydım emin değildim. Derin bir nefes alıp kapıyı tıkladım. Cevap gelmeden direk içeriye girdim. Zaten babamda cevap verebilecek bir halde değildi. Uyuyordu. Odadan yükselen tek sesse monitörden yükselen rahatsız edici sesti. Sessizce yatağın yanındaki sandalyeye ilerledim. Yatağın biraz uzağında kalan sandalyeyi yatağın yakınına taşıyıp oturdum. Gün geçtikçe daha kötü gözüküyordu. Serum takmaktan morarmış elini avcumun içine aldım. Eğilip moraran kısma minik bir buse kondurdum. Alnımı birleşmiş ellerimizin üzerine koyup öylece bekledim. Ona dair ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Yetimhaneden çıktıktan sonra ilk işim onu bulmak olmuştu. Hastanede olduğunu öğrendiğimde hemen gelmiştim. Beni ilk gördüğündeki yüz ifadesini hala hatırlıyorum. İnanmaz gözlerle bakıyordu. Geleceğimi düşünmemişti. O gün bana sadece akciğer kanseri olduğunu söylemişti. Üçüncü evredeydi. Bildiklerim sadece bundan ibaretti. Hastalığı hızla ilerliyordu ve çok acı çekiyordu. Doktor bu zamana kadar yaşamış olmasını mucize olarak görüyordu.

“Baba…” ses gelmedi. Küçükken ne zaman baba diye seslensem mutlaka karşılık alırdım ama şimdi… gözlerim yavaş yavaş dolmaya başladı.

“ niye gelmedin baba? Ben orada her gün seni beklerken sen neden gelmedin? Bana deseydin ki kızım bekle bir ömür beklerdim ama sen hiçbir şey demeden beni bırakıp gittin. Neden?” çok fazla sormak istediğim soru vardı ama hepsini yuttum. Bunların cevabını alsam bu saatten sonra ne işe yarayacaktı ki? Kafamı koyduğum yerden ayırıp akan gözyaşlarımı sildim. Ayağa kalktım ve son kez babama bakıp odadan çıktım. Kapıyı kapattıktan sonra birkaç dakika kapının önünde sırtım kapıya yaslı bir şekilde bekledim. Ta ki birinin ismimi seslendiğini duyana kadar.

“Adin Hanım!” kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim. Elinde orta boylu bir kutuyla bana doğru gelen hemşireyi görünce kaşlarımı çattım. Ayrıca ilk ismimi nereden biliyordu. Adin’i kullanmazdım çünkü hayatı cehennemden ibaret olan birine cennet diye seslenilmezdi.

Kadın yanıma gelip “ Adin Hanım…” diye cümlesine başlamıştı ki “ ismim Dora.” Diyerek cümlesini yarıda böldüm. Kadın bir an için afallamış olsa da kendini hızla toparladı. Kafasını hızla aşağı yukarı sallayıp küçük bir öksürükle boğazını temizledi. “ Dora Hanım bunu babanız size vermemi istedi.” Uzattığı kutuya boş bakışlar atıp nazikçe elinden aldım ve teşekkür ettim. teşekkürümü duyup duymadığından emin değilim ama şu an umursayacağım son şey buydu. Elimdeki kutuyla yavaş yavaş hastaneden çıktım ve arabaya bindim. Açmalı mıydım bilmiyordum. Buna hazır olmadığıma emindim. Ama bir türlü gözlerimi kutudan ayıramıyordum. Telefonum çalmasıyla odak noktam kutudan telefonuma kaydı. Lidya arıyordu.

“ Efendim?” diyerek telefonu açtım.

“ neredesin?” Lidya görmese de göz devirdim. İnsan önce nasılsın diye sorar.

“ Hastanede.”

“ tamam atacağım konuma gel.” Deyip telefonu yüzüme kapattı. Elimde telefon öyle kalakaldım. Az önce telefonu yüzüme mi kapattı bu. Derin bir nefes alıp kutuyla çantamı yan koltuğa koyarak ehliyet kemerimi taktım. Bu sırada da telefonuma mekanın konumuna dair bir mesaj düşmüştü. Hızla mekana doğru gitmeye başladım. Yol boyunca gözüm kutuya gitmiş sürekli içinde ne olabileceğine dair kendime ihtimaller sıralayıp durmuştum.

Mekana vardığımda çevrede pek kimsenin olmaması dikkatimi çekti. Arabadan inip yavaşça mekanın kapısına doğru ilerledim. Kapıyı ittirip içeri girdiğimde etrafta kimse yoktu. “birisi var mı?!” diye seslendim. Cevap gelmedi. Durum beni işkillendirmeye başlamıştı. Lidya’nın başına bir şey gelmiş olma ihtimaliyle mekanın arkasına doğru adımlamaya başladım. Tam bu sırada bir anda patlayan konfeti ile olduğum yerde kalakaldım.

“İYİKİ DOĞDUN!!” diye yükselen seslerle rahatladım. Kafamı hafif sağa eğerek arkama döndüm. Karşımda bu sefer elinde pastayla Eren duruyordu. Dudaklarım gördüklerim karşısında ikiye kıvrıldı. Eren yavaş yavaş bana doğru gelmeye başladı bu sırada diğerleri de doğum gününün o özel şarkısını söylüyordu. Herkes karşıma geçip alkışlayarak şarkı söylerken Eren yanıma gelmiş ve pastayı bana doğru hafifçe yukarı kaldırarak uzatmıştı.

Önce pastayı uzatan Eren’e ardından da kısaca karşımdakilere göz gezdirdim. Yıllar önce beni terk eden annemle giden çok sevgili abim ve biricik üvey kız kardeşi – öz kardeşinden daha çok benimsediği ve sevdiği- de gelmişti. Gözlerim onlara takılı kalmışken şaçlarımın üstüne konulan buseyle kendimi toparladım.

Eren “ hadi dilek tut.” Diye fısıldadı kulağıma.

Gözümü kapatıp derin bir nefes aldım ve dileğimi sessizce mırıldandım. Bu sefer diğerkinler kadar istekli dilememiştim çünkü artık emindim gerçekleşmeyeceğine. İstemediğim için değil hayat olmayacağını kafama soka soka öğrettiği içindi bu…

Tek nefeste mumları üfleyip gözlerimi açtım ve kafamı alkış tutan tayfaya doğru kaldırdım. O an gözlerim tek bir kişiye çarptı. Ona… haklıydı deniz dalgalarının dönüp dolaşıp geleceği tek yer kıyıydı. Sonunda deniz kızı kıyı da beklemek zorunda kalmayacaktı. Sonunda okyanusuna kavuşacaktı.

Ben Adin Dora Saygın. Bugün yirmi beş yaşıma girdim ama sanki hayat benim için yeni başlıyordu. Her son başka bir şeyin başlangıcıydı ve ben hiçbir sonun bu kadar güzel olabileceğini tahmin etmemiştim.

 

6 YIL ÖNCE:

Kıyıya vuran her dalga sanki benim de yüreğime vuruyordu. O bugün gidiyordu. Ellerimden kayıp gidiyor ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Uzaktan izlemek dışında.

“ ne yapıyorsun burada?” diyen sesle kumu eşeleyen ayağım durdu. Yutkundum ve kafamı omzumdan arkaya doğru uzattım. Elleri cebinde şaçları her zamanki gibi dağınık ve alnına doğru düşmüş, okyanus gibi hırçın ve derin gözlerle karşımda duruyordu. Derin bir iç çektim bu haline ve önüme döndüm.

“ hiç öyle hava alıyordum. Asıl senin ne işin var burada uçağın yok mu bugün senin?”

“var. Hala var ama Almila birkaç arkadaşıyla vedalaşacak kendileriyle pek yıldızlarımız barışmıyor bende o zamana kadar burada hava alırım diye düşündüm.” Almila… hayallerimin en güzeline en özeline sahip olan kadın. Almila’yı tek bir sebepten kıskanırdım bu hayatta, ona sahip olduğu için.

Bir anda “ çok mu seviyorsun onu?” diye bir soru döküldü dudaklarımdan. Kıskanıyordum onu. Ben bu soruyu sorduğumdan ötürü içimden kendime söverken o iki koca adımla yanıma gelip soruma cevap verdi.

“ ölmeyi göze alacak kadar çok seviyorum.”

“ ölmek kolaydır zor olan yaşamaktır.”

“ kime göre?”

Cevap vermedim. Veremedim. Haklıydı. insanlar yaşamayı seviyorlardı. Herkes ben değildi ki ölmek istesin.

“ belki bir gün sende uğruna yaşamayı göze alacak kadar seveceğin birini bulursun.” Diye dakikalardır aramızda oluşan sessizliği bozdu. Kafamı ona doğru çevirip

“ ya bulduysam ama her şeyi kaybettiğim gibi onu da kaybediyorsam.” Dedim. Halbuki ben onu hiç kazanmamıştım ki kaybetmiş olayım. Kafasını bana çevirdi ve boy farkımızdan dolayı hafifçe eğdi.

“ Bırak gitsin. Eğer sana aitse mutlaka geri dönecektir. Unutma sonuçta dalganın dönüp dolaşıp geleceği tek yer kıyıdır.”

 

 

Loading...
0%